.

.
.

3 Mart 2025 Pazartesi

AND OSCAR GOES TO LEYLAK AND ŞEBO

 Hello sevgili dostlar...

Los Encılıs'tan henüz döndük, sizleri merakta bırakmamak adına ayağımın tozuyla yazıyorum. Günlerdir sevgili Şebo ile ders çalışıyorduk. Çünküü Akademi'den özel davetiye geldi, bu yıl en sadık takipçiler olarak Oscar törenine katılmamız istendi, yol, konaklama, her şey dahil. Fırsat kaçar mı, hemen istişareye başladık Şebnem'le. Önce ne giyeceğimize karar verdik, tabii ki kırmızı tuvalette karar kıldık, kırmızı halıdan geçeceksek kostümümüz de kırmızı olmalı ki uyum sağlayalım. Ben tafta seçtim, Şebo kadife. Şöyle salınarak halıda yürürken hışır hışır hışırdayım istedim. Eteklerini de çok uzun tutturdum ki malum stiletto giyemiyorum diz protezlerimden dolayı, spor ayakkaplarım görünmesin 😂 Şebo elbette giydi topuklularını. Kostüm işi tamam olunca yolluk yaptık. Ben yaprak sardım, Şebo börek açtı. Bir ara mantıya niyet ettik, sonra sarımsaklı yoğurt kokutur ortalığı diye caydık. Nevalemizi yanımıza aldık, neme lazım domuz eti neyin yedirir bize bu Amarikalılar. Şebo sucuk da alsak dedi ama ben nerede pişireceğiz onu, çiğ yersek kurt yapar diye engelledim. Her şey hazır olunca atladık uçağa doğru Los Encılıs, övünmek gibi olmasın Business Class'dan ayrılmıştı yerlerimiz, pek rahat gittik. Otelde biraz dinlendik, az börek, çok sarma yedik, tuvaletleri giydik doğru mekana. Limuzin yollamışlar sağolsunlar, çarçabuk ulaştık.

Baktık muhabirler şu aşağıdakinin etrafına toplanmış, ropörtaj yapmaya çalışıyorlar, yanaştık:

Mesele anlaşıldı, kırmızı giyeceğimi haber almışlar, ben sanmışlar buncağızı. "Durun ayol" dedim, "ben öyle vantilatör önünde kalmış gibi rüküş şeyler giyer miyim, teessüf ederim. Elalemin ne idüğü belirsiz kadınıyla söyleşiyorsunuz, ben geldim ben". Gitti yelkenli hatun, yaptık ropörtajımızı Şebo ile birlikte. Birer sarma, birer börek ikram ettik gazetecilere, çok memnun kaldılar: "Sağma, borek delicious, Leylak beautiful, Şebo pretty, var biz yine çağırmak" dediler.

İlerledik kırmızı halıda, devasa bir abajur çarptı gözümüze, ne menem şeydir bakalım diye yanaştık, meğer Ariana Grande imiş:

Hemen ileride bir başka abajur vardı, ortalık ışıl ışıl bu kadar abajura ne gerek var derken baktık o da Stacey Martin'miş. Koptu kopacak ayol kızcağız, gıdasız kalmış. İtirazlarına kulak asmadık, birimiz dolma, birimiz börek tıkıştırdık ağzına, iç huzuruyla ayrıldık yanından.

Yan tarafta büyükçe, muşamba bir çadır gördüm, Şebo'yu dürttüm: "Kız gel şuna girip bir bakalım, belki eşantiyon bir şeyler dağıtıyorlardır" diye. Yanaştık, o da ne, çadır sandığımız şey Whoopy Goldberg'miş meğer.

Ah acemilik zor zanaat, öyle günlerce film izlemeye benzemiyor. Alışırız elbet, sağa sola bakına bakına devam ettik, derken Şebo'yu yine dürttüm, "Şunun uzağından geçelim" dedim, "tırnakları gözümüze girmesin".

Cyntia Erivo'ymuş bu aile boyu fiyonklu paket. Şebo filmini izlemiş, "Cadı bu cadı" dedi, topukladık hemen. 


Emma Stone ile Selena Gomez'in yanından geçtik. Ay bu şaşkınları kandırmış modaevleri. Birine şeffaf, birine uçuk pembe havalı naylondan kostüm dikmişler. Çok güldük Şebo ile, ayol biz bunları taşınırken zarar görmesin diye eşyaları sarmakta kullanıyoruz, bu saflara kumaş diye yutturmuşlar.

Yasmin Finney'miş bu hatun, sorduk öğrendik. Önce tavus kuşunu koynuna sokup gelmiş sanmıştık ama tuvaletinin aksesuarı imiş:


 

Panter kostümlü, tahta fırçası saçlı rapçi ablamız Doja Cat tören başladıktan sonra panterlerini soyunup balık ağlarına bürünerek Beşiktaşlı ve bebek Yüzlü ile birlikte konser verdi bize sağolsun:

Sonra Goldie'yi gördük dostlar. "Teldeki Kuş"tan bu yana pek rastlaşmamıştık kendisine. İsmi gibi altın renklerine bürünmüş ama o kadar çok estetikten geçmiş ki engebeli araziye dönmüş güzelim suratı.

Goldie'nin halini görünce yakınlarda ölen David Lynch'in anısına, yönettiği '"Blue Velvet" filmindeki mavi kadife kostümünü giyip gelmiş, doğal yaşlanmış Isabella Rosselini'ye saygı duruşunda bulunmak istedim. Ceketim olsaydı düğmelerini iliklerdim ama yoktu. Ben de çaktırmadan çantasına börekle dolma atıverdim.

Tören vakti yaklaşıyordu, Şebo dedi ki: "Sen tabii giydin Skeçırsları, pat pat dolanırsın kırmızı halıda, benim ayaklar stilettolardan dürüm arası çiğköfteye döndü, haydi gidip oturalım artık". Şebo'yu kıracağıma ortada gezinenlerden birinin topuğunu kırarım, "Gel bacım" dedim, gidip önlerden yer kapalım".

Kapıya yaklaşırken küp örtüsü gibi kostümüyle Zoe Saldana'ya rastladık, göğüs kısmına da sinek teli geçirmişti. Bu kasılmalarının varmış bir sebebi, bir yerlerden duyum mu aldı nedir, kaptı törende "Yardımcı Kadın Oyuncu" ödülünü, nal toplattı öteki adaylara. 

Biz salona yürürken yanımızdan Halle Berry geçti ışıya ışıya, kaç aydır biriktiriyorsa o ayna kırıklarını, beleşe getirmiş kostümü:

Yanımızda da şunlar oturuyordu, aman da aman sevsinler, baba mı olacakmış Timoticik. Hamile diye duyduk Kylie Jenner'i. Fıstıklı siyah çikolata gibi olmuşlar yanyana. Eğildim Kylie'nin kulağına, "Bir avazda yavrum" dedim, "kız olursa adını Lilac koyun".

Töreni Conan O'Brien sundu. The Substance filmine atfen Demi Moore'u temsil eden bir omurganın içinden çıkıp geldi ama ayakkabısının teki orada kalmıştı, hem de delik çorap giydiği ayağınınki, içeri tekrar girip ayakkabısını alarak geri döndü. İyi düşünülmüş bir parodi idi, Şebo ile çak yaptık.

Ödülü kapanlar ya yazdıklarını okuyamadılar ya da yedi sülalelerine, özellikle de analarına ve karılarına teşekkür etmekten sahneden inemediler. Şebo'ya dönüp, "iki elim Kocam Bey'in yakasında" dedim, "şöyle bir Oscar ödülü alıp da karıma teşekkür ederim diyemedi". 😂

Şebo ile Oscar Toto oynamıştık, o 1-2 tane tutturdu, ben nal topladım. Son ödül dağıtılınca "Hadi canım" dedim, "kalabalığa kalmayalım". Herkesten önce çıktık, baktık otelden bizi almaya aşağıdakini yollamışlar. Pek sevindik, girdik birer koluna, düştük otelin yoluna.

Seneye görüşmek üzere efenim...




BİR GÜNLÜKLERİ 4 (OSCAR) / 3 MART

Pazar gününü evde pinekleyerek geçirdim. 2 bölüm "Mezarlık" dizisi izleyeyim diye geçtim bilgisayarın başına, bitirdim bıraktım. Polisiye sevdiğimi söylemiştim, bu dizi iyi geldi bana, oyuncular da iyi iş çıkarmıştı, umarım 3. sezon da çekilir. Bölümlerden birinde kızının katilinin peşine düşen Hasan komiser rolündeki Şehsuvar Aktaş'a şöyle bir şey söyletti senarist: "Bu dünya bir ada, bir hayırsız ada. Bizi birbirimizi yiyelim diye buraya attılar". Bu sözü 1910 yılında İstanbul'dan toplanıp Sivriada'ya yollanan sokak köpeklerinin orada açlıktan, susuzluktan ölmesinin ve adanın adının Hayırsız Ada olarak değiştirilmesinin anlatıldığı bir anekdottan sonra söyletti, böylece gündemdeki sokak hayvanlarının toplatılması olayına da bir nevi gönderme yaplmış oldu.

Günün devamında birtakım gündelik işlerle uğraştım, akşam yemeği için ıspanak kavurdum, yeni başladığım "Böcekleri Seven Kadın" kitabından 60 sayfa kadar okudum. Niyetim geceyarısı 02.30'da başlayacak Oscar törenini izlemekti ama daha gece bitmeden uykum geldi. Saati kurup 2 saat kadar uyudum ve alarmla uyanıp Disnel Channel'in başına konuşlandım.Sabahın 6.30'una kadar sürdü tören. İnatla direndim, bittiğinde sarhoş gibiydim, filmler de, ödüller de saçmasapandı, beni ilgilendiren kısım kırmızı halıydı. Malum geleneksel yazıyı yazmam gerekiyordu. Bilgisayarı kapatıp yatmaya gittim ve 9.30'da müthiş bir baş ağrısıyla uyandım. 

Sonuçta epey uğraşıp Oscar yazımı yazdım. O da birazdan yayına girecek, okuyun eğlenirsiniz. Bugünlük bu kadar olsun, malum uykusuzum. Yeni haftanız güzel gelsin...

Not: Edip Akbayram'ı kaybetmişiz, bir yakınımı yitirmiş kadar üzgünüm. Gençliğimizin fırtınalı günlerinde onun şarkılarıydı sığındığımız liman, huzurla uyusun...


2 Mart 2025 Pazar

BİR GÜNLÜKLERİ 3 (RÜYA) / 2 MART

Rüya üzerine yazmış bugün sevgili Lesliyan. Ben de yazayım dedim, başlığımız da konumuz da aynı olsun olmuşken, madem ki birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için, varsın böyle olsun. Pek firaklı oldu bu cümle ama o da olsun bakalım 😊

Henüz pek gençken, hatta belki genç bile değil ergenken, uykularımın derin, rüyalarımın uçucu olduğu günlerden birinde babam işe gitmek için evden çıkarken asık suratının sebebini şöyle açıkladı: "Pek tatsız bir rüya gördüm, babama sakal traşı yapıyordum, içim sıkılarak uyandım". Annem her zamanki umursamazlığıyla, "K.ç.n açıkta kalmıştır" diyerek babamı acele uğurladı, sonra bana dönüp "Kardeşinin çorbasını yap, kahvaltı bulaşıklarını da yıka" komutunu verip komşulardan birine sabah kahvesine gitti. Ritüeldi bu, hafta içi kocalarını işe yolcu eden kadınlar komşulardan sıradakine konuşlanıp kahve, daha doğrusu sütlü kahve içerek günün dedikodularını paylaşırlardı. Buraya kadar her şey normaldi, ta ki iki gün sonra babama gelen telefona kadar: "Baban çok hasta, acele gel". Dedem mesane kanseriydi, Ankara'da gerekli tedaviler yapıldıktan sonra, elimizden geleni yaptık denilerek memleketine uğurlanmıştı. Beklenen bir ölüm durumuna insanlar kendini alıştırmıştı. Babam da nisbeten sakin bir ruh haliyle, otobüs bulamadığı için taksi tutarak 5 saat uzaklıktaki ilçeye ulaşmıştı. Lakin eve girdiğinde dedemi salonun başköşesinde, etrafı insanlarla çevrili ve üzgün bir yüz ifadesiyle bulunca paniklemiş ve sonunda meselenin dedem değil bir trafik kazası sonucunda ölen gayet sağlıklı babaannem olduğunu anlamıştı. Babamın korktuğu rüya gerçek olmuştu. Hayat dolu, neşeli, tencere tıngırtısına kalkıp oynayan babam o günden sonra uzun süre içine kapanmıştı. Ben de o günden sonra rüyalardan korkmaya başlamıştım. Yine de tesadüf işte, olacağı varmış sözlerinin etkisi, biraz da gençliğin uçarılığı ile rüyaları suçlamaktan tam anlamıyla vaz geçmesem de çok da ciddiye almaz olmuştum.

Aradan yıllar geçti, evlendim, bebek bekliyorum, Şubat tatilini bahane ederek Ankara'ya ailemin yanına geldik. Bacak kadar çocukluğundan beri haylaz, haşarı küçük dayım bir arkadaş cenazesi için İstanbul'a gitti ve bizim orada oluşumuzdan istifade başında durması için dükkanının anahtarını eşime bıraktı. O süreçte bu kez başrolünde dayımın olduğu anlatamayacağım kadar kötü bir rüyayı ben gördüm ve babamdan kalma eski korkularım depreşti. Aklımdan silmeye çalışırken haber geldi, dayıma belediye otobüsü çarpmıştı ve beyin sarsıntısı geçirerek hastaneye yatırılmıştı. Son derece karlı, aşırı soğuk bir Şubat geçiriyorduk, mecburen eşim, babam ve büyük dayım küçük dayımın giderken lazım olur diye bıraktığı arabasıyla İstanbul'a gitmek için yola düştüler. Evlerde henüz telefon yok, haber alma imkanımız kısıtlı ve gidenlerden 24 saat geçtiği halde ses seda çıkmıyor. Endişeden delirmek üzereyken haber ulaştı, bu defa babamların arabası buzda kayıp uçurumdan düşmüş. Neyse ki çok yüksek değilmiş, babamın kaburga kırıkları ve birkaç yara bere ile kurtulmuşlar. Sonuçta dayım iyileşti, kaza geçirenler toparladı ama o süreçte yaşananları unutmam mümkün olmadığı gibi rüya korkularım bu defa misliyle depreşti. 

Aradan yıllar geçti, bir gün bir arkadaş gelip, "Nasılsın, bir sıkıntınız falan var mı?" diye sordu. Afalladım, "Nereden çıktı o?" dedim. "Rüyamda seni kötü gördüm, benim rüyalarım hep çıkar, başınızda bir iş mi var diye merak ettim" dedi. Sinirlendim ve ilk paragrafta annemin babama dediğini bu kez ben ona söyledim. Üç gün sonra haber geldi, yine küçük dayım tam olarak hala anlamadığımız bir kaza sonucu hastaneye kaldırılmış, yarı koma halinde imiş. Çok geçmedi ölüm haberi geldi. 

Şimdi söyleyiniz rüyalardan korkmakta haksız mıyım? Öyle bir imkan olsa operasyonla rüyalarımı aldırmayı tercih ederim inanın. Güzel rüyalarını anlatan, rüyalarını not alan ya da gördüğü rüyayı iyi-kötü ciddiye almayan insanlara çok imreniyorum. Çok ender rüya anlatırım, o da birilerini çok neşeli, keyifli, iyi gördüysem. Rüya anlatılsın istemem, benimle ilgili görülen rüyaları dinlemeyi hiç arzu etmem. Bilmiyorum bu patolojik bir durum mu, psikolojik ya da bilinçaltı bir izahı var mı ama rüya işine yalnız isim olarak tahammül edebiliyorum. "Rüya" olmalı rüya değil 😊

Rüyalar üzerine verdiğim blog konferanstan sonra günün kitabını paylaşayım dedim. Çok yeni başladım sırtını şebboylara yaslayana: "Böcekleri Seven Kadın". Böceklerden ödü kopan bir kadın olarak ilginç bir seçim yaptığımın farkındayım. Diğeri ise Şubat'ın son kitabıydı: "Gençlik Hazları". Ergen bir bebenin haylazlıkları, yolunu bulmaya çalışması vs, pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. 

Bir ekibine ve tüm takipçilerime çok sevgiyle...


1 Mart 2025 Cumartesi

BİR GÜNLÜKLERİ 2 (SANAT İYİ BİR ŞEY, KESİN BİLGİ :) /1 MART

Güneşli bir güne uyandık bugün, ben termometrenin yalancısıyım ama öğlen 20 derece gösteriyordu. Dünya varmış dedim, bıktım ayazdan, soğuktan.

Hane halkının yüzde 50'si uykudaydı henüz, bilgisayarın başına geçip iki bölüm "Mezarlık" izledim. Bir miktar blog yazısı okudum, akıl edip saate baktığımda şaşırdım, zira evden çıkma zamanım gelmek üzereydi. Uzun aylardan, iptal edilen biletlerden sonra nihayet bir tiyatro oyunu izlemeye hazırdım. Selim İleri'nin kitaplarından hareketle oyunlaştırılmış, prömiyeri yeni yapılmış bir gösterim: "Gramofon Hâlâ Çalıyor". Apar topar hazırlandım, çıktım. Niyetim tiyatro salonuna kadar yürümekti, hava gerçekten 20 derece dolaylarında idi ama yüzüme yüzüme vuran rüzgar 100 metre sonra caydırdı beni. Üstelik çantam ağır, Hollanda gezisinden miras ayak ağrım da harekete geçmiş idi, taksi çevirdim. 10 dakika sonra tiyatronun kapısından girmekteydim. Son ziyaretim Tiyatro Festivali kapsamında Mayıs başında olmuştu, özlemişim. Arkadaşım beni bekliyordu, biraz afişleri inceledik ve salonda yerimizi aldık.

Beni yere yapıştıran hastalıktan sonra tam anlamıyla olmasa da pandemi günlerine dönüş yaptım ufaktan. Kalabalığın arasına karışmayayım diye biletleri en ön sıradan almıştım, maskemi de taktım ve oyun başladı. Selim İleri'nin "Solmaz Hanım Kimsesiz okurlar İçin", "Cemil Şevket Bey, Aynalı Dolaba İki El Revolver" ve "Gramofon Hala Çalıyor" kitaplarından esinlenilerek bir oyun metni oluşturulmuş. Çok sevemedim ama her şeye rağmen sonunda tiyatroya gelebilmenin ve bir oyun izlemenin keyfini uzun zaman sonra yaşamış oldum. Ayakta alkışlanacak bir performans yoktu açıkcası ama insanımız pek gani gönüllü olduğu için anında fırladılar yerlerinden. Yine de başlıkta yazdığım gibi sanat iyi bir şey, kesin bilgi 😊Haftaya da bale biletim var, hayat damarlarımı kurutmak niyetinde değilim.

Çıkışta arkadaşımla kahve içecek bir mekan aradık, biraz yürümemiz gerekti. Sonra hep önünden geçtiğimiz ama hiç içine girmediğimiz bir pastanede karar kıldık. Sevgililer Günü'nden kalma dekora karşı çaylarımızı içtik ve epeyce lafın belini kırdık.

Acaba kaç kişi şu gül yapraklı, şamdanlı, "Seni seviyorum" flamalı masaya sevgilisini getirdi diye biraz güldük 😂

Bu günü böyle geçirdik dostlar. "Bir Günlükleri"ne iştirak edilmesi beni umutlandırıyor ve mutlu ediyor. İnsan yıllardır etrafında olanlardan daha fazla konuda duygudaşlık yapabiliyor blog arkadaşlarıyla bazen. İyi ki varlar, iyi ki sevgili Lesliyanımız bu akımı başlattı...