"Müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış" diye bir atasözü var, pandemi bizi tüm sosyal etkinliklerden, sokaktaki hayattan, gezmeden tozmadan iflas ettirdi, yakında konkordato ilan edeceğiz. Evin içinde kapanıp kaldıkça müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıyorum ben de, evler bitti sıra tatillere geldi. Sonuçta burası bir nevi günlüğüm benim, ister eskiyi yazarım, ister yeniyi değil mi? Arzu eden, seven gelip okur, arzu etmeyene sözümüz yok, sağolsun varolsun. Bugün bir tatil dizisine başlamak istiyorum, en çok da Lalenin Bahçesi arkadaşımın böyle bir isteği vardı, hatırını mı kırayım 😃
İlkokul dördüncü sınıfa kadar yaz tatillerimizi ya babaannemle dedemin Ulukışla'daki ya da büyük teyzemin Niğde'deki bahçelerinde geçirmiştik. Hakkını yemeyeyim çok keyifli tatillerdi bunlar, ağaçlar altında, yeşillikler arasında, kuzenlerle geçen güzel zamanlardı. Ama babam bir akşam iş dönüşü "Hazırlanmaya başlayın bakalım, iznimi alınca denize gidiyoruz, bu sene tatili Amasra'da geçireceğiz" deyince pek heyecanlanmıştım. Amasra 60'lı yılların sonuyla 70'li yılların başında özellikle Ankaralılar için çok cazip bir tatil merkeziydi. Bir kere yakındı, hesaplıydı, pansiyonda kalır, kendi yemeğinizi yaparsanız tatilinizi çok ucuza getirebilirdiniz. Ve ayrıca çok güzeldi, henüz kömür işletmeleri açılmamıştı, bakir, doğal bir güzelliğe sahipti. Bütün bunları ilk seyahatten sonra gözlemleyecektim aslında, o ana kadar Amasra'nın adını bile duymamıştım ama deniz lafı mutluluk için yeterliydi. Çok küçük yaşlarımdan kalan bir travmanın denizle aramdaki ilişkiyi nasıl olumsuz etkileyeceğinin henüz farkında değildim. Amasra tatiline karar verilmesinin sebebi doktor olan halamın bir hasta yakınının şehri övmesi ve oraya gitmemiz halinde pansiyon vs için yardımcı olacağını söylemesiydi. Ertesi gün acilen hazırlıklara başladık, önce Sümerbank'a gidildi, plaj elbiseleri için basmalar, havlu kumaşlar alındı. Annem dikiş makinesinin başına oturdu, bana, kendine, halama önden düğmeli, mayo üstüne giyilebilecek giysiler dikti. Hala hatırlıyorum, benimki yeşil üstüne koyu pembe çiçekli bir kumaştı, yaka ve cep kenarlarında fırfırlar ve çiçeklerin pembesinden biyeler vardı. Birer tane de havlu elbise eklendi bunlara, ardından beyaz havlu kumaştan kocaman kenarlı şapkalar da dikildi. Şapkadan, daha doğrusu kafamda bir şeyin bulunmasından çocukluğumdan beri nefret ettiğim için bir kere bile giymedim, tadını annem çıkardı. Sonra bir kere daha çarşıya çıkıp bu defa mayolar ve parmak arası tokyo terlikler aldık. Etekleri fırfırlı, üst bedeni lastikli, koyu mavi bir mayom vardı artık. Plaj kostümlerim tamamdı ama benim aklım bir eczanenin vitrininde gördüğüm şişme plastikten zenci bebekte kalmıştı. Annem mızıldanmalarıma hiç yüz vermedi, almadan döndük.
Amasra öncesi kuzenlerden birinin düğünü için Niğde'ye gitmemiz gerekti. Düğün sonrası bir başka kuzeni de yanımıza alarak döndük, o da bizimle Amasra'ya gelecekti ve bu duruma en çok ben sevinmiştim, yaşı benden büyük olsa da çok iyi anlaşırdık çünkü. Nihayet büyük gün geldi ve hayli kalabalık bir grup olarak bizi götürecek otobüs şirketinin Yenimahalle'deki yazıhanesinin önünde toplandık. Yazıhane ile gözümün kaldığı şişme bebeğin olduğu eczane neredeyse karşı karşıyaydı ve benim heves tekrar canlandı. Bu defa vızıltılarım karşılık buldu, anneannem bebeği almaya gönüllü oldu, kuzenle birlikte koştura koştura gittik. "Cambi" adını verdiğim koca gözlü zenci bebişkom benimle birlikte otobüse binmek üzere kucağıma yerleşmişti.
Öyle kalabalıktık ki otobüsün neredeyse dörtte biri bizimle dolmuştu. İki halam, anneannem ve annem, kuzenle ben ikili koltukları paylaştık, babam yalnız kaldı. O yıllarda otobüs tutardı beni, kısa süre sonra başımı kuzenin kucağına koydum ve uyudum, Amasra'ya yaklaşırken uyandım. Otobüsten inince bizi halamın hasta yakını karşıladı ve ayarladığı pansiyona götürdü. Pansiyon hemen plajın karşısında, denize nazır, ahşap, iki katlı eski tip bir binaydı, giriş katı bize ayrılmıştı. Birkaç yıl sonra bir kış günü ani bir kararla Amasra'ya gitmeye karar verecektik dayımla birlikte ve bu defa aynı binanın üst katında bir gece kalacaktık. Pansiyona geçtik, odaları paylaştık, kuzen, ben ve anneannem aynı odada kalacaktık, geniş pencereler denize bakıyordu. Eşyaları bıraktık ve "Hadi denize denize" ısrarlarım üstüne anneannem ve kuzenle (Cambi de bizimle geldi tabii ki) sahile yollandık. Vakit akşama yaklaşmıştı, rüzgar çıkmıştı, fazla duramadık, döndük eve.
Ertesi sabah kuzenimin dürtmesiyle uyandım, beni pencerenin önüne çağırdı. Güneş doğuyordu, deniz kıpkızıldı ve manzara çok güzeldi. Kahvaltı sonrası herkes plaja gitmek üzere hazırlandı. Ben fırfırlı mayomu, anneannem de bunu takibeden deniz tatillerinin geleneksel plaj giysisi olacak kombinini kuşandı. Uzun pazen don üstüne pembe dikolta ve minik çiçekli pazen gecelik. Ağarmış saçlarını sarmak için de beyaz tülbent. Hazırlanınca halalarımın odasına daldım, doktor olan kolay ve düzgün bronzlaşmak için tarifini aldığı bir terkip hazırlıyordu. Küçük olan da ona istediği malzemeleri uzatıyordu. Eline aldığı kahverengi şişesin ağzını açar açmaz "Öf, bu çok kötü kokuyor" diyerek atar gibi bıraktı aldığı yere. Meraklı Melahatim ya, "bakayım bakayım, nasıl kokuyor" diyerek şişeyi burnuma götürüp derin bir nefes çektim. Akciğerlerime kadar tüm solunum yollarım, ilaveten idrak yollarım da açıldı. Sözkonusu kahverengi şişede amonyak vardı zira. Plaja gitme işimiz amonyak etkisi geçene kadar ertelendi, ben bu arada sürekli "Yanıyom, yanıyom" diye zıpladım. Sonunda konvoyumuz harekete geçti ve sahilin yolunu tuttuk. Şimdiki gibi şezlong-şemsiye olayı yok, seriyordunuz hasırınızı, havlunuzu uzanıyordunuz sıcak kumlara, oradan da serin sulara. Kumun sıcaklığına indirim, suyun serinliğine zam yapabilirsiniz. Zira burası Karadeniz, öyle çorba gibi deniz, ana kucağı gibi kum biraz zor bulunur, zamanla deneyerek öğrenecektik. Konvoyumuzun çoğunun deniz tecrübesi ya kıt ya da hiç yoktu. Halalarım yüzüyordu, annem ayaklarını sokarak başladı, anneannem düzbastı yürüdü gitti, babamsa sahilden koşar adım gelip kendini foşşadak suya attı, dibe daldı, daha ben "Vay canına babam ne güzel yüzüyormuş, dibe de dalıyormuş" düşünce balonumu söndürmeden babam yüzeye çıktı, kafasını sallayarak bir balina gibi sular fışkırttı ve yürüyerek geri döndü. Toplam 5 metre kadar gitmişti sanırsam 😃 Orada kaldığımız sürece annem yüzmeyi öğrendi, babam denizaltı pozisyonunu devam ettirdi, kuzen denizde çok kalmaktan kıpkırmızı oldu, anneannemse dikoltası, uzun donu ve pazen geceliğiyle denizin tadını hepimizden çok çıkardı. Bana gelince 5 yaşındayken geçirdiğim boğulma korkusu nüksetti, su balesi yapmakta iktifa ettim.
Plaja gitmediğimiz zamanlarda Amasra'da gezdik, ıssız yollarda böğürtlenler toplayıp yedik, piknikler yaptık. Ahşap ürünlerin ve mısır kabuklarından dekoratif eşyalar ve çantaların yapıldığı Çekiciler Çarşısı'nda turladık. Ağaçtan yapılma bir vazo, kuyruğu kürdandan fare şeklinde minik biblolar, silindir formlu sigaralıklar, renkli ahşap halkalardan küpeler, mısır kabuğundan çantalar aldık. Aynı arastadaki tozlu, minik bir kitapçıdan kuzenim bana bir kitap aldı, o kitap yıllarca benim başucu kitabım oldu: "Leylek Dede". Çoğunlukla kadınların tezgah açtığı pazara gittik, tabak tabak böğürtlen, torba torba taze fındık yedik. Balığa doyduk. Karabük Demir Çelik Tesisleri'nde çalışan annemin amcasının bizimle aynı dönemde kaldığı Demir Çelik Kampı'na gittik sık sık. Amca nev-i şahsına münhasır, esprili, alem bir adamdı. Son derece sevimli, iri yarı bir tipti. "Altı cıvık" diye ne denize girer, ne sandala, tekneye binerdi. Bütün gün mendirekte oturur, oltasını denize sarkıtır, balık beklerdi. Coca Cola'ya Kola Koko der, bir şeyi alkışlaması gerekirse iki elinin işaret parmağını birbirine vurarak ağzıyla "lok lok" diye bir ses çıkarırdı. O tüm gün mendirekte balık avlarken ufacık tefecik karısı kampta bungalovda oturup onu beklerdi. Amca ve karısı hakkında bir rivayet vardı, dedem amcanın hanımını o zamanların eşrafından dini bütün bir ailenin kızı diye amcaya uygun görmüş. İşin tuhafı dedem çapkın, akşamcı, zevkine keyfine düşkün bir adam, anneannemi de 15 yaşında dini bütün eşraf kızı diye alıp sonra akşam rakı sofrasında eşlik etmesini beklemiş, anneannem bunu reddedince de üstüne kuma getirmiş. Yani kendi evliliği malum, aynı kendi gibi dünya görüşü geniş, keyifli, zevkli bir adama niye böyle bir kadını uygun gördü bilinmez. Üstelik kadın oldukça çirkin, haydi anneannemin güzelliğine vuruldun, bunda ne buldun da adamın başını yakacaksın. Amcanın kendine uygun görülen kızı gözü hiç tutmamış ama o zamanın terbiyesi abisine de karşı çıkamamış. Ne yapsın, nikah günü kaçmış damatlıklarıyla. Dedem delirmiş, aileye karşı mahcup durumda kalmış, ara tara adamcağızı tam trene binerken istasyonda yakalamış. Yaka paça getirip nikah masasına oturtmuş. Zoraki bir evlilik yani. Soğuk, yeniliklere kapalı ve aksi bir kadındı yenge. O hayat dolu adama uymazdı hiç ama bir şekilde sürdü evlilikleri, amca da genç denebilecek bir yaşta rahmetli oldu. Nerden nereye geldik yahu, tatil anlatıyordum ben 😃 Aşağıdaki fotoğraf Demir Çelik Kampı'nda annemle:
Amasra'yı çok sevdik, tatilin sonuna doğru iki halayı iskele olmadığı için kıyıya yanaşamayan, açıkta demirleyen bir vapura sandalla gönderip diğer halanın yaşadığı İnebolu'ya yolcu ettik. Biz de evimize döndük, Amasra'yı çok sevmiştik, ertesi yaz yine geldik. Bu defa anneannem yoktu, komşularımız Şefika abla, İhsan amca ve çocukları eşlik etti bize. Arka sokakta yine ahşap bir ev bulduk. İkinci katta iki odaya yerleştik. Karşı odadaki komşumuz Karadenizli bir aile idi. O sene Erkin Koray'ın "Kızları da Alın Askere" şarkısı ünlü olmuştu, gün boyu plajda, sokakta, çay bahçelerinde bangır bangır çalıyordu. Karadenizli komşunun annesi komik bir kadındı, şarkıyı Karadeniz şivesiyle türkü formunda söylerdi: Kizlaru da alun artik askeeree". Aynı yaz bir de deprem yaşadık o ahşap evin ikinci katında fırtınada kalmış kayık gibi fena halde sallanarak, Karadenizli teyzenin "Uy uşağım uyyy, sallaniyruz!" feryatları eşliğinde 😃
Bu fotoğraf o tatilden. Arka tarafta görülen askeri gemileri ve denizaltıları gezmek için gitmiş, dönüşte de sandala binmiştik. Fotoğraf çekildikten az sonra yanımızdan Deniz Kuvvetlerine'ne ait bir motor geçecek ve yarattığı dalgayla alabora olmaktan kılpayı kurtulup baştan aşağı ıslanacaktık. Ben yine bir Mavi Kırlangıç dergisi bulup kendimden geçmişim, annemle Şefika abla da havalı gözlükler takıp sigara tüttürmekteler.
Ve Amasra'ya kuşbakışı bakan bir tepede piknik yapmışız, Ersin'le poz veriyoruz ama Ersin'in pek umuru değil, biraz üşümüş sanırsam. Benimse havamdan geçilmiyor 😃 Tatilin sonunda bu defa biz vapurla İnebolu'ya, büyük halamı ziyarete gitmeye niyet ediyoruz. "Tırhan" isimli eski bir vapur gidiyor İnebolu'ya. Bir sandala binip açıktaki gemiye ulaşıyor, ip merdivenden tırmanarak güverteye çıkıyoruz. Vakit akşam, restoranda masalar hazır, yemeğe geçiyoruz hemen. Hayatımda bu kadar lezzetlisini içmediğim bir mercimek çorbası var menüde. Diğer yemekleri hatırlamıyorum ama çorbanın tadı hala damağımda. Yemek sonrası annemi de, beni de deniz tutuyor. Kamaraya iniyor, ranzalara kendimizi atıyor, uyumak da değil, adeta bayılıyoruz. Babam sabaha kadar güvertede oturup geminin yaşlı makinistiyle sohbet ediyor, sabaha karşı, İnebolu'ya yaklaşmışken gelip beni uyandırıyor. Sanırım Cide falan olsa gerek, net hatırlayamıyorum, yolcular indiriliyor o ip merdivenden, bir de inek var yolcular arasında, onun da inmesi gerek. Hayvanı kuşaklarla karnının altından bağlayıp bir çeşit manivelayla aşağıda bekleyen tekneye sallandırıyorlar. İneğin ayaklarını çırpıp böğürerek inişi gözümün önünde. Hava aydınlanırken İnebolu görünüyor. Enişte bizi alması için bir motor yollamış, "Vedat Beyin misafirleri" diye sesleniyorlar, yine ip merdivenden iniyoruz sakına sakına, motora yerleşip kıyıya doğru patpatlıyoruz. Kuzenlerle geçecek keyifli bir üç-beş gün bekliyor beni.
Amasra tatillerimiz bu kadarla kalmadı yıllar içinde defalarca gittik, sonraki yazılarda yine değinirim. Bu yazı çok uzadı zira, buraya kadar ulaşabildiyseniz sabrınız için kutluyorum, kalın sağlıcakla...