Madem böyle bir yazıya niyet ettim günün anlam ve önemine binaen mitokondrilerini taşıdığım kadınlarla başlayayım, annem ve anneannem. İkisi de hiç rol modelim olmadılar, aksine beni üzen, yoran huylarını beynimin bir köşesine nakşedip çocuğuma asla yapmamaya karar verdim küçük yaşımdan beri ama yerleri kalbimin en özel köşesinde, o ayrı.
Annem çoğumuzun annesi gibi sıradan bir kadındı ama anneannem anlatılmaz yaşanırdı.

Yukarıdaki fotoğrafta, selde yıkılan evinin bahçesinde gülümseyerek patates soyan kadın, yani anneannem Zarifanım, Niğde'de dört kardeşin en büyüğü olarak doğmuş, çocukluğu ve ilk gençliği bağlarda, bahçelerde geçmiş, 7 yaşında oruç tutup namaz kılmasına, inancı kuvvetli bir insan olmasına rağmen asla bağnaz bir yapısı olmamıştı. Etraftan anlatılanlara ve kendinin anlatmasına (siz beni öldü de gördünüz, soldu da gördünüz derdi) göre çok güzelmiş. Eminim ki öyleydi, çünkü ilerlemiş yaşında bile güzeldi. Eşraftan bir ailenin kızı, üstelik pek de güzel olunca talibi çok olmuş haliyle ama kader işte dedeme nasip olmuş hayat arkadaşlığı, olmaz olaymış keşke. 15 yaşında başlayan evlilikte çekmediği kalmamış. Anneme ve çevredekilere bakılırsa dedem çok iyi bir insanmış, lakin iyi bir insan karısına bunları yaşatır mı aklım almıyor. Ben dedemi neredeyse hiç tanımadım, öldüğünde üç yaşındaydım. Dedemle ilgili tek anım, karaciğer kanserinin son evresinde, yataktan kalkamayacak haldeyken annem ve anneannemin onu leğen içinde yıkamaları, benim de kapı aralığından gördüğüm çocuk kadar kalmış bir gövde. Onun dışında her şey fotoğraflarla kaydoldu zihmine.
15 yaşındaki pek güzel, pek ağırbaşlı, pek dindar kızla evlenen, hovardameşrep, vakti kerahet geldiğinde rakı sofralarının tadını sonuna kadar çıkaran dedem istemiş ki genç karısı tüm alışkanlıklarını geride bırakıp onun huylarına, alışkanlıklarına, zevklerine uyum sağlasın. Gel gör ki sert kayaya çarpmış, ne o sofraya oturmuş anneannem, ne kadeh tokuşturmuş, dedem bakmış masa arkadaşlığı yapmıyor, bari eğlendirsin beni demiş, ud dersi aldırmış. Anneannem istemediği bir şeyi zinhar yapmaz, kaytarmanın bir yolunu bulurdu. Nitekim ne ud çalmış, ne de şarkı söylemiş. Uzun yıllar aynı evde oturduk, sonraları yakın komşu olduk, günlerimizin çoğu birlikte geçti, bir tek kere şarkı söylediğini duymadım, oysa eğlenmeyi, sinemalara, tiyatrolara, konserlere gitmeyi pek severdi. Belli ki gençlik yıllarından kalma bir protesto idi bu. Tek bir kere, o da dayımın hatırına titrek bir sesle birkaç kuple söyledi. Dayım yeni bir teyp almış, aile fertlerinin sesini banda alıyordu, ısrar kıyamet bir şarkı söyletti anneanneme: "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim". Ummana dökülecek kadar dert biriktirmişti gençliğinde zaten.
İyi olarak anılan dedem bakmış bu güzel kadın ona uymuyor, uyanını bulmuş. Gitmiş kendi teyzesinin kızını kuma olarak getirmiş eve. Kurulsun sofralar, kırılsın kadehler, yansın dünya. Zarifanım hizmet etsin, Cazibe Hanım'la dedem hayatın tadını çıkarsın. Hizmetçi muamelesi görmüş yıllarca, üstelik iki de küçük çocuk var evde, annemle büyük dayım. Babaevine geri dönmenin akla bile getirilemediği yıllar. Derken kumanın bir de çocuğu olmuş. Allahın işine bak ki bebek büyüyemeden Cazibe Hanım kanser olmuş, bir süre sonra da ölmüş çocuğun bakımı da anneanneme kalmış. Kalbimi en çok acıtan şeylerden biridir anneannemin anlattıları içinde, kadın ölmeden bir gün önce 5-6 yaşlarındaki annem eline kına yakmasını istemiş anneannemden, başka süs mü var o devirde, anneannem de yakmış, yakarken haliyle kendi elleri de kına olmuş. Tesadüf bu ya ertesi gün Cazibe Hanım ölmüş. "Kuması öldü, kına yaktı demesinler diye iki elimi de dirseğime kadar mürekkebe batırıp eldiven giydim" diye anlatırdı. Mahalle baskısından elinde olmayan bir durumu bile gizleme gereği duymuş garibim.
Cazibe Hanım gitmiş ama dedemin çapkınlıkları bitmemiş, ancak yaşı ilerleyince durulmuş biraz, gel gör ki onca içki karaciğeri mahvetmiş, kendisi de genç denecek yaşta, arkada anneannemi haylaz mı haylaz bir çocukla bırakıp gitmiş, 40 yaşında dul kalmış Zarifanım. Ben üç yaşındaydım, babam tayinini Ankara'ya istedi ve yalnız kalmasın, hem de maddi anlamda destek olalım diye birlikte oturduk bir süre, zira bir maaş bile bırakmamıştı dedem geriye. Büyük dayım İzmir'de Hava Harp Okulu'nda okuyordu. Küçük dayımsa haşarılığa devam ediyordu.
Anneannemin yaşadıkları onu acılaştırmış, şefkatten uzak bir hale getirmişti. Dünyadaki tek varlığı küçük dayımdı sanki, dünya bir yana o bir yanaydı. Onun dışında kimseyi iplemezdi, lafını sakınmazdı, kızdı mı hatır-gönül tanımazdı ama tüm bu huysuzluklarına rağmen herkes onu çok severdi. Şeytan tüyü vardı kadında. Ölene kadar yaşadığı 24 daireli apartmanın Niğdeli Teyze'si idi. Azarladığı çocuklar sokağa inerken zilini çalıp "Çöpün varsa indirelim, ekmek alınacaksa alalım" diye sorarlar, en ufak kusurlarında kızdığı komşular yere göğe koyamazlar, her şeylerine karıştığı yeni yetme kızlar bile gülüp geçerlerdi. Bize olan tavrı da farklı değildi, yapılacak bir işi varsa "Oh güzel kızım, nasıl da akıllı" diye yağ çeker, azıcık kızdırsak ne köpek suratlılığımız kalırdı, ne koca bicikliliğimiz. Keyfi yerindeyse kazan gibi kaynayarak gülerdi. Gezmeye gitsin, sinema, tiyatro seyretsin bayılırdı. Seksen küsur yaşına kadar kimseye muhtaç olmadığı evinde kendi işini kendi görerek yaşadı. Titizliği dillere destandı, kirli camlara hiç dayanamazdı. Boğazına aşırı düşkündü, ne pazara gitmeye, ne yemek yapmaya üşenirdi.
Anneannem anlatılmakla bitmez, tüm aksiliğine, patavatsızlığına, huysuzluğuna rağmen onu sevmemek mümkün değildi. Anlatmaya kalksam sayfalar dolar, güya hayatımın kadınları dedim ama anneannemden yer kalmadı. İsimlerini anmadan geçemeyeceğim. Tüm eğitim hayatımın temelini atan, beni ben yapan ilkokul öğretmenim Firdevs Hanım, büyüdüğüm apartmanın "Asker anası" lakaplı Müyesser Teyzesi, her derdimize koşan Şefika Ablam, çocukluğumun kahramanı Fatma Ablam, kız kardeşim ve yazıyı uzatmamak adına adlarını anamadığım, hayatımda iz bırakmış tüm emekçi kadınlar GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN...