Dün tam üç yıl sonra şeytanın bacağını kırıp kız kardeşle günübirlik bir Eskişehir yolculuğu yaptık. 2020 başından beri Ankara dışında ne bir seyahat, ne bir tatil, yaz oldu gel Ankara'ya, yaz bitti git Antalya'ya dışında mobilizasyonum yoktu, sıkıntıdan patlamak üzereydik ki ani bir kararla, "çatla patla pandemi" diyerek biletleri ayarladık, koltukların hareket yönünün tersine olmasına bile aldırmadık.
Sabah erken YHT Garı önünde buluştuk, Eskişehir'e onyüzmilyonbininci gidişimiz olmasına rağmen ikimiz de sanki Avustralya'ya gidiyormuş kadar heyecanlıydık. Boru mu, üç yıldan sonra trene binecektik ve ben henüz şehir için toplu taşıma araçlarına bile siftah etmemiştim. Uzay üssüne benzeyen garda mutad pozlarımızı verdik, maskelerimizi kuşandık (bizden başka maskeli kimse yoktu, onu da belirteyim), trene yerleştik, kulaklıklarımızı taktık ve Storytel eşliğinde koyulduk yola.
1,5 saat sonra Eskişehir Gar'a ulaşmıştık. Trenden inince ilk iş maskeleri attık, önümüzde uzanan iki tarafı at kestaneli yoldan Odunpazarı'na doğru yürüyüşe geçtik. İlk hedefimiz "OMM" yani "Odunpazarı Modern Müze" idi. Zira gide gele Eskişehir'de görmedik yer bırakmamıştık, bir tek müze eksik kalmıştı ki zaten son gidişimizde henüz inşaat halindeydi. At kestaneli yolu bitirdik, önümüze çıkan yeni yapılmış kocaman parka daldık ve girer girmez Millet Bahçesi olduğunu anladık. Yokluğumuzda neler de neler yapılmış. Parkın sonuna kadar gitmedik, önümüze gelen ilk kapıdan başka bir yola saptık, biraz yokuş tırmandık ve sonunda Odunpazarı'nın tanıtımda en çok kullanılan, en bilindik rengarenk evleri çıktı karşımıza. Yanlarından geçip ilerledik ve OMM'nin ahşap duvarlarını, sonra da tamamını gördük:
Kendi çektiğim fotoğrafı yanlışlıkla sildiğim için yukarıdakini internetten aldım, Buradan. Çeken kişinin hoşgörüsüne sığınıyorum :)
Gördük görmesine de bilet için gişeye yanaştığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu, gişe kapalı idi, sadece gişe kapalı olsa iyi, müze de kapalıydı. Bir an düşündük Pazartesi mi diye ama hayır Salı idi, sonra öğrendik ki, müze bir aydır kapalı imiş ve inanır mısınız ertesi gün açılacakmış. Yok artık! Hay ben böyle şansın... Neyse hanımefendiliğimi bozmayayım, baktık ki çözümü yok, biz de kendimizi az ilerideki "Cam Sanatları ve Kent Belleği Müzesi" ile teselli ettik. Ben henüz YHT işletmeye açılmamışken normal trenle, yine günübirlik gelmiş ve gezmiştim ama 10 yıldan fazla olmuştur. Nitekim bazı eserler tanıdık gelirken bazıları ile yeni tanıştım. Müzedeki sabit eserlerin yanısıra bir de sergi vardı, cam ustası Heyecan Bakır Ural'a ait "Işık, Cam ve Heyecan 2 Sergisi":
Ekrem Özen
Abbas Pekışık
İzzettin Baki
Heyecan Bakır Ural
Ve müzenin bulunduğu konak
Onca cam objeyi görünce hemen yakındaki "Camgöbeği Dükkan"a dalıp kendimize birtakım cam objeler hediye etmemiz şart oldu haliyle, hem OMM'yi göremediğimiz için teselliye muhtaçtık, kötü bir niyetimiz yoktu 😀 Ben bir kolye, cam bir köpek ve burcumu gösteren cam bir magnetle, kız kardeş de bir bileklikle teselli bulduk 😀 yoksa bu geziyi üzüntüden tamamlayamayacaktık (ay ne uzun kelime) 😋
Sonra Odunpazarı'nın görmediğimiz üst bölgelerini teftişe çıktık. Vitrin olan bölümleri defalarca görmüştük nasılsa, biraz da kendi halinde sokaklara dalalım dedik. Karşımıza canlı renklere bürünmüş, kimi bakımlı, kimi harabeye dönmüş evler, çiçekli pencereler, balkonlar, bahçeler, tarihi camiler, çeşmeler, çeşit çeşit sarmaşıklar, kurutulmaya bırakılmış patlıcanlar, biberler, paket taşlı yollar ve Kalabak suyu dağıtan bir kamyon çıktı. Bol miktarda da her görüşte sevgili Ceren'i andığımız güpegündüz açmış rengarenk akşamsefaları. Sokaklarda neredeyse kimse yoktu turistik bölgenin aksine.
Hava diğer günlere göre nisbeten ılımlı olsa da yine de sıcak ve yokuş sokakları tırmanmak hem yordu, hem susattı, "acilen bir cafe bulmamız lazım" diyerek geri döndük ve daha önce de otuduğumuz ama ismi ve sanırım işletmecisi değişmiş rengarenk bir cafeye konuşlandık: "Cihannüma Çibörek". Çibörek o günkü menümüzde yoktu, gidiş-geliş yeterince yemiştik, farklı bir şey denemek niyetindeydik. Kahve, soda, su üçlemesi yaparak bir müddet dinlendik. Kahvenin geldiği el yapımı mor seramik fincan da pek şıktı.
Cafe sonrası hediyelik eşya mağazalarını kurcaladık biraz, tarihi fırından götürmek için simit ve haşhaşlı cevizli ekmek aldık, artık karnımızın acıktığına karar verince de daha önceki gelişlerimizde yemek yiyip memnun kaldığımız "Arzu'nun Yeri"ne yollandık ama bugün ilahlar bize bir ders vermeyi akıllarına koymuş olacaklar ki kilitli bir dükkanla karşılaştık, daha doğrusu boş bir dükkanla. Sanırım pandemi nedeniyle kapanmış mekan. Eh bu OMM kadar canımızı sıkmadı, "Amasya'nın bardağı, biri olmazsa biri daha" demiş atalarımız, bize lokanta mı yok. Odunpazarı'nda dolaşırken gözümüze çapan "Ayten Usta" nın "Aynalı Kahve" denilen mekandaki restoranına çevirdik yönümüzü. İyi de etmişiz, hem yemeklerden, hem servisten, hem lokantanın dekorundan memnun kaldık. Bu kez Balaban köfte ve Haluj istedik. Hep Tatar yemeği yenmez ya, bu sefer de Çerkezlerden yana kullandık seçimimiz. İkisi de gayet güzeldi ama asıl tabaklar güzeldi, alıp eve getiresim geldi, mavi Selçuki desenli beyaz tabaklar ki çok şıklardı. Üstüne bir de Kardelen isimli tatlı paylaştık kızkardeşle, hafif ve çok lezzetli idi, sunumu da çok hoştu. Yemek fotoğrafı koymak istemesem de bunu paylaşacağım:
Alt kısmı sütlaç, üst kısmı zerde olan tatlının üstünde bol fındık, fıstık ve gül yaprağı vardı. Millet altın kaplama et yiyor, biz zarif ve romantik insanlar olduğumuz için gül yaprağı yedik 😀
Karnımız doyunca gözümüz yolda oldu haliyle. Haydi bakalım, biraz da Adalar tarafına gidelim, Porsuk
Çayı'na "Merhaba" diyelim, yürümeye karar verdik. Lakin hatırladığımız kadar yakın olmadığını yol bitmek bilmeyince anladık (normalde tramvayla alırdık bu yolu) ama olsun varsın, yine güzel evler, bol miktarda at kestanesi ağacı, ilginç dükkanlar falan görerek devam ettik. Sonunda kavuştuk Porsuğa ama benim dizler mızırdanmaya başlamıştı, ilk gördüğümüz cafeye konuşlanalım diye bakındık ama bütün Eskişehir halkı kafelere akın etmiş. Her yer tıklım tıklım. Eskişehir alışkanlığımız Adımlar Cafe'de iğne
atsan yere düşmeyecekti, çaresiz ilerledik. Sonunda karşı yakada "Dante Cafe"de cam kenarı, havadar bir yer bulup attık kendimizi. Americanoları bünyeye yollayıp üstüne de su ile cila yapınca kendimize geldik. Biraz daha oturacaktık ama arka tarafta inşaat varmış, matkap gürültüsü beynimizi delince kalkıp ara sokaklara daldık ve adını duyduğumuz "Uçurtma Cafe"ye yerleştik bu defa. Eskişehir'in küçük cafeleri çok sevimli, adım başı cafe. Ankara'da bile, hatta en turistik Antalya'da bile bulunmaz böylesi, öğrenci şehri olduğu belli. Uçurtma'da çay uçurduk, sonra Porsuk civarında biraz fotoğraflandık, tren saatimiz yanaşıyordu, ufaktan yola koyulma zamanı gelmişti.
Eskişehir'le tekrar görüşmek dileğiyle vedalaştık ve trenimize yerleştik. Gelişimize göre daha kalabalık ve gürültülü bir dönüş oldu ama olsun varsın, önemli olan bu yolculuğu yapabilmekti aylar sonra. Devamı tez gelsin...
Not: Sondan bir evvelki paragrafı ve fotoğrafı ne yaptıysam düzeltmedi Blogspot, affola...