.

.
.

28 Mart 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 29 (BİTİRİRKEN) / 28 MART

Ve "Bir Günlüğü"müzün son yazısıyla karşınızdayım. 29 gün boyunca konu bulup yazmak benim gibi klavyeye oturunca parmaklarından kelime fışkıran birisi için kolay sayılsa da bizi asıl zorlayan memleketin değişen gündemi oldu. Ne yazık ki ülkemizin bir rutini yok, her sabah yeni bir olayla uyanabiliyoruz ve bu olaylar bizi hayretten hayrete, dehşetten dehşete düşürüp bu kadar da olmaz dedirtebiliyor. Ama bir bakıyorsunuz hiç ummadığınız umut tomurcukları da boy veriyor, şaşıp kalıyorsunuz. Dileğimiz huzurlu, refah içinde, gençlerimizin geleceklerinin güvence altına alındığı günlere uyanalım artık.

Bizi biraraya getirip günlük çatısı altında topladığı için öncelikle sevgili Lesliyan'a teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Aramıza ilk kez katılan dostlarımız oldu, onlara sevgilerimi yolluyor ve yazılarının günlüklerle sınırlı kalmamasını diliyorum, daha güzel günlerde, daha mutlu yazılarda buluşmayı diliyorum. İyi ki varsınız. Bazıları bu cümleyi sevmiyor ama benim sık sık tekrarladığım bir cümle bu. Herkesin varlığına şükredilmiyor ne yazık ki, o nedenle varlığıyla mutlu olduklarımıza "iyi ki" demekte beis görmüyorum. 

Günlüklerin sonu, bayramın başı derken Mart ayını da yedik, sanırım son yılların en unutulmayacak Mart ayı oldu. Bahar iyiden iyiye kendini gösterdi, Antalya en şahane günlerini yaşıyor. Sıcağı gören kendini gözlerimize serdi. Mor salkımlar, erguvanlar, Kıbrıs akasyaları, yalancı orkideler her yerde, narenciyeler çiçekleri ve kokularıyla mest ediyor, ortalık yemyeşil, balkon çınarımız da bir hafta içinde açıverdi yapraklarını, tek ihtiyacımız huzur. 

Bugün biraz evle uğraştım, ucundan kıyısından, fazla detaya girmeden temizlik yaptım. Sabah usta geldi, bulaşık makinesinin lastiğini usulune uygun yerleştirip gitti, makinede sorun yok. Fakat tüm ustalar gibi vadesinin dolduğunu, değiştirmem gerektiğini buyurdu. "Hayhay" dedim, "artık eve et alırken düşünüyoruz, sen neden bahsediyorsun. Çalışıp duran, üstelik de gayet güzel yıkayan makineyi niye değiştireyim ki? Ha, bana müsaade kendimi emekliye ayırıyorum der, o zaman el mahkum yenileriz". Ustayı savdık, depresyona bile neden olabilen bozulan beyaz eşya sendromunu böylece atlattık.

Temizliği halledince 2008 yapımı bir yerli film izledim: "İki Çizgi". Hiç beğenmedim, tek güzel tarafı birkaç sahne boyunca gördüğümüz ayçiçeği tarlalarıydı. 

Son derece bunaltıcı, sıcak bir hava vardı bugün, yağmur sıcağı derler ya, aynı öyle. Henüz yağmadı ama eli kulağında. Zaten Meteoroloji de arifeden itibaren yağmur beklendiğini söylüyor. Yarın için matinede bir müzikal biletim var, çılgın bir yağmur yağmazsa giderim herhalde. 

Bir Günlüğü'ne son noktayı koyarken yazılarıyla katkıda bulunan, okuyarak katkıda bulunan, yorumlarıyla katkıda bulunan herkese sevgilerimi yolluyorum. Şu ortamda bayramınız ne kadar kutlu olur bilmiyorum ama ben yine de yazayım: "İyi Bayramlar".

Ek: Yol arkadaşlarımız Özge ve Leylan bitirirken bize birer şarkı hediye etmişler, eh ben eksik mi kalayım? O zaman İncesaz'dan gelsin. "Güzel Günler".

27 Mart 2025 Perşembe

BİR GÜNLÜĞÜ 28 (AKSİLİKLER) / 27 MART

 Bitiş çizgisine bir kala aksiliklerle dolu bir gün geçirdim.

Yine sabahın 6'sında uyandım, tekrar uyuyamayınca kalktım. Biraz ortalığı toparladım. Makineye çamaşır attım, yıkananları astım. Baktım bulaşık makinesi de dolmuş, onu da çalıştırdım. Makine çalışırken köfte yaptım, brokoli haşladım. Haydi bir de kısa pazar turu yapayım dedim. Giyinip çıktım, pazar geçen haftadan da pahalıydı, bayram fiyatı anlaşılan. Doğru dürüst bir şey almadığım halde cüzdanım neredeyse boşalmıştı. En ucuz olan çiçekti. 50 liraya kucak dolusu rengarenk gerbera, arkadaşlık etmeleri için de iki demet frezya aldım, ona da 60 lira verdim. Gerberaların yanında pahalı kaçsa da çiçekçiden ucuz olduğu kesin. Evde çiçek oldu mu moralim düzeliyor. Şahane ekmekler satan adam da gelmiş, tam tahıllı ve çavdarlı iki de ekmek alıp ter içinde döndüm eve, çok sıcaktı bugün.

Pazar çantasını mutfağa bırakıp ellerimi yıkamaya banyoya girdim, musluğu açtım: Tıss! Su kesilmiş. Taşıma suyla değirmeni döndürüp pazar çantasını boşalttım ve birden dank etti, acaba su bulaşık makinesi aldıktan sonra mı kesildi, almadan mı sorunsalıyla makineye yöneldim. Sakarlığım üstümde olacak ki stop düğmesine basmadan kapağı açma gafletinde bulundum. Tabii ki su almış ve ben kapağı açınca o sular ortaya saçıldı. Sadece sular değil tabii, gelmeden önce güya temizlik yaptırmıştım, anladım ki bulaşık makinesi çekilip altı temizlenmemiş. 9 aylık tozlarla birlikte mutfağın bir kısmını su bastı. Paçaları sıvadım, vileda, havlu, yer bezi vs yardımıyla suları temizledim. Bu arada gözüme 30-35 santimlik siyah bir şey çarptı. Elime aldım, bir şeye benzetemedim, sonra düşündüm ki, bu kadar su gelmesi normal değil, zira ben makine çalışırken ara ara açar ve o anda kirlettiğim bir kaşık, bir tabak ekleyiveririm. Hiç böyle sel baskını olmazdı. Eyvah dedim, galiba makinenin kapak lastiği koptu, ondan bu sular bu kadar yoğun boşaldı. Kocam Bey'e imdat dedim, geldi. Ben  suları temizlerken o da yakınlardaki yedek parça satan bir yere yollandı, demişler ki parçayı görmeden bir şey diyemeyiz. Ben şaşkın makinenin diğer lastiklerini söküp adamın eline verdim. Sonuç başarısız, yok bizde bundan demişler. İşin kötüsü arkadaşlarla buluşacağım ve vakit neredeyse gelmek üzere. Tekrar makinenin başına geçtim ve anladım ki lastikte falan sorun yok, ben çalışırken açtığım için su bastırmışım ortalığa. Benim o telaşla makine lastiği sandığım şey kazara makinenin altına girmiş yapışkan pencere süngeri imiş. Sağlam lastikleri söktüğüm için ağlamaklı bir şekilde her şeyi bir kenara bırakıp hazırlanmaya başladım, sular hala yok, ter içindeyim, bir şeyleri yerlere devirdim, silecek su yok, çıldırmak üzereyken sular geldi. Bulaşık makinesi ile dönüşte ilgilenmek için vedalaştım ve evden çıktım. 

Arkadaş sohbeti ve çarşaf düzlüğündeki hafif puslu denize bakmak hem evdeki sıkıntıyı, hem ülkesel sıkıntıyı biraz öteledi. Dönüşte kuaföre uğradım yine, bayram sonuna ertelediğim dip boya işlemini tatil uzayınca bir an evvel yaptırmaya karar vermiştim, Allahtan kuaför müsaitti, halletti işimi, beklerken annesiyle gelmiş üç aylık bir bebekle ve babasının saç kesimine getirdiği 4 yaşındaki şirin ötesi bir kızla vakit geçirdim. Sonunda işim bitti eve geldim. Saçmasapan bir şekilde yerinden çıkardığım kapak lastiğini takmaya uğraştım, çok düzenli takamasam da iyi kötü hallettim ve kısa programda çalıştırıp denedim, sızma olmadı. Rahatladım biraz, zira bu devirde bulaşık makinesi bir servet. Yarın tamirci getirip daha düzgün bir şekilde taktıracağız lastiği. Akılsız başın yükünü ayak değilse de el çekti. 

Peki Pikaçu'yu gördünüz mü 😂



26 Mart 2025 Çarşamba

BİR GÜNLÜĞÜ 27 (BAKIM İŞLERİ) / 26 MART

Bir Günlüğü'nde sona yaklaştık. 28 Şubat Yeniayı ile Lesliyan'ımızın önderliğinde yazmaya başlamıştık. 28 Mart'ta da sona erdireceğiz Bir Günlüğü'müzü. Başlangıçta katılımın artmasıyla heyecanla, sonrasında keyifle, bir haftadır da endişe, kızgınlık, şaşkınlık ve umutla devam etmekteyiz. Dilerim bu seriyi bitirince daha güzel haberlerle devam ederiz.  

Bu aralar bunaltımı azaltmak için hırsımı kitaplardan ve filmlerden çıkarıyorum. Bu sabah yine güzel bir film izledim: "Başkalarının Çocukları". Yönetmenliğini Rebeka Zlotowski'nin yaptığı bir Fransız filmi idi. Başrollerini insanda yanağından makas almak isteği uyandıran Virginie Efira ve Roschdy Zem'in paylaştığı filmde yan rollerden birinde Catherine Denevue ve Marcello Mastroianni'nin kızları Chiara Mastroianni vardı. Biraz baba, biraz anneden almış ama bence ikisi kadar güzel olamamış diyerek dedikodumu ve fesatlığımı da yapayım 😂 Fransız filmlerini seviyorum, ben altyazı okumaya çalışırken filmden kulağıma gelen melodik Fransızca'ya da bayılıyorum.

Film bitince etrafa bir baktım ve evin temizliğe ihtiyacı olduğuna karar verdim. Önce hastalık, ardından  "Bırak biraz dağınık kalsın" düşüncesi ve son olarak gündemin üstümüze çöken kasveti yüzünden yemek, bulaşık ve çamaşır dışındaki kalemlere el atmadım. Eh gelen bayramdır, pek ziyaretçimiz olmasa da, biz anamızdan öyle gördük, bir bayram temizliği gerekir. Ayh bunu yazınca içime fenalık geldi bunca sene sonra bile. Annem bayram gelmeden önceki haftadan başlayarak hayatı felç ederdi. Mutfak dip köşe temizlenir (niye acaba?), perdeler, divan örtüleri, çarşaflar yıkanır, camlar, kapılar, yerler silinir, ev kalkıp gitme aşamasına gelirdi. Çok daha önceleri, ben henüz çocukken ve evde bir elektrik süpürgemiz yokken arife günü babamın hemşehrisi ve ilkokuldan sınıf arkadaşı Ayşe Teyze'den elektrik süpürgesi ödünç istenirdi. Babam bir sokak ötemizde olan evlerine gider, süpürgeyi ve Ayşe Teyze'yi alıp gelirdi.  Süpürge tekil olarak gelemezdi, sahibinin nezareti gerekiyordu. Ayşe Teyze bir yere oturtulur, eline kahvesi verilir ve süpürge çalıştırılmadan önce ev bir kez ot süpürge ile süpürülürdü. Allah etmesin ya iğne falan düşmüşse yere, ya torbayı deliverirse, "Aman" derdi Ayşe Teyze, "iyi süpür, torba delinirse patron çok kızar". Patron dediği kocasıydı. Halı süpürülüp iğne yönünden asayiş berkemal hale gelince elektrik süpürgesi ile ikinci süpürme işlemi gerçekleşirdi. "Ho ho ho Hoover/Süpürür, döver/Her yeri temizleyen/Hoover, Hoover, Hoover"di süpürgenin markası. Torbası sapında, dik bir süpürge. Son halı da süprülünce torba yine Ayşe Teyze nezaretinde boşaltılır, süpürgenin heryeri silinir ve babam, Ayşe teyze ve süpürge geldikleri gibi giderlerdi.

Efendim sonraları kendimize ait bir süpürgemiz olunca Ayşe Teyze'nin Hoover'ini rahat bıraktık. Annem bayram gelene kadar o evi kaç kere süpürürdü yazsam inanmazsınız. Arife günü temizlenen ev bir daha elden geçirilir, son çamaşırlar yıkanır ve bir gün önce banyo yapmışsak bile zorla banyoya sokulurduk. "Arife suyuyla yıkanan büyür" derdi annem. O kadar çok yıkandık ki arife günü, üç metre falan olmamız gerekirdi ama 1.60'ın az biraz üstüne ancak çıkabildik. Bu temizlik faaliyetlerinden zinhar kaçamazdım, annem benimle sözkonusu bayram Ramazan Bayramı ise, Kurban'a kadar küserdi aksi takdirde 😂 Benim intikamımsa ertesi gün annemin en bulunmayacak yere sakladığını sandığı bayram şekerlerini itinayla bulup dibine darı ekmek olurdu. 

Evin temizliği işlemini cuma gününe erteleyip önce kendi bakım işlemime karar verdim. Bazı zorunlu alışverişler de gerekiyordu mahalle marketinden giyinip çıktım. Önce kuaföre uğradım, kahküllerim gözlerimi de aşarak burnuma doğru inmeye başlamıştı, niyetim onları kısaltmak ve kaşlarımı düzene sokmaktı ama kuaförde yoğun bir boya ve pedikür faaliyeti vardı, marketi halledip geleyim dedim. Yolda şeytan dürttü, kuzene uğramaya karar verdim, güya yarım saat oturup kalkacaktım, ikindiyi buldum. Marketten alacaklarımı alıp kuaföre girdiğimde başka boyalar ve başka pedikürler almıştı sırayı. Dedim ben bunları eve bırakıp geleyim, sen de o arada işini bitir. Sonunda kahküllerim kısalmış, kaşlarım kemandan hallice kuaför işini de halletmiş oldum.

Bu günü de böylece geçirdikten sonra bir gözüm televizyonda, bir gözüm elimdeki kitapta günü bitireceğim. Aşağıdaki çiçekler sizlere gelsin:



25 Mart 2025 Salı

BİR GÜNLÜĞÜ 26 (KAFA DAĞITMACA) / 25 MART

Gündemi izlemeye ara verdiğim anlarda da izleme faaliyetine devam ettim, bu kez bakışlarım MUBİ'ye yöneldi.  Dün tam yatmaya giderken göz attığım sitede "Düğün Davetiyesi" isimli bir Filistin filmini kestirmiştim gözüme, sabah erken kalkıp başlattım filmi.

Gerçek hayatta da baba-oğul olan Mohammed ve Salah Bakry'nin baba-oğlu canlandırdığı film gelenekle modernin çatışmasını keyifli bir dille ele almış. Nazareth'de öğretmenlik yapan baba ve İtalya'da yaşamına devam eden ve kız kardeşinin düğünü için Filistin'e dönen oğulun bir gününü seriyor önümüze. Yaşadıkları yerin gelenekleri uyarınca 300'ün üstündeki davetiyenin herkese tek tek elden dağıtılması gerekmektedir. Baba bunu doğal karşılarken oğul sık sık sıkıldığını belirtir. Üç farklı dinden eş-dosta dağıtılır davetiyeler ve her gidilen yerde ısrarla yedirilip içirilirler. Oğula sürekli ne zaman memlekete döneceği, ne zaman evleneceği sorularak sıkıntısını iyice arttırırlar. Aynı bizim toplumun halleri. Bir de zamanında kocasını ve çocuklarını terk ederek sevgilisiyle Amerika'ya yerleşen anne ve onun düğüne gelip gelemeyeceği sorunsalı vardır. Kadın yönetmenin elinden çıkma 2017 yapımı filmi ben çok severek izledim, tavsiye ederim. 

Onun dışında gündelik işler, yemek vs. "İrlanda Defteri" bitti ve Meltem Gürle'nin yazım dili bir kez daha kendine hayran bıraktı. Kitap, sizlere de blogda alıntıladığım John O'Donohue'nun birkaç dizesiyle başlamıştı, yine John O'Donohue'nun bir "blessing"i (hayır duası) ile sona erdi. Yazar okurlarına aynısını dilemiş, ben de sizlere aynısını dileyerek TV önü mesaime dönüyorum:

"İyi dostların yakınlığıyla kutsanmış olasınız"


24 Mart 2025 Pazartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 25 (EVRENSELLİK) / 24 MART

Günlerdir uyku saatleri dışında aralıksız çalışan TV'yi, evdeki yüzde 50'nin yokluğundan istifade kapattım, bilgisayarın yan komşusu okuma koltuğuma geçtim. Bazen yatağında bile uyuyamayan bendenize tatlı ve kısacık şekerlemeler de sunan, okumak için en rahat ettiğim yer. "Kırmızı Kazak" kitabından sonra ne yazsa okurum dediğim Meltem Gürle'nin "İrlanda Defteri"ni aldım elime. Bir bursla gittiği İrlanda üzerine yazdığı denemeler, insanın zihninde en güzel öykülerden daha hoş bir tat bırakıyor. Yarıladığım kitapta kaldığım yeri açtım, "Zombi" başlıklı bir deneme çıktı karşıma. Birkaç satır okuyunca başlığın İrlanda'nın meşhur rock gruplarından biri olan "The Cranberries"in "Zombie" isimli şarkısını konu aldığını anladım. Grubun solisti Dolores O'Riordan'ın Londra'da bir otel odasında ölü bulunmasının üstüne Dublin müzik marketlerinin Cranberries şarkıları çaldığından bahsedip "Zombi"nin öyküsüne geçiyordu. Öyküyü içim parçalanarak okudum ve bilgisayar başına geçip şarkıyı buldum. 90'lı yıllar benim en yoğun çalıştığım, oğlumun eğitimiyle en fazla ilgilendiğim ve yeni bir eve taşınma telaşında olduğum zamanlardı. Yabancı rock gruplarından ziyade yerli poptu ilgi alanım. Cranberries'in adını duymuşluğum vardı ama takip etmişliğim yoktu. O yüzden şarkının öyküsünü bir geç kalmışlık ve hüzün duygusuyla okudum. IRA'yı (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) elbette biliyordum, bilmemem imkansızdı zaten, gün geçmiyordu ki haklarında haber okumayalım. IRA 1993 Mart'ında, Warrington şehir merkezinde birbirine yakın iki çöp kutusuna yerleştirdiği bombalarla bir patlama gerçekleştirmiş ve pek çok yaralı ile biri üç, biri oniki yaşında iki çocuğun ölümüne sebep olmuş. Bu olayın üstüne Dolores O'Riordan çocukların ölümünü konu alan "Zombie" isimli şarkıyı yapmış ve şarkı grubun 94'te çıkardığı albümde yer alarak bir barış çağrısı olarak algılanmış. Zaten bir süre sonra da IRA 25 yıllık silahlı mücadelenin ardından ateşkeş ilan etmiş. 

Yazar bu olayı kaleme aldığı denemenin sonunu şöyle bitiriyor: "Barışa ve adalete yine çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde, Irlanda dolaylarından gelen bu dokunaklı şarkıyı ve ona ses veren bu cesur kadını hatırlayalım. En çok da zihnimizde çığlık çığlığa bağırarak bizi felce uğratan korkulara dur diyebilmek ve zombileşmeye karşı koyabilmek için." Bazı şeyler ne kadar evrensel ve bazı yazarların öngörüsü önünde şapka çıkarmak gerekiyor sanırım. 

Şarkıyı buradan dinleyebilirsiniz

Bu hüzünlü öykü ve şarkıdan sonra biraz içinizi açmak için aşağıya şu fotoğrafı bırakıyorum, dünkü oy verme sonrası yürüyüşünden:

 Nazım'ın,
 
"Akın var 
güneşe akın
Güneşi zaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın"
 
Dizelerini getirdi aklıma...

23 Mart 2025 Pazar

BİR GÜNLÜĞÜ 24 (SANDIK) / 23 MART

Sabah 9 civarı evin hemen yakınındaki sandığa gittiğimizde gördüğümüz erken saat kalabalığına şaşırsak da fazla beklemeden kullandık dayanışma oyumuzu. Biz ayrılırken sıra bekleyen 80+ teyzeler siyasi tartışmalar yapmaktaydı. Gündem herkesi politize etti. Görevimizi eda ettiğimize göre yürüyelim, üstümüzde kaç gündür biriken sıkıntıyı atalım dedik. Tam sokağın sonuna gelmiştik ki köşedeki marketin tabelası çarptı gözümü. Defalarca önünden geçtiğim halde dikkatimi çekmemiş, tevafuk mu desem, tesadüf mü bilemedim ama gülümsedim:

Çarelerimiz ve umudumuz hiç tükenmesin, hayat bu, neyin ne zaman önümüze düşeceği belli olmaz, tıpkı taş merdivenlerin arasından başını uzatan şu çiçek gibi:

İlkokuldaydım, babamla Sadri Alışık'ın "Şaka ile Karışık" isimli filmine gitmiştik. Sadri Alışık işleri yolunda gitmeyen, tam sonuca ulaşacakken önüne bir engel çıkan, şanssız bir insan rolündeydi, ismi de "Ofsayt Osman"dı. Film tüm Sadri Alışık filmleri gibi içe işleyen, hoş bir filmdi ama finali gerçekten unutulmazdı. Talihsizlikler yüzünden düştüğü mahkemede başına gelenleri anlatan Osman, sonunda "Yine mi ofsayt?" diye sorar hakime, hakim "Gool!" diye bağırır.  Bizlerin de epeydir ofsayta düştüğümüz şu ülkede dilerim bu defa gol olur...

Not: Filmin kadın oyuncusu dün yitirdiğimiz Filiz Akın'dı. Avrupai görüntüsü ve zarafetiyle canlandırdığı gariban kız rolünde biraz eğreti dursa da çocukluğumuza ve ilk gençliğimize damga vuran filmleriyle unutulmazdı. Huzurla uyusun...


22 Mart 2025 Cumartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 23 (ALINTI) / 22 MART

 ..........
Gönlünü ferah tutarsan, 
Yine güzel günler gelecek;
Ayakların bir kez daha
Vaat edilen yeşil çayırlara erecek
Havanın yumuşacık olduğu
Ve yeni bir başlangıçla pembeleştiği o yerde.

John O'Donohue 

Dizeler Meltem Gürle'nin yeni kitabı "İrlanda Defteri"nin girişinden. İçinde bulunduğumuz günlerle çok senkronize oldu sanki...



21 Mart 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 22 (NEFES ARASI) / 21 MART

Televizyon evin içinde yaşayan 3. bir şahıs gibi biteviye konuşurken iyimserden kötümsere, kötümserden iyimsere dalgalanan ruh halleriyle akvaryuma bakar gibi bakıyoruz. Çocukluğumda Zeki Müren-radyonun popüler olduğu o güzel günlerde-bir lastik reklamında yer alır, "Gözünüz yolda kulağınız bende olsun sevgili şoför arkadaşlarım" diyerek başlardı programına. Ben de şu an gözüm TV ve Twitter'de, parmaklarım klavyede yazıyorum bu yazıyı, o yüzden imla yanlışlarım olursa affola. 

Gündemin getirdiği ruh halinden çıkıp bir nebze olsun nefes almak için dün akşam Opera Sahne'sinde idik. Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı diyerek bir yerli opera izledik, izlemesek de olurmuş esasen. Meşhuuur "Aşk-ı Memnu"muz bu kez opera olarak boy gösterdi biz izleyicilerine. Perde Etnan Bey ile Bihter Hanım'ın nikah töreniyle açıldı. Nikah şahitlerinden biri de devrin ünlü muharrirlerinden Halit Ziya Beyefendi idi 😊

Fotoğraf buradan

Dekor, kostümler, sanatçıların ses tonları, oyunculukları, müzikler çok güzeldi, lakin Türkçe opera pek çekilmiyor be dostlar. Başka dillerdeki aryaları bir yabancı şarkı dinler gibi, anlamını bilmesen de zevkle dinliyorsun ama bildiğin bir dilde söyleneni de anlamak istiyorsun. Eser opera formunda yazılmadığı için haliyle şarkı sözleri değil konuşmalar var. "Maaatmazel'i çağııır" seslenişi kulağa çok melodik gelmiyor işin açıkcası. Zaten net anlaşılmadığı için ister istemez insanın gözü sahnenin üstündeki elektronik yazı panosunda oluyor, bu da oyunu takip etmekte zorluk çıkarıyor. Velhasılı harcanan o çok büyük emeği takdir ediyorum ama eğer operaya gideceksem bundan sonra yabancı eserleri tercih etmekte kararlıyım. 

Bir de işin seyirci yönü var ki, buna çare yok ne yazık. Bilet bulduğum sürece sıra başı alırım, oturumu da, izlemesi de rahattır. Yine öyle yapmıştım, sağ yanda, bir öndeki sırabaşında oturan genç kızın telefon ışığından sahneye konsantre olamadım. Sürekli kurcaladı, mesaj yazdı, like attı, fotoğraflara baktı, arkadaşına bir şeyler gösterdi. A be kızım niye geldin madem izlemeyecektin, otur evinde mıncıkla telefonunu. Nitekim ikinci yarı bitmeden de paldır küldür çıkıp gitti. 

Hayli uzun süren temsilden çıkıp eve geldiğimde vakit geceyarısına yaklaşıyordu ama müthiş çay çekiyordu canım, hemen demledim ve bardağı alıp ekran karşısına geçtim. Lakin biber gazları, tazyikli sular vs ne çay tadı bıraktı, ne keyif, gidip yattım.

2 gündür devam eden şiddetli rüzgar bugün hız kesti, güneş ısıtmaya başladı tekrar, umarım bugün resmen teşrif eden baharla birlikte ülkeye huzur da gelir...


20 Mart 2025 Perşembe

BİR GÜNLÜĞÜ 21 (ŞAŞKINIZ, UMUTLUYUZ) / 20 MART

Kardeşimle aramda hatırı sayılır bir yaş farkı var. Yaş aldıkça o ara kapanıyor bir şekilde ama başlangıçta epey fark ediyordu. O doğduğunda ben taze bir ergendim mesela. Bebeklik sürecinde sık sık ziyaretimize gelen, annemin çok yakın bir arkadaşı vardı, Hasibe Teyze. Çocukları çok sever ve başlarına bir iş gelecek diye çok korkardı. Rica görünümlü ihtarlar verirdi sürekli, ayaklı bir anons gibiydi: "Bak rica ediyorum, bu çaydanlığı arkadaki ocağa koy", "Bak rica ediyorum yatağının yanına sandalye daya düşmesin", "Bak rica ediyorum, bu oyuncak sivri, verme eline" tarzında sürekli uyarı alırdık. Bir sefer geldiğinde hafiften ateşi çıkmış yatıyordu kardeşim. Hasibe Teyze çıldırdı, "Nazar değdi bu çocuğa, nazar duası okumuyor musunuz uşaaak? Aşkolsun size" diye Niğde ağzıyla azarladı bizi, ardından da beni karşısına oturtup bir nazar duası öğrettti, aklımda kalmayacağını anlayınca kağıda yazdırdı. Giderken de, "Bak rica ediyorum bu duayı ezberle, her gün oku, üfle çocuğa" diye yine bir anons geçti.  

Duayı çabucak ezberledim, Hasibe Teyze'nin uyarısı, annemin talimatıyla her gün okuyup üfleyerek nazarlardan koruyordum kardeşimi, fedakar bir ablaydım yani. Şimdi aşağıya o duayı yazıyorum:

"Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Dabarnuş, Sazenuş, Keyfetatayyuş, Kıtmir". Evet Kıtmir 😂 Anladınız sanırım Hasibe Teyze'nin bana dua diye ne okuttuğunu yıllarca, "7 Uyurlar"ın ve köpeklerinin isimleri. Duydukları her Arapça sözü, gördükleri her Arapça yazıyı Kuran ayeti sananlardan birinden duymuştu eminim Hasibe Teyze, ne bilsin kadın işin aslını. Ben bile kardeşim kocaman olana kadar, "7 Uyurlar" efsanesini duyana kadar bilmeden okudum durdum. Ama niyete bakmalı değil mi, belki de o sayede kardeşime değecek nazarlar engellendi, kainatın sırlarından sual olunmaz. Bu arada belirteyim hiçbir batıl inancım yoktur ama nazara, kötü enerjiye inanırım, deneyle sabittir çünkü.

Dün sabah içimize çöken kasvet akşamüstü umuda dönüştü. Gençler beni gençlik yıllarıma ışınladı, kulağıma o yılların coşkulu şarkıları doldu. O yüzden umutluyuz diyorum ve yukarıdaki nazar duası olmayan ama o niyetle yıllarca ettiğim nazar duasını ve tüm iyi dileklerimi onlara yolluyorum: Ayaklarına taş, gözlerine yaş değmesin...

 Madem bugün Ekinoks, çiçekler açsın o zaman

Benim de hâlâ umudum var Lesliyan


19 Mart 2025 Çarşamba

BİR GÜNLÜĞÜ 20 (KARIŞIK) / 19 MART

Kafa karışık, ruh huzursuz, iç sıkkın...

TV ekranına yapışmaktan bunalınca başka bir karışıklığı düzenleyeyim bari dedim, belki kafa biraz dağılır:

 


 Ya sabır, ya sabır.

Bu iş çok zor Yonca...


18 Mart 2025 Salı

BİR GÜNLÜĞÜ 19 (BOŞ İŞLER) / 18 MART

Delik deşik ve çok huzursuz bir uykudan sabahın 7'sinde çalan telefonla kalbim çarparak uyandım. Neyse ki korkulacak bir durum yoktu ama kalp çarpıntım epey devam etti. Uyanmışken kalktım artık, biraz ortalığı toparladım. Sonra baktım hava güneşli, henüz soğuk ve yağış giriş yapmamış buralara gidip çamaşır makinesini çalıştırdım. Makine durana kadar MUBİ'de bir film izledim: "Açık Kapılar Ardında". 63 dakikalık, siyah beyaz bir filmdi. Almanya'ya daha iyi bir hayat kurmak için giden eğitimli gençlerin uyum sancıları üzerine kurgulanmış. Açık söyleyim, sevmedim. Film biterken makine de "Bittim ben, gel boşalt" sinyali verdi, senkronize bir durum hasıl oldu yanisi. Gidip çamaşırları astım, o kadar çokmuş ki ip yetmedi, bir kısmını katlayıp çamaşır sepetinin içinde bıraktım. "Sizinle sonra görüşürüz" diyerek çalışma masasına oturdum, ajandama bir şey not edecektim, elime aldığım kalem yazmadı, ikincisini denedim, o da yazmadı, üçüncüyü denerken sinirim bozuldu. "Ben bu yazmayan şeyleri niye tutuyorum" diyerek toptan masa üstü temizliğine giriştim. Söylemesi ayıp kalem, defter, ayraç, kısacası kırtasiye delisiyimdir. Bir kaleme taktıysam istiflerim. Bütün kalemleri boşalttım ait oldukları yerden. Hepsini tek tek denedim, çoğu yazmıyor, ya bitmiş, ya sıcaktan içleri kurumuş, genellikle de bazı eşantiyonlar bence zaten boşmuş 😋 Yazmayanların hepsi çöpe gitti, hemen hemen rekoltenin yarısı. Sonra mekan tuttukları kupaları temizledim, bir kısmı akmış, parmaklarımı mora boyadılar. Kalemde tercihim çoğunlukla mor yazanlardır. Ne kadar yıkadıysam da çıkmadılar, bir süre mor kınalı gezeceğim sanırım. Elim değmişken çalışma masasının üstündeki diğer eşyaları da elden geçirdim, ayraçları düzenledim, çift olanları attım, içlerinde ne olduğunu hatırlamadığım birtakım kutuları yerleştirdim, oradan da epey çöp çıktı. Sonunda düzene soktuğumda tüm evi temizlemiş kadar yorulmuştum. "İvildemek" derdi anneannem bu tür işlere, yaptığın dişe dokunur bir şey değildir, bedenen çok da bir güç harcamazsın ama olduğun yerde eğil kalk, boşalt doldur derken ne kadar zaman ve enerji harcadığına şaşar kalırsın. Neyse iyi oldu, temiz pak oldu ortalık. Dün aldığım mor sümbülleri de getirip koydum masaya, kokusu burnuma dolsun ki keyifle yapayım ne yapıyorsam:

Arka planda da leylak tutan minik eller görünüyor 💜

Esasen küçük bir yürüyüş tasarlamıştım ama masa üstü düzenleme hem vaktimi aldığı hem de yorduğu için yarına sakladım hevesimi ve çeşitli ortamlarda gündeme gelen yeni Netflix dizisi "Adolescence"yi izlemeye karar verdim. Yazıya geçmeden bir bölümü bitirdim bile, cinayetle suçlanan bir ergenin etrafında dönüyor olaylar, birer saatlik dört bölüm zaten hepsi, çabucak biter. 

Yazımı bir Selanik türküsüyle sonlandırayım, çok severim, Melihat Gülses söylüyor:

Mavrova'dan aldım sümbül

 

17 Mart 2025 Pazartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 18 (MÜZELİ, KEDİLİ, ÇİÇEKLİ, DENİZLİ POST) / 17 MART

Dün park turunu tamamlayınca hemen karşıda yer alan müzemizi de bir ziyaret edelim dedik. Bizim müze haftanın 7 günü açık, pazartesi kuralı burada işlemiyor. Zaten bizim niyetimiz de müzenin içini değil bahçesini görmekti. Haftaya müzede konser var zaten, özlersek hem gider Tanrılar Salonu'nu gezeriz, hem de müzik dinleriz. 

Hep söz ederim, müzenin bahçesi şahane, baharda daha da şahane oluyor. Bahçeye açılan terasın çardağında mor salkımlar var, bu mevsimde coşuyor ve aşağıda oturanlara müthiş bir koku sunuyor. Hemen yandaki kafede bir fincan kahveyi fahiş turistik fiyatlarla satsalar da masalarda saatlerce oturup mor salkımlara bakarak mest olmak beleş 😂 Kimse kalkın gidin demiyor. Sıkılırsanız çıkın bahçede dolaşın, yol boyu heykeller sıralı, arslanlı lahit kapaklarımız güvenliğinizi sağlar. Zemin yeşermiş, çiğdemler fışkırmış ağaçlar çiçeklenmiş.

 


 

Bir de tekirimiz var, aşağıdaki tarihi eserle adeta bütünleşmiş, ne zaman gitsem orada bulurum, bu sefer yatak niyetine kullanıyordu:

Müzenin en önemli özelliklerinden biri bahçedeki kulübede beslenen hayvanlardı. Değişik cinslerden horozlar, tavuklar, sülünler, 3-4 tane kurumlu tavus kuşu, buranın alamet-i farikası gibiydi. Görelim diye kulübeye yanaştık ki bomboş, bir tane çilli horoz dışında tek bir hayvan yok. Şaşırdık görevliye sorduk, sansar kapmış güya. Anlamadık valla, şehrin ortasında sansar? Koskoca tavusları da mı kaptı dedik, yok onlar dolaşıyor ortalıkta dedi ama birini bile göremedik. Tuhaf bir durum var ama çözemedik. 

Bu sabah ilk işim dün izleyip pek beğendiğim "I'm Still Here"in yönetmeninin 1998'de çektiği ve başrolünde Fernanda Torres'in annesi Fernanda Montenegro'nun (diğer filmde Alzheimerli anneyi canlandırmıştı) oynadığı "Merkez İstasyonu/Central Do Brasil" filmini izlemek oldu. Bu da çok güzeldi, çok sıcak bir öyküsü vardı, nette mevcut, izlemenizi öneririm. 

Filmi izledikten sonra miskin miskin oturuyordum ki arkadaş aradı buluşalım diye, apar topar hazırlandım, bir cafede oturduk, pek de güzel oldu:

Madem kedilerden gidiyoruz, bu da bir diğeri, hepsi uykucu bunların:

 Kedi uykusu derinliğinde uykular diliyerek bitiriyorum...




16 Mart 2025 Pazar

BİR GÜNLÜĞÜ 17 (BAHAR) / 16 MART

Bu sabah gözümü açtığımda saat 6.30'u gösteriyordu. Daha fazla uyuyamayacağıma anlayınca kalktım yataktan. Yüzümü yıkayıp balkona çıktığımda ortalık yeni aydınlanıyor, güneş yükselmeye çalışırken ay da aksi yönde tabak gibi batmayı bekliyordu. Öyle güzel bir dolunaydı ki bakmaya doyamadım, hatta fotoğrafladım ama sıradan cep telefonum o güzelliği hapsetmeyi beceremedi. Sanki gece göründüğünden daha netti, kraterler belirgin, neredeyse Neil Armstrong'un ayak izini görecektim. Tabii bu kadarı tevatür de Armstrong'un aya ayak bastığı anı canlı yayınla dinlemiş kuşaktanım. Hem de nerede? Yazar Aile Gazinosu'nda. Gençlik Parkı içinde bir açıkhava gazinosu idi ve sahibi Gönül Yazar'ın ilk eşi Necdet Yazar'dı. Assolist kimdi hatırlamıyorum, aklımda Beyaz Kelebekler kalmış, zaten o geceden iki gün sonra trafik kazası geçirip iki elemanlarını kaybedeceklerdi. Anneannem, kuzenim ve ben gitmiştik gazinoya, o vakitler gazinolara gitmek kolaydı. Kapıda bilet alır, erken gittiyseniz podyum kenarı bir masa kapar, bir de semaver getirttiniz mi olay biterdi. Henüz program başlamamış, biz semaverde çayın demlenmesini beklerken, ayak basıvermişti Armstrong ay yüzeyine. Gazino idaresi radyodaki canlı yayını hoparlöre vermiş, biz de saniye saniye takip etmiştik bu tarihi anı. Bir tek dedemi inandıramamıştık aya gidildiğine: "Ay bir nurdur, gidilemez" diye tutturmuştu rahmetli 😂

Ay ile vedalaşıp içeri girince Oscar adayı olduğundan beri izlemeyi başaramadığım "I'm Still Here" filminin başına oturdum. Malum ortamlara düşmüş kendisi, geç de olsa yakaladık ve ne kadar iyi oldu. En güzeli en sona kalmış meğer. Çok etkilenerek izledim, oyunculuklar şahaneydi, konu iç yakıcı ve beni gençlik yıllarıma döndüren çok tanıdık olaylar dizisiydi. 12 Mart ve 12 Eylül sonrası yaşananlar birer birer geçti gözümün önünden. Bizim kuşağın görmediği kalmadı, ne diyeyim daha beteri gelmesin. Fernanda Torres'in oyunculuğuna hayran kaldım, kaşıyla, gözüyle, mimikleriyle, eliyle, koluyla verdi hissettiklerini, yaşadıklarını. Şimdi bu film ve bu kadın dururken niye Oscar o ergen filmine ve zottirik oyuncusuna gitti çözemedim. Oscarcı amcaların hikmetinden sual edilmiyor ne diyeyim.

Bugün hava Antalya için bile abartılı derecede sıcaktı. Öğle saatini geçirdikten sonra parka doğru bir yürüyüş niyetine girdik ve yola düştük. Geldiğimden beri en sevdiğim parka gidememiştim. 3 km ve 5500 adım sonra parkın kapısından giriyorduk. Parkın buluduğu falezlerden Varyant'a şelale gibi dökülen mor salkımlar açmasına açmış ama henüz en görkemli haline ulaşamamıştı, öyleyken bile mis gibi bir koku yayıyordu. 

 
Bizim bu park kedi Cenneti. Eskiden içinde kedilerin yaşadığı büyük bir kulübe vardı girişte, zamanla parkın bitişiğindeki otelin koku oluyor şikayeti nedeniyle kaldırıldığı söylendi, ne derece doğrudur bilmem ama sadece kulübe gitti, kediler parkın gerçek sahibi biziz dercesine kayıtsızca dolaşıyor her yerde ve çeşitli insanlar tarafından sürekli besleme yapıldığı için de gayet besili ve sağlıklılar. Siz parkı dolaşana kadar onlarca kediye rastlamanız vakayı adiyeden. Hatta sadece yerlerde değil, bakınız:

 Öyle güzel uyuyorduk ki, imrendim, ağaca tırmanıp yanına yatasım geldi 😊

Ağaçlar uyanmaya başlamış, otlar, çiçekler rengarenkti. Normalde dönüp bakmayacağımız turp otları bile öyle coşmuşlardı ki Van Gogh resimlerinden fırlamış gibiydiler:

 

Alev çalısı ve Beydağları

Salkımlar, ağaç mineleri, katırtırnakları ve Kıbrıs akasyaları baharı karşılamak için çiçeklerini salıvermişler.

Sıcak üstten, yorgunluk alttan baskı yapınca dönüş yoluna geçtik, yorulsak da iyi geldi bu bahar karşılaması. Kaslar hizaya gelmiş olsa gerek ki 13.500 adıma geçen haftaki gibi tepki vermediler. Dönüş yolunda bir bahçede rastladığım erguvan tablo gibiydi, Ekmekçim için çekiverdim fotoğrafını:

Yeni haftanız güzellikle ve sağlıkla gelsin...


15 Mart 2025 Cumartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 16 (YAREN) / 15 MART

Bugün tüm ortamlarda Yaren, ben de değinmeden geçemedim. O kadar susamışız ki güzel şeylere, milletçe coşkuyla karşıladık gelişini desem yeridir. Masal diye anlatılsa olacak bir güzellik Yaren ile Adem Amca'nın yaşadıkları. Dilerim uzun yıllar şenlendirir  ülkemizi, Adem Amca da hep karşılar onu.

Bugünün etkinliği Antalya Devlet Tiyatrosu'nun sahneye yeni koyduğu bir oyundu: Therese Raquin (Bir Cinayetin Anatomisi). Emile Zola'nın aynı adlı romanından uyarlanmış oyun. Yıllar önce okumuştum kitabı, muhtemel ki Yenimahalle Halk Kütüphanesi'nden ödünç almışımdır. O kadar uzun zaman geçti ki üstünden, konuyu ana hatlarıyla bile hatırlayamadım ama sahneye uyarlanması kolay bir eser olmadğı için beklentimi yüksek tutmadım giderken. Hava o kadar sıcaktı ki yürümeyi gözüm yemedi, tiyatronun önünden geçen bir otobüse binmeye niyet ettim, lakin burun farkıyla kaçırmışım. Arkadaşla belirli bir saatte sözleştiğim için taksiye bindim zorunlu olarak. Taksici "Adresi bilmiyorum abla" dedi. "Pes" dedim, "hiç mi tiyatroya giden müşterin olmadı". "Ben yeni geldim bu şehre de ondan, navigasyon açayım mı?" diye sordu. "Yürü ya" dedim, "dümdüz gideceksin zaten". Pek konuşkan biriymiş ama ne dediği de anlaşılmıyor, ikide bir "Efendim" dedirtiyor bana. Sonunda dayanamadım "Almanya'dan mı geldin?" deyiverdim. Güldü, İzmirliymiş, ailesine kızmış basmış gelmiş. "Eh hoşgeldin o zaman, biraz yavaş konuş" diye ben de güldüm. Yol boyu bilmediği yere gidecek müşterilere yol tarif etmelerini istediğinde nasıl kızdıklarını anlattı durdu. Sonra da şık bir dönüşle beni tiyatronun giriş kapısının önüne kadar bıraktı. 

Oyun iki perde idi ve iki saat sürdü. Beklentimi yüksek tutabilirmişim, zira çok güzel sahnelenmişti. Uyarlama, oyuncular, sahne düzeni, kostümler, dekorlar hepsi çok başarılıydı. Uzun zamandır ilk kez Devlet Tiyatroları'nda sahnelenen bir oyunu bu kadar beğendim. Sadece afişi çirkin buldum, o kadar kusur kadı kızında da olur. 

Dönüşte hava bir nebze serinlemişti, yürüyerek döndüm. Kaldırımlardaki turunç ağaçları çiçeklenmiş ve mis gibi kokuyordu. Mor salkımlar da açmaya başlamış. Yarın niyetimde parka gitmek ve şelale gibi akan mor salkımı görmek var. 

Bu ay tesadüfen hep YKY tarafından basılmış kitapları okuyorum. "Kurtların Tarihi"ni bitirince Sultan 2. Abdülhamit'in torunu Ertuğrul Osman'ın anılarını içeren "Şehzadenin Yüzyılı"na başladım. Ülkeden sürüldükleri için ağlak yapıyorlar ama ne şatafat ne şatafat, yurtdışında yaşadıkları evlerin fotoğrafları var, hepsi saray yavrusu. Harcamaları dudak uçuklatıyor. Tabii ki anlatım biraz taraflı ama kitap ilginç. 

Hepinize keyifli bir Pazar günü diliyorum...



14 Mart 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 15 (DİŞ İŞLERİ) / 14 MART

Günlüğümüzü yarıladık, aferin bize 👏

Sabah saatlerinde kendime bir seyirlik buldum. Üst katımız bir süredir boştu ve kimler tarafından kiralanacağını biraz da kalbim çarparak bekliyordum. Zira çok çektik bazı kiracılardan. Esasen ev sahibinin de kiracılarından farkı yoktu, zamanında o da az canımızı sıkmadı. Bir ara sürekli öğrencilere kiralandı ev. Sanki şehirdeki en berbat öğrencileri bulup veriyordu kiraya. Neler yaşadık, kimlerle karşılaştık; balkonda ve antrede torbalar dolusu çöp biriktiren mi, musluğu açık unutup hem kendi evlerini, hem bizim evi su bastıran mı, gecenin 3'ünde "Angara'nın Bağları" ile coşan mı, yaz geceleri balkonlarda avaz avaz sabahlara kadar sohbet edip uyutmayan mı, çamaşır makinesine kısa devre yaptırıp yangın çıkaran mı, her türlü pisliklerini apartman boşluğuna fırlatan mı, o yüzden ödüm patlıyordu yine benzer bir öğrenci grubu gelirse diye. Kiralık levhası kalkınca anladım yeni kiracı geleceğini, sabahleyin de nakliye kamyonu ve taşıma asansörü dayandı apartmanın önüne. Sık sık balkona çıkıp eşyaların türünden nasıl birileri olduğunu anlamaya çalıştım, zira ortada taşıma görevlileri dışında kimse yoktu. Büyük kamyon ve asansörle gelince öğrenci olmadığını anladım. Sanırım yine bekar biri taşındı ama şimdilik makul görünüyor, devamını yaşayıp göreceğiz. 

Ben çocukken çok severdim taşınan insanları seyretmeyi. Oturduğumuz yerden taşınıyorsa bir nevi vedalaşma gibi izlerdim zaman içinde aşina olduğum eşyaları. Apartmanımıza taşınıyorsa yine eşyalarından nasıl biri olduğunu tahmin etmeye çalışırdım. Ne yapalım henüz teknoloji ile tanışmamış kuşaktık biz, TV yok, bilgisayar yok, tablet yok, oyun konsolu yok, akıllı telefonu geçtim evlerimizde ahizeli telefon bile yok. Hazır taşınma bulmuşsun, geç karşısına film gibi izle 😂

Üst komşunun eşyaları taşınıp bitince ben de hazırlanıp dün aldığım randevu uyarınca diş hekiminin yolunu tuttum. Eve yakın zaten, 5 dakikalık yürüme mesafesinde. Ramazan nedeniyle sanırım kimsecikler yoktu. Galoşları geçirdim ayağıma, yerleştim koltuğa. Çoğunluğun aksine ben dişçi koltuğundan hiç korkmam, diş hekimine gitmekten de. O kadar çok işim düştü ki o muayenehanelere en acılı tedaviye bile alıştım. Zaten diş hekimim de bir nevi arkadaşa dönüştü yıllardır gide gele. Önce bir fasıl sohbet ettik, sonra dolguyu halletti kısa sürede. Bayram ikramiyem daha elime geçmeden bir kısmını bırakıp çıktım 😂

Öğleden sonra MUBİ'de bir film bulup izledim: "Üç Aile" olarak Türkçeleştirilmiş, Nanni Moretti'nin yönettiği bir İtalyan filmi: "Tre Piani". Roma'daki bir apartmanın üç katında yaşayan ailelerin kendi sorunlarını ve birbirleriyle olan olumlu-olumsuz ilişkilerini konu almış. Ben sevdim, iki saat nasıl geçti anlamadım. 

Şimdi efendim izninizle Storytel'de "Suç ve Ceza"yı dinleyerek kısır yapmak üzere mutfağa gideceğim. Bu akşamki menümüz bu, bir değişiklik olsun bakalım. 

Günün fotoğrafı olarak da kuş koleksiyonumdan iki parça bırakıyorum. Kiraz dalındaki kuş kardeşimin bir arkadaşının çizimi:



13 Mart 2025 Perşembe

BİR GÜNLÜĞÜ 14 (BİR TATLI HUZUR) / 13 MART

Bugün benim ödev gecikti örtmenim, tek ayak üstünde cezaya mı durayım, velimden kağıt mı getireyim 😍

Çünkü epey yoğun bir gün yaşadım. Her gece tekrarlanan geleneğe uyarak 1'de, 3'de ve 5'de uyanıp, delikli bir uykuyla 8'de kendimi itekleyerek kaldırdım yataktan. Günlük işleri tamamladım, blog dostlarımı ziyaret ettim. Biraz eski albümleri karıştırdım. Bu arada ağzımın içinde bir tuhaflık hissettim, o da ne? Diş dolgularımdan biri kendini balkondan atmış. Düştüğü mevkiden alıp, merasimle çöpe yollayıp diş hekimime telefon ettim. Sekreter yarın öğlene randevu verdi. Bu denenmiştir dostlar, benim dişler ne zaman para kokusu alsa sorun çıkarırlar. Eskiden vergi iadesi için form doldurur, sonra ödeme alırdık. Her ay değilse de birkaç ayda bir vergi iadesi alacağımız gün dişlerimden biri sinyal verir, parayı cüzdana koymadan diş hekimine transfer ederdim. Yine meslek dersleri öğretmeni olunca koordinatörlükten dolayı yılda bir-iki defa ödeme yapılırdı bize, çoğu kısmet olmadı, dişlerimin hakkıymış. Bu seferki de sanırım bayram ikramiyesine yapılan zammın duyumunu aldı, şunlar bayram şekerine yatırmadan ben sorun çıkarayım dedi 😂 Ne diyeyim kimse kimsenin kısmetini yemez.

Randevuyu aldıktan sonra giyindim ve oturmaktan tembelleşen bacak kaslarımı eski performansına döndürmek için yürüyüşe çıktım. Hava hayli sıcaktı ama tedbiren yanıma hırka aldım, zira Antalya bu mevsimde insanı hasta etmek için her yola başvurur. Konyaaltı Caddesi'ne gelince Atatürk Parkı'na daldım, park içinden yola devam ettim. Epeyce de terledim. Çıkışa yaklaşırken şu fotoğrafı çektim:

Henüz yapraklanmamış ağaçların ardından görünen Beydağları ve deniz çok güzel göründü gözüme, elimdeki çiçekler de kendini fotoğrafa dahil edivermiş.

Epey sıcaktı, öğle güneşi terletti beni, buna rağmen önce Varyant'tan birkaç fotoğraf çektim, sonra da yürüye yürüye Beachpark'a indim.

Daha dağlarında kar varken bu sıcak nedir eyy Antalya?

Beklenmedik yerlerde ortaya çıkan küçük sürprizler. Mor salkımlar açmaya başlamış, Kıbras akasyaları da:
Epeyce denize giren, kanoyla gezen vardı. Su sıcaklığı ne durumdadır bilmiyorum ama dışarısı bildiğin yazdı bugün. 

Beachpark'ı boylu boyunca katedip yiğenimin mekanına ulaştım sonunda, şaka maka yorulmuşum, esasen yürümekten ziyade sıcak yordu. Bugünkü adım sayısı 8000'de kalsa da kaslar mızırdanmadı. Sonrası keyifli ve uzun bir sohbet oldu. Kalamış'tan değilse de Beachpark'tan bir tatlı huzur alıp döndüm...

12 Mart 2025 Çarşamba

BİR GÜNLÜĞÜ 13 (DALMA, BOĞULURSUN) / 12 MART

Dün attığım 12 bin adım yol, su, elektrik olarak geri döndü bana. Bir aydır evde yan gelmeye alışan kaslar pek nazeninleşmiş, canıma okudular ağrıyla, sızıyla tüm gece. Ama yer mi Anadolu çocuğu, bu günlük izin verdim, yarın yine yorarım kendilerini, aa herkes vazifesini bilsin benim canımı sıkmasın. Ayaksan, bacaksan yürüyeceksin arkadaş, sana yemek yap diyen yok, o kaa!

Sahi ne pişiriyorsunuz arkadaşlar, ben illallah ettim kış yemeklerinden. Ispanak, kereviz, pırasa, karnabahar yetti bitti. Bakliyat da aynı şekilde, keza tavuk öff ya. Bana kalsa her akşam kahvaltı ederim ama evdeki yüzde elli kahvaltı sevmeyengillerden. Bu yazıyı yazıp bitirince mutfağa gideceğim ve buzdolabını açıp aval aval bakacağım eminim. Gözünü seveyim yazın, hiçbir şey bulamıyorsan yap bir menemen, bandır ekmeğini. 

Neyse efendim dün eve dönüş yolunda çiçekçiye uğrayıp şu şakayıkları almıştım. Bir diğer adının erengül olduğunu sanıyordum ben ama aralarında fark olduğunu iddia etmişti birisi, kimdi hatırlayamadım şimdi, belki de o haklıdır, bilen varsa konuşsun ya da ebediyete kadar sussun 😋

Örtü annemin dantelleri, hiç kullanmayacağım bu danteller için annem ne göz nuru döktü bilemezsiniz. Hayattaki en büyük zevki TV'nin karşısındaki kanepeye oturup ayaklarını uzatmak, yakın gözlüğünü burnuna indirip üstten televizyondaki diziye, alttan ördüğü dantele bakıp tığı tıkırdatmaktı. Onu ölüme götüren hastalığı sırasında bir boyun omuru ameliyatı geçirmesi gerekti. Ameliyat sonrası boyunlukla eve geldi, narkoz etkisiyle ağrılarının dindiğini ve iyi olduğunu düşünüyordu, oysa değişen bir şey yoktu. Dedim ki, "Artık boynunu öne fazla eğmeyeceksin, kendine biraz dikkat edeceksin". Cevabı şu oldu: "Dantel de öremeyecek miyim?". O soru hâlâ içimde yaradır. Öldüğünde yarısı bitmiş ağ ipinden bir perde buldum karton bir poşetin içinde, tığı üstünde. Annem gibi dantel örmeye meraklı bir komşuya verdim, devam etmesi için. Eve dönünce de o dolap bekleyen dantelleri birbirine ekleyerek yukarıdaki örtüyü yaptım. Baktıkça annemin hiç çıkarmadığı turkuaz taşlı yüzüklü, Nivea krem kokan ellerini görüyorum. Oğlumun evlendiğini görmeyi çok istemişti, üzerinde çok emeği var, kısmet olmadı. Belki anlamsız ama nişanına giderken turkuaz taşlı yüzüğü parmağıma taktım hissetmesini umarak.

Fazla daldım, boğulacağım. Niyetim çiçeklerden bahsetmekti. İki demet alınca iki ayrı vazoya yerleştirdim ve birini salona, birini odaya koydum. Sabah kalktığımda odadakilerin hepsi saygı duruşuna geçmiş gibi yerlere kadar eğilmişlerdi. Şaştım kaldım, bayatmış bu çiçekler desem değildi, salondakilere gidip baktım, keyifleri yerindeydi fotoğrafta görüldüğü üzere. Derken jetonum düştü, vazoya su koymayı unutmuşum dostlar. Gidip doldurdum suyu, biraz canlandılar ama bir-ikisi küsmüş doğrultmadı belini.

Ne okuyordum ben? "Kurtların Tarihi", epey ilerledim, bugün biter diye umuyorum. Çok da güzelmiş, tavsiye ederim. Bugün "Kral Kaybederse" günüydü, oturup onu izledim, hafiften sıkmaya başladı ama biraz daha sabredeceğim. Dışarıda güneş var, hava nefis, hevesimi yarına saklıyorum. Şimdi gidip yemekli podcast eşliğinde yemek uydurmaya çalışayım. Neden hapla beslenmiyoruz ki?


11 Mart 2025 Salı

BİR GÜNLÜĞÜ 12 (ERGUVAN) / 11 MART

Antalya'ya döndüğümden bu yana en uzun yürüyüşümü yaptım bugün. Şubat ayı hastalık nedeniyle beni eve hapsettiği için yürümeyi unutan bacaklarım şu an fena halde sızlıyor, Hollanda yadigarı ayak ağrım ise yürüyüş boyunca kendini hatırlattı, şu anda bile hatırlatmaya devam ediyor. Olsun, bir şekilde başlamam gerekiyordu yürümeye, alışır elbet kaslar. 

Arkadaşımla Tophane'de buluşup Belediye Tesisleri'nin Yat Limanı'na bakan şahane manzarasına karşı oturmayı planlamıştık. Kendime bir saatlik yürüyüş süresi tanıyıp yola çıktım. Her zamanki güzergahımı değiştirip Konyaaltı Caddesi'nden yürümeyi tercih ettim. Park ve Bahçeler Müdüryüğü Mart ayı refüj çiçeği olarak arslanağzı ve süs lahanasını tercih etmiş. Lahananın çiçek olarak kullanımı komik gelse de arslanağızlarının parlak renkleri lahanaları gölgede bırakmıştı zaten.  Deniz tarafından yürümeye başladım ve karşıma yeni yeni çiçeklenmeye başlamış Ekmekçi'min erguvanı çıktı:

Hava güzel ve güneşli idi ama ara ara estiren rüzgar terleyen bünyeyi rahatsız etmeye başlayınca yedekteki hırkayı sırtıma attım. Yıkılan Devlet Hastanesi ve Sağlık Koleji'nin yerinde düzenlenen çiçek içindeki parktan geçerken kamp günlerimizi yad ettim. Tam Kadın Yarı'na yanaşmıştım ki arkadaşım "Ben geldim" diye aradı. "Ben de gelmek üzereyim" dedim ve Kadın Yarı'nı fotoğraflayıp devam ettim:

Yeri gelmişken, ilerideki falezlerin üstündeki otel sizi de rahatsız etmiyor mu? Ben ne zaman o yöne baksam elime ense makinesi alıp zızzzt diye traş etmek istiyorum o binayı. 

Derken arkadaşla buluştuk, Belediye Tesisleri her zamanki gibi pek kalabalıktı, denize bakan masalar elbette ki işgal altında idi ama kenardakiler de dolmuştu. Zaten rüzgardan pek oturulacak gibi değildi, yan taraftaki güneş alan bölüme geçip bir masa bulduk, gelgelim bi sefer de sıcaktan piştik. "Bize burda bir hayat yok, oy gülüm oy" diye mırıldanarak Cem Karaca'yı da andım ve kalktık. Resmi tesislere niyet ettik madem haydi Öğretmenevi'ne gidelim dedik. 

Öğretmenevi eskiden Valikonağı olarak kullanılan konak tarzı bir bina, narenciye ağaçlarıyla dolu bir bahçe içinde yer alıyor. Yeni ve büyük Öğretmenevi ise Antalya'nın girişinde, pek yolumuz düşmez. Hoş buraya da belki bir yıldır uğramamıştım. Kalabalıktı bahçe ama kendimize bir yer bulup oturduk. Narenciyeler tomurcukta, bazıları da açmıştı, güzel kokular salıyorlardı çevreye. Bir süre oturup sohbet ettikten sonra karşıya, Karaalioğlu Parkı'na geçtik. Parkın tadı yoktu, dizi dizi Ramazan standları kurulmuş, baharattan peynire, dondan takıya kadar her nevi şey satılmaktaydı. Biraz daha ileride ise ufak çaplı bir Lunapark yerleştirilmiş, balerini görünce aklım çıktı,  pek fena bir maceram var çünkü kendisiyle. Parkın içinde daha bol çiçekli bir erguvan gördüm:

Park gezimizi kısa tuttuk, bankaya uğramam gerektiği için Kalekapısı'na kadar yürüdüm. Önce İş Bankası Kültür Yayınları'nın kitapçısına uğradım, almaya değer bir şey bulamadan ayrıldım. O kadar yorulmuştum ki tramvaya binmeye karar verdim. Durağa geldiğim anda banka işini hatırlayıp yön değiştirdim, bankamatik fazla bekletmeden istediğim parayı verdi. Koşturarak durağa döndügümde tramvay gelmişti, son yolcunun ardından binmeyi başardım.

Tramvay beni evin önünde indirmedi haliyle, kendi kendime "Daha gidecek çok yolumuz var güzel yarim" diye mırıldanarak sokağa saptım. Çiçekçinin önünden geçerken yola çıktığımda gözüme kestirdiğim şakayıklardan (erengül mü demeliyim?) bir demet kırmızı, bir demet beyaz kaptım. Evin kapısından girdiğimde bir adım daha atacak halim kalmamıştı. Baktım 12 bin adım atmışım, performansım düşmüş...




10 Mart 2025 Pazartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 11 (YEMEKLİ, KUŞLU ŞEYLER) / 10 MART

Baktım saat 17.00 olmuş, okuduğum kitabı (Kurtların Tarihi) bırakıp mutfağa geçtim. Geçen gece uykusuz kalmama sebep olan podcasti-Yedik, İçtik-açtım. Ayfer Tunç'un yemek rituellerini dinleyerek önce tavukları sosladım, sonra da tel şehriye çorbası pişirdim. Ayfer Tunç anlatacaklarını bitirmeden işim bitmişti, son cümlelerini mutfak dışında dinleyip akşamı etmeden günün yazısını yazayım diye bilgisayar başına geçtim.

Tam bir tembellik günüydü bugün, iş olarak nitelenebilecek tek şey makineye çamaşır atmak ve yıkandığında asmak oldu. Aslında hava çok güzeldi, dün kafama yürüyüş yapmayı koymuştum ama canım istemedi nedense, hevesimi yarına saklayıp önce Disney+'da "Umami" filmini izledim. İlginçtir bugün yeme-içmeden gidiyor bu yazı. "Umami"yi izleyenler bilir lüks bir lokantada personelin yaşadıklarını anlatıyor. Konusu "Boiling Point" isimli filmden apartılmış, epey kalabalık kadrolu ve tek sekanslı bir film. Akıcı bir film, özellikle benim gibi yemek konulu filmleri sevenler için cazip ama bir sürü de saçmalık vardı. Açık mutfaklı bir restoranda elemanların bu kadar bağırış-çağırış-kavga kıyamet olması müşteri açısından tuhaf değil mi? Şefin babasını neden gece vakti bypass ameliyatına alıyorlar, gündüz çuvala mı girdi? Telefon konuşmalarından anladığımız kadarıyla adam ambulansla götürülmemiş, normal prosedürle işleyen bir ameliyat. Almodovar'ın filmi gibi herkes neden "sinir krizinin eşiğinde", garsonlar gevşek, müşteriler tersinden kalkmış. Bir an elimle mutfak tezgahının üstünde ne varsa sıyırıp geçmek istedim ama yine de sonuna kadar izledim, sonunda da iyi ki restoranda çalışmıyor ya da restoran işletmiyorum dedim, zor iş, kendi küçücük mutfağımla başa çıkmaktan acizim 😊

Geçen ay hastalık nedeniyle bir yere kıpırdayamayınca adeta "Sıradakini getirin" diyerek ardı ardına kitap okumuştum. Bu sefer Mart'ın üçte biri bitti neredeyse incecik "Yabancı Kucak" dışında elime kitap alamadım. Neyse "Kurtların Tarihi" ile makus talihimi yenmek üzereyim. Bugün epeyce sayfa devirdim, yatana kadar yarılarım diye düşünüyorum. Aslında bir alınacaklar listesi yaptım, avucum kaşınıp durur sipariş vermek için ama kendimi tutuyorum, bu ay bitmeden, çalışma masasının üstünde duran kule eritilmeden yeni sipariş yok.

Bugünlük bu kadar diyelim. Fotoğraf biraz önce bazılarının yerini değiştirdiğim kuş koleksiyonumdan. Çerçevedeki kuş resmini sevgili Ege yapıp yollamıştı bana. Çerçeveye dizili kuşlardan ilkini nereden aldım hatırlamıyorum, gagası da biraz hasar görmüş yavrucuğun. İkincisi Ankara'da Ayrancı antika pazarından. Aralık ayıydı, Umut'un doğumuna bir hafta vardı, tamamen onun niyetine gitmiştim pazara. O ayın kuşu kızılgerdan imiş, karşıma Alman malı, imzalı, 12 aylık bir serinin, üzerine resmedilmiş kızılgerdan kuşuyla Aralık ayı tabağı çıktı. Sanki bir müjde gibi geldi ve aldım tabağı, az ilerideki tezgahta da fotoğraftaki ahşap kuşu buldum. Sonuncu beyaz güvercin yeni katıldı aramıza. Taa uzaklardan Amersfoort'tan uçup geldi, arkadaşlarının yanına kondu. 

Kuşlar güzel haberler getirsin sizlere...

9 Mart 2025 Pazar

BİR GÜNLÜĞÜ 10 (GÜZELLİKLER) / 9 MART

Biraz yorgunum ama keyifli durumlar yorulmadan elde edilmiyor çoğunlukla.

Şubat başından beri erteleme rekoru kırdığımız bale gösterisine nihayet dün gidebildik etkinlik eşlikçim arkadaşımla. Zaten son gösterimdi ve Ramazan nedeniyle matineye alınmıştı. Tıklım tıklım salonun en güzel yerine oturmanın keyfiyle başladık beklemeye. Sözkonusu Antalya etkinlikleri olunca en güzel yerlerden bilet almayı çok iyi beceririm, yılların deneyimi var, sahne nereden en iyi görünür bilirim. Üstelik bu şehirde bilet satışları Ankara gibi başlamadan bitmez. Derken şef Pavel Petrenko'nun orkestra çukurundan kafasını uzatıp seyircileri selamlamasıyla gösterim başladı. Birinci perdede Paquita isimli klasik baleyi izledik, kocaman taç yapraklı çiçeklere benziyordu balerinler. İki yıldır çok fazla Japon balerin ve balet var Opera'da, minicikler, bazıları çocuk gibi görünüyor hatta.

İkinci yarıda daha modern bir koreografi ile "Bir Yaz Gecesi Rüyası"nı izledik. Sonunda şeytanın bacağını kırmış olmanın keyfiyle ayrıldım Opera Sahnesi'nden. 

Arkadaşımla birlikte bize geldik, onu ve eşini iftar yemeğine davet etmiştim. Hazırlıkların çoğu tamamdı, oruçlu kızımızı dinlenmeye aldık, ben pilav pişirirken Kocam Bey de salatayı halletti. Eşi de gelince sofraya yerleştik. Arkadaşım benden hayli genç, arkadaştan ziyade kardeşim gibi görürüm, tanıdığım en klas insanların başında gelirler karı-koca. Tanıştığımızda bebek olan oğulları şimdi üniversiteyi bitirmek üzere, şaşıp şaşıp kalıyorum bazen böyle hızla geçen zamana. Bol sohbetli, keyifli bir gecenin ardından yolcu ettik konukları. Masayı toparladım, bulaşıkları makineye, kendimi de yatağa attım, hayli yoğun ama güzel bir gündü.

Sabah ilk işim Storytel'de "Suç ve Ceza"yı dinleyerek bulaşık makinesini boşaltmak oldu. Tabak, çanak, bardak vs ne varsa hepsini yemek masasının üstüne yığdım, burada biraz arkadaşlık edin, ben canım isteyince gelir dolabınıza yerleştiririm sizi dedim. Sonra bilgisayar başına oturup "Leopar" dizisinin son bölümünü izledim. Diziyi bitirince solup sararan sıklameni ıskartaya çıkarıp yerine dün "Kadınlar Günü" hediyesi olarak gelen Afrika papatyasını  yerleştirdim. Daha perşembe günü pazarda başka bir rengini görüp almaya niyetlenmiştim ama iki kere başına gittiğim halde satıcısını bulamayınca vaz geçmiştim. Bir yerlerde açık kapım varmış ki "Sen yeter ki iste" dedi ilahi bir güç 😊

 Açık kapılarınız çok olsun...



8 Mart 2025 Cumartesi

BİR GÜNLÜĞÜ 9 (HAYATIMIN KADINLARI) / 8 MART

Madem böyle bir yazıya niyet ettim günün anlam ve önemine binaen mitokondrilerini taşıdığım kadınlarla başlayayım, annem ve anneannem. İkisi de hiç rol modelim olmadılar, aksine beni üzen, yoran huylarını beynimin bir köşesine nakşedip çocuğuma asla yapmamaya karar verdim küçük yaşımdan beri ama yerleri kalbimin en özel köşesinde, o ayrı.

Annem çoğumuzun annesi gibi sıradan bir kadındı ama anneannem anlatılmaz yaşanırdı.

Yukarıdaki fotoğrafta, selde yıkılan evinin bahçesinde gülümseyerek patates soyan kadın, yani anneannem Zarifanım, Niğde'de dört kardeşin en büyüğü olarak doğmuş, çocukluğu ve ilk gençliği bağlarda, bahçelerde geçmiş, 7 yaşında oruç tutup namaz kılmasına, inancı kuvvetli bir insan olmasına rağmen asla bağnaz bir yapısı olmamıştı. Etraftan anlatılanlara ve kendinin anlatmasına (siz beni öldü de gördünüz, soldu da gördünüz derdi) göre çok güzelmiş. Eminim ki öyleydi, çünkü ilerlemiş yaşında bile güzeldi. Eşraftan bir ailenin kızı, üstelik pek de güzel olunca talibi çok olmuş haliyle ama kader işte dedeme nasip olmuş hayat arkadaşlığı, olmaz olaymış keşke. 15 yaşında başlayan evlilikte çekmediği kalmamış. Anneme ve çevredekilere bakılırsa dedem çok iyi bir insanmış, lakin iyi bir insan karısına bunları yaşatır mı aklım almıyor. Ben dedemi neredeyse hiç tanımadım, öldüğünde üç yaşındaydım. Dedemle ilgili tek anım, karaciğer kanserinin son evresinde, yataktan kalkamayacak haldeyken annem ve anneannemin onu leğen içinde yıkamaları, benim de kapı aralığından gördüğüm çocuk kadar kalmış bir gövde. Onun dışında her şey fotoğraflarla kaydoldu zihmine.

15 yaşındaki pek güzel, pek ağırbaşlı, pek dindar kızla evlenen, hovardameşrep, vakti kerahet geldiğinde rakı sofralarının tadını sonuna kadar çıkaran dedem istemiş ki genç karısı tüm alışkanlıklarını geride bırakıp onun huylarına, alışkanlıklarına, zevklerine uyum sağlasın. Gel gör ki sert kayaya çarpmış, ne o sofraya oturmuş anneannem, ne kadeh tokuşturmuş, dedem bakmış masa arkadaşlığı yapmıyor, bari eğlendirsin beni demiş, ud dersi aldırmış. Anneannem istemediği bir şeyi zinhar yapmaz, kaytarmanın bir yolunu bulurdu. Nitekim ne ud çalmış, ne de şarkı söylemiş. Uzun yıllar aynı evde oturduk, sonraları yakın komşu olduk, günlerimizin çoğu birlikte geçti, bir tek kere şarkı söylediğini duymadım, oysa eğlenmeyi, sinemalara, tiyatrolara, konserlere gitmeyi pek severdi. Belli ki gençlik yıllarından kalma bir protesto idi bu. Tek bir kere, o da dayımın hatırına titrek bir sesle birkaç kuple söyledi. Dayım yeni bir teyp almış, aile fertlerinin sesini banda alıyordu, ısrar kıyamet bir şarkı söyletti anneanneme: "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim". Ummana dökülecek kadar dert biriktirmişti gençliğinde zaten.

İyi olarak anılan dedem bakmış bu güzel kadın ona uymuyor, uyanını bulmuş. Gitmiş kendi teyzesinin kızını kuma olarak getirmiş eve. Kurulsun sofralar, kırılsın kadehler, yansın dünya. Zarifanım hizmet etsin, Cazibe Hanım'la dedem hayatın tadını çıkarsın. Hizmetçi muamelesi görmüş yıllarca, üstelik iki de küçük çocuk var evde, annemle büyük dayım. Babaevine geri dönmenin akla bile getirilemediği yıllar. Derken kumanın bir de çocuğu olmuş. Allahın işine bak ki bebek büyüyemeden Cazibe Hanım kanser olmuş, bir süre sonra da ölmüş çocuğun bakımı da anneanneme kalmış. Kalbimi en çok acıtan şeylerden biridir anneannemin anlattıları içinde, kadın ölmeden bir gün önce 5-6 yaşlarındaki annem eline kına yakmasını istemiş anneannemden, başka süs mü var o devirde, anneannem de yakmış, yakarken haliyle kendi elleri de kına olmuş. Tesadüf bu ya ertesi gün Cazibe Hanım ölmüş. "Kuması öldü, kına yaktı demesinler diye iki elimi de dirseğime kadar mürekkebe batırıp eldiven giydim" diye anlatırdı. Mahalle baskısından elinde olmayan bir durumu bile gizleme gereği duymuş garibim. 

Cazibe Hanım gitmiş ama dedemin çapkınlıkları bitmemiş, ancak yaşı ilerleyince durulmuş biraz, gel gör ki onca içki karaciğeri mahvetmiş, kendisi de genç denecek yaşta, arkada anneannemi haylaz mı haylaz bir çocukla bırakıp gitmiş, 40 yaşında dul kalmış Zarifanım. Ben üç yaşındaydım, babam tayinini Ankara'ya istedi ve yalnız kalmasın, hem de maddi anlamda destek olalım diye birlikte oturduk bir süre, zira bir maaş bile bırakmamıştı dedem geriye. Büyük dayım İzmir'de Hava Harp Okulu'nda okuyordu. Küçük dayımsa haşarılığa devam ediyordu.

Anneannemin yaşadıkları onu acılaştırmış, şefkatten uzak bir hale getirmişti. Dünyadaki tek varlığı küçük dayımdı sanki, dünya bir yana o bir yanaydı. Onun dışında kimseyi iplemezdi, lafını sakınmazdı, kızdı mı hatır-gönül tanımazdı ama tüm bu huysuzluklarına rağmen herkes onu çok severdi. Şeytan tüyü vardı kadında. Ölene kadar yaşadığı 24 daireli apartmanın Niğdeli Teyze'si idi. Azarladığı çocuklar sokağa inerken zilini çalıp "Çöpün varsa indirelim, ekmek alınacaksa alalım" diye sorarlar, en ufak kusurlarında kızdığı komşular yere göğe koyamazlar, her şeylerine karıştığı yeni yetme kızlar bile gülüp geçerlerdi. Bize olan tavrı da farklı değildi, yapılacak bir işi varsa "Oh güzel kızım, nasıl da akıllı" diye yağ çeker, azıcık kızdırsak ne köpek suratlılığımız kalırdı, ne koca bicikliliğimiz. Keyfi yerindeyse kazan gibi kaynayarak gülerdi. Gezmeye gitsin, sinema, tiyatro seyretsin bayılırdı. Seksen küsur yaşına kadar kimseye muhtaç olmadığı evinde kendi işini kendi görerek yaşadı. Titizliği dillere destandı, kirli camlara hiç dayanamazdı. Boğazına aşırı düşkündü, ne pazara gitmeye, ne yemek yapmaya üşenirdi. 

Anneannem anlatılmakla bitmez, tüm aksiliğine, patavatsızlığına, huysuzluğuna rağmen onu sevmemek mümkün değildi. Anlatmaya kalksam sayfalar dolar, güya hayatımın kadınları dedim ama anneannemden yer kalmadı. İsimlerini anmadan geçemeyeceğim. Tüm eğitim hayatımın temelini atan, beni ben yapan ilkokul öğretmenim Firdevs Hanım, büyüdüğüm apartmanın "Asker anası" lakaplı Müyesser Teyzesi, her derdimize koşan Şefika Ablam, çocukluğumun kahramanı Fatma Ablam, kız kardeşim ve yazıyı uzatmamak adına adlarını anamadığım, hayatımda iz bırakmış tüm emekçi kadınlar GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN...

7 Mart 2025 Cuma

BİR GÜNLÜĞÜ 8 (GÜNDELİK İŞLER) / 7 MART

Sabah internette sörf yaparken eski bir paylaşıma denk geldim. Kalabalık katılımlı bir TRT Türk Sanat Müziği Korosu Kutlu Payaslı yönetiminde "Ankara Rüzgârı" şarkısını seslendiriyordu. Ankara kızı olduğum için ilgimi çekti, ayrıca bu şarkıyı çok severim, bilhassa Nesrin Sipahi'nin sesinden. Twitterde bazı videoların altında yerli olsun, yabancı olsun Türkçe alt yazılar çıkıyor. Bunu kim yapıyor, yapay zeka mı, yoksa biri dinleyip mi yazıyor bir fikrim yok ama bu kadar berbat, bu kadar yanlış çeviri olmaz, hadi yabancı dili anladım da Türkçe söylenen şarkının sözlerini de mi yanlış yazarsınız. Şarkıyı bilenler hatırlayacaktır, "İndi bahar Ankara'nın sisli yamaçlarına/İçli sesin ah ne kadar açtı gönül yasını" diye iki dize vardır. Altyazı aşağıdaki gibi yorumlamış:

"İndi hahar hakların sesli yanaşlarına/eski seslı ahl-ı karan haşlı gürül ve süsü". Tebrikler 👏

Gelin biz şarkıyı tertemiz söyleyişiyle Nesrin Sipahi'den dinleyelim, ona uzun ömür, güfte ve besteyi yapan Gündoğdu Duran'a rahmet dileyelim:

Ankara Rüzgârı

Yarın 3 kere ertelemek, devretmek ve iade etmek zorunda kaldığım bale gösterisine sonunda gideceğim. Birinci bölümde "Paquita", ikinci bölümde ise "Bir Yaz Gecesi Rüyası" var. Haydi bakalım ya kısmet. Ramazan nedeniyle matineye almışlar, akşamına da bale arkadaşımı ve eşini iftara davet ettim. Günün ortasında bölüneceğim için birtakım hazırlıkları bugünden yaptım. İlk işim sofrayı hazırlamak oldu. Yemek davetlerinde en çok masa hazırlamayı seviyorum, genellikle de son ana bırakmam, bazen sabahtan, bazen 1-2 saat önce, bazen de bugün olduğu gibi bir gün öncesinden hazır ederim. Yiyecek dışında her şeyi yerleştirince güllaç yapmaya giriştim. Güllacı çok severim, her an yiyebilitem mevcutsa da fazla şeker almamak için sadece misafir gelecekse yapıyorum, o da Ramazan'dan Ramazan'a. Ben güllacı biraz kuru, az şekerli ve bol iç malzemeli severim. Bir püf noktam da yaprak aralarına sütle birlikte süt kreması da eklemek, kaloriyi biraz yükseltiyorsa da lezzeti de arttırıyor. Güllaç tamamlanıp dolaba girince mercimek çorbasını koydum ocağa ve buharda brokoli, karnabahar ve enginar haşladım. Onlar da streçlenip dolaba yerleştirildi, ben de kendime kocaman bir "Aferin" diyerek koltuğuma konuşlandım ve Netflix'de dün başladığım "Leopar" dizisinden 2 bölüm izledim. Sicilya'da geçen tarihi bir mini dizi, konu çok çarpıcı olmasa da Sicilya manzaraları, kostümler ve oyuncular pek güzel olduğu için kafa dağıtıyor.

Ankara rüzgârı ile başladığım yazıyı Antalya denizi ile bitireyim. Fotoğraf, çekmelere doyamadığım Konyaaltı plajı ve Beydağları'nın bir kısmı: