.

.
.

29 Ekim 2016 Cumartesi

GÜNLER GEÇERKEN

Hızlandırılmış festival koşuşturmasının ardından film izleme hevesiyle yorulduğunu anlamayan bünye finali takiben "yetti gari" deyip kendini kanepeye konuşlandırdı ve bir süre zorunlu ihtiyaçlar dışında kendini oradan kaldırmadı. Hafta ortasına doğru aklı başına yavaştan gelmeye başlayınca önce evi düzene sokup ardından zeytin hasadının gereklerini yerine getirdi. Bu yıl zeytin ağaçlarımız biraz tembel çıktı, artık gerçekten tembellik mi, aşırı sıcakların çiçekteyken vurup ürün miktarını azaltması mı bilemedim ama her senekinden daha az oldu rekoltemiz. Üstelik geçen yıl bu vakitler daha geç topladığımız halde doğru dürüst siyah zeytin bulamamışken bu sene neredeyse yeşile hasret kaldık. Alacalılarla yeşilleri karıştırıp dildik, tatlanmaya bıraktık. Siyahları da sele zeytinine dönüşmesi için bir fincan zeytinyağı, bir fincan sirke, bir buçuk fincan iri tuz, 1 yemek kaşığı şeker ve 1 yemek kaşığı limon tuzu eşliğinde 5er litrelik 2 kavanoza doldurup sabah akşam çalkalamaya başladık. Umarım önceki yılki kadar lezzetli bir sonuç elde ederiz.

Zeytinlerin işini bitirdikten sonra bünyeyi dinlendirmişken gözlerimi de dinlendirmeye karar verdim, karşıma denizi ve Beydağlarını alıp kahve içtim arkadaşımla bir öğle sonrası:


Boşalan aküleri şarjettikten sonra yeni etkinliklere dalmak şart oldu haliyle. İlk olarak elimdeki, Turkcell sarı kutudan alınma beleş bileti süresi dolmadan değerlendireyim diye sanki uzun zamandır film izlememiş gibi vizyona girer girmez ilk seansta sinemaya koşturdum "Ekşi Elmalar" için: 


Bir "Vizontele" ve benim en sevdiğim Yılmaz Erdoğan filmi olan "Neşeli Hayat" kadar olmasa da memnun ayrıldım salondan. Huysuz Reis Aziz Bey rolünde Yılmaz Erdoğan'ın oyunculuğuna diyecek yoktu. Güzel kızları Songül Öden, Farah Zeynep Abdullah, (hiç sevmediğim) Şükran Ovalı da oynadıkları karakterlerin hakkını vermişlerdi Allah için ama ben en çok mahcup mühendis Fatih Artman'a bayıldım. Behzat Ç.'nin dombili cinayetçisi incecik olmuş, o komik bıyıklar ve saç modeliyle de neredeyse tanıyamayacaktım. Renkli, canlı, eğlenceli bir filmdi, son bölüm biraz dramatikleşse de Reis Aziz Bey'e hiç acıyamadım doğrusu. 

Sinema çıkışı soluğu Cam Piramit'te aldım. Konyaaltı Belediyesi'nin düzenlediği Kitap Fuarı'nın 7. si açılacaktı zira. Bir Tüyap Kitap Fuarı kadar olmasa da kitap görmek, kitap kokusu solumak, kitapları karıştırmak insanın moralini yükseltiyor. 2 yıldır katılan yayınevi sayısı daha fazla, bu da sevindirici bir durum tabii ki. Önce standlar arasında hızla bir tur attım.


Ardından Meltem salonuna geçip Zeynep Altıok Akatlı'nın daha sonra imza etkinliğine de katılacağı "Sınırlar Arasında" isimli kitaba konu olan mülteciler sorunu üzerine olan konuşmasını dinledim. 


Zeynep hanımla kısa bir sohbetin ve kitap imzalatmanın ardından daha uzun bir tur attım salonda, standlarda oyalandım, kitapları karıştırdım ve elim kolum kitap poşetiyle dolu eve yollandım. İçimdeki canavarı yine durduramamıştım, evdeki kulelere yeni bir kule ilave etmenin dudaklarımda oluşturduğu kocaman tebessüm, ellerimde poşetlerin ağırlığının verdiği uyuşma, dizlerimde yürümenin ağrısı ile  günü bitirdim. Hal böyle olunca bugün tekrar şarja bağlanmam gerekti. Öğleye kadar kendime ancak gelebildim, o süreçte de Woody Allen'in son filmi olan "Cafe Society"yi izledim, pek de beğenmedim. 10 üzerinden 6 verdim :)


Ardından sezonun ilk tarhana çorbasını ve ilk terbiyeli kerevizini pişirip kitabımı elime aldım, Tayfun Pirselimoğlu'nun "Berber"i. Tayfun Pirselimoğlu'nu pek severim, hafif fantastik ve karanlık romanlarının hepsini okumuşluğum var ki ben bu tarzdan pek hoşlanmam esasen. "Berber" de benzer türde bir kitap, içinde asıl mesleği berberlik olan kiralık bir katil, bitmeyen kış, beklenen kıyamet, ne idüğü belirsiz ilişkiler, muamma olaylar var. Son sayfalarına geldim. Yazıyı bitirir bitirmez onu da bitireceğim. Dünkü yorgunluktan perişan dizim ve ayak kemiğimin ağrıları izin verseydi 29 Ekim kutlamalarına gidecektim ama risk alamadım, biraz daha dinlendirmem gerek. Cumhuriyet çok yaşasın diyerek ayrılayım huzurdan...

24 Ekim 2016 Pazartesi

PORTAKALIN ARDINDAN

Efendiiim, bir film festivalini daha kazasız belasız eda etmiş bulunuyoruz, darısı yenilerine diyelim. Alkışsız, şöhretsiz, filmsiz, koşturmasız rutin hayatımıza dönmeden önce biraz da dedikodu yapalım.

-Bu yıl 21 filmle tüm festivallerin rekorunu kendi alanımda kırmış bulunuyorum. Kimi zaman ardarda 4 film izlememe rağmen Allah sumo güreşçisi enerjisi vermiş olacak ki ne başağrısı, ne bunaltı, ne yorgunluk oldu, sadece klimanın verdiği ufak-tefek sıkıntılarla geçiştirdik 8 günü. 

-Salonlar genel olarak doluydu, ben daha ziyade ikincil salonlarda izledim filmleri, ana merkez olan AKM'de izlediğim tüm filmlerde ise koca salon tıklım tıklımdı, kimi zaman sandalye desteği yapıldı, kimi zaman merdivenlere oturuldu. 

-Salonların kalabalığına rağmen eski festivallerin coşkusunu bulamadım ne izleyicilerde, ne de katılan sanatçılarda. Ülkenin genel gündemi mi etkindi bunda yoksa sanatçılardaki hafif yüksekten bakan hava mı bilemedim. 

-Daha önceki yılların festivallerinde Yeşilçam emektarı sanatçılar gelir ve halkın arasına girmekten çekinmezdi. Yeniler de daha bir uzak duruş var. Mesela festivalin simgesi haline gelmiş kortejde herkesin tanıyacağı, ünlü diyeceğimiz taş çatlasa 3 kişi vardı (onlar da genelde karakter oyuncusu), zaten toplam 7-8 otomobilde kim olduklarını anlamadığım botokslu ve jöleli saçlı tipler, birtakım yeni nesil dizi oyuncuları coşkusuz bir şekilde geçtiler. 

-Hemen her filmi festivale katılan oyunculardan birkaçıyla birlikte izledik. Ne onlardan halka bir gülücük, bir selam geldi, ne de insanlar yanlarına gidip ilgilendi. Zaten o kadar soğuk ve uzak duruşluydular ki yanlarına gitmek cesaret isterdi. Ne ara halkla bu kadar kopuk hale geldiler bilemedim.

-Festival direktörü hanım kızımız her gala öncesi sahneye çıkıp virgülünü değiştirmeden aynı kelimelerle jüri üyelerini tanıttı, buna rağmen her seferinde cümlelerinin arasına "eee" eklemekten vazgeçmedi. 

-Ödüller hakkıyla yerini buldu diyeceğim. Gerçi "Mavi Bisiklet"i izlemedim, bir fikir beyan etmem yanlış olur ama "Tereddüt" ve "Babamın Kanatları" favori gösterdiğim filmler arasındaydı. Bunun yanısıra bir "Rüzgarda Salınan Nilüfer" vardı ki esamesi bile okunmadı, oysa hem benim, hem izleyenlerin çoğunun beğenisini almıştı. Yine "Toz"dan ümitliydik, Yaratıcı Filmler kategorisinde yardımcı oyunculuk dışında ödül alamadı. Yardımcı erkek oyuncu ödülünü de o 10 dakika görünüp en ufak bir mimik ve jestini göremediğimiz adama ne diye verdiler onu da anlamadım zaten. 


-Ecem Uzun ve Funda Eryiğit "Tereddüt" filminde olağanüstü oyun çıkartmışlardı. Ecem Uzun hem uluslararası, hem ulusal yarışmada aldığı 2 portakalı afiyetle yesin de, keşke jüri birinde bari o portakalın yarısını da Funda Eryiğit'e sunsaydı. 


-Gönlümüzün Amelie'si Audrey Tautou'yu "Sonsuzluk" filminin galasında canlı canlı gördük. Açılış gecesinde portakalını alıp galaya koşturmuştu aynı kostümle. Tamam Audrey'cim seni çok seviyoruz, çok şirinsin, güzelsin de modanın başkentinden geliyorsun, üstüne giyecek o beli düşük erkek pantolonuyla sıradan ekoseli bluzdan başka bir şey bulamadın mı a benim caanım? Galada bunların üstüne geçirdiği ceketten hiç bahsetmeyelim zaten :)


-Andie MacDowell ablamız da yaşlanmış heyhat, gözünün kenarındaki çizgiler şeftali çekirdeği görüntüsü vermişse de kendisini botoks denilen o korkunç pompalamaya teslim etmediği için can-ı gönülden kutluyorum. Çizgilerinle güzelsin ve bizimlasın.


-Festivalin başladığı günden bitişine kadar Google'da her festival aratmamda bir festival görüntüsüne karşılık beş N.esrin C.avadzade görüntüsü aldım. Açılıştaki bu giysisiyle almasam şaşardım zaten, hanım kızımızdan bir dahaki festivalde daha şeffaf bir kostüm bekliyor, kendisine başarılar diliyorum. 


-Yaş alsa da yaşlanmayan Yon.cimikimiz törene hayvanat bahçesi temalı kostümüyle katılmıştı. Boyun bölgesine zürafanın denk gelmesi anlamlı olmuş. 


-Portakallı ekip toplu halde, yolları açık olsun.


-Ve bitirirken bu arkadaşı tanıyamadım ama o gözlükler nerede satılıyor bilen varsa haber etsin, kendime bir tane edinmek istiyorum :)

23 Ekim 2016 Pazar

PORTAKALSIZ PORTAKAL 8

Ve bitti, 8 günlük maraton sona erdi, toplamda 21 film + 1 kısa filmle kendi rekorumu kırmış bulunuyorum. Darısı önümüzdeki yıla ve daha güzel filmlere olsun. 

Festivalin son günü planlanmış  ve biletleri alınmış 3 film vardı gideceğim; "Satıcı", "Ben Daniel Blake" ile "Aşk ve Savaş". Lakin dün festival komitesi Emir Kusturica filmi olan "Aşk ve Savaş"ın gösterimden kaldırıldığını ve yerine Brillante Mendoza'nın "Ma'Rosa" filminin konduğunu duyurmuştu. "Eh" dedik, "gökten ne yağdı da yer kabul etmedi". Durakta 15 dakikaya yakın vasıta bekledikten sonra geç kalacağım düşüncesiyle taksiye binmeye karar verdim. Bu aralar toplu taşım sisteminde yapılacak bir değişiklik nedeniyle otobüs-dolmuş seferleri biraz seyreldi, günlerden pazar oluşu da seyrelmeyi arttırınca kestim umudumu ve gidip taksi çağırı ziline bastım. Taksi bana doğru yaklaşırken üç tane otobüs peşpeşe geçti dersem ne dersiniz. "Kör talih" dedim bindim taksiye, ne yapayım. Mahallemizin durağı, tanıdık sürücüler, gelmiş taksiyi ekip otobüse koşturmayı kendime yediremedim. Her neyse, hâl böyle olunca bu defa da fazla erken gitmiş oldum. Haydi dedim hazır gelmişken parkta yürüyüş yapayım. Lakin öyle sıcaktı ki (Antalya hala yaz, bugün sıcaklık 28 derece idi, nemi de hesaba katarsanız birkaç derece daha ekleyin) sırılsıklam terledim, klimalı salona girince de buz gibi yapıştı üzerimdeki tişört sırtıma. Hasta olmadan atlatırız umarım festival sonrasını. Sonunda salona yerleştik ve film başladı. Asghar Farhadi'nin "Satıcı" adlı filmiydi ve doğrusu çok sevdiğim bir yönetmen olduğu ve İran sinemasına da bayıldığım için merakla bekliyordum. 


Farhadi her zamanki gibi çok güzel bir film yapmış. Evleri yıkılma tehlikesi geçirdiği için boşaltmak zorunda kalan tiyatrocu bir karı-koca tanıdıkları aracılığı ile başka bir eve yerleşirler. Ancak eski kiracının eşyaları evin bir odasını işgal etmekte ve boşaltmaya yanaşmamaktadır. Bu nedenle tartışma yaşanır. Buna bağlı olarak evin hanımına bir akşam ağır bir saldırı gerçekleşir. Kadın polise gitmeye yanaşmamaktadır, koca ise işin peşini bırakmaz, olaylar şaşırtıcı bir şekil alır. Asghar Farhadi'nin diğer filmleri gibi doyurucu ve iyi kotarılmış bir filmdi.

İkinci izleyeceğim film başka bir sinemada olduğu için paldır küldür çıktım gösterimin olduğu salondan, koşturarak öbür tarafa geldiğimde filmin başlamasına 20 dakika vardı. İlk olarak "Ma'Rosa" filmine gitmememi öneren arkadaşları dinleyerek gişede bilet değişikliği yaptım ve Hugh Hudson'un "Altamira"sını izlemeye karar verdim. Aceleyle bir tostun yarısını yiyip yarısını çantama attım, bir bardak çaydan 3-4 yudum aldım, tuvalete gittim ve kendimi salona attım.  Film başlayana kadar kalan tostu bitirdim ve arkama yaslanıp "Ben Daniel Blake"i izlemeye başladım. 


Ken Loach'ıh Altın Palmiye ödüllü filmi beklediğimiz gibi çok güzeldi. Kalp krizi geçirdiği için çalışamayacak duruma gelen Daniel Blake'in sosyal güvenlik sistemiyle cebelleşmesini kah mizahi, kah hüzünlü bir dille canlandırmış Ken Loach ve ortaya şahane bir film çıkmış. Zavallı Daniel bürokrasinin mantıksızlığından öyle çok çekti ki neredeyse bizim ülkemizdeki sosyal sigorta sistemine şükredecektik :)


Günün ve festivalin son filmi son anda izlemeye karar verdiğim "Altamira" idi. Amatör arkeolog Marcelino 9 yaşındaki kızı Maria ile Altamira mağarasındaki bizon resimlerini keşfeder ve bu keşfini yaymaya çalışır. Ancak kilisenin bağnaz yapısı yüzünden tatsız sonuçlar ortaya çıkar. Bir belgesel havasındaki film Altamira mağarasındaki duvar resimleri ve güzel doğa görüntüleri ile ilginçti. Benim ilginçliğim ise Marcelino rolünde Antonio Banderas'ın oynadığını film bitip yazılar akarken keşfetmemdi. Kendimi bu konuda tebrik ederek ayrıldım sinema salonundan. Yarın genel bir değerlendirme yapacağım, Oscar benden soruluyor madem Portakal da benden sorulsun. 8 gündür kafanızı şişirdimse affola...

22 Ekim 2016 Cumartesi

PORTAKALSIZ PORTAKAL 7

Sondan bir önceki gündeyiz işte, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Bugün günün ilk filmi "Rauf"tu, sonrası için de bir belgesele bilet almıştım ama Antalya Devlet Tiyatrosu'nda "Neşe'Dert'Aşk" isimli Ankara Devlet Tiyatrosu'nun sahneye koyduğu oyunun bir haftalığına turneye geldiğini ve Cumartesi günü de son oyunların oynandığını duyunca sinema biletini geri verip tiyatro bileti aldım. Neşet Baba'ya saygımız sonsuz, hakkında yazılmış oyunu izlemek farz diyerek gittiğim tiyatrodan müthiş bir doygunlukla çıktım. Onu daha sonra anlatırım, önce "Rauf"tan bahsedeyim. 


Film Kars'ın bir köyünde yaşayan küçük Rauf'un dünyasını konu almış. Ustasının 20 yaşındaki kızına duyduğu gizli sevda, onu mutlu etme ve arkadaşlarının yardımıyla ilgisini çekebilme çabalarının arkasında göze sokulmayan bir savaşın varlığını da hissediyoruz. Helikopterlerin uçtuğu, bomba ve makineli seslerinin sıradan hale geldiği günlük yaşamda Rauf'un tek derdi ustasının kızına pembe çiçekli bir yazma alabilmektir. Gel gör ki pembe renk nasıl olur onu bile bilmemektedir yaşadığı karanlık coğrafyada. Marangoz çırağı olarak tek öğrendiğiyse tabut yapmaktır. Bir de dişlek arkadaşının tavuklarını tilkiler yemesin diye korkuluk. Lakin korkuluk tilkiye fayda etmez, tavukları yediği gibi korkuluğu da parçalar. Öyle naif bir sevgiyle benimsemişlerdir ki korkuluğu, Rauf'un yaptığı tabuta koyup gömerler. Nasıl güzel, nasıl hüzünlü bir filmdi, fırsat bulursanız izleyin derim. Hele final insanın içine işliyor. Yönetmenliğini Soner Caner ve Barış Kaya'nın üstlendiği "Rauf" bir ilk film olmasına rağmen çok başarılı, yolu açık olsun. 

Film sonrası apar topar karnımı doyurup tıklım tıkış bir otobüsle "Neşe'Dert'Aşk" oyununu izleyeceğim tiyatro salonuna yollandım. Neşet Ertaş'ın hayatını konu alan oyun tek kelimeyle müthişti. Sinemadan vazgeçip geldiğim için kendimi tebrik ettim doğrusu. Oyunu Şirin Aktemur Toprak yazmış, Umut Toprak yönetmiş. Umut Toprak aynı zamanda anlatıcı olarak rol alıyordu oyunda ve çok başarılıydı. Ama asıl Mert Kılıç'ın bağlama eşliğinde söylediği Neşet Ertaş türküleri oyunun gücünü arttırıp bizim de tüylerimizi diken diken etti. Hasılı kelam şahane bir gösteri izledik. Nerede denk gelirseniz atlamayın, mutlaka izleyin.


 

Yarın festivalin son günü, üç filmle bitiriyorum, ayrıca sonuçlar açıklanacak, bakalım kişisel film-tombalam tutacak mı, görüşmek üzere...

PORTAKALSIZ PORTAKAL 6

Festivalin 6. günü biraz yorucu geçti. Öğlen izlediğim ilk film Seren Yüce'nin yönettiği "Rüzgarda Salınan Nilüfer" idi. 

 

Farklı gelir ve kültür grubundan iki çift üzerinden toplumsal bir irdeleme yapmış Seren Yüce. Filmdeki her şey o kadar tanıdıktı ki. Sahte ilişkiler, sanal alem yalanları, özentiler, mutlu görünen mutsuz evlilikler, ikiyüzlü dostluklar, kıskançlıklar, kısacası günümüz toplumuna derinlikli bir bakış ince ince işlenmiş. Çok beğendim, oyuncular rollerini layıkıyla oynamışlar, iğreti olan hiçbir şey yoktu filmde, umarım hakettiği ödülü alır. 

Günün ikinci filmi, Uluslararası yarışma adaylarından bir Bulgar filmi idi: "Kol Saati". Film hakkında okuduklarımdan sonra pek umutlu değildim göreceğim şeyden ama tahminlerimin aksine çok iyi bir yapımla karşılaştım. İlginç bir konu yer yer mizah unsuru da eklenerek ustaca oyunculuklarla sunulmuştu. 


Yoksul bir demiryolu işçisi bir gün rayların arasında yüklü bir miktar para bulur. Sessiz kalıp parayı kendisi sahipleneceğine bakanlığa haber verir. Kahraman ilan edilir ve kendisine ödül olarak bir saat verilir. Ancak TV'deki canlı yayında sorun yaratmaması için kendi saati halkla ilişkiler müdürü tarafından emanete alınır ve yayında koluna bakan tarafından yeni saati takılır. Lakin işçi Tsanko yeni saatten memnun değildir ve babasından kalma kendi saatinin peşine düşer. Gelgelelim saat kayıptır ve olaylar bundan sonra başlar. "Kol Saati" Uluslararası Yarışma favorilerimden biri, bakalım sonuç ne olacak.

Üçüncü film Polonya yapımı bir film olan "Last Family/Baba ve Oğul" idi. Bir nevi belgesel nitelik taşıyan film Polonya'da çok ünlü ama ülkesi dışında tanınmayan ressam Zdzislaw Beksinski'nin hayatından esinlenerek çekilmiş. Her bir bireyi ayrı sorunlu olan ailenin 70'li yılların sonundan 2000'li yıllara kadar olan yaşantıları bizzat ressamın kayıtlarından hareketle filme çekilmiş.


Çekilmiş çekilmesine de 2 saat boyunca biz de çile çektik desem yalan olmaz. Bugüne kadar izlediğim filmler arasında en sevmediğim oldu diyebilirim. Tek sürpriz Kieslowski filmlerinde sıkça gördümüz toplu konutların burada da karşımıza çıkması oldu, böylece andık Kieslowski biraderimizi. Filmin yarışmada alacağı sonuç ne olur bilemem ama şaşırtabilir de.

Sinemadan çıkınca Cam Piramit önündeki Festival Yolu'na gidip Sümer Ezgü konserini dinledik. Keyifli bir dinletiydi.



Bugün de böyle geçti. Cumartesi günü tek film izleyeceğim. Zira öğleden sonra seyretmek istediğim ve gösterimi o gün sona erecek bir tiyatro oyunu var: "Neş'e Dert Aşk". Neşet Ertaş'ın hayatını konu alan bir oyun, izleyelim bakalım neler göreceğiz...

21 Ekim 2016 Cuma

PORTAKALSIZ PORTAKAL 5

Festivalde yarıyı geçtik, o salondan bu salona koşturmaya devam. 5. günün filmi 2 tane ve yine Ulusal Yarışma kapsamında idi: Yeşim Ustaoğlu'nun "Tereddüt"ü ve Derviş Zaim'in "Rüya"sı.


Galası bir gün önce yapılan "Tereddüt"ün benim izlediğim ikinci gösterimi tıklım tıklım dolu bir salon ve bilet bittiği için kapının önünde kalan izleyicilerle oldu. Keşke daha büyük bir salon tahsis edilseymiş. 105 dakikalık filmi baştan sona soluksuz izledim. Bugüne kadar seyrettiğim 14 filmin içinde en tepeye oturdu diyebilirim. Yeşim Ustaoğlu çok sevdiğim bir yönetmendir, filmi tercih sebebim de buydu zaten, yanılmamışım. Film küçük bir sahil kasabasındaki hastanede  psikiyatrist olan Şehnaz'ın dehşet verici bir olay sonucu hastaneye getirilen Elmas'la yolunun kesişmesini konu almış. Şehnaz'la Elmas'ın terapi sahneleri olağanüstüydü, hem Şehnaz rolündeki Funda Eryiğit, hem de Elmas rolündeki Ecem Uzun kelimenin tam anlamıyla döktürmüşlerdi. En İyi Kadın Oyuncu ya da Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerinden birini kapamazlarsa yanarım doğrusu. Bugüne kadarki filmler içinde tavsiye ettiklerim, çok iyi olanlar vardı ama "mutlaka izleyin" diye ısrar edeceğim tek film budur. 


Günün ikinci filmi galasında ekiple birlikte izlediğim "Rüya" idi. Derviş Zaim sevdiğim bir yönetmendir, tüm filmlerini izledim ve çoğunu beğendim, hatta çok beğendim. "Tabutta Röveşata" mesela, unutamadığım bir filmdir. "Rüya"ya da o nedenle hevesle gittim ama itiraf edeyim sonuç hayal kırıklığı idi. Ben meramını açık-seçik anlatan filmleri seviyorum. Semboller, tuhaf metaforlar sıkıyor beni. İzlek olarak "Yedi Uyuyanlar" efsanesini konu almış ve sembolik bir digital köpek (ki bu da Yedi Uyuyanlar'ın köpeği Kıtmir) filmin hem başında, hem sonunda İstanbul'un koruyucusu olarak görüntüye giriyordu. Mimariyi ve inşaat sektörünü irdeleyen bir filmdi Rüya, yansıttığı gerçekler de tam yaşadığımız gerçeklerdi ama öyle dolambaçlı ve sembolik bir yol seçmişti ki bir süre sonra kafa karışıklığı ve sıkıntı başgösteriyor. Aynı kadını 4 ayrı oyuncunun canlandırmasındaki meramı bir türlü anlayamadım, vardır yönetmenin kafasında bir şey ya da çözümü bize bırakmış ama açıkcası ben sevmedim filmi. Tek hoş yönü pek sevdiğim Mehmet Ali Nuroğlu'nu Yaren rolünde izlemekti. Gösterim sonrası yine söyleşi vardı, TV'lerde yıllarca devam eden "Bizimkiler" dizisinde evin küçük oğlu Ali'yi canlandıran Atılay Uluışık'ı büyümüş haliyle görmek de keyifli oldu. 



Portakallı günlerin 6. sında 3 film beni bekliyor, haydi bakalım ya kısmet...

20 Ekim 2016 Perşembe

PORTAKALSIZ PORTAKAL 4

Bugün Ulusal Yarışma bölümünden 3 Türk filmine idi biletlerim. İlki yönetmenliğini Mehmet Can Mertoğlu'nun yaptığı, başlıca rollerini Şebnem Bozoklu ve Murat Kılıç'ın üstlendiği "Albüm" idi. Filmde tipik bir Türk ailesinin evlat edinme çabaları ironik bir dille anlatılmış. 


Filmin bitiminde izleyenlerin çoğunun görüşü olumsuzdu ama ben filmin ironik dilini çok sevdim, ikiyüzlülüğe, bürokrasiye, adamsendeciliğe, cehalete şahane eleştirel yorumlar getirmişti. Bilhassa çocuk esirgeme kurumu müdürü rolünde Müfit Kayacan (o yöreyi bilen biri olarak söylüyorum) Oscarlık oyun çıkarmıştı.   

İkinci film bu aralar çok konuşulan "Toz" idi, AKM salonunda oyun ekibi ve jüri ile birlikte izledik. "Toz" hem Ulusal, hem Uluslararası Yarışma bölümünde yarışıyor. Uluslararası jüride pek beğendiğim Andie Macdowell vardı, fotoğrafını çekemedim uzaktan, biraz yaşlanmış ama hala çok hoş ve zarif. Gönüllerimizin Keriman'ı Nursel Köse'yi ise pek uçuş uçuş yakaladım :)


Film gösteriminden önce 16 dakikalık bir kısa film izledik: "7 Santimetre". Gerçi ben daha önce ATSO'nun katkısıyla yapılan Kısa Fim Festivali'nde izlemiştim, hoş bir gösterimdi. Film bu nedenle biraz geç başladı.


"Toz" merak ettiğim bir filmdi, hayal kırıklığına uğratmadı. Afgan asıllı üç kardeşin aile öyküsünden yola çıkarak savaşın acılarını konu almış. Senaryo ve yönetimde kadın parmağı vardı, Gözde Kural iyi bir film, Öykü Karayel de iyi bir oyunculuk çıkarmıştı. Diğer oyuncuların da hakkını yemeyeyim, filmi de tavsiye edeyim. Gösterim sonrası ekiple bir söyleşi gerçekleştirildi. Öykü Karayel'in üflesen uçacak zayıflığına bakakaldım. 



Başa eklenen kısa film ve söyleşinin uzaması nedeniyle aynı salondaki üçüncü filmin başlama saati biraz sarktı. Bu film de son zamanlarda adı çok duyulan ve Adana Altın Koza'da pekçok ödül toplayan "Babamın Kanatları" idi. Yine ekiple ve jüriyle birlikte izledik. Hemen arkamda oturan Deniz Gökçer'in ilerleyen yaşına rağmen koruduğu duru güzelliğine ve zerafetine de bayıldım. 


YönetmenliğiniKıvanç Sezer'in yaptığı başrolünde Menderes Samancılar'ın oynadığı film inşaat sektörünü ve iş kazalarını konu almıştı. Film bittiğinde kalbime saplanan bıçakla salondan ayrıldım. Bilindik şeyleri bir de perdede görmek daha çok yaralıyor insanı. Menderes Samancılar'ın oyunu her zamanki gibi çok inandırıcıydı, yiğeni Yusuf'u canlandıran Musab Ekici'nin de hakkını yememek lazım. Film sonrası yine söyleşi vardı:



Bugünlük bu kadar...

19 Ekim 2016 Çarşamba

PORTAKALSIZ PORTAKAL 3

3. güne gelivermişiz bile. Programda iki film vardı, biraz dinlenmek lazım. Yine limon ağacının altında, bu defa biraz fazla dikildim. Mahallemizin otobüslerine, dolmuşlarına bir şeyler olmuş, seyrelmiş mi ne? Neredeyse gecikeceğim diye taksiye binecekken geldi otobüs, kendimi pembe saçlı, pembe tişörtlü, pembe sandaletli ve Sinan Akyüz'ün adını göremediğim kitabını okuyan bir kadının yanına yerleştirdim. Neyse sonunda film başlamadan yetiştim, salona girdim ve bilin bakalım nereye oturdum? Hihihi, tabii ki bana tahsis edilmiş özel koltuğa :)


Günün ilk filmi "Başkalarının Evi" idi. Gürcistan, Rusya, İspanya ve Hırvatistan ortak yapımı olan film Gürcistan-Abhazya savaşı sonrası sahipleri tarafından terk edilen evlere yerleştirilen insanların dramını konu almış. Yabancı topraklardaki yabancı evlere taşınan ailelerin iç çatışmaları, evlere ve çevreye alışma çabaları, sıla özlemleri olağanüstü pastel görüntülerle perdeye aktarılmış. Hüzünlü bir öykü her savaş öyküsü gibi. 

Günün ikinci filmi AKM'de idi ve henüz başlama saatine epeyce zaman olduğu için fuayede açılmış olan #rabarba Seslendirme Sanatçıları Fotoğraf Sergisi'ni gezdim.






İkinci film Ulusal Yarışma filmlerinden biri ve festivalde izleyeceğim ilk Türk filmi idi: "Siyah Karga". Tayfur Aydın'ın yönetmenliğini yaptığı Siyah Karga bir yol filmi. Yıllar önce İran'dan kaçıp Fransa'da aktris olarak yaşamına devam eden Sara babasının ölüm döşeğinde olduğunu bildiren bir mektup aldığında İran'a kaçak yollardan dönmeye karar verir. Kaçakçılarla birlikte zor koşullarda yapılan bu yolculuk perdeye güzel görüntülerle aktarılmış. İzlenebilir.


Film sonrası salonda bulunan ekiple bir söyleşi yapıldı. Başrol oyuncuları Şebnem Hassanisoughi ve Aziz Çapkurt'un da aralarında olduğu ekip sorulan sorulara cevap verdiler, bazılarına da vermeye çalıştılar. Zira izleyicilerden birkaçı soru sormaktan çok alanlarında ne kadar bilgili olduklarını ıspatlama çabasında idiler :)

 


4. günde görüşmek üzere...

18 Ekim 2016 Salı

PORTAKALSIZ PORTAKAL 2

Festivalde 2. günü de eda eyledik. Yine limon ağacının gölgesinde beklenen dolmuş, dolmuşta bağıra çağıra nutuk atan amca (neymiş, 65 yaş üstü insanlar beleş diye keyif için dolmuşa biniyormuş, bu 81 yaşındaymış, emekli kartı kullanıyormuş, mış muş. Beklediği alkışı alamamasına rağmen inene kadar konuştu), çalan telefona "he kimsiiin" diye cevap verip ardından şakır şakır İngilizce konuşan yaşlı teyze, saati hesaplamadan aldığım bileti değiştirme faslından sonra tahmin ettiğiniz gibi aynı numaralı koltuğuma yerleşmiştim bile, Pedro Almodovar'ın son filmi "Julieta"yı izlemek üzere.


Film tipik Almodovar filmlerinden çok farklı ama çok güzeldi. Çok sevdiği kocasını kaybetmiş bir kadının kızıyla hayata tutunmaya çalışırken kızının aniden kendini terk etmesiyle girdiği ruhsal bunalımları konu almış. Julieta'nın gençliğini ve olgunluğunu canlandıran her iki oyuncu da müthiş iş çıkarmıştı ama ben en çok kısıtlı rolüne rağmen evin yardımcısı rolündeki Rossy de Palma'ya bayıldım. Tipik Almodovar kadını odur işte. 

Acilen yenen bir öğle yemeğinden sonra aynı salon aynı koltuk olayı ile "Sand Strom/Kum Fırtınası" filmini izledim. İsrail yapımı film Filistin bedevi yerleşkelerinde çekilmiş. Tipik bir Ortadoğu aile yapısı, birinci kadının üstüne getirilen ve daha el üstünde tutulan ikinci eş, fakirlik, zorlu yaşam şartları, gelenekler, mahalle ve baba baskısı, istenmeyen evlilikler ve buna baş eğme ya da baş kaldırma durumları. Gösterim sonrası filmde evin büyük kızı Leila'yı canlandıran Lamis Ammar ile babası Süleiman'ı canlandıran Hitham Omari ile söyleşi yapıldı. Biraz uzaylı soruları aldık filmdeki ataerkillik hakkında, ben şahsen içimden güldüm, sanki böyle şeylere bizde hiç tanık olunmuyormuş gibi. Her neyse film güzeldi, oyunculuklar iyiydi ve izlerken sürekli "ben bunları bir yerlerden hatırlıyorum" duygusu gelip çöreklendi üstüme. Zaten 2016 Sundance Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü almış, İsrail'in de Yabancı Film dalında Oscar adayı imiş.


Günün son filmi "Ne Karada Ne Denizde" ismiyle tercüme edilmiş "Between Sea and Land" isimli bir Kolombiya yapımı idi. Daha film başlamadan filmde anne rolünü müthiş bir şekilde oynayan Vicky Hernandez salona girerek sempatik halleriyle gönlümüzü kazandı. Ülkesinin en tanınmış oyuncularından biri olan 71 yaşındaki iri kıyım kadın bastonuyla koltuklar arasında sekerek şaşırttı bizi. Hernandez'in yanısıra Giselle rolündeki genç kızı oynayan Viviana Serna da salondaydı. Film Kolombiya'da bataklık bölgesi denilen bir yerde, suyun içine kurulmuş köhne bir evde geçiyor. Geçimini balıkçılıkla sağlayan dul Rosa kas hastalığından yatağa ve makineye bağımlı yetişkin oğlu Antonio'yu hayatta tutabilmek ve hayata bağlayabilmek için uğraşı vermektedir. Yorucu ve bir o kadar da güzel bir filmdi, IMDb puanı 8.1 olan film Sundance Film Festivali'nde de Jüri Özel Ödülü almış.


Haydi kaçtım ben...

17 Ekim 2016 Pazartesi

PORTAKALSIZ PORTAKAL 1

İsminden "Altın Portakal" ibaresi çıkarılan Antalya Film Festivali dün başladı, ben de hemen siftahı yaptım. Öğleye doğru üzerinde 3 limonun boy vermeye başladığı bir ağacın gölgesinde uzun süre bekledikten sonra gelen dolmuşla gösterimin yapılacağı sinemaların olduğu AVM'ye ulaştım. Eksik kalan biletlerimi de aldım ve ilk filmi izlemek üzere salondaki yerime yerleştim. Açılışı İranlı yönetmen Mohsen Makhmalbaf'ın 1990 yapımı "Zayandeh Geceleri" adlı filmiyle yaptım. İran sinemasını çok seviyorum. Bu film esasen 1990 yılında 100 dakika olarak çekilmiş ama İran'daki sansür kurulu filmin 30 dakikalık kısmını sansürleyerek yokettiği gibi geri kalan bölümünün gösterilmesine de izin vermemiş. Yönetmen yılar sonra filmi sansür kurulunun arşivinde bulup elden geçirmiş ve vizyona sokmuş. Ama 30 dakikalık kısım kayıp olduğu için 60 küsur dakika olarak izledik, bazı bölümlerde ses yine sansürlü idi. 



Oldukça düşündürücü ve naif bir filmdi ama başrol oyuncusu bıyıklı ve kırlangıç kaşlı kızımıza baktıkça gülme isteğimi zor zaptettim. 25 yıllık bir film olduğu için de giysiler son derece rüküştü. Bıyıklı kızımızın babası da bir nevi İranlı Orhan Gencebay'dı. Bunları gözardı ederseniz izlenebilir nitelikte olduğunu söyleyebilirim.


Film kısa olduğundan diğer seans başlayana kadar epeyce bir süre vardı, yemek yedim, çay içtim, bir-iki mağazaya girip çıktım ve sonra "The Carer/Bakıcı" filmi için aynı salondaki aynı numaralı koltuğuma yerleştim. Yanımda oturan kadın aile boyu bir mısır almış, filmin yarısı boyunca çatur çutur yedi durdu, bir ara "imdat" diye bağıracaktım. Festivallerde bari mısır satışı yasak olsun yahu. "Bakıcı" İngiltere'de geçen, yaşlılık temasını konu almış Macar yapımı bir filmdi. Yönetmeni Janos Edelenyi ile birlikte izledik, sonrasında da küçük bir söyleşi yapıldı. Filmde bir ara Roger Moore da göründü, eski Bond o günlere gönderme yaparak, "Ben Moore, Roger Moore" diyerek tanıttı kendi.  IMDb puanı 7,5 olan film sıkmayan, yormayan, eğlenceli ve düşündürücü bir filmdi. Sevdim. 

Sıra günün üçüncü filmine gelmişti ve ben hala enerjiktim, başıma ağrılar da girmemişti, aman tahtaya vurayım. Bu kez başka bir salona geçtim ve yine aynı numaralı koltuğa kuruldum (O koltukları satın aldım ben, adıma plaket çaktılar üstüne :)


"Alt Tarafı Dünyanın Sonu", bu filmi hem çok sevdiğim Marion Cotillard'ın rol alması, hem de daha önce tüm filmlerini izleyip sevdiğim genç yönetmen Xavier Dolan'ın filmi olması nedeniyle seçmiştim. Uzun yıllardır ailesinden ayrı olan ve hastalığı nedeniyle onlarla son bir kez vedalaşmak üzere aralarına dönen genç bir yazarın (filmde açıkca belirtilmiyor ama hastalık AIDS) ve ailesinin ikilemleri üzerine kurulmuş, gerilim yanı ağır basan, biraz karanlık, biraz durağan ama etkileyici bir filmdi. Kısacası "Gitmek mi zor, kalmak mı zor" durumları biraz şiddetle yaşandı ailede ve otomatikman seyirciye de geçti gerilim. Dolan'ın diğer filmlerine göre biraz daha hafif kalsa da sırf oyunculuklar açısından bile izlenebilir. Canım Marion yine döktürmüştü. Louis rolündeki Gaspard Ulliel'i ve diğer oyuncuları da es geçmeyelim tabii ki. 

Günün son filmi "Eternite/Sonsuzluk" idi ama onun seansı hayli geç başlayacağı için eve dönüp biraz dinlendim, karnımı doyurdum ve bu defa festivalin ana merkezi olan AKM'ye yollandım. Festivalin coşkusu burada daha çok hissediliyor; galalar, söyleşiler burada yapılıyor, etkinlikler için düzenlenmiş özel alanlar var. Tüm ağaçlar ışıklandırılmıştı ve "amanin yılbaşı gelmiş" diye bir an coşkulandım :) Festivalin EXPO'daki açılış töreni nedeniyle film biraz geç başladı. Saat 22.00'de salona "gönlümüzün Amelie'si" Audrey Tautou teşrif etti, aman ne şirin bir şey:





Kısa bir söyleşiden sonra kendisini yolcu ettik ve film başladı. Tamam kabul görüntüler ve kadınlar çok güzeldi ama arkadaşlar 115 dakika boyunca sürekli doğurdu bu kadınlar. Tavşan olsa bu kadar üremez yahu. Doğuruyorlar doğuruyorlar, üç çocuktan biri ölüyor, haydi gözyaşı. Yetmiyor kocaları ölüyor, yetmiyor karıları ölüyor, of dedim yahu, yetti gari. Bir ara yemek masasına otururken çocukları sayamadım o derece yani. Fransa'da nüfus artışında ciddi düşme var sanırım, üremeyi teşvik amaçlı yapılmış bu film diyesim geliyor. Kadınlar da beşer onar doğuruyorlar ama hala 34 bedenler maşallah, ne yaşlanma var ne kilo alma. Hasılı ben Audrey ablamızın çok daha güzel filmlerini görmüştüm. Allah için olağanüstü güzel manzaralar vardı ve kadınlar bir içim suydu ama gerisi ruh daralması.

Haydi bakalım bugün sırada üç film var, izleyelim görelim, size de bilgi verelim. Üç film, biri sade, hadi bana müsaade...