Telefonun belirtiğine göre hava bu hafta güneşli ve ılık. Aşırı derecede memnun oldum. Sonra giyinip hem ortamı test etmek hem de aile hekimine ilaç yazdırmak için evden çıktım. Evet güneş tepeden oklarını gönderiyor ve terletiyordu. Lakin gölgeye geçince esen rüzgar nazenin bünyeme şok etkisi yapıyordu. Bu demlerin havaları hep böyle. Olsun, en azından ayaz bitti. Neredeyse bir aydır evden çıkmadığım için zayıflayan bacak kaslarımı ve paslanma belirtileri gösteren diz protezlerimi açmak için yolu uzattım, ara sokaklara saptım. Semtin 40 yıl önce taşındığımızdan bu yana ne kadar değiştiğini düşündüm. Yürüdüğüm caddenin ve Antalya'nın ana arterlerinden biri olan bağlandığı bulvarın o yıllarda etrafı gecekondularla çevrili, taşlı topraklı bir yol olduğu geldi aklıma. Sol yanımdaki apartmanların yerinde sadece perdesi sağlam kalmış yıkık bir açık hava sineması olduğunu kim hatırlar acaba? Yanıbaşında da adeta balta girmemiş kaktüslü bir bahçe. Hiçbiri yok şimdi, yerlerine apartmanlar yapıldı, taşlı-topraklı yollar asfaltlandı, refüjlendi, bulvara dönüştü. Hatta artık o apartmanların bile eskidiği iddia edilerek kentsel adıyla yıkılıp yenilendiği, aslında bir rantsal dönüşüm başladı. Müthiş başıbozuk bir şehirleşme var. 4-5 katlı, insani boyut ve görünümdeki apartmanların yanında 8-10 kata yükselmiş, daracık balkonlu, fiber ve metal yoğunluklu çirkin mi çirkin binalar yükseliyor. Nedense hepsi de gri ağırlıklı. Belediye otobüslerine ücretsiz binen yaşlıların oturduğu koltukların tepesinde ayakta, onlara kızarak ve kınayarak bakan takım elbiseli genç insanlara benzetiyorum bunları. İnsani boyutlarda, estetik bir yapılaşmaya itirazım olmaz elbette ama bu durum hiç öyle değil. 3+1 daireleri alıp, kalorifer ve asansörle cazipleştirip 1+1 küçücük evlere dönüştüren rant peşindeki müteahhitlere benim garazım. Korkum günün birinde benim kapıma da bunlardan birinin gelme ihtimali.
Bu konu sokağımdaki çirkin binaların her gün gözümün önünde olmasının yanısıra bu ara izlediğim filmler ve tiyatro oyununda bile gündeme gelmekte. Geçenlerde bir Hint filmi izledim: "All We Imagine As Light". Şimdilerde adı Mumbai'ye dönüştürülen, sömürge dönemi romanlarının kâdim şehri Bombay'da geçiyor. Aynı hastanede çalışan üç kadın var, ikisi hemşire, biri daha yaşlı ve mutfak, temizlik gibi işlere bakıyor, diğerlerine göre maddi anlamda daha sıkıntılı ve oturduğu semt kentsel dönüşüm kapsamında olduğu için yaşadığı bina yıkılmak üzere. Sürekli bundan bahsediyor ve diyor ki: "İnşaatçılar kat üstüne kat çıkarak sonunda tanrı katına ulaşmaya ve böylece tanrılaşmaya çalışıyorlar". Caddedeki camiin yanındaki iki katlı apartman biz Ankara'ya gitmeden yıkılmıştı, döndüğümüzde yerinde yepisyeni, gıpgri ve çipçirkin on katlı bir bina yükseliyordu. Baktım boyu minareyi geçmiş. Zaten müezzin gerçekten minareye çıkıp okusa ezanı pencereden evlerin içini rahatça görebilir, o derece de camiye bitişik. Dedim Mumbai'li kadının söylediğinin bir ıspatı işte bu bina.
Haftasonu gittiğimiz tiyatro oyununun arasına da kentsel dönüşümle ilgili replikler sıkıştırılmıştı, bitirirken de o şekilde yaptılar finali. "Gömüldüğümüz mezarlıklar da kentsel dönüşüme girdiğinde tamamen unutulacağız" dendi bir yerinde oyunun, çok etkileyici geldi bana. Antalya'yı saran dönüşüm çılgınlığına fena halde kafayı taktığım için olsa gerek.
Yine de sokaklar sürprizler sunuyordu, geçen yılın portakalları, limonları hala üstlerindeyken çiçek açmaya ve tomurcuklanmaya başlayan narenciye ağaçları mesela, insancıl boyuttaki binalara yakışıyor onlar, o yüksek katlı heyulaları inşa ederken kestikleri ağaçların yerine de dünyanın en gereksiz ağacı olan, göğe yükselen palmiyeleri dikiyorlar.
Önünden geçtiğim kahveye muhtemel ki çay molası vermek için oturan seyyar arabacının park ettiği tezgahında ise şuna rastladım, bebekliğin sona erişi:
Bakakalıyoruz gidenlerin ardından...
YanıtlaSilYerlerinin dolmayacağını biliyoruz da ondan mı acaba Öğretmenim...