.

.
.

31 Temmuz 2009 Cuma

ÇAY

Şu yukarıdaki fotoğrafta ince belli tabir edilen bardak içinde süzülen, günde belki 20-30 kere gözümüzün önünden geçtiği için sıradanlaşmış kırmızı sıvının hayatımızdaki yerinden bahsetmek istedim bugün. Aslında aman aman çay tiryakisi sayılmam, bazen üç gün içmese aramayan bazen de günde 10 bardağa hayır demiyen cinstenim. Yine de tiryakilere haksızlık yapmayım benim oyum kahveden yana olsa da çaysız bir hayatı düşünemiyorum bile.

Çay ve ince belli cam bardak, genellikle tiryakilerin seçimi bu ikiliden yanadır, geleneksel evlerde de sunum hep cam bardakla yapılır gözlemlediğime göre. Son yıllarda fincanın önlenemeyen yükselişi başladı. Şahsen benim tercihim de fincandan yana-tiryaki olmadığım buradan belli zaten-bir kere kulpu var fincanın ve o büyük rahatlık, ayrıca çayı çok kaynar içemeyen biriyim, fincan benim istediğim ısıyı sağlıyor hem de kitap okurken daldığımda cam bardağı ortasından kavrayıp elimi yakmamı engelliyor. Çocukken annemin çeyiziyle gelen incecik Çekoslavak porseleni, üzerinde pembe güller ve mine çiçekleri olan çay takımını hayranlıkla seyreder ve çayı onlarla içeceğimiz günleri sabırsızlıkla beklerdim. Bir türlü gelmedi o gün, benim isteklerimi de "kırılır" diye geri çevirdi annem. Hiç akıl erdiremedim gündelik kullanım alışkanlığı olmayan bir eşya çeyize neden konur ve neden ömür boyu dolap bekler. O kuşağın yaşadığı hangi eve giderseniz gidin vitrinde kurumla süzülen porselen bir çay takımı görürsünüz. Batılılaşma ile geleneksellik arasında sıkışıp kalmış bir kültürün yansımaları sanırım. Sandığına batılı bir eşya koy ama annenden bildiklerini kullanmaya devam et. Annem de o takımı hiç kullanmadan hayata veda etti, taşınmalar sırasında bazı parçalar kırıldı, çatladı. Kalanları ben evimde saklıyorum şimdi anı olarak ama fincanları zaman zaman kullanıp çocukluğumda içimde kalan hevesi alıyorum.

İster bardakla ister fincanla içilsin herkesin çay içme şekli kendine özgü. Çok garip örnekler gördüğüm oldu çevremde. Okuldan bir arkadaşım çayını ders zili çalarken getirtir, şekerini atıp karıştırır, tabağını da ağzına kapatıp derse girerdi. Dersten çıkınca da gelip içerdi o soğumuş çayı. Sanırım onunki çay içmekten ziyade boğaz ıslatmaktı. Bundan daha ilgincini ise yıllar önce çalıştığım iş yerinde çok sempatik bir adam olan daire başkan yardımcımızda gözlemiştim. Çay servisi yapan görevli öğle yemeğinden sonra masasına bir bardak çay ve bir fincan Türk kahvesi bırakırdı. O, çay bardağını alır, yarısını boşaltır üzerine kahve eklerdi. Kalan kahveyi de mutlaka bizlerden birine ikram edip içmemiz için ısrarcı olurdu. Bardak içindeki karışım neye benzerdi hiç bilemedim, denemek de istemedim ama hep tuhafıma gitti bu içiş şekli. Çocukken anneannem çayıma süt koymamı isterdi soğuması için, yapardım bazen, burnumda mis gibi bir tereyağı kokusu var o sütlü çaydan kalma. Anneannem İngiltere sarayından çıkma mıydı ki sütlü çaylar falan bildiğine göre? Annem hep limon sıkardı çayına, halamsa çok açık isterdi. Doldurmak için bardağını aldığımızda her seferinde aynı tembihi yapardı kıs kıs gülerek: "İyice açık koy, Aniş Kadının sidiği gibi olsun." Aniş Kadın, bize yaptığı açıklamaya göre büyük büyük anneannesiymiş, kadını ihtiyaç giderirken gördü sanki. Uyduruyordu muhtemelen Aniş Kadını da sidiğini de, öylesine deli-dolu biriydi çünkü. Arkadaşlarımdan birinin de çayı rakı bardağında içmek gibi absürd bir alışkanlığı vardı, bunu bildiğimizden ona servisi rakı bardağında yapardık. Alt kattaki komşumuz huysuzdu biraz, annemin kabul günlerine geldiğinde illa lale formunda cam bardak isterdi, mevcut onca temiz bardak varken ona hizmet için kirli lale formlu bardakları yıkar bir yandan da söylenirdim.

Bütün bunlar okuduğum kitaptan sonra aklıma geldi, "Lezzetli Sohbetler"i okuyorum şu sıralar. Çay konusunda uzman biriyle yapılmış sohbet ilginçti. Mesela ben bergamut aromalı Earl Grey çayını çok severim. Öğrendim ki Earl Grey eski İngiltere başbakanlarından biriymiş ve bergamut aromalı çayı çok sevdiği için bu çaya onun adını vermişler. (Ben de İngiltere başbakanı olur muyum ki günün birinde) İngilizler çaya düşkün malum, ikindi çayı da vazgeçilmez alışkanlıkları. Biz de onlardan öğrenip "Five o'clock tea" deriz ya alakası yokmuş. İngilizler saat 5 de değil 3,5 da başlarlarmış ikindi çayına ve 4,5 da da servis bitermiş, çay yanında sunulan yiyecekler de elle yenmeye müsait ikramlıklar olurmuş. Son yıllarda çatal-bıçak kullanılsa da elle yeme geleneksel bir yöntemmiş çay servislerinde.

Bildiğiniz gibi çay Uzakdoğuda da çok tüketilen bir içecek ve törensel bir sunumu var. Çin'de çay üstadı denilen kişinin etrafına toplanarak yapılıyormuş çay seremonisi. Üstad kuru çayın üstüne kaynar su döküp 1-2 dakika beklettikten sonra kulpsuz küçük fincanlarda ikram ediyormuş. Bunun adı "iyi koku çayı". Islanmış yaprakların üstüne ikinci kez kaynar su dökülerek sunulan çaya "iyi tad çayı" deniyormuş. Aynı işlem üçüncü kez yapıldığında elde edilen çaya ise "uzun dostluk çayı" adı verilmekte imiş ki ben en çok üçüncü aşamayı sevdim. Ne kadar insancıl, ne kadar sıcak bir yönü var.

Bu çay sohbeti çok uzadı, en iyisi sizleri Attila İlhan'ın dizelerinin bir bölümüyle başbaşa bırakıp gidip bir çay koyayım...

EMİRGAN'DA ÇAY SAATİ
Çerağân Sarayı'ndan Büyükdere'ye
Üşümek sonbaharında eski çınarların
Uzadığı yerde gizlice akşamların
Başlayıp adetâ kendini dinlemeye
Kafeslerin ardında bol gözlü bir kadın
Ansızın giydirilmiş ipek ferâceye
Bir çay yalnızlığı Emirgân'dan öteye
Değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın
Nedîm'den yansıması Tatyos efendi'ye
Tenhâ bir genç kız sesiyle Hicazkâr'ın
Kuytularda çürüdüğü bağdadî yalıların
Yorgun sarmaşıklarıyla sarkmış bahçeye
.......

30 Temmuz 2009 Perşembe

8X4



Geçmiş yıllardan birinde annem çarşıya giden babama kendisi için 8X4 marka bir deodorant ısmarlar, başka bir marka almaması için de sıkı sıkı tembihde bulunur.

Babam diğer işlerini bitirdikten sonra parfümeri mağazasına girer ve satıcı kızla aralarında şöyle bir diyalog gelişir:

-Deodorant istiyorum.
-Tabi beyefendi, ne marka?
-32...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

MUTFAKTA


Dünkü uyuşukluk halinden sonra iç sesimden işiteceğim bir azarı daha göze alamadığım için sabah ilk işim mutfağa girmek oldu. Günün aşçılık marifetleri çikolatalı puding, biber dolması ve üzümlü kek olarak belirlenmişti. Pudingle başladım işe, tabii ki hazır puding. Döktüm poşetleri tenceredeki sütün içine başladım karıştırmaya. Oldum olası karıştırma işinden nefret ederim, o yüzden puding kaynayana kadar eşlikçi olarak kitabımı aldım yanıma, konsepte uygun olsun diye "Lezzetli Sohbetler"i. Açtım Kadıköy'deki "Çiya Sofrası"nın sahibi Musa Dağdeviren'le yapılan sohbetin sayfasını, başladım hem okuyup hem karıştırmaya. Bir de türkü tutturdum, aslında "Hem okudum, hem karıştırdım, yalancı puding senden bezdim" daha yakışırdı ama ben nereden dilime dolandıysa TRT'nin bile unuttuğu bir türküye sardırdım:

"Çömüdümüdümü dümüdümü çömüdüm yâr
Çömüdümüdümü dümüdümü çömüdüm yâr
Derdinden çürüdüm yâr, derdiinden çüürüdüm yaaar"

Hay yüce rabbim, bu nasıl bir türküdür yahu, hangi duyarlı kişi yakmıştır bunu çömüde çömüde, çömütmek nedir ayrıca, yarin derdiyle çürümek için ille çömütmek mi gereklidir? İşte bu soruların cevaplarını da kafamda ararken, dilimde türkü, sağ elimde kaşık, sol elimde kitap böyle bir birleşik hareket halinde hitâma erdirdim puding işini. Şimdi diyeceksiniz ki türkü söylerken
nasıl kitap okudun? Okudum vallahi, hem de sohbetin tamamını bitirdim. İnanmıyor musunuz, sözlü yapın, ya da size zor olur, ben kendi kendimi imtihan edeyim:
Soru: Musa Dağdeviren'in Amerika'da tanıtımını yaptığı yöresel yemek hangisidir?
Cevap: İskilip Dolması ya da diğer adıyla Ca ya da Çuval Pilavı
Yetmedi mi? Peki:
Soru: İskilip Dolmasının yanında Amerikalılara ne sunmuştur?
Cevap: Sirkeli Cacık
Herhalde ikna oldunuz artık, hem yemek kültürünüz de arttı, şahsen ben bu tuhaf yemekleri hiç duymamıştım. İstanbul'a gidince soluğu Çiya Sofrası'nda alıp bunlardan yiyeceğimdir.

Neyse pişen pudingleri tabağa yerleştirdim ve bir tanesini çömütmüş durumda yârinin derdinden çürüyen türkü yakıcısına ithafen kalplerle süsledim. E, haketti yani böyle yaratıcı bir türkü yaktığı için.

Sıra geldi dolmaya, içini hazırlarken farkettim yine bir türkü söylemekteyim. Bugün mutfakta "Yurttan Sesler" günü. Bu türkü de TRT repertuarından:

"Bahçada yeşil hıyaaaar, boyu boyuma uyaaar
Been senii gizlii sevdim, demediim aalem duyar
Ammaaan gülüm hop nanay, top kahküllüm hop nanaaay

Nanaay, nanaaay, kendi malım hop nanaay"


İşte tam buraya gelince ben de "Hop" dedim, "Noluyoruz ya, kendi malım ne demek?" "Maçoluğa bak sen, sen top kahküllüyü gizli gizli sev, sonra da mülkiyetine geçir. O bahçedeki yeşil renkli şey bizzat sensin." Evet, bunları dedim arkadaşlar ve protesto için vazgeçtim bu türküyü söylemekten. Türkü mü yok, bendeki repertuar Tatlıses'i aşar. Zaten dolma da hazırlanıp ocağa konmuştu. Kek yapımına geçtim. Kek yaparken Türk Sanat Müziği mi söylesem acaba diye düşündüm, ne de olsa türkü ve kek pek uymaz, hani börek olsa neyse. Ama madem bugünü "Mutfakta Yurttan Sesler Günü" ilan etmişim pilavdan dönenin kaşığı kırılsın o zaman, buldum yine gün yüzü görmedik bir türkü:

"Sizin beyle bizim bey kahve arkadaşlarıııı
Ninnaaa yarim ayrılık mı vaar

Aaaah, güzel yarim dargınlıık mı vaar"


Ne güzel türkülerimiz var ya, şunun sözlerine bak, sanki Altın Günü yapıp kocalarını çekiştiriyorlar gibi. Varolsun bu türküleri yakanlar, gerçi şimdilerde pek söyleyen yok ya.

Evet pişirme eylemleri türküler eşliğinde sona erdiğinde kendi kendime bir karar aldım. Bundan sonra her yemeğin bir türkü ya da şarkısı olmalı ve pişirirken onlar söylenmeli, "Yeşil Hıyar" hariç. Bunu not almalıyım, o zaman müsaadenizle gidip listemi yapayım. Türküsüz, şarkısız kalmayın bu alemde...

28 Temmuz 2009 Salı

BARBUNYANIN KERAMETİ

Bütün bir sabahı ve öğleden sonranın da yüklüce bir kısmını uyuşup mayışarak geçirdim. Uyuşmadığım sürelerde de laptopun başına konuşlanıp facebookda ne kadar oyun varsa oynadım. Pet Society'deki hayvanımsım (zira ne olduğu belli değil; çocuk, kedi, panda, tavşan arası birşey) Cico'ya, kazandığım "coin" lerle bir bilgisayar kasası ve monitör armağan edip sonra da balık tutmaya götürdüm. Bir sazan, bir ahtapot, bir lüfer, 2 parça yosun, bir eski postal teki ve paslanmış bir bisiklet tekerleği avladık. Sonra Cico'yu evine bırakıp sahip olduğum 3 çiftliği kontrole gittim. Olgunlaşan ürünleri hasat edip paraya çevirdim, çiftliklerden birine birkaç parsel daha ekledim, paprika biberi ve patates ektim. Hava çok sıcak olduğu için laptoptan gelen ısının da etkisiyle bunalınca oğlumun yaptığı mini vantilatörü (Biz ona aile arasında Vanti diyoruz) çalıştırdım. Çok komik ama çok faydalı bir alet bu; pervane kısmı eski bir bilgisayar fanı, fanın altındaki deliklerden kalın elektrik kablosu geçirilip kaide yapılmış, adaptörünü prize taktınız mı, oh, gel keyfim gel. Kendimi deniz kıyısında bir şezlongda, esen rüzgarla saçlarım uçuşurken buzlu meyve kokteylimi yudumluyor olarak hayal ediyorum. Yalnız hayal fazla sürüp mini ve çakma da olsa vantilatörün esintisi boynumda tutulma belirtileri gösterince "Yeter" dedi iç ses, "Yeter be! Kalk plajdan, git evine barbunyanı pişir." Çok sinirlenmiş gibiydi avareliğime; sindim, kalktım laptopun başından, çektim fişini Vanti'nin, aldım barbunyaları elime, yollandım kendini bahçe sanan balkona.

Dışarda hava rutubetli ama çok sıcak değildi, güneş bulutların arasında kaybolmuş, gölgeliydi balkon. Etrafı seyrederek barbunyaları pörtletmeye başladım. Renkleri çok güzeldi, bembe-beyaz, hele kabukları daha koyu pembe, alacalı bulacalı. Düşündüm, sebzeler çiğ yenmeli dedim, renkleri bozulmadan hatta mümkünse barbunya kabuklarıyla, patates soyulabilir ama onun rengi çamur gibi, hoş değil. Ben bu ulvi düşüncelerle bir gözüm akasyadaki çorapta ayıklama ameliyesini sürdürürken birden gök gürüldedi. Ne oluyor demeye kalmadan da indirdi sağanak, hem de ne indirme; koca koca, süt beyazı damlalar, öyle ki bir an dolu yağıyor sandım.

Ortalık inanılmaz güzellikte bir toprak kokusuna bulandı, ağaçların yaprakları parıldadı, parketmiş otomobiller tozdan arındı, kaknem cadde hamamdan yeni çıkmış latif bir dilber teravetine büründü. Akasya çiçeklerinin petalleri yağmurun hızıyla dökülüp yeşil derecikler oluşturdular ağaçların altında. Oturduğum yerde zevkten dörtköşe avuçlarımı uzatıp yağmur damlalarını yakalamaya çalıştım, mutlu oldum ya, kısacık bir zaman diliminde. Sonra başladığı gibi aniden bitti, güneş çıktı bütün haşmetiyle ortaya.

Bütün bunlar bir kilo barbunyanın ayıklanma sürecine sığdı, doğa bir mucize sundu kısacık zaman diliminde ve buna şahit olmak da bana yetip arttı. Kalan 3-5 barbunyayı yoldan akan sellere bakarak ayıklayıp bitirdim ve mutfağa yollandım.

Akasyadaki çorap mı? Zıpkın gibi inen yağmur taneleri bile onu yerleştiği yerden sökmeye muvaffak olamadı. Islak bir kedi gibi ağacın tepesinden caddeyi kuşbakışı seyretmeye devam ediyor.

26 Temmuz 2009 Pazar

DULLAR KASABASINDAN MASALLAR


Son zamanlarda okuduğum en hoş kitabı az önce bitirdim. Sıcağı sıcağına yazayım dedim. Konu Kolombiya'da küçük bir kasabada geçiyor. Bir sabah burayı basan gerillalar erkeklerin bir kısmını öldürüp kalanlarını da genç yaşlı, demeden kendilerine katılmaları için alıp götürüyorlar. Gidiş o gidiş. Kasaba artık çocuklar ve rahip dışında tüm nüfusunu kadınların oluşturduğu bir yere dönüşmüş ve kadınların güç koşullar altında hayatta kalma mücadelesi başlamıştır. Bir yandan onların zorlu çabası işlenirken parantez içinde de gerilla, milis, köylü kimliğindeki erkeklerin yaşadıkları anlatılıyor. Fena halde Gabriel Garcia Marquez tadı var romanda, akıcı bir anlatım, yerel motifler, ince detaylar. Marquez'i sevenlerin kitaptan daha çok zevk alacakları kesin.

İlginçtir bu kitabı geçen ay okuyup çok beğendiğim "Kestane Kıranında Kadınlar" adlı romanla iyiden iyiye bağdaştırdım, ülkeler farklı ama yaşananlar neredeyse aynı. Dünyanın her yerinde kadınlar çekiyor çileyi ama çözümü de yine kadınlar üretiyorlar. Zaten yazar da kitabı annesine, anneannesine ve dünyadaki bütün kadınlara ithaf etmiş.

Değişik bir anlatım, değişik bir konu, değişik bir ülke tercihinizse okuyun derim, pişman olmayacaksınız.

DULLAR KASABASINDAN MASALLAR/JAMES CANON
Abis Yayınları/2008-357 sayfa

KİTABEVİ DİYALOGLARI

Sıcak bir öğleden sonrayı serin bir kitabevinde geçirdim. Ne alacağıma karar vermeye çalışırken kulağıma çalınan hoş diyaloglar oldu.

İki kız arkadaş raflar arasında dolaşırken Elif Şafak'ın pembe ve gri kapaklı "Aşk"larını görüyor. Biri pembe kapaklı olanını kapıyor ve arkadaşına gösteriyor:
-Bak "Aşk", bunu okuyorum, çok güzel.
- Evet, annem de okuyor, hem de epeydir:)))

Üç genç hanım yerli yazarların kitaplarının durduğu rafları inceliyor. Ayşe Kulin'in "Umut"unu alıyor en genç olanı eline:
-Bu kadına sinir oluyorum.
-Ben de!
-Ben de, hem yazdıkları çok ağır ve sıkıcı...
Ayşe Kulin'i bile ağır ve sıkıcı buluyorsanız yemek kitabı okuyun demek geçiyor içimden, susuyorum...

Anne ve 8-10 yaşlarındaki oğlu kitabevine giriyor, anne çocuğu "Yeni Çıkanlar" rafına sürüklüyor:
-Neydi kitabın adı oğlum?
-Yüzüklerin Efendisi
-Gel, şu "Yeni Çıkanlar"a bakalım.
-Annee, o yeni çıkmadı, orda olmaz.
-Peki o zaman oğlum, gel Mitoloji'ye bakalım...

Eğlenceli, serin, rengarenk, mis gibi mürekkep kokulu, gözü, gönlü okşayan; kitapçılardan daha güzel mekan var mı?

Ben mi, yukarıdaki iki kitabı aldım; Ahmet Örs'ün alanında tanınmış kişilerle yaptığı görüşmelerden oluşan "Lezzetli Sohbetler" ve Alev Alatlı'nın son kitabı "Hollywood'u Kapattığım Gün". Alev Alatlı idollerimden biridir, o ve kitapları ayrı bir postun konusu olacak. Şimdilik sağlıcakla kalın...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

2. KOT ÇANTA VE HATIRLATTIKLARI

Yeni bir kot çanta diktim, yanında yavrusuyla. Giyilmeyen bluejeanları doğrayıp doğrayıp çantaya çeviriyorum. Bu defa dantelli, kokoş birşey yaptım, daha kullanışlı oldu aslında hem ebat

olarak, hem de ağzı fermuarla kapandığı için rahatlık olarak. Astarına da birkaç cep diktim ıvır zıvırı aramayım çantanın içinde diye. Çünkü omuzlarım ve boynum sorunlu olduğu halde kocaman çantalar kullanır, içine de ne bulursam doldururum. Sonra cep telefonum çalar, ben çantanın içinde bulup da açana kadar arayan kişi vazgeçer.

Yukarıdaki fotoğraf çantanın süslü cebinden detay, aslında bu kadar süslü şeyler kullanmam ama bu defa sevdim modeli. Baktım hala elimde kot parçaları var bir de ufak çanta dikeyim dedim, makyaj malzemeleri ya da başka gerekli şeyler için kullanılsın diye. Ne bereketli kotmuş, hala biraz kumaş var geride, bir de cüzdan mı diksem ki?

Aslında çanta falan bahane, maksat vakit geçirmek. Uzun ve sıcak yaz günleri başka türlü bitmiyor çünkü. Ankara'ya sonbahar geldi, yağmur yağdı derken yaz yeniden kendini gösterdi. Monitörde Antalya'da ve Ankara'da 3 günlük hava durumunu gösteren iki pencere var, iki pencerede de 6 adet portakal. Güneş kavuracak anlaşılan.

Yaz öğleden sonraları nasıl bir uyuşukluk çöker insana, zaman akmaz donar adeta sıcağa inat. Hele sevmediğiniz bir yerdeyseniz, sevmediğiniz bir işi yapıyorsanız vay başınıza gelenler. Çocukluğumun yaz tatillerinde babaannemin ve dedemin yanına giderdik. Yazları Ulukışla yakınlarındaki büyük bahçelerine göçerlerdi dedemler. İçinde envai çeşit meyve ağacının, kocaman bir üzüm bağının, bir bostanın yeraldığı bu gözalabildiğine uzanan bahçenin babaannem tek başına hakkından gelirdi. Çok becerikliydi, çalışkan, güçlü, otoriter. Ne yazık ki genç sayılabilecek bir yaşta trafik terörüne kurban gitti. Dedemse bu çalışkan kadına sırtını dayamış bir kral idi. Kral dediysem sanmayın ki astığı astık kestiği kestik biri. Onun krallığı rahatına düşkünlükle, hizmeti ayağına istemesiyle ve beceriksizlikle sınırlıydı. Yaz boyu bahçede keyif çatardı ama babaannemi de hoş tutardı.

Bahçe şehir dışında idi, o zamanın koşullarında da elektriksiz ve susuz. İki katlı kerpiç bir ev vardı bahçenin girişinde ama yalnızca ikinci kattaki büyük oda ikamet için kullanılırdı, diğer bölümler iş için ayrılmıştı. Eğer tatilimiz kuzenlerimin olmadığı döneme denk gelmişse günler geçmek bilmezdi o koca bahçede. Annem öğleden sonraları yatmaya yollardı beni üst kata. Aynı saatler dedemin de uyku saatleriydi. Başını yastığa koyar koymaz şiddetle horlamaya başlardı ve hiçbir kuvvet onu daldığı uykudan uyandıramazdı. Bir yandan dedemin horultusu, bir yandan odanın içinde cirit atan yapışkan karasineklerin vızıltısı öğle sonlarımı kabusa çevirirdi. Bir süre yattığım yerde sağa sola dönüp gözlerimi sıkı sıkı yumarak hayaller kurup uyumaya çalışırdım ama ne mümkün. Evi sallayan horultu ve ağzıma yüzüme konan sinekler canımdan bezdirir, azarı göze alıp uyumadan bahçeye atardım kendimi.

Şimdi ne zaman bir yaz öğleden sonrasını boş geçirsem kendimi artık yerinde yeller esen o bahçede hissederim ve kulağım tetikte dedemin gökgürültüsü benzeri horultusunu beklerim. Ama heyhat Murathan Mungan'ın dediği gibi:
"....
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden
....
Geçen geçti
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden"

Kot çantayla başlayıp nerelere geldik. Sıcaklar etkiliyor galiba dağılıp gidiyoruz. Neyse, ben kaçtım. En güzel kot çantalar sizlerin olsun...

24 Temmuz 2009 Cuma

KAHVE, AKASYALAR, BEJ RENGİ ÇORAP, KOMŞUNUN BALKONU VS VS...

Sıkıldım sabah, odanın sıcağından da kaçmak istedim. Baktım balkon esintili, kendime bir fincan nescafe yaptım, yanına da dün kızkardeşle "Ankara'nın Markaları" projesi kapsamında sahibiyle söyleşi yapmak için gittiğimiz Flamingo Pastanesinden aldığım muhteşem lezzetteki İstanbul gevreklerinden bir tane koydum, yeni başladığım "Dullar Kasabasından Masallar" kitabımı da alıp yerleştim kendini bahçe sanan balkondaki koltuğa. Aslında elimde Vedat Türkali'nin son kitabı vardı; "Yalancı Tanıklar Kahvesi". Ama o kadar zor ilerliyordu ve kahramanları bana o kadar sevimsiz geldi ki yarım bıraktım. Belki ilerde geri dönerim ama Vedat Türkali'nin "Mavi Karanlık"tan sonra yazdığı kitapların hiçbirini aman aman bayılarak okumadım.

Kahveme süt eklerken hiç sevmediğim bir dizi olan "Bir İstanbul Masalı"nı hatırladım. Şimdi adını çıkaramadığım, başroldeki şımarık, hüzün böcüsü kız ile eşi rolündeki Mehmet Aslantuğ'un bir diyaloğu çok hoş gelmişti bana, dizinin izlediğim ender bölümlerinden biriydi. Koca karısına kahve yapıyor, sonra da süt isteyip istemediğini soruyordu, "Çok az" diyordu hüzün böcüsü, "Yanii" diyordu sabır küpü koca, "Fincanın içine bulut düşmüş gibi". İşte bu betimlemeye bayılmıştım. Ne zaman kahveme süt eklesem o görünüverip kaybolan bulut görüntüsüne gülümserim. Demek ki neymiş, bazen sevilmeyen şeylerden de güzel kazanımlar elde edilebilirmiş.

Neyse, kahve, kitap ve kendim konuşlanıyoruz balkona. Yaz nedeniyle geçici olarak bulunduğum babaevim işlek bir caddenin üstünde; vızır vızır trafik, egsoz dumanı ve gürültü balkon sefasının tadını kaçırabilir ama iki yanlı öyle güzel akasya ağaçları var ki onlar dayanılır kılıyor gürültüyü de, yoğun trafiği de. Yılda iki defa çiçeklenen değişik bir tür akasya bunlar, bu eve taşındığımızda ne boyuttaydılar hatırlamıyorum ama şimdi çoğu apartmanların boyunu aştı. Gümrah yaprakları ve gözalıcı yeşillikleriyle içimi açıyorlar. Kahvemi içerken seyre dalıyorum onları ama o ne, sol çaprazımdaki akasyanın tepesinde bej rengi bir erkek çorabı. Aslında o kadar kirlenmiş ki eskiden bejmiş demek gerekli. Ön balkonlara çamaşır asılmadığına göre çok rüzgarlı bir havada uçup gelmiş olmalı, muhtemelen kıştan kalma. Takılıyorum çoraba, normalde çok titiz biri değilim ama aykırı yerde duran eşyalar rahatsız eder beni. Yapılacak birşey yok, çorabı oradan almam mümkün değil. Gelgelelim artık elimdeki kitaba da konsantre olmam mümkün değil. İkide bir çoraba bakıyorum. Ancak sonbaharda yapraklar dökülürken düşebilir belki, o zamana kadar gözüm üstünde olacak.

Dikkatimi dağıtmak için karşı komşunun balkonuna odaklanıyorum. Camla kapatılmış o balkonda insanı bir hafta oyalayacak malzeme var, en olmayacak şeyler, mesela bir disco topu. Hem arasıra geceleri ışıklandırılan bir disco topu. İşte o zaman mahalle pek şenlikli oluyor. İki yandaki apartmanların üstüne renk renk yıldızlar yağıyor. Ha bir de ışıklı borulardan yapılmış, içiçe geçmiş bir kalp var, onu da Sevgililer Günü'nde yakıyor hanım, özel günleri atlamıyoruz yani. Sonra renk renk, çeşit çeşit rüzgar çanı var, balkonun tavanından hevenk halinde sarkıyorlar. Rüzgar çanlarının altında iki tane kocaman porselen bebek kendilerine tahsis edilmiş sandalyelerde süzülüyorlar, onlara saksıların içine dikilmiş devasa kelebekler ve ayçiçekleri eşlik ediyor. Balkonun diğer tarafı ise mutfağa sığmayan aletlerle dolu, hiçbirinin kullanıldığına şahit olmadım, bunlar yedekler galiba; semaver, fritöz, robot, mikrodalga fırın, elektrikli çaydanlık vs vs. Yoruyor beni balkon, tekrar çoraba dönüyorum, kıpırtısız duruyor akasya yapraklarının üstünde.

Caddenin karşısında bir kız yurdu var, altında dükkanlar olan. Sırasıyla oto yedek parçacısı, Adıyaman çiğköftecisi, K. şehri Yardımlaşma Derneği ve bir çiçekçi. İlk üç dükkanın önüne kadife çiçekleriyle tarhlar yapılmışken çiçekçinin önü kupkuru beton. İçerdekilerden bıktım, bir de dışardakilerle uğraşmayım diye düşünüyor galiba. İlk dükkanın, yedek parçacının kapısına bir masa atılmış etrafında 4 kişi, iştahla masadaki ekmekten kocaman lokmalar kopararak önlerindeki sahanın içinde menemen olduğunu tahmin ettiğim birşeye batırıp yiyorlar. Bir süre onları izliyor ve yine çoraba dönüyorum ki telefon çalıyor. Arkadaşım çiğbörek yapmış, beni çağırıyor. Çoraptan kurtulmanın zamanıdır, kalkıp hazırlanmalı...

23 Temmuz 2009 Perşembe

DEĞİRMENLERE KARŞI BİR YALNIZ AĞAÇ


Bu benim zeytin ağacım; Datça girişinde, Kızlan Köyü'ndeki eski yel değirmenlerinin tam karşısında. 3 yıl önce bir bahar günü gördüm onu ve gördüğüm an büyülendim. Hangisine bakacağımı şaşırdım; arkada kunt yapıları, doyumsuz güzellikteki silindirik formları, taş gövdeleri, rüzgara açılmış kanatları ile baktıkça bakılası değirmenler, önde ağaçların bilgesi, durmuş oturmuş, başı dik zeytin ağaçları ve ayağınızı bastığınız her santimetre karede papatyalar, gelincikler. Benim zeytin ağacım hepsinden uzakta, ayrıksı ve gururlu değirmenlere bakıyordu. O bir Don Kişot'tu. Değirmenlere meydan okuyan yürekli bir şövalye. 'Benim" dedim, "Bu zeytin ağacı benim, sahibi kim olursa olsun yüreğimin içinde benim" Kalbimin birazı zeytin ağacının yanında, zeytin ağacının fotoğrafı makinemde ayaklarım geri geri giderek ayrıldım ordan. 3 yıldır yukarıdaki fotoğraf çerçeve içinde, çalışma masamın üstünde asılı. Baktıkça yaşama sevinci ve enerji veriyor bana.

Geçen yıl yine Datça'ya düştü yolum. Değirmenlerin orda indim arabadan. Ağacım beni bekliyordu, biraz daha gelişmiş, dal budak salmış, gövdesi kalınlaşmış. Sarıldık, hasret giderdik. Ben inanıyorum ki o da uzaklarda kendisini seven birinin olduğunu biliyor ve o toprağa bağlı olduğu, ben de yaşadığım sürece birbirimize güzel duygular aktaracağız. O değirmenlere karşı bir yalnız zeytin ağacı ama benim hep yanında olduğumun farkında...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

BALKON BAHÇEDE SON DURUM

Kendini bahçe sanan balkonun bugün itibariyle görünümü; yaprak bol, çiçek mevcut, meyve kıt. Beyaz sinek zararlısıyla mücadele amansız bir biçimde sürmekte. Yan balkona dadanan sürü halindeki güvercinlerin dışkıları azar azar gübre olarak kullanılmakta.


"Bırak uzanayım sarı çiçek, taçlarının üstüne.
Kim yazdı adını güney yıldızlarının bağrına duman harflerle?
Ah! bırak canlandırayım seni o zamanki,
Daha varlığın yokkenki halinle."

Alt tarafı domates çiçeği ama şu güzelliğe, şu kuruma bakın. Yukarıya yazdığım Pablo Neruda dizelerini hakettiğini düşünüyorum.

Kiraz domatesler balkonun en verimli sebzeleri. Epeyce topladık ve yedik. Halen de kırmızılı yeşilli süslüyorlar saksıları.

Biberiyeler de kiraz domateslerle yarış halinde. Pıtrak gibi dolu üzerleri. Minikken çok lezzetliler ama biraz büyüyüp renkleri mora dönünce "Yandım Allah" diye bağırtıyorlar ısıranı.

Bu domatesimiz Antalya'dan geldi. Sabırsızlıkla olgunlaşmasını bekliyoruz. Çünkü doğal tohumdan üretilme, eski domateslerin tadını alabileceğiz belki.

Biberlerde bol çiçek, bol da biber var, sanırım yiyebileceğiz epeyce.

Vee günün yıldızı, salatalık. Sonunda yenebilecek boyuta ulaştı. Dün akşam yukardaki halinden aşağıdaki haline geçiş yaptı ve dikenleri ellerimize bata bata paylaşılıp afiyetle yendi. Bekliyoruz büyümekte olan diğer kardeşlerini.

Balkon bahçesi güzel bir şey. Biraz uğraştırıcı ve nazlı oluyorlar ama koparılan tek bir ürün bile harcadığın emeklere değiyor.

SEÇİM SONUÇLARI


SEÇİM SONUÇLARI

Ahırlar içinden kır kokulu bir atı

Adı gül olanını çiçeklerin içinden

Edebi sanatlardan şiiri seçiyorum

Sesimi seçiyorum kör kuyulardan
Ressamlar arasından Nuri İyem'i
Neyden hıçkırıklar, ağaçtan orman

Ağrı adlı bir dağı ağrıyan yerlerime
Kadın adları içinden beş harfli olanını

En mahzun duruşumu fotoğraflar içinden

Kanatsız kuş resmiyle süslenmiş mektubumu

Postacıların greve gittiği günden

Kayığını kaldırıma bağlamış biri

Yerine geçiyorum şu sıra Ankara'da

Dev konseri kaçırmış bir kemanın

Hüznüyle dönüyorum uzun provalara

Raylara bağımlı trenleri hep

Kaybolmuş çocuklardan bir Cumartesi

Annemi seçiyorum annelerin içinden

Babalar içinden en genç öleni...


Abdülkadir BUDAK

21 Temmuz 2009 Salı

KOT ÇANTA

Ve Leylak Dalı uzun bir aradan sonra dikiş makinesinin başına oturup bir çanta dikti. Biraz sıkıntıdan gerçekleşti bu eylem. Evimden uzakta olmanın getirdiği bir emanet yaşama duygusu içimi sıkıyor, yaşadığım yer ilkgençliğimin geçtiği baba evim olsa da, eşim ve oğlum yanımda olsa da insan evinde özüne dönüyor galiba. Alıştığım eşyalar, alıştığım odalar, alıştığım ışık, alıştığım çevre yok, bu da benim gibi alışkanlıklarına bağlı birini huzursuz ediyor doğal olarak. Ama Antalya'nın cehennemî yazından kaçmak ve oğlumun yanında olmak için bir süre daha uzak kalacağız evden. Okumak, gezmek, bilgisayar bir yere kadar oyaladı, değişik birşey yapayım dedim ve oğlumun giymediği bir kot pantolonunu mülkiyetime geçirdim. Kafamda modeli oluşturdum, gerekli malzemeleri aldım ve açtım annemin 55 yıllık emektar dikiş makinesini.

İlk hissettiğim şaşkınlık oldu, bu makineye oturmayalı o kadar uzun bir zaman olmuş ki, gördüğüm şey yabancı geldi bir an bana. İpliği nerelerden geçireceğimi şaşırdım. Makinenin tabla
sına ta benim çocukluğumda yapıştırılmış yandaki "Kaplan terbiyecisi kadın" çıkartmasını görünce eski bir dostu görmüş kadar heyecanlandım. Halbuki neler neler diktim ben bu makinede, annemden görerek, tamamen doğaçlama bir şekilde. Burda dergilerinin de yardımıyla çeşit çeşit giysi, kendime, anneme, kızkardeşe. Ama ellerimdeki, "Carpal Tunnel Sendrom"un yarattığı uyuşma nedeniyle dikiş dikmekten vazgeçtiğim gibi en basit ev işleri bile beni zorlar olmuştu. O yüzden bu çanta çok uzun zamandır diktiğim ilk şey olma şerefine erişti.
Çantanın gövdesi pantolonun paça kısmından, arka cepleri sökerek astarının kumaşıyla süsleme yaptım, üzerine de astarın desenine uygun renk renk düğmeler diktim. En çok düğme dikerken zorlandı ellerim. Çok fazla uyuştu, o yüzden 1-2 gün ara verdim dikiş işine.

Astarı yerleştirmeden önce çantanın tabanına, dik durması için mantar ve mukavvayı yapıştırıp kot kumaşıyla kaplayarak destek yaptım. Sonra da cepleri dikip hazırladığım astarı yerleştirdim.


Son olarak saplarını yapıp tamamladım. Ben beğendim şahsen eserimi ve de sevdim bu işi. Biraz daha koyu renk bir kot pantolon daha mevcut elimde, o da sırasını bekliyor.

Dikiş makinesiyle bu kadar yakın plan çalışınca haliyle annemi andım durdum sürekli. Bu şiir onun için, umarım gittiği yerde sesimi duyuyordur:

Öyle özledim ki seni
Kurşun dökülür gibi suya
Dibe çöktüm

Sesi uçtu yüreğimin
Yüzümde birden
Rüzgar boşluğu

Akıyor toprağa gün
İncecikten kan gibi
Siner yüzün
Akşamıma

Özer ARABUL

20 Temmuz 2009 Pazartesi

SUMAK SUYUNDA KURU DOLMA VE BİR PAZAR GÜNÜ

Pazar günü işte, emekli olsam bile ruhumu daraltan Pazar günü. Amaçsızlık, yeni başlayacak haftanın telaşı, hazırlanması gereken sınav soruları ya da okunacak yazılı kağıtları, geceyarısı ütülemem için elime tutuşturulan gömlek ya da pantolonlar vs. vs. Aslında hepsi bitti, Pazar günü ya da hafta içi herhangibir gün aynı artık benim için. Ama yıllarca o kadar sıkmış ki beni, hala bunalır ve boşlukta hissederim kendimi. Bugün de böyle bir tatsız kalkmıştım ama neyse ki kızkardeş ve minik yiğen geldi, birlikte bir Göksu Parkı macerası yaşadık. Ona geçmeden izninizle üstte fotoğrafı görülen dolmadan bahsedeyim. Oğlumun en sevdiği yemek olmasından dolayı doğumgünü şerefine pişirildi. Kuru dolma pek alışkın olduğum bir yemek değildi, yıllarca ne yaptım ne de aile çevresinde yedim. Ara sıra Kilisli bitişik komşularımız uzatırdı kapı aralığından bir tabak. Son yıllarda yöresel tadlara merak salıp birkaç programda da tarifini görünce denemeye karar verdim. Bir sabah uyandım ve bugün kuru dolma yapayım dedim. Üstelik sanki yıllardır yapıp ustalaşmış gibi bir arkadaşımı davet ettim yemek için, böyle bir kendine güven hali yani. Girdim mutfağa, tamamen kendime özgü bir tarz geliştirdim, herşey göz kararı, hazırladım, koydum ateşe, sonuç muhteşemdi övünmek gibi olmasın:) O günden bu yana da bu dolma benim spesyalitem oldu. Tamamen göz kararı bir tarif vereceğim:

1 hevenk kuru patlıcan (Antalya'nın rutubeti kurutmama engel, hazır alıyorum)
Yarım kilo kadar pirinç, pirincin 1/3 ü kadar bulgur
3-4 kuru soğan, 1 baş sarmısak
2 yemek kaşığı acı biber salçası, 1 yemek kaşığı domates salçası
Birkaç dal kıyılmış maydanoz
Dolma fıstığı, karabiber, sumak, acı istenirse pul biber, tuz
Bu malzemeler sızma zeytinyağı eklenip karıştırılır, hafif yumuşayana kadar haşlanmış patlıcanların içine çok sıkıştırmadan doldurulur. 1-2 saat kadar önce sıcak suda ıslatılan öğütülmemiş tane sumağın suyu süzgeçten geçirilip dolmaların üstüne dökülür. Ben bir büyük su bardağının 3/4 ü kadar sumak kullanıyorum. Sumak suyunu döktükten sonra ilave edeceğim suyu da sumakların üstünden ekliyorum. Bu seferkine biraz da koruk suyu ekledim. Tenceredeki dolmaların üstüne biraz daha z.yağı ekleyip bir kapakla bastırıyor, tencerenin kendi kapağını kapatıp kısık ateşte piriçler uzayana kadar pişiriyorum. En lezzetli hali ılıkken oluyor. Afiyet olsun...

Evet sözkonusu dolmaları öğlen yemeğinde yedikten sonra Göksu Parkı'na doğru yola çıktık. Yol boyu minik yiğenle kötü korsanlar tarafından kaçırıldığını varsaydığımız "Süper Kız"ı kurtarmak için elimizden geleni yaptık. Minik yiğenin örümcek adama dönüşüp ağ atma çabaları da sonuçsuz kaldı. Süper kız gitti gider...

Göksu Parkı'na gelip arabadan indiğimizde adeta kaynar kazana düştük, öyle bir sıcak. Ossaat geldiğime pişman oldum ama iş işten geçmişti. Hatta "Gezmeye gidecez" diye sabırsızlanan minik yiğen bile sıcaktan huzursuz mızıldanmaya başladı. Susturmak için hemen karşımızda duran trenimsiye bindirdik.

Bir lokomotif ve bir dizi vagondan oluşan lastik tekerlikli bu tren benzeri şey parkın etrafını dolaştırıyor. Kızkardeş ve minik yiğen ilk vagona yerleştiler, ben bilet almaya gişeye gittim, saf saf: " Küçük çocuklara da bilet alınıyor mu?" diye sormak aymazlığında bulundum. Yapay göl manzaralı da olsa küçücük bilet kulübesinde sıcaktan gevremiş görevli pis pis baktı bana: "Zaten tren küçük çocuklar için hanım" dedi. Hak verdim adama, o da bana bilet verdi, ödeştik. Tren küçük çocuklar içinmiş ama ben de bindim, zira içimdeki küçük kızın canı da trene binmek istemişti, ona bilet almadım, biletçiye çaktırmayın.

Bindik ama hareket etmedik, trenin dolmasını bekledik. Hemen önümüzdeki lokomotifte bir başka sinirli şahıs-ki kendileri makinist oluyor-müzik yayını yapan radyonun ayarıyla oynayıp bangır bangır bağırtmakla meşguldü. Adeta kulaklarımızı sağır edecek bir volümde sabitledi sesi sonra. Birşey diyemedik, zira her vagonun kapısını kotrol edip açık kalanları kafamıza vurur gibi çarparak bilet toplarken bir yandan da "600 liraya çalış, hem bilet topla, hem tren sür bu sıcakta" diye öfkeyle söylenmekteydi. Ona da hak verdik ama parkın etrafında yaptığımız turun ardından inerken ne teşekkürümüze, ne iyi günler dileklerimize cevap vermek tenezzülünde bulundu.

Yapay gölün manzarası bazı yerlerde hoştu. Ördekler, karabataklar keyifle yüzüyordu. Onlara bakarken kendimi millet denizde yüzerken plajda paltoyla oturuyor gibi hissettim. Çok kalabalıktı çok. Piknik alanları yetmeyince insanlar kendini çimenlere atmış, keneye falan aldırış etmeden mangal yapıp keyfediyorlardı Türk milleti kadar mangal düşkünü az bulunur. Birkaç yıl önce Antalya 'da, Konyaaltı Plajları civarında gördüğüm manzarayı unutamam. Ailesi plajda yüzüp güneşlenen bir kadıncağız en anaç duygular içinde koca ve çocukları etten mahrum bırakmamak için mangalını iki yönlü trafiğin işlediği ana caddenin ortasındaki refüje yerleştirmiş, iki metrelik çimenliğin üzerinde pişirdiği etleri tabağa koyup kumsalda cıpcıplayan hane halkına taşıyıp dururdu.

Daha fazla dayanamadık sıcağa ve kalabalığa, sandalye yerine salıncak geleneği başlatmış cafelerden birinde alelusül birşeyler içip attık arabaya kendimizi. Öyle bir çarpılmışız ki sıcaktan eve girer girmez herbirimiz kendimizi bir yere atıp adeta sızdık. Bir Pazar günü böyle geçti: "Gittik Göksu'ya bir alem-i âb eylemeye" ama sadece yorulup geldik. Bir daha mı, kalsın...

19 Temmuz 2009 Pazar

"KEŞKE YALNIZ BUNUN İÇİN SEVSEYDİM SENİ"


Kendini bahçe sanan balkondaki saksılardan biri. İçinde bir domates fidesi, karta kaçmış, verimsiz, meyvesiz. Çiçek açıp duruyor ama bir türlü meyveye duramıyor. Neredeyse ağaç olacak. Söküp atsak diyorduk ama elimizi şöyle bir yapraklarına sürüp burnumuza götürdük ki, mis gibi bir domates kokusu. Cemal Süreya'nın şiirindeki gibi:

"Keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

Sevmeye devam ediyoruz...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

BİR ÇOCUK DOĞAR, YAŞAM BAŞKA BİR ANLAM KAZANIR...


Yıllar önce sıcak bir Temmuz gecesi hayatıma girip beni dünyadaki mesleklerin en zor ve en güzel olanına, anneliğe dahil ettiğin için sağol CANIM OĞLUM. Sağlıkla nice yıllara...

KINALI KUZUM

Ne yiyor, ne içiyorsun
Elde değil aklım sende
Gece çok geç yatıyorsun
Gelde bi demli çay iç bende

Olmadı akşam yemeğe yetiş bari
Yolunu gözlüyor Perihan Hanım
Bu ayrı ev işine alışamadım
Sızlıyor ince ince sol yanım

A nenni nenni
Kınalı kuzum
Büyüdün de adam mı oldun
Yanağı pembem, dudağı kirazım
Gözü okyanusum, iyi ki doğdun

Bu yürek çarpıntısı ömürlük biliyorsun
Büyümedin hiç gözümde
Bebeğim sen ne diyorsun

Bir dualık mesafedeyim
Ne zaman sıkışırsan yanındayım
Ha bu arada soğudu havalar aman ha
Üşütme yine, kurbanın olayım

A nenni nenni
Kınalı kuzum
Büyüdün de adam mı oldun
Yanağı pembem, dudağı kirazım
Gözü okyanusum, iyi ki doğdun

Söz: Sezen Aksu

17 Temmuz 2009 Cuma

SİMİDE HANIM



Kahvaltı simidiniz benden...


DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN SEVGİLİ NANE ŞEKERİ, NİCE YILLARA...


16 Temmuz 2009 Perşembe

AHŞAP HEYKELLER

İhtiyaç olan bazı şeyleri almak için dışarı çıktım bugün. Ankara adeta sonbaharı yaşıyor, serin, bulutlu, yağmurlu. Sıcaklardan bunaldık dediysek de birdenbire kış gelsin dememiştik yani. Kaç gündür serpip serpip geçiyor yağmur. Açık havada üşüyor, kapalı mekana geçince bunaltıcı havadan dolayı ter döküyorsun. Şifayı kapmadan mevsim normallerine dönsek iyi olacak.

Sakarya Caddesi'ne gittim baharatçıya uğramak için, epey derlenip toparlanmış gördüm. Zemin yenilenmiş, çiçekler dikilmiş, elektrik direklerinden petunya saksıları sarkıyor. Sonra yukardakileri farkettim. Meteoroloji tarafından konmuş rüzgar torbaları olduğunu düşünüyordum ki ön cepheye geçince bir ay önce düzenlenen "Ahşap Heykel Sempozyumu" etkinliklerinin ürünleri olduğunu anladım. Altı stand kurulmuştu Sakarya Caddesi'ne geçici heykel atölyesi olarak, her atölye kendi yaptığı heykeli standının olduğu yere yerleştirmiş. Ön yüzüne insan suratı yerleştirilmiş rüzgar torbası formundaki heykelleri çok şirin buldum.

20-30 metre kadar ilerde bu heykel dikiliydi. Bana simitçilerin sopaya dizerek sattıkları simitleri çağrıştırdı, yontucusunun kafasındaki düşünce neydi, onu bilemeyeceğim.

Tam karşısında insan kafası şeklinde yontulmuş iki form yer almaktaydı. Ben bunların adını "Kuşak Farkı" koydum. Çok belli olmuyor fotoğrafta ama soldaki pos bıyıklı, dökük saçlı, yaşlı bir adam, sağdaki ise kulağında walkmanı ile genç bir delikanlı, sevdim bu baba-oğulu.

Bu heykelin yontucusu bana Cevdet Çağla'nın "Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir" şarkısını çok seviyormuş da somutlaştırmak istermiş gibi geldi.

Bunu pek birşeye benzetemedim yontucusunun affına sığınarak. Fındık kıracağı ya da musluk anahtarı gibi birşey olmuş.

Vee en sevdiğim heykel bu oldu, alışverişe çıkmış ev hanımı, tepesinde kocaman bukleli topuzu, yanında içi para dolu cüzdanı ile çok sevimli.

Heykeller Sakarya Caddesi'ne ayrı bir hava katmış. Bu tür çalışmaların artmasını dilemek düşüyor bizlere de...

SAAT KULELERİ

"Saat Kuleleri", "Deniz Fenerleri", "Gar Binaları"; en sevdiğim yapılardır. Kişilik sahibidirler, ağırbaşlıdırlar, görmüş geçirmiş ve kalenderdirler. Zamana, yollara, insanlara, doğa olaylarına karşı direnirler inatla. Saat kuleleri sonsuzluğun, deniz fenerleri yalnızlığın, gar binaları hüznün temsilcileridir benim için, bu yüzden saygıyla eğilesim gelir önlerinde.

Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz "100 SAAT KULESİ" kitabını görünce çok sevindim ve hemen satın aldım. Şimdi mutlulukla sayfalarını çevirip her şehrin saat kulesinin öyküsünü okuyor ve benzer bir kitabın deniz fenerleri ve gar binaları için de basılmasını diliyorum.

Aşağıya en sevdiğim 3 saat kulesinin fotoğrafını koyuyorum kitaptan. Hemşeri kontenjanından Antalya, güzellik kontenjanından İzmir ve yaşanmışlık kontenjanından Ankara. Sahi, siz en çok hangi şehrin saat kulesini seversiniz?

Antalya Saat Kulesi

İzmir Saat Kulesi

Ankara Saat Kulesi

TÜRKİYE'NİN KÜLTÜR MİRASI: 100 SAAT KULESİ
Meltem Cansever
NTV Yayınları/Haziran 2009/222 sayfa

NORVEÇ'TEN SEVGİLER...


Bu çiçekler sizin için sevgili blog dostlarım, hem de taa Norveç'ten getirttim. Gününüz çiçekler kadar güzel geçsin. Dün hemen hemen bütün günümü Norveç gezisinden dönen arkadaşımın yolladığı 1500 kadar fotoğrafı düzenleyip slayt oluşturmakla geçirdim. Çok yordu bu iş beni ama sonuç fena olmadı. Şu anda omzum tutulmuş, sağ elim uyuşmuş, gözlerim bulanmış durumda. Sürekli monitöre bakmaktan sol göz kapağım seğriyor . (Sahi göz seğirmesine bir çare bilen var mı? Müteşekkir olurum cidden) Olsun, çok sevdiğim çocukluk arkadaşım için değer bu yorgunluğa. Elimde bu kadar Norveç fotoğrafı varken birkaç tane de sizin için ekledim. Az daha oturursam bu aletin başında içmeden kafayı bulacağım. İyi seyirler, ben kaçtım...