En son yazımı geçen hafta bugün bırakmışım buraya, nerede o günde 2 post girdiğimiz eski günler? "Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya" demiş Gülten Akın. Kalın fırçalar giderek rengimizi koyulaştırıp yüreğimizi şişiriyor. Yine de günde iki, hatta tek post girmesek de bu köy bizim köyümüz, bu blog bizim blogumuzdur efenim, terketmeyeceğiz, müteahhite vermeyeceğiz, yok öyle blogsal dönüşüm :) "İnstagram da güzel amma gönlüm blogdan yana" diyerek bir alt paragrafa geçiyorum.
Geçen haftadan bugüne hemen hemen her gün bir nedenle evin dışındaydım. Çarşamba günü "Velayet" filmini izledim. Küçük bir salonda toplam 8 kişi ile. Gelgelelim izleyici sayısı az olsa da insanı sinirlendirmeye yetecek kadar arızalı mevcuttu. En arka sırada tek başına oturan genç kadın kendini evinin salonunda sanmış olacak ki ayaklarını öndeki sıranın arkalığına dayamakta beis görmedi. Koca kunduralarının tozu, pisliği bir sonraki seansta başını oraya koyacak izleyicinin saçına bulaşırmış umurunda mıydı sanki, yeter ki o rahat etsin. En çirkin ve kınayan bakışlarımı takınıp birkaç kez baktım ama benim bakışlarımdan mı etkilendi, yoksa daha rahat bir pozisyon mu buldu bilemem bir süre sonra indirdi bacaklarını. Lakin önümde oturan iki kadın film süresince susmadılar. Bu kadar mevzunuz vardı konuşacak filmde işiniz ne a bacılarım, inin aşağıya, alın bir kahve, hem için, hem dedikodunuzu yapın. Bezdirdiniz yahu. Telefon ışıklarını saymıyorum bile, onlar artık sinemaların rutini haline dönüştüler. Filme gelecek olursak, Fransız yapımı olan "Velayet" boşanmış bir aileyi, sorunlu, zorba babayı ve anne ile baba arasında perişan bir küçük oğlanı konu alıyordu. Özellikle son sahnelerde artan gerilim izleyiciye de geçiyordu. Gündelik hayatta da sıkça rastlanan ve bizim ülkede daha çok olduğunu düşündüğümüz eski koca zorbalığı maalesef her ülkede mevcut.
Ertesi günü en sevdiğim(!) işi yaparak değerlendirdim, sağlık ocağına gidip aile hekimime ilaç yazdırmak :) Benim heykel doktor izinliymiş, başkasına sevkettiler. Kendisini sevdim, dedim "Aile hekimim olur musunuz?", söyledi "Yoh yoh!". Çok doluymuş, kırgın, küskün, ağlamaklı ayrıldım.. dersem inanmayın :)
Hafta sonu ikinci kez "Mevsimler" balesini izlemeye gittim, aman da ne güzeldi, bir kez daha sahnelense bir kez daha izleyebilirim. Bale sonrasi birkaç arkadaşla Kepez Belediyesi'nin Dokuma Park'ta düzenlediği "Portakal Çiçeği Festivali"ni denetlemeye gittik, etkinlik jandarmasıyız biz :) Dokuma Park eski dokuma fabrikasının arazisinde oluşturuldu. Henüz inşaatı tamamlanmamış olsa da oyuncak müzesi, minicity, el emeği ürün standları gibi alanlar ve cafeler yapılmış. Bu etkinlik için de tonlarca portakal, limon ve greyfurt kullanılmış. Biraz acıdım narenciye ahalisine, keşke yenseydi, sonuçta telef olacak şenlik uğruna:
'Gel vatandaş gel, "Portakal Çiçeği Festivali"ne gel' diyordu girişte portakal adam :)
Açılış töreni ertesi gün yapılacak olmasına rağmen olay yeri hayli kalabalıktı, insanlar üstüste fotoğraf çekmekteydiler, o insanların arasına biz de karıştık. Efendim etkinlik Dokuma Park'da olursa portakaldan, limondan kilim dokunur elbet :)
Portakal ayısı ya da ayı portakalı, biraz şapşal bir görüntüsü var di mi :)
Portakal ayısı olur da portakal treni olmaz mı, haydi binin. Hem yer, hem gidersiniz.
Tren sevmiyorsanız otomobilimiz var, hem de yerli malı. Saat Kulesi, Yivli Minare, Üçkapılar, hepsi mevcut. Portakaldan şehir yapmışlar :)
Kalabalıktan bunaldık sonra, kahve içmeye bile niyetlenmedik, atladık tramvaya şehir merkezine müteveccihen. Kendimizi Kaleiçi'ne attık, taşradan Evropa'ya gelmiş gibi olduk. Çöktük cafelerden birine kahveden vaz geçip bira keyfi yaptık. Dubh Linn neyin nesiyse artık, Dublin olsa havalı olmuyor sanırsam.
Haftanın son günü evde temizlik vardı, aklanıp paklanmış olarak girdik pazartesiye. Lakin pazartesinin bana bir sürprizi vardı, dişimin dolgusu pat diye düştü, ağzımın içinde kocaman bir oyukla başbaşa kaldım. Hemen diş hekimimi aradım ama sekreter "No pasaran!" dedi. "Yapma yav" dedim, "geçit yok ne demek, sen Dolores Ibarruru musun hem? Etme eyleme sıkıştır bir boşluğa, bu kara delikle yaşayamam ben" diye dil döktümse de Nuh dedi, gemi demedi. "Size yapabileceğim tek iyilik tel. no'nuzu almaktır madam" dedi, "işi erken biten olursa ararım". Kaldım mı kara delikle başbaşa. Aynanın önüne geçtim, elimdeki düşmüş dolguyu yerine yerleştirmek için hayli efor sarfettim, bir türlü eşgaller tutmuyordu, neyse ki sonunda becerdim. Kendime geçici diş dolgusu yapmanın helecanıyla kitabımı elime almıştım ki telefon çaldı, insafa gelen sekreter beni çağırıyordu. Zorlukla taktığım dolguyu bir kürdan marifetiyle kolaylıkla çıkardım ve muayenehanenin yolunu tuttum. Az bekleyip oturdum koltuğa, şunu belirteyim ki tıbbi anlamda en rahat oturduğum koltuk dişçi koltuğudur. Zerre tırsmam. 15 dakika bile sürmedi zaten işim, iki cızzt, bir vızzt, bir miktar laser ışığı ve geçmiş olsun. İçine sıkışan parayı da takdim ettikten sonra eve döndüm. "Rita" dizisinin tüm bölümlerini izleyip bitirdim, yeni bir dizi arayışındayım şimdi. Akşam geç vakit çalan kapıyı açtığımda beni bir sürpriz bekliyordu:
Yayladaki bahçeye mevsimlik bakıma giden kocam devasa bir leylak demeti yollamıştı. Mutluluk bazen mor renkli bir çiçekte bulunabiliyor. Annemin deyimiyle sevindirik oldum. Tüm vazoları doldurdum. Gidip gelip okşuyor, yüzümü içine gömüyor ve "aman da aman ne güzelsiniz" diye seviyorum :) Görmemişin leylağı olmuş :))))
Dün akşam sezonun son opera gösterimindeydim, bir saatl on dakikalık bir komik opera idi, ne olduğunu anlamadın başlayıp bitti zaten. Yaz geliyor, bu tarz etkinlikler yavaş yavaş biter ama sezon kapanmadan "Romeo&Juliette" balesine biletimizi almış bulunmaktayız.
E daha ne anlatayım, az evvel arızalı dizimi bulaşık makinesinin açık kapağına çarptım. Elimdeki seramik çanak son anda kırılmaktan zor kurtuldu ama diz hala sızlıyor. Sakarlıkta kendi rekorumu egale etmekteyim bu aralar, umarım Cevriye'yi pek rahatsız etmemişimdir, zira intikamı korkunç olabilir.
Bitiriken 52 haftalık çelıncın 15. hafta sorusunu da cevaplayayım bari. Biraz tuhaf bir soru, seksi anket sorusu gibi bir şey. Neymiş, şu anda üzerimizde ne varmış? Ne olacak ayol, sabahtan beri evde olduğumuza göre ya eşofman ya pijama. Babydoll dememizi beklemiyordun herhalde çelınç hazretleri, o Suzan Avcı'lı Türk filmlerinde olur. Benim eşofmanın üzerinde kocaman bir Snoopy deseni var ve hepinize selam ediyor :)