.

.
.

28 Şubat 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 1 (AY DÖKÜMÜ) / 28 ŞUBAT

Başladık. Sevgili Lesliyan'ın verdiği başlıkla devam edeceğim ben de, "Bir Günlüğü". Ne demişler, birlikten kuvvet doğar. Ya kısmet...

Bugünkü yazım bir Şubat dökümü olsun, hastalık nedeniyle ne kadar dökebilirsek tabii ki, hem de alfabetik yapalım yine:

-Ay güzel başlamıştı, doğum günümün ertesi günü arkadaşlar bir buluşma ayarlamış, "İyi ki doğdum"u pekiştirmiştik ki meğer kader bize gülermiş, iki gün sonra hasta olup yattım, neredeyse Şubat boyunca 😒

-Bu hastalığın yegane iyi tarafı sıkıntıdan bol bol film izleyip kitap okumak oldu. Malum Oscar ödülleri de yaklaştı, hem aday filmlerin, hem başka filmlerin biri gitti biri geldi, keza kitaplar da.

-Conklave izlediğim 17 film arasında en beğendiklerimden biri oldu. Bu yıl Oscar adayı filmler çok tırt. İçlerinde-ki çoğunu izledim-en dişe dokunur olan bu film oldu benim için, adayım da bu ama hiç sanmıyorum ki ödül alsın.

-Doktora gitmeyi hiç sevmem, çok zorunlu kalmadıysam da gitmem ama işte büyük söylememek lazımmış. Salgından nasibimi aldığımı anladığımda önce aile hekimine, kendimi berbat hissettiğimde acile, ardından durumumu netleştirmek için dahiliye uzmanına, kontrol için tekrar dahiliye uzmanına ve tıkalı kulağım için KBB uzmanına olmak üzere tam 5 kere doktor ziyareti yaptım. Umarım yıllık kotamı doldurmuşumdur. 

-Evimi çok özlemiştim ama bu kadar da dememiştim yani. Bitmek bilmeyen hastalık yapmışlar, mecburen odalararası seyahatler yapmak zorunda kaldım. 

-Füruzan sevgimi beni takip edenler iyi bilir, her kitabını en az 5 kere okumuş ve hepsini çok sevmişimdir. Kendisini kaybedeli bir yıl oldu. Ölümünden bir süre önce "Akim Sevgilim" adıyla yeni bir öykü kitabı çıkarmıştı, ne yalan söyleyeyim okuduğum en kötü Füruzan öyküleriydi, hatta "Acaba gerçekten Füruzan mı yazdı bunları" diye düşünmedim diyemem. Bu ay yeni bir kitabı daha çıktı: "Gece Yarısı Mavisi", bir heves aldım. Henüz tanınmamışken çeşitli dergilerde çıkmış öyküleriymiş. İtiraf edeyim çok zor bitirdim. Ben kendisini bildiğimiz kitaplarıyla hatırlamaya devam edeyim en iyisi.

-Gözlerim hiç iyi değil bu ara, hastalık onları da etkiledi desem yalan olmaz, sulanıyor, bulanık görüyor. Geçen yıl ortaya çıkan ve göz kuruluğundan kaynaklanan gölge hala gözbebeğimin önünde dolanıyor. Özellikle kitap okurken zorluyor beni. 

-"Her Şey Nafile" bu ay okuduğum kitaplar içerisinde en sevdiğim oldu.  Walter Kempowski'nin kaleme aldığı kitap 2. Dünya Savaşı sonrası Kızıl Ordu'nun Almanya içlerine ilerleyişini, halkın bundan kaçmak için göçlerini anlatıyor. Kitabın ana kahramanı göç yolu üzerindeki Georgenhof Konağı ve burada yaşayann Von Globig ailesi. Yazar melodrama kaçmadan anlatmış yaşanan dehşeti. Çok çok beğendim, iyi bir kitap okumak isteyenlere önerimdir.

laçlar, bitki çayları, kozalak şurupları, limon-portakal suları, çorbalarla sağalmaya çalıştım ama hepsi fasa fiso. Öyle pis bir hastalık ki canım ne zaman isterse o zaman biterim dedi direndi. Neyse ki antivirütik ve antibiyotiklerle enfeksiyonu hallettik, diğerleri de sanırım moralman yardımcı oldu 😊

-Kitap okuma konusu da aynı filmler gibi hastalığın artılarından oldu. Yat, yuvarlan kitap oku modunda 10 kitap bitirmişim. Bunlardan üç tanesi çizgi roman olsa da diğerlerinin çoğunu sevdim.

Daha önce bahsettiğim "Her Şey Nafile" dışında "Asker ile Denizci", "Hollanda Evi ve "Kar Altındaki Gece" de önerebileceğim kitaplar arasında.

-Leylak Dalı arkadaşınız bu ay "Kul kurar, kader gülermiş" sözüne tam anlamıyla iman etti. Antalya'ya dönmeden çeşit çeşit etkinlik için bilet almıştım. Şubat ayı içinde gidilecek "Bir Yaz Gecesi Rüyası" balesi, bir Tuna Kiremitçi konseri, bir Sevgililer Günü Konseri, "Mutlu Son" ve "Takıntılar" isimli iki tiyatro oyunu vardı, hiçbirine gidemedim. Bir kısmına arkadaşlar gitti, bir kısmını erteledim, bazılarını iptal ettim. Kısmet değilmiş diyelim ve önümüzdeki etkinliklere bakalım.

-"Mezarlık" dizisinin 2. sezonuna başladım, polisiye sevdiğim için 1. sezonu beğenmiştim, ayrıca Birce Akalay'ı seyretmek çok keyifli. Uzun zamandır dizi izlemiyordum, TV'de izlediklerimi de bırakmıştım, hastalık sürecinde "Kral Kaybederse"ye başladım ama onun da haftada bir yeni bölümü yayınlanıyor. "Mezarlık" ardarda izlemek açısından iyi oldu, böylece dizi şeytanının bacağını da kırmış oldum. 

-Netameli havalardan bıktım usandım. Akdeniz'e geldik dedik, "Al sana Akdeniz" dedi havalar. Başka yerlere yağan karın ayazı geldi ki buralara ben Ankara'da bu kadar üşümedim. Neyse önümüz bahar her şeye rağmen, ısınırız yavaştan.

-Oscar töreni yaklaştı, Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece dağıtılacak ödüller. Filmler bence berbat, 1-2 iyi film de ödüle layık görülmeyecek eminim. Ortalıkta sürekli Anora, Emilia Perez ve Substance isimleri dolaşıyor. üçünü de izledim ve üçünü de beğenmedim. Hoş beni daha ziyade kırmızı halı ve giyilen rüküş giysiler ilgilendiriyor. Bakalım bu yıl Oscar yazısının kahramanları kimler olacak?

-Pazara gittim dün uzun bir aradan sonra. İki sokak ötemizde kuruluyor, o bakımdan şanslıyız. Ben Antalya'ya ilk geldiğim yıllarda pazarlar öğleden sonra kurulur, tezgahlar gece bulunduğu yerde bırakılır ve ertesi gün öğleye kadar devam ederdi. Şimdilerde bu adetten vaz geçildi, sabah kurulup akşam kaldırılıyor.

-Rüzgar öyle kuvvetli esti ki birkaç gün boyunca balkon çınarımızın üstünde hala duran kurumuş yaprakların hepsini yerle bir etti. Her sene eve döndüğümde çınarın eşeklemesine budandığın görür çok üzülürdüm. Neyse ki bu sene dokunmamışlar, o da yine balkonumuzun boyuna kadar ulaşmış. Dört gözle yapraklanmasını beklemekteyim.

-"Stormkerry Maja" bu ay izlediğim filmlerin için en sevdiğim oldu. 3,5 saate yakın süren filmi adeta nefessiz izledim. Öyle güzel, öyle duru, öyle sakin bir şekilde aktı gitti ki bittiğinde neredeyse üzüldüm. Maja'yı hiç unutmayacağım. Bulursanız mutlaka izleyin.

ebboy almıştım pazardan dün, hepsi 5 daldı, vazoya koyup yemek masasına yerleştirdim ve unuttum. Sonra da evin içinde ordan oraya dolandıkça burnuma gelen mis kokunun kaynağını arayıp durdum. Neden sonra fark ettim ki benim şebboylarmış 😊 

-Takvim Şubat'ın son gününü gösterirken hastalık nedeniyle doğum gününde yanında olamadığım arkadaşımın kızına gittim bugün pasta alarak. Oğlumla yaşıtlar, birlikte büyüdüler. Şimdi bir eczanesi var, ben de oraya gittim ve gecikmeli bir kutlama yaptık. Dönüşte bindiğim otobüs çok ilginçti. Kendimi Ankara minibüslerinden birinde sandım. Bizim şehirde minibüsler kaldırıldı, sadece otobüs var. Bindiğim halk otobüsü idi ve ilk kez bu kadar ilginç bir şoför ve şoför mahalli gördüm. Sol üst yana asılmış bir levhada şöyle yazıyordu: "İkimiz de biliyoruz bir daha biraraya gelemeyeceğimizi ama hayat bizi bir otobüs durağında gözgöze getirecek". Sürücü koltuğunun yanına ise "O asla yapmaz dediğimiz gün kaybettik" özlü sözü nakşedilmişti 😋 Çeşitli boylarda ayılar sedefli direksiyonun yanına yöresine serpilmiş, ön camdan ise ponponlu kısa perdeler sarkıyordu, nazar boncuklarını da unutmayalım tabii ki. Romantik şoförümüzün müzik zevki ise damardan arabesk ve rap müzikti, yolculuk boyunca kulağımızdan kuruttu.

-Uykum erkenden geliyor, eğer yatmaz direnirsem bu defa da yatınca uyuyamıyorum. Erken yatınca da sabahın 5'inde hortluyor ve hava niye aydınlanmadı diye sinirleniyorum. Fena halde yaşlanma belirtisi 😡

-Ve mirasçıların isteği üzerine yayından kaldırılan Şakir Paşa Ailesi dizisinin yasağı kalkmış. Haklarında yazılan tüm kitapları okuduğum için sevindim bu habere, bari TV'de izlenebilecek bir dizimiz bari olsun. 

-Yağmur yağdı bütün gece, gündüz de bekliyorduk ama yağmadı, sadece bulutlandı hava, şemsiyeyi boşa taşımız yani.

-Zevkle okumuşsunuzdur diye düşünüyorum, biraz uzun oldu idare edin. Bu ay size çok fakir bir kahve kolajı sunabiliyorum, malum hastalık halleri. Yine de hatırı çok olsun...


 


27 Şubat 2025 Perşembe

ŞUBAT BİTERKEN / 27 ŞUBAT

 2. cemre suya, ben pazara 😊

Neredeyse tüm Şubat boyunca beni eve bağlayan bu kışın modası, "Influenza" adıyla havalandırsak da canına okuduğum domuz gribini neredeyse savuşturmamın şerefine perşembe pazarını onurlandırdım. Her ne kadar yürümeyi bir miktar unutmuş, halen tıkalı olan kulak ve burun nedeniyle kafa içi basıncımdaki değişikliklerden hafif salakımsı olsam da iyi geldi. hapisten çıkmış gibi hissettim. Hatta müşteri olmasaydı kuaförüme uğrayıp kaşlarımı bile aldıracaktım ama beklemek istemedim, yarın çuvala mı girdi.

Evin banka görevlisi ben olduğum için önce bankamatiğe uğradım. Ben para çekerken arkamda öğle tatiline çıkmış banka görevlileri olduğunu düşündüğüm iki kişi uzun süren griplerinden bahsediyorlardı, "Kaderdaşlarım" diye sırtlarını sıvazlamak istesem de önce kendimi, sonra pazarın yolunu tuttum. Pazar rengarenk ve çok pahalı idi:

 

Kışlık sebzelerden bıktığım, mevsim sebzeleri henüz piyasaya çıkmadığı, çıkanlar da sera işi ve hormonlu olduğu için ne alacağım konusunda biraz tereddüt yaşadım. Ama enginarları görünce dayanamadım. Tam tezgaha yanaşıyordum ki pazarcıyla muhabbete doyamayan bir müşteri milletin üstüne üstüne öksürmeye başladı. Anında kaçtım oradan ve adam uzaklaşıncaya kadar avokado, karnabahar, salkım domates ve sultani bezelye tezgahlarını ziyaret ettim. Öksürüklü pazarın derinliklerinde kaybolunca tekrar yanaştım enginarlara, beşine neredeyse beşibiryerde parası vererek boynuma taktım, pardon pazar çantasına attım. Baktım iç bakla da var, yalnız bırakmayım enginarları, korkarlar diyerek bir torba da onlardan satın aldım. Sonra şunları gördüm:

 Bir demet hüsnüyusuf ve bir demet şebboy benimle eve gelmek için çantaya girdi. Annem şebboyu çok severdi, gökyüzüne bir selam üfledim, "Hüsnüyusuf Güzellemesi" öyküsünün aşkına bir selam da Ayla Kutlu'ya yolladım. 

Ağırlaşan çantama iki demet kuzukulağı ekledikten sonra geri kalanı Kocam Bey halletsin diyerek evin yolunu tuttum. Her ne kadar ortalık güneşliyse de terli bünyeye esen rüzgarın domuzları tekrar harekete geçirmesinden korktum. Her şeye rağmen hareket, insan yüzü ve pazar yeri görmek iyi geldi. 

Aslında Salı günü daha görkemli bir çıkış yapmıştım ama arkadaşım tarafından prensesler gibi arabayla evden alınıp eve bırakıldığım için onu saymıyorum Pek fazla adım atmamıştım. Denize bakan bir cafede kahvaltı etmiş, birlikte kutlayamadığımız doğumgünüm için bir pasta kesmiş ve şahane manzaraya bakarak "Dünya varmış" demiştim. 


Umarım birkaç güne kafa içi boruları da düzene girer ve Mart ayı dert ayı olmaktan çıkıp huzur, sağlık ve neşe verir.

Blogumu takip edenler hatırlarsa Aralık ayında düzenli olarak her gün yazmıştım. Sevgili "Mindmills" Neslihan'ın önderliğinde. Bize katılan başka blogdaşlar olmuştu ve çok keyifli geçmişti. Aynı etkinliği bu kez Mart ayında başlatıyoruz. Yarın itibarıyla ay sonuna kadar her gün yazmaya başlıyorum, umarım keyifle okursunuz. Şimdilik hoşça kalın...




25 Şubat 2025 Salı

SOĞUK, ÇOK SOĞUK, DAHA DA SOĞUK OLACAK* / 25 ŞUBAT


Galiba iyileşiyorum, iyileştim demiyorum bakın, çünkü hala geniz akıntısı devam ediyor ve kulaklarımdaki tıkanıklık da önceki kadar olmasa da sürüyor. Bu edepsiz hastalık idrak yollarımı tıkadı, ne menem bir şey çözemedim, defolsun gitsin, bir daha da gelmesin mümkünse. 

Bugün çok soğuktu, öyle ki öğlene kadar ayaklarımı hissetmedim, buz gibilerdi, üstelik elektrik sobası da tam ayaklarımın dibinde yanıyordu. Benim en çok ayaklarım üşür, ayaklarım ısınmayınca da kendim ısınamam, rahat edemem, uyuyamam. Antalya başka şehirlere yağan karın soğuğunu bize ayaz olarak ikram etmekte. Allahtan güneş varken yapıyor bunu da güneye ve batıya bakan pencerelerden giren güneş evin içini ısıtıyor. Bu şehirde yakın zamana kadar yapılan inşaatların büyük çoğunluğunda ısınma sistemi yoktur. Çünkü burası Akdeniz ya, dört mevsim sıcak olur duygusu yerleşmiştir. Oysa toplasan 15-20 günlük poyraz ayazı ve yağmurlu günlerin nemli soğuğu insanın canına okur kışın. Şimdilerde doğal gaz geldiği için yeni binalar kaloriferli olarak yapılıyor. Şehre taşındığımız ilk yıllarda soba yaktık, küçük bebek vardı, ev iyi bir cephe olmasına rağmen ilk kat olduğundan güneş almıyordu, kömür yaktığımızı bile hatırlıyorum. Sonraları oduna döndük, şimdi oturduğumuz eve taşındıktan bir süre sonra da o yıllar pek yaygın olan tüpgaz sobasına geçtik, aman ne kötü bir şeydi. Havadaki oksijeni emer, camlar buğulanır, evin içini kötü bir koku sarardı. Bir mevsim zor dayandık, verdik eskiciye götürdü. Klima denedik bir sezon ama bence klima ısıtma değil soğutma aracı, hiç sevmedik. Sonunda elektrik sobasında karar kıldık. Böyle ayaz olan 15 günü saymazsak ev güneş aldığı için tek çubukla gayet güzel ısınıyoruz. Asıl üşümeyi evde değil okulda yaşadık zamanında. Bizim okul Otelcilik Okulu ile aynı zamanda inşa edildi, kalorifer kazanları da ortak imiş. Ne hikmetse bizimkinin borularında bir arıza gelişti ve kaloriferler asla yanmadı. Tamir ettirecek ödenek de olmadığı için ısınma tertibatsız sınıflarda ders yaptık, başlangıçta sınıflar güneye baktığı için sıcak oluyordu ama okul kalabalıklaştıkça kuzeye bakan cephelerdeki kütüphane, laboratuar, idare odaları da sınıf olarak kullanılmayı başladı ve soğuğun tadına o zaman baktık. Bütün öğrenim hayatım Ankara'da geçti, okullarda bir gün bile üşüdüğümü hatırlamam, en karlı günlerde dahi. Lakin Antalya'daki okulda, o kuzeye bakan sınıflarda ellerim buz, burnum havuç, ayaklarımı hissetmeden sözümona dersler yaptım. Çocukların hali iyice haraptı. İdare baktı olmuyor, her sınıfa soba kurdu ama baca sistemi yok, mecburen borular pencereden dışarı uzatıldı. Ülkenin en turistik kentinde, insanların kaydolmak için birbirini kırdığı bir okulda gecekondu gibi pencereden çıkan isli soba boruları düşünün. Bir yıl kadar iyi kötü ısındık ilkel koşullarla da olsa, sonra müfettişlerin geleceği tuttu ve sobaları yasakladı. Söküldü hepsi, yine üşümeye mahkum edildik. Üşüye üşüye emekli olduk, bizden sonra idarenin aklı başına geldi de sınıflara klima takıldı. Hasılı kelam bu şehir de üşütüyor arkadaşlar.

Kuşlar da üşüyor bu ara, rüzgardan tüyleri didik didik bizim nispeten korumalı mutfak balkonunun demirine diziliyor sabahleyin kumrular ve içeride bir hareket görünce başlıyorlar: Ku kuuk kuk, ku kuuk kuk. Bu kahvaltımız nerede demek. Hemen ekmekleri ufalıyor ve seriyorum önlerine, onlar yerken serçeler de geliyor, fakat onlar uyanık. Kırıntıları aşağı itiyor ve uçup aşağıda yemleniyorlar, yoksa kumrular kanatlarıyla savuşturuyorlar onları:


Bu aralar yeni konuklarımız var, Arap bülbülleri. Bugün oturmuş film izliyordum, değişik bir ses geldi dışarıdan: Cibucik, cibucik. Kafayı çevirdim, pencere denizliğinde kara kafalı minicik bir şey, gövde grimsi ama kanatlarını açınca sapsarı seriliyor tüyler ortaya. Müthiş sevimliler. Henüz kahvaltı sofrasına buyurmadılar, onlar tek çeşit sevmiyor, serpme kahvaltı istiyorlar galiba 😂

Şubat ayı çöpe gitti gibi bir şey oldu bu sene, neredeyse tamamında doktora gitmek dışında evden çıkamadım. Ben de kendimi gidemediğim tüm etkinlikler aşkına film izmeye verdim. Oscar adayları, aklımda olanlar, sağdan soldan övülenler izledim de izledim. Fırsat buldukça da kitap okudum, bu ay dökümde bolca film ve kitap göreceksiniz. 

Yazımı bulunduğu yeri ve ışığı seven kalanchoemun fotoğrafıyla bitireyim. Lesliyancığımla (Mindmills) karar aldık, Mart ayında her gün yazacağız bloga. Şimdilik kalın sağlıcakla...

 *Emre Altuğ'un "Sıcak, Çok Sıcak" şarkısından ilhamla...


20 Şubat 2025 Perşembe

İYİLEŞME YOLUNDA / 20 ŞUBAT

"Dün günlerden değilse de Pazar
Beni ilk defa güneşe çıkardılar"
 
Nazım Usta'dan özür dileyerek şiirini çarpıttım ama neredeyse üç haftadır taksi içinde doktora gidip gelmek dışında ilk kez kendi başıma sokağa çıktım. Gittiğim yer de evin yakınındaki marketti ama o bile iyi geldi, tepede güneş ısıtırken, yerlerde baharın ilk yeşillikleri, ağaçlarda badem çiçekleri, "Oh be dünya varmış!" dedim.
 

Uzun zamandır bu kadar yoğun ve günlere yayılan bir hastalık yaşamamıştım. İşin tuhafı salgının ben Ankara'da maskesiz halimle hastane koridorlarında koştururken, uçakta, gümrüklerde, kalabalıklar içinde gezip tozarken değil de en sakin, etrafımın en tenha olduğu zamanda beni yakalaması. Toplasan 5 kişiyle görüştüm, beşi de sağlam bir ben hasta. Ne diyeyim, vardır bir keramet bunda da. 

Hastalığı aynı Osmanlı İmparatorluğu gibi geçirdim. Üç-beş öksürükle başlayan Kuruluş Dönemi, sabahlara kadar sürüp içimi dışıma çıkaran çılgınca öksürükler, baş ağrısı, tıkanık burun, geniz akıntısı ve halsizlikle Yükselme Dönemi'ne geçiş yaptı. Resmen paçavra gibiydim, başımı yataktan kaldıramadım. Özel hastanelere tanıdığımız birtakım kapitülasyonlarla en azından ev içinde ayaklanacak kadar Duraklama Dönemi'ne döndüm. Arada bir Fetret Dönemi geçirmişliğim de var, o doktor bunu dedi, şu doktor onu dedi gibi bir belirsizlikten sonra şu an Gerileme Dönemi'ne adım atmış bulunuyorum. Henüz kulağımdaki tıkanıklık ve geniz akıntım geçmese de çok yakında imparatorlukla birlikte hastalığı da Çöküş Dönemi'ne sokup "Sağlıklı hayat, oh ne rahat" diyebilmeyi umuyorum. Siz siz olun yakalanmamaya çalışın, zira çok grip gördüm ama böylesini ilk kez görüyorum. Zatürreeye çevirmemiş olması da en büyük tesellim. 

Ankara'da etkinliksizlikten bezip ardı ardına aldığım etkinlik biletleri de telef oldu bu arada. Hayatın adımları bizden önde gidiyor maalesef. Bir kısmını iade ettim, bir kısmını arkadaşlar kullandı, bazılarını da erteledim. Hatta ertelediklerimi de ertelediğim oldu. Bugün baleye gidecektim mesela ayın 7'sinden bugüne aktarmıştım. Kendimde o cesareti bulamadım, 15 gün sonraya erteledim. Tamamen iyileşmeden niyet etmeyeceğim. 

İlaçları tükettim, sadece geniz akıntısı için yatmadan önce bir antihistaminik alıyorum. O da her sabah yataktan spatula ile kazınarak kalkmama sebep olsa da en azından gece uyutuyor. Uyuyunca da milyon çeşit saçma sapan rüya görüyorum, ki ben rüya görmeyi hiç sevmem. Bu sabah Alkibiades ile uyandım misal, o kim diyeceksiniz şimdi. İlkokuldan bu yana aklımın ucuna dahi gelmeyen bir tarihi şahsiyet kendisi, Atinalı bir general ve devlet adamı. Peleponnes savaşlarının kahramanı, bana çok lazım ya rüyama girmesi gerekiyordu. Şu arkadaş oluyor kendisi, bunlar da hep birbirine benzer ya:
 
 
Nereden tanışıyorsunuz diyecek olursanız, ilkokulda aldığım Çocuk Haftası dergisinden. Babam çok okumasa da matbuata düşkün biriydi. Ben de okumaya çok düşkün bir çocuk olduğumdan istediğim her dergiyi alırdı sağolsun. Çocuk Haftası, Doğan Kardeş, Mavi Kırlangıç, Zıpzıp, Tina. Alkibiades de o yıllardan kalma, ben onu unutsam da o beni unutmamış sağ olsun. Biraz büyüyünce Hayat, Ses, Pazar, Foto Roman, Resimli Roman, TV'de 7 Gün dergileri gelmeye başladı kapıya. Mahallemizin gazete-dergi dağıtımından sorumlu bir müvezzii vardı, köyden gelen yiğeniyle birlikte yaparlardı dağıtımı. Ergen yaştaki bıyık gölgeli bu genç, ergen yaştaki bana gizli gizli biraz kesikti galiba ki tüm gazetelerin Kelebek, Saklambaç, İnci gibi ilaveleri bizim aldığımız Cumhuriyet'in içine gizleniverirdi 😂 Sayesinde magazin kültürüm müthiş gelişmişti sağolsun. Sonra Samanyolu diye bir dergi çıktı, içinde resimli romanlar, öyküler, moda tasarımları ve patronlar bulunurdu, çok giysi diktim o Samanyolu Dergisi sayesinde kendime. Derken entelektüalitem arttıkça Milliyet Sanat, Negatif, Picus, Nokta, Tempo, Türk Dili, Varlık, Virgül, Arkitekt ve adını hatırlayamayacağım bir dolu dergi atmaya kıyamadığım için epeyce yer işgal etmeye başladılar. Ne zaman ki dijital çağ başladı, dergilerin devri kapandı bende ve evde birikenler de bir tadilat sırasında çöp toplayıcıları mutlu etmek adına konteynerin yanına bırakıldı, aksi halde biz evden kovulacaktık. Yine de dergilere gömüldüğüm o keyifli zamanları bazen özlemle anıyorum. 

Hastalığım süresince pek çok film izledim, epeyce de kitap okudum, bu bakımdan en azından lehime bir durum gelişti. Bende durumlar böyle arkadaşlar, dışarıda güneş ama başka yerlere yağan karların soğuğu var. Evin içi ise pencereden giren güneşle sıcak. Birazdan yeni başladığım "Hollanda Evi"ni elime alıp köşeme çekileceğim. Hayli uzun bir yazı oldu, gözlerinizi yorduysam affola. Kalın sağlıcakla...

14 Şubat 2025 Cuma

AHVAL VE ŞERAİT

"-Burası neresi?

-Aa bilemedin mi? Tayyibanımların evi, hani Yenimahalle'deki tek katlı bahçe içinde.

-Anneannemin baba teberiği diye pek sevdiği Tayyibanım mı? Şimdi hatırladım. Kuru üzüm tanesi kadar minicik, kuru üzüm kadar buruşuk bir kadındı. Her gittiğimizde kadı gibi divanın baş köşesinde otururdu, hiç kalkmazdı yerinden.

-Akraba mıydı ki anneannemle?

-Kuzen olabilirler, ben anneannemin baba tarafını hiç bilmedim, hoş ana tarafı olarak da bir tek annesini gördüm, o da Tayibanım gibi minicik bir şeydi, bir başka kuru üzüm tanesi yani, öldüğünde de çok küçüktüm. Babasını ise duvardaki silik bir fotoğraf görüntüsüyle hatırlarım, Ömer Efendi. Baba Teberiği dediğine göre o yönden kuzen falan olmalılar. Anneannemden büyüktü ama, elini öperdi gidince, pek hürmet ederdi o kimselere gönül düşürmeyen anneannem.

-Yalnız mı yaşardı?

-Yok oğlu, gelini ve iki torunuyla oturuyordu. Zaten gider gitmez beni savuştururdu torunlarının yanına. Tülin'di yanılmıyorsam küçük kızın adı, yaşıtım olsa gerek. Arkadan atkuyruğu olarak toplanmış sarı saçlarının gerdiği yüzünde gözleri Japon gibi çekikleşirdi. Elma gibi kırmızı yanakları ve parıltılı, sağlıklı bir cildi vardı, Norveçli desen yakışırdı yani, öyle bir Kuzeyli görüntüsü. Ablası, Betül bizden büyüktü, ergenliğinin başında, ince-uzun bir kızdı, yüz vermezdi zaten bize, kendi dünyasına çekilirdi. Hoş Tülin de pek yüz vermezdi. Aramızda sanki örtülü bir rekabet vardı ve ezilen taraf daima ben olurdum. Savuşturulduğumuz odada bir müddet sessizce otururduk. Sonra Tülin gider, bana inat edermişcesine parlak kapaklı, renkli bir kitap çekerdi dolaptan. Kalbim çarpmaya başlardı. "Uyuyan Prenses"ti o, hem de üç boyutlu sayfaları olanından. Yanında sanki ben yokmuşum, kitabı ilk defa eline almış gibi sayfaları çevirmeye başlardı, yan gözle izler, daha iyi görebilmek için boynumu uzattıkça uzatırdım. Tavuşkuşu kuyruğu gibi açılan o görkemli son sayfa, hani prens gelir de uyuyan prensesi öpüp uyandırır ya, tam orası, işte oraya gelince dayanamaz, "Ben de bakayım mı?" derdim. Çekik gözleri iyice kısılır, dudakları büzülür, kitabı hafifçe benden yana çevirip "Elimde bak!" derdi."

Çocukluk travmamı tetikleyen bu rüyayı dün gece uyur uyanık, beynim hareket halinde ama gövdem uykuya teslimken gördüm. İç sesimle rüya sesimin gerçekleştirdiği dialoga konu olay aynıyle vaki. Nasıl içime işlediyse evsahibi kızın bana olan tavrı şu yaşıma kadar rüyalarıma giriyor. Hâlâ üç boyutlu kitaplara bayılırım, benim hiç olmadı. Neden olmadı orası da meçhul, istesem bir şekilde aldırırdım ama o yıllarda pek nadir bulunan bir şeydi, muhtemelen Tülin'inki de yurt dışından falan gelmişti.

Bana delik-deşik uykular uyutup milyon yıl önceki olayları rüyama sokan ya da uykusuz geceler geçirten "Covid soslu domuz gribi" olduğunu düşündüğüm ne idüğü belirsiz hastalık 10. gününü doldurdu. Ölmedimse de sürünüyorum. İlk günden farkım vahşi öksürüğümün katlanılabilir düzeye inmesi, hırıltımın azalması ve sesimin birazcık açılması, onun dışında "Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok". Burnum tıkalı, hatta koku almıyor. Bunu da şöyle farkettim, doktora giderken Rebul'den yeni aldığım lavanta spreyini sıkmış ve kokusunu hiç almamıştım. Normalde çöpe attığım pamuktaki lavanta kokusu bile mutfağı günboyu kokuturdu. Önce fesatlık yapıp Rebul'ün de işin suyunu çıkardığı, bayat kolonyayı gönderdiği şeklinde bir düşünce geçti aklımdan ama etajerdeki tüm kokuları kokladım. Ne yasemin, ne leylak, ne limon ne de kocamın traş kolonyasında burnuma giren en ufak bir koku molekülü olmadı. Tat duygum yerinde, gerçi ilk bir hafta son derece iştahsızdım ve ağzımdaki tahta gibi duyguyla yediğimden bir şey anlamıyordum, şimdi iştah bir nebze açıldı. Bu kadarla kalsa memnun olurum. 

Aile hekimi ve acil servis doktorundan sonra gitmek zorunda hissettiğim üçüncü doktor pandemi öncesi eve yakın bir özel hastanede çalışan, ben yaşlarda ve klinisyen özelliği belirgin olan çok güvendiğim bir başka doktor oldu. Hastane değiştirmiş, randevu aldım ve gittim. Bindiğim taksiden inerken taksinin kapı kolundan üç santim uzunluğunda, kıpkırmızı bir takma tırnak düştü kaldırıma. Sabah sabah kısmetime çıkan ikramiyeye bakın, tövbelerce. Tırnağa takım olması için sanırım, danışmadaki aşırı şişirilmiş dudaklı kız bana düştü, "Höngü döktör?" diye sordu, onun aracılığı ile işlemlerimi yaptırdım. Muayenemi oldum, doktorum beni nisbeten rahatlattı, ek birtakım ilaçlar verdi ve pazartesi kontrole çağırdı. Flu'lu ilaç bitti, antibiyotik bugün bitecek, mukoza rahatlatıcı ve antialerjik almaya devam. Pazartesi ahval ne gösterir göreceğiz. Kafam saman tepili olduğundan ne okuduğumu pek anlamıyorum, film izlemeye sardım. Dün izlediğim "Stormskerry Maja" isimli film muhteşemdi, denk gelirseniz izleyin derim ve size sümbüllerle veda ederim:



7 Şubat 2025 Cuma

TERS GİDERSE İNSANIN İŞİ, MUHALLEBİ YERKEN KIRILIR DİŞİ / 7 ŞUBAT

 "Her fani bir gün Influenza'yı tadacaktır"

Sen hastane koridorlarında, sıkış tepiş asansörlerde, bekleme odalarında, kalabalık uçaklarda, sekiz çizen gümrük kuyruklarında, trenlerde, otobüslerde maskesiz onca insanla burun buruna zaman geçir, sonra gel kendi evinde influenza ol. Aferin, otur sıfır!

Geldim geleli toplasan 3-5 arkadaşla açık havada zaman geçirdim, eve giren insan sayısı dördü geçmez, üstelik aralarında hasta olan yoktu, nereden kaptım bilmiyorum. Her şey hafta başı hep benimle olan alerjik öksürüğümün belirgin şekilde artmasıyla başladı, alışkın olduğum için pek aldırmadım, nasılsa geçer dedim. Lakin gece öksürüğün sayısı arttı, şekli farklılaştı. Sabaha kadar öksürmekten uyuyamadım. Konu komşu duyduysa 3. kattaki kadın verem olmuş demişlerdir. Hoş benimki verem öksürüğünü dövecek şiddet ve kalınlıktaydı. Çocukluğumuzda izlediğimiz Yeşilçam filmlerinde Gülyağ Hoşyiğit Nalan olarak verem olur ve başında bekleyen Kartal Tip ile Hediz Bun'a bakarak kibar kibar öksürür: "Öhö öhö", hatta "ehe ehe". Ben soba borusu gibi ses çıkarıyorum, sanırsınız 50 yıldır günde 5 paket sigara içmişim. Baktım olacağı yok, aldım çantamı elime, düştüm aile hekimimin yoluna. Dedim "Hekim, bana antibiyotik ver, benim öksürüklerin sonu iyi olmuyor, hem artık serbestmiş antibiyotik yazmak". Hekim önce beni, sonra sırtımı dinledi. Dedi "Bu influenza, virutik, antibiyotiğin faydası olmaz". Sonra sonu "flu" ile biten bir ilaç yazdı, bol su iç, vitamin al diyerek yolladı. Arkadaşımın eczacı kızını arayıp ilacın işe yararlığını onaylattıktan sonra başladım ama henüz bir iyilik görünmüyor, öksürmeye devam, ayrıca tek tek gelip çoğalıyorlar, ses kısıklığı ve burun tıkanıklığı da eklendi dünden beri. Bakalım ne zaman cevap verecek ilaçlara? Ben bitmeden hastalık biter umarım.

Bu aralar gezegen sırasının ardına mı eklendik, bişi retrosu var da haberimiz mi yok, yoksa kendimiz mi bizzat retro olduk bilemedim, zira başımızın üstünde bir bulut dolanıp durur. Her şey doğum günümün akşamı başladı. Yaptığım tatlının şekerli suyunu olduğu gibi halının üstüne devirdim. Halı da düz beyaz olunca temizlemek iyice dert oldu, o şerbetli suyu bükülemeyen dizlerimle güç bela temizlemiştim ki mutfağa girdiğimde ocağın üstünden yükselen alevleri fark ettim. Çaydanlığın sapı tutuşmuş ciddi ciddi yanıyor, bir nevi mini yangın. Çığlığıma diğer odadaki Kocam Bey yetişti. İkimiz de bir an panikle bakakaldık. Sonra bir cesaretle tutup lavabonun içine fırlattım ve suyu açtım. Lakin ocak keyifli keyifli kalan bakalitleri yakmaya devam ediyor, sanırsın şömine mübarek. Allahtan o arada panikten çıkan Kocam Bey ıslattığı havluyu attı ocağın üstüne de söndürdük mini yangını. Mutfağa biraz geç girseydim olacakları düşünemiyorum bile. Gecenin kalanı soğumuş bakalitleri ocak üstünden kazımakla geçti. Allahtan çıktı, zira benim ocak bulaşık makinesinin üstünde sabit, bir de o dert vardı.

İş güç bitti, yangın söndü, temizlenecekler halloldu, oturup dinleneyim derken belim cereyan çarpmış gibi bir hisle tutuldu. Baston yutmuş gibi gidip yattım ve gece boyu ağrıdan bitap, uykusuz sabahı ettim. Sabah aldığım kas gevşetici etkisiyle biraz rahatlamıştım. Üç oldu bitmiştir herhalde diye beyhude sevinmişim. Doktorumun "İnfluenza olmuşsun hanım, 100 yıl ömrün kaldı" dediği gün arkadaşımın bahçesinden gelen ve biraz daha beklerse tazeliğini kaybedecek kumkuatları reçel yapmaya niyetlendim. Doktor seslendi uzaktan, "Unut dedi reçelleri, hastasın sen hasta kal, giy dedi eşofmanları" ama ben duymazdan geldim. Kumkuatları haşladım ve şekerli suyu da şerbete dönüşsün diye ocağa (hem de sabıkalı ocağa) koyup elimde kitap uzandım, uyuklamışım. Burnuma gelen ağdamsı bir kokuyla uyanıp odanın kapısını açtığımda bir yangın daha çıktı sandım, öyle bir duman. Şeker şerbeti kayna kayna bitmiş, üstünde kömürden bir kabuk oluşmuş ve evi duman sarmış. Hay bin kunduz, her musibet beni mi buluyor yahu. Tencereyi balkona zor attım, nefes alınmıyor dumandan. Sokak kapısı dahil her kapıyı açtım, o poyraz rüzgarına kendimi muhatap ettim tabii mecburen. Ev iki saatte ancak normal görünümüne kavuştu. Kaç oldu arkadaşlar saydınız mı? Siz bana bildiğiniz biri varsa gıyabımda bir kurşun döktürün zahmet olmayacaksa. Tabii yenilemek zorunda kaldığım çaydanlık ve tencere masrafından hiç söz etmeyeyim. Günler önce dün ve bugün için alıp hastalık nedeniyle gidemediğim bale ve konser biletlerinden de siz söz etmeyin lütfen, ağlamaklı oluyorum 😠

Neyse bu kadar dertlenmek yetsin, umarım terslikler de bitmiştir, bir an önce iyileşeyim dilerim, yazıyı çiçeklerle bitireyim de içim açılsın, içiniz açılsın:



3 Şubat 2025 Pazartesi

OCAK DÖKÜMÜ

2025 yılı itibarıyle ay dökümlerimi "Kurmaca Biyografiler" blogundan kopya çekerek yapacağım. Zira onun alfabetik sunumları çok hoşuma gidiyor, benim için de eğlenceli olacak. Şimdi bakalım Ocak ayı nasıl geçmiş:

-Ankara'da yedinci ayı tamamlayınca "Yetti artık" dedik ve 18 Ocak'ta sabahın köründe yola düştük. Yol maceramızı dönüş sonrası ilk yazımda anlatmıştım. Evimi çok özlemişim, kavuşmak iyi geldi, üstelik havalar da  bahar gibiydi.

-Bird bu yıl izlediğim ikinci filmdi ve çok hoşuma gitti. Ergen bir kızın kendisinden daha ergen ve sorumsuz ebeveynleri arasında büyümeye çalışırken karşısına çıkan ve kendisine Bird adını veren bir yetişkinle arkadaşlığını anlatıyor. 

-Cevher ya da orijinal adıyla "The Substance" ise yılın ilk filmi olarak talihsiz bir başlangıçtı. Milletin övmelere doyamadığı bu kanlı film sözde estetik sektörünü hicvediyor ama bana hiç iyi gelmedi dostlar.

ocuklardan, özellikle de Umut'tan ayrılmak zor geldi haliyle ama yapacak bir şey yok, evli evine, köylü köyüne oluyor bir zaman sonra.

-Dostlarımı özlemişim, geldiğimin ertesi günü biriyle, daha ertesi günü ise diğeriyle buluşup hasret giderdim. Varsın valizler açılmayı beklesin, görümcemin sık kullandığı bir özlü sözle: "Adı belli adamdan iş mi kaçar?" 

-Eve dönmeden temizlik yaptırmış, perdeleri yıkatmıştım. Ve fakat Antalya perdelerinin makus talihi 5. kez karşıma çıktı. Salonun güneşliği ve oturma odasının tülü cehennemi Antalya güneşinden erimiş ve yıkanma sonrası yırtılmıştı. Şöyle bir düşündüm ve perdeleri karşıma alıp bir nutuk çektim, "Bakın" dedim, şimdi sizi yenilesem hem bana tuzluya mal olacaksınız, hem de önümüz yaz, güneşten yine kavrulacaksınız. Ben bu yırtıkları plilerin arasında kamufle edeyim, bir sezon daha dayanın olur mu? Masraf çıkarmayın bana". Ses etmediler, ben de "Sükut ikrardan gelir" diyerek saldım kendi hallerine.

-Film izlemekte rekor kırdım bu ay. 10 film izledim ve çoğundan memnun kaldım. 

-Geceleri uyumakta zorlanıyorum yine, hele de geç yatarsam dön baba dönelim misali yatak benden beziyor. Kazara uyumuşsam da gecenin bir yarısı açılıyor gözlerim ve ondan sonra uyuyabilirsen uyu. Anneme çekmişim. Zamanında kadınla az dalga geçmedik, sen farkında değilsin aslında uyuyorsun diye. Hatta babam şöyle bir söylem geliştirmişti: "Benim hanım evlendiğimizden beri hasta, hala ölmedi, her tartılmada kilo verir hala bitmedi, hiç uyumadığını iddia edip sabah rüya anlatır" 😃 Maalesef yaş ilerledikçe öyle oluyormuş babacığım, kiloyu bilmiyorum ama hastalık ve uyku konusunda annem haklıymış, benzerlerini yaşıyorum. 

-Hıfzıssıhha Enstitüsü, babamın yıllarını geçirdiği kurum. Antalya'ya dönmeden kısa bir süre önce kız kardeşle nostalji yapıp babamı analım diye uğradık ama neredeyse içeri almayacaklardı. Rica minnet izin aldık, yanımızda bir güvenlikci ile bahçe içinde şöyle bir dolandık. Babamı andık anmasına da kurumun şimdiki halini görse ne kadar üzüleceğini konuştuk.

-Ilık hava çok iyi geldi, arkadaş buluşmalarını genellikle falezler üstündeki cafelerde yapıp güneş sırtımızı ısıtırken denizi izledik.

-Kuaföre koştum gelir gelmez, zira hem dip boyam gelmiş, hem de kahküllerim gözlerimin içine girmeye başlamıştı, her ikisini de halledip pek memnun ayrıldım mekandan.

-Leylaklı bir tablo hediye aldım, geçen yazımda da bahsetmiştim, orta 1'den bu yana hiç ayrılmadığımız arkadaşım benim için yapmış.

-Melek biblosu koleksiyonu yapıyorum bir süredir ama yılbaşından yılbaşına, her yılbaşı için bir melek. Bu yılki meleğim dantelden örülmüş ve benimle birlikte Brugge'dan geldi. 

-Ne zamandır Yat Limanı'na gitmiyordum. Geçen gün Kocam Bey'le birlikte güzel havayı da fırsat bilerek uzun bir yürüyüşle Kaleiçi'ne gittik, Yat Limanı'na tepeden bakan Mermerli Cafe'ye kurulup en sevdiğim Antalya manzarasının keyfini çıkardık. Buyrun, siz de çıkarın:

-Oynadığım üç oyun var tablette; Candy Crush Saga, Candy Crush Soda ve Toy Blast. Senkronize bir faaliyet benimki, tableti elime alıyor, telefonda Storytel'de dinlediğim kitabı açıyor, bir yandan dinleyip bir yandan şeker patlatıyorum. Bir nevi terapi gibi, ayrıca hayli yüksek derecelere eriştim, benimle gurur duyabilirsiniz 😂

rgü örmeyi çok özlüyorum ama her iki bileğimdeki son derece ilerlemiş Carpal Tunnel Sendrom engel. Geçenlerde elime bir zamanlar örüp örüp koyduğum bir sepet dolusu Granny Square motifi geçti. Birleştirsem bayağı güzel bir örtü olacak ama mümkünü yok, hepsini toparladım ve alt katta oturan yiğenin eşine verdim, birleştir ve kullan dedim. 

-Pırasa aldım Yat Limanı dönüşü uğradığımız pazardan. Arkadaşım pırasa, brokoli, mercimek ve tarhana ile pişen bir çorba tarif etti, onu deneyeceğim. 

-Sırt ve bel ağrıları bu ay bana hiç rahat vermedi, biri bitti, biri başladı. Şu an stabil durmdayım ama ne zaman kendilerini hatırlatırlar bir fikrim yok.

-Tam 10 kitap okumuşum Ocak ayında, hemen hemen hepsini severek okudumsa da ilk sırayı 5 yıldızla Alice Zeniter'in "Kaybetme Sanatı"na veriyorum, mutlaka okuyun derim. "Juliette" şahane bir çizgi romandı, çizgi roman sevenler kaçırmasın. 

-Uğur Deveci'yi "Buzdan Top" ile tanımıştım ve yazım dilini çok sevmiştim. Bu yaz bir söyleşi nedeniyle tanışmak da kısmet oldu, hem kendisi, hem de eşiyle. Ocak ayı içindeki ikinci Ankara söyleşisi ise yeni çıkan "Ateş Ten Gölge" isimli öykü kitabı nedeniyle oldu ve bu sayede tekrar görüşmüş olduk.

-Viyana Filarmoni'nin Yeni Yıl konseri Ocak ayının ilk gününü şenlendirdi. Gerçekleşmesi imkansız hayallerimin biri de bu konserde izleyici olabilmek.

-Yüz bin kere baksam da bıkmayacağım manzaralardan biri de Akdeniz'in üstünde yükselen Beydağları manzarasıdır, Antalya'ya döndükten sonra her fırsatta görüş alanıma aldım:

-Zevkli bir doğum günü haftası geçirdim Ocak ayının son günü doğan biri olarak. Mesajlarıyla, telefonlarıyla, içten kutlama dilekleriyle, çiçekleri ve armağanları ile beni mutlu eden tüm dostlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. 

Ve alfabenin son harfi kahve diyor, 40 yıl hatır diliyorum: