Sabah en sevmediğim hava durumuna uyandım; yağmurlu, gri, soğuk ve nemli. Enerjim dibe vurdu, kendimi takacak bir şarj aletim de olmadığı için klimayı açıp internette gezinmeye başladım. Şimdi tam hatırlayamıyorum neydi beni alıp da bilgisayar başından Denizli'ye götüren. Bildiğim güneşli bir aydınlığın, çayır-çimen kokan bir bahar başlangıcının, okul yolundaki ısırgan otlu bahçenin ve Çallı İlkokulu'ndan taşan çocuk seslerinin gözümde, kulağımda ve burnumda geçit resmi yaptığı. Müthiş bir özlem duydum birdenbire, yıllar öncesinde kalmış o şehirde olmak istedim.
Nikahtan hemen sonra yollanmıştık Denizli'ye; ev aramak için 2 günlük, ev yerleştirmek için 3 günlük ziyaretlerden sonra temelli geliyordum daha önceleri hayalini bile kurmadığım bu şehre. Ailelerimizin yaşadığı şehre yakınlığı ve sevdiğimiz bazı arkadaşların orada yaşıyor olması tercih sebebimiz olmuştu tayinimizi isterken. Aile evimden ilk kez ayrılıyordum, buruktum, şaşkındım, heyecanlıydım. Daha önce gelmiş ve 2 gün boyunca kiralık ev bulmak için taban tepmiştik, sonuç hüsrandı, elimiz boş geri dönmüştük. Sonra orada yaşayan arkadaşımızın annesi aracılığıyla bir ev bulunduğu haberi gelmişti, yerleştirmek için gittiğimizde gördüğüm ev kurduğum hayalleri şangur şungur etmişti. Almanyalı Pire Ahmet'in kendi zevkine uygun yaptırdığı apartmanın daireleri ne yazık ki benim zevkimle hiç uyuşmuyordu ama yapacak bir şey yoktu, çaresiz yerleşecektik. Orada geçirdiğim 1,5 yılın ilk aylarında hep başka bir eve taşınmak umuduyla yaşadım, sonra alıştım ve boşverdim, üstelik eni konu şirin bir hale getirmiştim. Ev şehir merkezine biraz uzak, küçük bir ara sokaktaydı, tek avantajı okula yürüme mesafesinde olmasıydı. Parlak bir yeşile boyalı duvarları, mavi marleylerle kaplanmış zemini ve salonun en görünür yerine yerleştirilmiş pembe yüklük dolabıyla ince bir zevkin ürünü olduğunu cırtlak bir sesle bağırıyordu. Yetmemiş gibi uzun bir tren vagonuna benzeyen ve sağa doğru keskin bir virajla dönen salon 2 adet kocaman camlı kapıyla üçe bölünmüştü. İlk işim camlı kapıları yerinden söküp salonu yekpare hale getirmek olmuştu. Adeta ikinci bir salon büyüklüğündeki mutfakta çeyiz sandığı kadar bir tezgah mevcuttu, geriye kalan boş alanda ne yapılması düşünülüyordu merak içindeydim. Küçük bir antreyle salondan yatak odası ve banyoya geçiliyordu. Dış kapıdan girilen küçük koridorda ise ortalık yerde bir lavabo, lavabonun yanından girilen bir tuvalet ve neye yaradığını çözemediğim 1 metrekarelik bir girinti vardı. sonra o girintinin önüne turunculu, desenli bir perde asmış ve odun depolamak için kullanmıştık. Aynı kumaştan lavaboya da bir büzgülü eteklik dikip çirkin görüntüsünü en azından sevimliye çevirmiştim.
Özene bezene aldığım eşyalarım bu renk curcunası kitsch ortamda fazla modern kalmıştı, evsahibi Hatçanım ve komşular arada merakla kapıdan başlarını uzatıyor, "O vitrini karşıyı goyun gaari, önkürdeeki halıyı nereyi serceeniz?" şeklinde önerilerde bulunuyorlardı. Alt kattaki komşu eli boş gelmemiş bir tabak domates getirmişti ki daha da o lezzette domates yemedim. Sonra evsahibiyle anlaşamayacak, ne kirayı arttıracak ne de evi tahliye edecekti. Evsahibimizse korkuç bir intikam alacaktı, teneke içinde suyla kardığı kurumları kadının bacasından aşağı boca edecek, hem kendi evini, hem kadının eşyalarını yağlı karaya bulayacaktı ama Allah var bir gün önce taş atarak denemiş, bacanın bana değil de alt kattaki komşuya ait olduğundan emin olmuştu, hakkını ödeyemem :)
Maceralı bir şekilde yerleştirdiğimiz evimize ve yepyeni bir şehre temelli gelmiştik artık. Henüz tayinim yapılmadığı için günlerimi aylaklık ederek geçiriyordum. Hayatımdaki her şey yeniydi; evim, eşyalarım, işim, çevrem, şehrim, arkadaşlarım ve hatta yaşam biçimim. Kalabalık, gürültülü, canlı bir büyük şehirden sakin bir taşra kentine gelmiştim. Sinema, tiyatro, konser ve hatta kitapçı bile yoktu, varsa da ben bilmiyordum. Henüz yürümeye başlamış bir çocuğun tedirginliğiyle şehrin sokaklarını arşınlıyor, küçük kardeşimi deli gibi özlüyor, yeni yaşantıma alışmaya çalışıyordum. Kendi büyük, tezgahı küçük mutfağımda hanım kızlar gibi yemekler deniyordum. Leman Cılızoğlu'nun yemek kitabı elimin uzantısı olmuştu, bugün sahip olduğum mutfak bilgimin çoğunu ona borçluyum, önünde saygıyla eğiliyorum. Sonra bir dert daha çıktı: soba. Asla ateş yakamayan bir insan evladıydım, çaktığım her kibrit tutuşturmadan sönmeye mahkumdu. Neyse ki bu zor görevi eşim üstlendi. Ama önce soba aldık, bize teklif edilen "Filiman maaaka, mobileli govulu zobu"ya paramız yetmediği için normal bir kovalı soba aldık. Satıcı tarif etti: "Bunu aacen, zabahtan govusunu bi doooduucen, bi yakcen, aaaşama gadaaa yancek gaari". Denizli kışları soğuk, kovayı doldurmak için kömür lazım, odun yetmez. İmdadımıza ev sahibi yetişti: "Bak biii, ben fazlı aaamışım kömüre, acııını size verem gaaari".Aman pek sevindik, hazır eve gelmiş kömür, taşıma derdi yok, bir kömürlükten ötekine aktarılacak sadece, hemen takdim ettik parasını taşıdık kömürü kendi kömürlüğümüze. Sıra geldi yakmaya, satıcının dediği gibi govuyu doodurduk, üstünü odunla çırayla besledik, kibriti çaktık. Yandı hakikaten, yanmaz olaydı. Govulu zobumuz bir tütsün bir tütsün, tütmekle kalmasın bir de aksın, o akan kurumlar boruların tam altında duran kitaplıktaki pek kıymetli kitaplarımı karalara boyasın, yerlere aksın, ortalık leş gibi koksun. Camları kapıları açıp dumanı çıkaracağız diye dışarının ayazını içeriye doldurarak eskisinden de daha soğuk hale getirmiştik evi. Sonradan anladık ki sobadan çıkan borular önce salonun bir duvarı boyunca uzayıp oradaki delikten yandaki yatak odasına giriyor ve bacaya ancak o odanın da bir duvarını aşarak ulaştığı için yoğuşarak akıyor. Boruların eklenti yerlerini deli bağlar gibi bağladık yanmaz malzemelerle, akmayı biraz önledik, lakin tütme devam. Sonra onu da anladık, uyanık ev sahibimiz kalitesiz cins kömürünü bize kakalamış, o kömür mutlaka tütme yapar ve iyi yanmazmış. İlk yılın acemiliğinden sonra ayılmıştık ama çektiğimiz çile yanımıza kar kalmıştı.
Bir süre sonra hem eve, hem şehre alışmış, şahane dostluklar kurmuştuk. Hâlâ unutamadığım öğrencilerim olmuştu, şehrin kodunu çözmüştüm, Şeytan Pazarı'nı ve onun rengarenk ortamını keşfetmiştim. Baharın şehre has kokusunu, nar ağaçlarını, bahçelerden deliler gibi sarkan leylakları, öğrencilerin ağaç dallarına örgü gibi sararak okula taşıdıkları Honaz kirazlarını, Kaklık'tan gelen ekmekleri, Çamlıktaki piknikleri, Delikliçınar'ı, hâldeki peynir kokusunu, dükkan kapılarından sarkan kuru patlıcanları, Babıdaaalılar İşhanı'nı, 2. Ticari Yol'u, dostlarla akşam oturmalarını, şenlikli sofraları, melodi gibi akıp giden Denizli şivesini ve hatta şekilsiz evimizle sokağımızı bile hayatımızın içine yerleştirmiştik. Ayrılmak çok zor olmuştu. O çirkin şehre nasıl da bağlanmıştık ve bir kez daha anlamıştık ki bir yeri güzel yapan güzel anılarmış. Şen olasın Denizli, kalbimde çok özel bir yerin var...
Not: Bir-iki okul fotoğrafı dışında o yıllardan tek bir fotoğrafım yok ve buna çok üzülürüm. Yazı mahzun kalmasın diye öğrencilerin kucak kucak taşıdıkları çok sevdiğim leylağı koyayım dedim, esbab-ı mucibesi budur yani...