.

.
.

28 Eylül 2022 Çarşamba

MÜZE GÜNÜ / 28 EYLÜL

Ankara'da geçen günler birer birer eksilip sona yaklaşırken "aklımda duracağına karnımda dursun" diyerek Şermin Yaşar tarafından yeni açılan "Kelime Müzesi"ni açılışının ikinci gününde geziverdim dün. Zira bundan sonrası yol hazırlığı, 4,5 ayda dip köşe yayıldığım evin toparlanması, düzenlenmesi vs ile geçecek. 

Şermin Yaşar takip ettiğim bir yazar değildi, bana hediye gelen iki kitabını okudum sadece ve evet öykülerini sevdim. Epeydir uğraştığı müze neyin nesidir, gitmeden bir göreyim dedim ve yola düştük kızkardeşle. Bu vesileyle pandemi başından beri gitmediğim Kale'ye de bir "Merhaba" demiş oldum. Kale bıraktığımız gibi duruyor, fazla oyalanmadık, Kelime Müzesi'ne yönlendik, Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Erimtan Müzesi'nin arasında bir yerde, yokuş aşağı sağ tarafta kalıyor Kale kapısından sallanınca. 


Giriş ücreti 40 lira, öğrenci ve 9 yaş üstü çocuklar 20 lira. Müze kart geçersiz haliyle. Pazartesi hariç her gün 17.00'ye kadar açık. Orta boy, hatta küçük bir müze, üç katlı. Güzel düşünülmüş bir proje, vaktim kısıtlı, ortam biraz da kalabalık olduğu için çok detaylı gezemedim ama hoş bir ambiyansı vardı. En çok merdiven boşluğundan sarkan avizeyi beğendim diyeyim de gülün, e çok hoştu ama 😀

Müzede çeşitli objelerle kelimelerin anlamları dile getirilmiş, değişik düzenlemeler yapılmış, birkaç foto paylaşıp yazıyı uzatmadan devam edeceğim.




Bu çekmeceleri açıp istediğiniz harfle başlayan birkaç tümce okuyor, anlamını görüyorsunuz. Alttaki şeritleri çekince de o harf ile başlayan kelimeler sıralanıyor. Ben "N"yi seçtim haliyle. 



Bu kadar yeter, Ankara'da oturuyorsanız gidip görün derim...

Turumu bitirince Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde beni bekleyen kız kardeşin yanına geçtim. Müzeyi defalarca gezdiğimiz için meraklısı olduğumuz satış mağazasına daldık. Her şey çok pahalı idi, yine de bir-iki obje edindik, benimki Müze'nin en bilinen  parçalarının resmedildiği taş bir magnet. Bahçede birkaç fotoğraf çekip bu defa Ziraat Bankası Müzesi'ne gitmek için yokuş aşağı vurduk kendimizi.

Yıllardır Ankara'da yaşayan biri olarak, defalarca önünden geçtiğim halde Ulus'taki tarihi Genel Müdürlük binasında bir müze olduğundan habersizdim. Sağolsun Damlacımın sayesinde aydınlandım ve görmeden gidersem banka bana küser dedim. Ne de olsa uzun yıllar defalarca paralarımıza ve bize ev sahipliği yaptı kendisi. Öğrenciliğim boyunca kredimi onun veznelerinden çektim, yengem tarihi binada çalışırdı, anneannemin kefenlik parası orada yatar ve her yılbaşı ziyaret edip eşantiyon bir şeyler toparlardı. Kumbaralarında az para biriktirmedik, artık kendisiyle irtibatımız kalmasa da mazimiz var şekerim 😀 Ve müze de tahmin ettiğimizden daha güzelmiş meğerse. 

Bence Ankara'nın en güzel binası olan Genel Müdürlük binası İtalyan mimar Guilio Mongeri'nin eseri, tıpkı yakınındaki İş Bankası Genel Müdürlük binası gibi. 1925'de başlayan inşaat 1929'da bitmiş. Yakınlarda bina temizlendi, Ankara'nın kömürlü günlerinde bulaşan isten, pisten kurtuldu, eli yüzü açıldı, hatta sadece bina değil, kurucusu Mithat Paşa'nın heykeli de ak pak edilmiş. Eskiden binanın önünde duran ve insanda "Hadi bana müsaade, ben kalkayım artık" diyormuş duygusu uyandıran heykel müze girişine alınmış.  

Görsel: Buradan

Müze girişinde bizi çok kibar görevliler karşıladı. Giriş ücretsiz, girişte ve çıkışta okutacağınız bir bilet veriyorlar başlıyorsunuz gezmeye. Bodrum kattan başlanıyor, aslında kot farkı nedeniyle giriş katı oluyor ama zamanında bodrum olarak kullanılmakta imiş, zaten kasalar bölümü ve kalorifer tesisatı da burada. Kurumsal Kimlik, Ana Kasa Dairesi, Kiralık Kasalar, Dijital Vitrin-ki burada para biriktirme oyunu oynanarak nostaljik bir müzik yolculuğu yaptırılıyor ziyaretçilere, biz de para biriktirip bir TV cihazı ile bir Walkman aldık 😃 müzik dinledik-Banka Koleksiyonu, Kurumsal İletişim ve Çocuk Etkinlik alanı odalarını gezdik sırayla. Şu aşağıdaki vitrinde fena halde nostalji yaptık:


Benim kuşağımdan olup da bu füze kumbaralarla uzaya para göndermeyen çok azdır sanırım. Kumbara devri de geçti ne yazık 😒

Koleksiyon Odası'nda birkaç orijinal tablo ve eser sergileniyor, koleksiyondaki diğer tabloları da dijital olarak seçip görebiliyorsunuz. Şu aşağıdakini çok beğendik, keşke bize verselerdi müze gezme ödülü olarak 😀


Radyo odası bir oturma salonu gibi düzenlenmiş ve nostaljik radyodan seçim yaparak bankanın bugüne kadarki reklam programlarından birini dinleyebiliyorsunuz. Biz Orhan Boran'ı tercih ettik, özlemişiz sesini. 

Geçiş koridorlarından birinin zemini ışıklandırılmış ve değişik fonlar geçiyor ayağınızın altından. Girdiğimizde gökyüzündeki burç yıldızlarına basarak geçtik, sonra bankanın amblemindeki buğday başakları serildi tabanlarımıza ve salonlardan birine geçerken de çil çil altınları geride bıraktık. 


Bodrum kattaki her şeyi ekleyemiyorum haliyle, biz buradaki odaları keşfettikten sonra zemin kata çıktık ve daha içeri girerken ağzımdan bir hayranlık nidası döküldü. O kadar güzel, o kadar estetik ve kişilikli bir salondu ki Şeref Salonu. Bu yaşıma kadar buraya gelmedim mi, yoksa çocukken gelip unuttum mu bilemedim. 





Salonun ahşap işlerini Selahattin Refik gerçekleştirmiş, vitraylar Milano'da "Corvaya-Bazzi" şirketi tarafından yapılmış. Duvarı kaplayan "Harman" tablosunun ressamı ise İbrahim Çallı imiş, 


Bodrum katta sergilenen Genel Müdürlük binasının maketi. Binanın çimento ve alçıları Almanya'dan, ahşap kısımların keresteleri ve tuğlalar Romanya'dan getirtilmiş. Döşeme mermerleri yerli imiş, Kaba inşaatta Yüksek Mimar Arif Ongun başkanlığında İtalyan ustalar, dış sıva ve boyalar işinde de Yüksek Mimar Arif Hikmet Koyunoğlu nezaretinde Macar ustalar çalışmış. Kısacası çok özenli bir çalışma yapıldığı 93 yıldır aynı heybetle şehri güzelleştirdiğinden belli. Dilerim uzun yıllar bu güzelliği görmeye devam ederiz. 

Çıkışta müzenin küçük kafeteryasına oturuyoruz. Görevli genç ve tatlı kız bize taze çekilmiş kahve olduğunu söyleyip kahve içmemizi öneriyor. Birer capuchino ile yorgunluk atıyor ve müze ile vedalaşıyoruz...


22 Eylül 2022 Perşembe

HİKAYESİ OLAN OBJELER 5 / 22 EYLÜL

Ankara'daki evde eskilerden kalan, özellikli obje kalmadığını düşünürken gün geçmiyor ki gözden kaçırdığım biriyle karşılaşmayayım. Üstelik bazen gözümün önünde dururken gözden kaçırıyorum. Sabah ayak ucumda duran komodinin üstündeki kutunun kapağını açmış, içindeki yara bantlarından birine elimi atmıştım ki durakladım. "Eh" dedim, "bundan âlâ hikayesi olan obje mi olur?"


Bu bir kutu, daha doğrusu sigara kutusu olarak dünyaya gelmiş, nüfusa o şekilde kaydedilmiş 😊 Zamanında sigara evlerimizi ne çok işgal ediyormuş, onun için ne özel eşyalar üretilmiş; küllükler, kutular, çanaklar, tabakalar, masa çakmakları, kibrit kapları. Sigara içilmeyen evlerde artık hiçbiri kalmadı ya da fonksiyonları değişti. Bu arkadaş da sigara taşıyıcılığından yara bandı, kolonyalı mendil mahfazasına dönüşmüş bahsettiğim gibi. Zaten oldukça da yaşlanmış, iç kapaktaki aynanın sırları yer yer dökülmüş, üzeri beneklerle kaplanmış, iç kaplama maddesi lekelenmiş ki ne kadar uğraşsan çıkmıyor. Bir zamanlar ev sahipliği yaptığı sigaralar veda anısı olarak bırakmış olabilir. Üst kapağın hala gideri var, siyah cam üzerine altın rengi bir desenle süslenmiş, kenarları da yine altın rengi bir madde ile kaplıydı zamanında ama artık yılların izlerine dayanamamış, kararmış. 

Neriman abla oturduğumuz siteye, bizimle aynı kattaki köşe daireye taşındığında evliydi, biri benimle yaşıt iki oğlu vardı ve bir de bebek bekliyordu, o da oğlan doğacaktı ve ağabeylerinin ismiyle kafiyeli bir isim alacaktı. Kiracıları olan aile bir süre önce taşınmış ve artık yetişkin olan çocuklarından kalma bir koli dolusu kitabı bana bırakmışlardı. O yazı başımı kaldırmadan kolideki kitapları okuyarak geçirmiş, yine de bitirememiştim, birkaç tanesi hala kitaplığımda durur. Neriman abla bir film artisti kadar güzeldi. Henüz insanları güzel-çirkin diye yaftalayamayacak bir yaşta olmama rağmen ben bile çok güzel bulmuştum. Omuzlarına inen dalga dalga saçları, beyaz teni, anlamlı yüz hatları, uzun boyu ve kendine has edası ile apartmandaki kadınlar arasında oldukça ayrıksı kalmıştı. Ayrıksılığı zamanla daha belirginleşecekti. Taşındıktan kısa bir süre sonra uzun yol şoförü olan kocası bir kazada ölecek, Neriman Abla biri bebek, üç çocukla geride kalacaktı. Kaza ve ölüm haberini Amasra'da geçirdiğimiz bir yaz tatili sonrası, eve döner dönmez, daha valizleri yere bıraktığımız anda kapıdan giren bitişik komşu Müyesser Teyze vermiş, hepimizi şok etmişti. 

O zamana kadar ev hanımlığı ve annelik dışında bir tecrübesi olmayan Neriman abla hayatını sürdürebilmek, üç çocuğun geçimini sağlamak için iş aramış ve bir süre sonra bir devlet dairesinde çalışmaya başlamıştı. 24 daireli apartmanda tek çalışan kadındı. Hep bahsederim, komşuluk müessesesi çok gelişmiş bir apartmandı orası, herkes herkesin evine rahatça girip çıkar, pek çok faaliyet birlikte yapılır, yemekler, gezmeler, kutlamalar, tatiller komünal bir havada birlikte gerçekleştirilirdi. Apartmandaki tüm kadınlardan annemizden ne bekliyorsak onu bekleyebilir, tüm kadınlar da bütün çocuklardan kendi çocuğu gibi bir iş isteyebilirdi, kimse yadırgamazdı. Lakin Neriman Abla annelerimizden ziyade babalarımız gibiydi. Onlar gibi sabahın erkeninde işe gider, akşam karanlığında işten döner, evinin ihtiyaçlarını bizzat karşılar, yerine göre iş yükünden şikayet eder, ihtiyacı olanlara ufak-tefek borçlar verirdi. Çok yardımseverdi, kalbi, aklı ve kesesi ihtiyacı olana her daim açıktı. Zamanla tam anlamıyla kendinden emin ve ayakları yere basan bir kadına dönüşmüştü, apartmandaki kadınların gurusu gibiydi. Sadece komşularına değil ailesine de kol kanat gererdi. Yaşlı bir annesi vardı, ince, uzun, kırışık yüzlü bir kadın olarak hatırlıyorum. Ara sıra gelir Neriman Abla'da kalırdı. Bu gelişlerden birinde hastalanmış, gittikleri doktor uzun süre yapılması gereken iğneler vermişti. Babam sağlık memuru idi, Hıfzıssıhha Enstitüsü'nde idari kademede çalışıyordu, elinde çanta, iğne, tansiyon işleri yapan sağlıkçılar gibi değildi. Sadece yakınlara ve komşulara yardımcı olurdu bu konuda, tamamen komşuluk hatırına ve asla karşılık kabul etmezdi. Neriman Abla'nın annesinin iğnelerini yapma görevini de üstlendi haliyle. Şimdiki gibi kullan-at enjektörler nerede? Babamın üç boy enjektör kutusu vardı, çelikten. İğnenin türüne göre bir tanesi seçilir ve kaynatılırdı. Biraz büyüdüğümde bu kaynatma görevini bana vermişti babam, her seferinde tembih ederek: "Musluk suyuyla kaynatma, iyi su koy, şırınga kireçlenmesin". Büzgülü basma elbiseli tombul küpten bir tasla aldığım İnci Memba Suyu'nu enjektör kutusuna ilave eder, ocağı yakar, başında beklerdim. Çıkan kokudan nefret ederdim ama sonuçta görevdi bu, kendimi önemli hissederdim 😊 Şırınganın kaynaması bitince gerisi babamın ustalığına kalmıştı, elinin hafif olduğu söylenirdi. 

Neriman Abla annesinin iğneleri bitince babama borcunu sormuş, babam aralarındaki samimiyete güvenerek evden kovalamıştı. Ertesi gün annesiyle birlikte kahve içmeye diye gelmiş, fotoğraftaki sigara kutusunu hediye olarak getirmişti. Babam o zamanlar sıkı içiciydi. Pilot olan dayım her ay başı garnizon kantininden aldığı 30'luk paket "Subay" sigarasını babama getirirdi. Sonradan "Silahlı Kuvvetler"e çevrilecekti sigaranın adı. Annem babamın sigaralarından bir-ikisine el koyar, hediye gelen kutunun içine itinayla dizer, gelen misafirlere ikram eder, arada bir de keyifli bir yemek sonrası ya da kahve yanında bir tane tellendirirdi. Babam zaman içinde sigarayı bıraktı ama annem hep çantasında, işlemeli bir tabaka içinde paket taşıdı ve günde bir-iki tane keyif sigarası yakmayı ihmal etmedi. 

Neriman Abla'ya gelince, yıllarca o apartmanda oturdu, biz başka bir semte taşınınca arada sırada görüştük. Sonra siteye müteahhit girdi, hayli küçük olan evler genişleyip daha konforlu hale gelecek, yaşlılıkta rahat edeceğiz diye düşünenler arasında Neriman Abla da vardı. Gel gör ki daha evler yapılmadan bir işlem için gittiği banka şubesinde merdivenden düşecek ve hayata veda edecekti. Haberini aldığım zaman annemi kaybetmiş kadar üzülmüştüm, hepimizle bir anısı, üzerimize geçmiş bir iyiliği, güzelliği vardı. Dilerim huzurla uyuyordur, hep anılarımda ve gönlümde olacak. Dıranas'ın şiirindeki gibi: "Ne güzel komşumuzdun sen Neriman Abla"...

16 Eylül 2022 Cuma

SERGİLER BİZİ SÖYLER / 16 EYLÜL

İki gün önce Ankara'nın eski zamanlarına olan özlemimi dile getiren hem nostaljik, hem de sitemli bir yazı yazmıştım, dün pekiştirme mahiyetinde Ankara ile ilgili bir sergiye gittik Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde: Duygular Coğrafyası Ankara.

Biz iki kardeşin Ankara sevgisini bilen bilir. Bu şehre sonradan yerleşen insanların Ankara hakkındaki duyguları nedir bilemem ama burada doğup büyüyen, yıllar içinde irtibatını hiç koparmayan kişiler Ankara'daki anılarını severler daha çok, bir ana gibi kucaklar çünkü şehir onları, büyümelerine olan katkısı inkar edilemez. Bütün yozlaşmasına, çirkinleşmesine rağmen bitmez bu sevgi, insan yaşlandı, çirkinleşti diye annesini sevmekten vaz geçebilir mi? Şehir Plancıları Odası tarafından çeşitli atölyelerin katılımı ile hazırlanan dünkü sergi düşündüğümüzün ötesinde iyi düzenlenmiş, çok emek verilmiş bir sergi idi. Kız kardeşimin de katkısı vardı, hatta haberim olmadan, dolaylı olarak benim de. Bir bölümde anlatılan bizim hikayemiz olmuş tam anlamıyla.


Sergide resim, fotoğraf, grafik, maket, harita, söyleşi, video, ses ve benzeri metodlar yoluyla Ankara her yönden tanıtılmaya çalışılmış. Ankara'dan insanlar duygularını, anılarını, yaşanmışlıklarını dile getirmiş. Şu aşağıdakiler de bu bölümde yer alan kardeşimin aktardıkları:





Şunca yıllık hayatımda bir sergide yer almak da kısmetmiş dolaylı yoldan olsa bile, üstteki fotoğrafta etrafı çocuklarla çevrili olan ben, Hıfzıssıhha  fotoğrafında, sağ baştaki de babam. 

Ankara ile ilgili pek çok enstalasyon vardı, fotoğraflardan pek anlaşılmıyor ama Ankara sevengillerden iseniz sergi 16 Ekim'e kadar açık, gidip görün derim.



Bu pano birkaç kadınla Ankara üstüne yapılan görüşmede anlatılanların çizgilerle canlandırılması. 


Kale civarını canlandıran bir maket


Ankaralı ünlülerden Cin Ali 😀


Ankara'da artık olmayan, yıkılmış, harabe haline gelmiş, değişmiş önemli binaların resimleri ressam-mimar Mükremin Barut tarafından tuvale aktarılmış, aşağıda artık bahçeli olmayan evlerin bulunduğu Bahçelievler için yapılmış bir tablo:




Binaların koruyucu tanrısı Maat imiş bu resimdeki. Dilerim ki tüm güzel, özgün binaları korusun. 3 yılın üstüne sergi gezmenin keyfi de bir başka oluyormuş. Nicelerine diyelim...



14 Eylül 2022 Çarşamba

ÖNCESİ VE SONRASI / 14 EYLÜL

Çocukluğumda Kızılay'a gitmek bir nevi yurtdışına gitmek gibiydi, bizlerde bir heyecan, bir coşku, büyüklerde bir tedirginlik; acaba almak istedikleri şeyi Ulus'da daha ucuza bulabilirler miydi, Kızılay'da kazık yemesinlerdi? Alıştıkları mağazalardan daha farklı, onlara lüks gelen mekanlara girilecek, yüzlerini ilk defa gördükleri satıcılardan alışveriş edilecek, çoğuyla pazarlık yapılamayacak, normalden daha ucuza almış olsalar bile hep bir aldatılma duygusuyla eve dönülecek. 

O yılların Yenimahalle'si şehir merkeziyle bağlantısı bir-iki otobüs ve minibüs hattı dışında epeyce kopuk, nisbeten uzak, düzenli sokakları, bahçe içindeki tek ya da iki katlı evleri, temiz havası ile yeni kurulmuş bir memur semti idi, zaten adı o nedenle Yenimahalle konmuştu. Gündelik ihtiyaçları rahatça karşılayabilecek bir esnaf lokasyonu da vardı. Her türlü gıda, temizlik malzemesi mahalle bakkallarından, olmadı Gima, Ordu Pazarı gibi zamanın büyük marketlerinden karşılanır, giyim-kuşam, kitap-kırtasiye türü ihtiyaçlar da Ragıp Tüzün Caddesi üstündeki mağazalardan giderilebilirdi. Lakin bazen buralar yeterli olmaz Ankara'ya inilmesi gerekebilirdi. Artık garip geliyor "Ankara'ya inmek, şehre gitmek" sözcükleri. Şimdilerde sizi 15 dakikada Kızılay'a götüren metro hattını düşününce bizim oturacak yer bulabilmek için ilk durağa kadar tırmandığımız, boynuzları durmadan düştüğü için yolda durup biletçi ya da şoför tarafından yerine yerleştirilen, biletçinin kaleminin tersine bağladığı silgi ile tomarından ayırıp sabit kalemle çizdiği biletlerdeki sayıları toplayıp "ADYOMERSİ" falına baktığımız troleybüslerin varlığını unutmuşuz bile. Ulus ve Bakanlıklar-Farabî hatları, neden Farabî hâlâ şaşarım. 

Diyelim ki büyükler mecburiyetten Ankara'ya inmeye karar verdiler, ilk akla gelen Ulus olurdu haliyle, orası daha halk tipiydi, daha ucuz olduğu kanaati vardı, hem orada Hâl vardı, gitmişken biraz sebze-meyve de alınırdı, anneannemin "Aşçı" ve "Mesçi" soyadları taşıyan ama bu soyadlar O'nun tarafından "Aççı" ve "Meççi" olarak telaffuz edilen Hasan Hüseyin adlı hemşerilerinin dükkanları da ziyaret edilirdi. Bu dükkanlardan Aççı ya da Meççi, hangisine ait olduğunu bilmediğim bir tanesi Hâl içinde, karanlık, neredeyse boş bir dükkandı. İştigal ettiği konu neydi, ne alınır, ne satılırdı, dükkanda hangi mallar vardı, zerre aklımda yok. Tek hatırladığım duvara asılmış BCG aşısı afişleriydi. Verem o zamanlar şimdinin kanseri gibi çok korkulan ve düzenli aralıklarla taramaları yapılan bir hastalıktı, ben de çok evhamlı bir çocuktum. Anneannemle annem Aççı ya da Meççi adamıyla Niğdenin bağları, bahçeleri, tanıdıkları, eski günleri üzerine sohbete girişmişken ben korkak bakışlarımı duvardaki afişlere sabitlerdim. Giysi alışverişleri Anafartalar Caddesi'nden yapılırdı, sıra sıra dükkanlardan, gelmişken Eyüp Sabri'den kolonya doldurtulur, Hacı Bekir'den anneannemin çok sevdiği "iki kavrulmuş nohun" (çifte kavrulmuş lokum) alınırdı. Bir altın bozdurma, altın alma ya da tamirat işi varsa Hanif Çarşısı'na, annemin kuyumcusu Bedri Bey'e uğranır, hazır Han'da iken üstü kata çıkılıp Güneş Mağazası'na bir göz atılırdı. Serisi kırılmış, numarası bitmiş pek kaliteli ayakkabıları ucuza kapatabilme imkanı her zaman mevcuttu. Tüm alışverişler bitince el kol paket dolu, oflaya puflaya Stadyum'un karşısındaki Yenimahalle Durağı'na yürünürdü, taksi falan ilgi alanımıza girmezdi, pahalıydı onlar. Eğer kuyruk varsa anneannem tüm sevimliliğini takınır, en öne geçip "Yavrıım, bu otobos Yenimahalle'ye gider mi?" ayağına yatardı sanki bilmezmiş gibi. Sonra da cup atardı kendini otobüse, yaşına hürmeten kime ses etmez, biz de arkasından binerdik. Boş yer yoksa şöyle bir bakınır, gözüne kestirdiği en genç oturanın yanına  gidip "Yavrım pek yoruldum, hadi sen kalk da ben oturayım" der bir güzel yerleşirdi kalkan kişinin yerine. Bütün günümüzü alan Ulus macerası böylece sona ererdi.

Şayet Kızılay'a gidilecekse ki bu genelde sadece orada bulunacak öteberi ya da bir takım sanatsal faaliyetler için olurdu. Babam meraklı adamdı, tiyatro biletleri alır, denk geldiği sergilere götürür, sinema izlemeyi ve izletmeyi severdi. Bir seferinde anneme telefon edip tiyatro bileti aldığını, beni de yanına alıp tiyatronun önüne gelmesini söylemişti. Annem Kızılay'a pek aşina değil o zamanlar, uzun tarifler sonucu gittiğimiz yerin Ankara Sanat Tiyatrosu, izlediğimiz "Şahane Dul" oyununun başrol oyuncusunun da Nisa Serezli olduğunu yıllar sonra fark edecektim. Sanırım bir turne temsiliydi. Bir seferinde şimdi yerinde yeller esen Yenişehir Sineması'na gitmiştik, 5 yaşındayım ve adımı yazabiliyorum, onun dışında okuma-yazma yok. Hiç unutmuyorum Louis Armstrong'un başrol oynadığı, tekerlekli sandalyede küçük bir kızın olduğu, Türkçe'ye "Beş Kuruş Versene" adıyla çevrilen "Five Pennies" filmi oynuyordu. Babam bilet için gişeye yanaşınca gişe görevlisi kadın bana bir göz attı ve "Çocuğu alamayız" dedi. O zamanlar sinemalarda bir levha olurdu: "Gündüz 6, gece 12 yaşından küçük çocuklar giremez" yazardı. Ben o gruba dahildim haliyle. Annem hemen devreye girdi, çünkü sinemayı çok severdi: "Çocuk okula gidiyor, neden alamazsınız?" dedi. "Yaa" dedi kadın, bir kağıt kalem uzattı, "Adını yazsın bakalım o zaman" dedi. Kargacık burgacık yazdım adımı, kadın ikna olmak zorunda kaldı ve girdik salona. Böylece sınavla sinemaya giren ilk kişi unvanını kazandım 😀

Ben bunca lafı niye yazdım? Niyetim 2 gün önce gittiğim Kızılay'da Paşabahçe'nin de kapanmış olduğunu görüp yaşadığım hayal kırıklığını yazıya dökmekti. Bir zamanlar gitmeye korktuğumuz, lüks mağazalarından ürküp vitrinine bakmakla yetindiğimiz Kızılay'ın Çarşamba pazarına dönmüş halini görünce için cız etti. Yol boyu telefoncular, sahte parfümcüler, kuruyemişçiler, ikinci kalite giysiler satan dükkanlarla dolu bir keşmekeş. Eskiyi anımsatacak ne bir pastane, ne bir kitapçı, ne yıllarca ürünlerine imrendiğimiz bir mağaza. Kızılay binasının yerine yapılan kazulet AVM'den bahsetmiyorum bile. Piknik, Meram, Flamingo, Tarhan Kitabevi, ABC, Müge, Sağyaşar Plak, Tansel, Menekşe Kumaş; Gima, Set Kafeterya hepsi geçmişin çöplüğüne tıkılmış, anılarda kalmış. Son kale Paşabahçe de düşmüş, yandı gülüm keten helva. Çocukluk ve gençlik de gitmiş elden, sen derdine yan diyor Kızılay pis pis gülerek. 


Görsel: Buradan

12 Eylül 2022 Pazartesi

HİKAYESİ OLAN OBJELER 4 / 12 EYLÜL

 

Bugünkü hikayemiz "Ayna ayna söyle bana" diye başlayacak.  En son ne zaman baktığımı bile hatırlamadığım bu aynaya bugün çamaşır toplamak için balkona çıkarken hızlıca  çektiğim perdenin arkasında rastladım, varlığını bile unutmuşum. Babam da gittikten sonra o oda kırk yılda bir gelen yatılı misafirlere ev sahipliği yapma dışında bir nevi ardiye gibi kullanılıyor çünkü,  Koyacak yer bulamadığımız her şeyi oraya dolduruyoruz. Emektar aynanın kıvrımlarına tozlar dolmuş, hafiften kararmış, "Görücüye çıkaracağım seni, gel biraz temizleyeyim" diye elime aldığımda aynası yere düştü, neyse ki kırılmadı. Baktığımda çerçevedeki tırnaklardan birinin olmadığını fark ettim, esasen biliyordum da unutmuşum. Aynayı yerine takıp silip temizledim, sonra da fotoğrafını çekmek için biraz uğraştım, zira ne yandan çeksem kendim de giriyordum içine, görünmeyeyim diye diz çökmem gerekiyordu ki ona da protezler mani, uğraş, didin bu kadar oldu, bir de baktım ki karşı duvarda asılı büyük ablasını da almış içine, eve aynı yıl girmişlerdi. Ucundan biraz da benim telefon çıkmış, idare edersiniz artık...

Liseyi bitirdiğim yıl taşındık bu eve, Yenimahalle'deki kira evimiz nohut oda, bakla sofa denilen cinsten bir sosyal konuttu ve haliyle o zamana kadar "Kendine ait bir oda"m olamamıştı, zaten henüz Virginia Wolf'la da tanışmamıştım. Taşınma işine en çok sonunda bir odam olacağı için seviniyordum. Annem başlangıçta küçük kardeşimle paylaşmamız için diretmişti odayı ama iki yatak sığmayınca tamamı bana kaldı, zavallı kardeşe salon yolları göründü. Abladan kardeşe geçen bir "odasızlık sendromu" vardı bizim evde ama ablanın küçülenlerini kardeşin giymesi gibi ben evlenip gittikten sonra oda ona kalacak, o da evden ayrıldığında üniversiteye başlamak için Ankara'ya gelen oğlum devralacaktı. 

Daha taşınmadan odanın ölçülerini almış ve nasıl döşeyeceğim üzerine kafa yormaya başlamıştım. Öyle şimdiki gibi meyve markalı genç odası takımlarım falan yoktu, ciddi anlamda mobilya olan tek eşya babamın ben ortaokuldayken aldığı kitaplıktı. Önemli değildi, benim oda da Ankara gibi yoktan var edilmiş bir oda olacaktı. Sanırım Bulgar somyası deniyordu o somyalara, üstü kafes gibi olan, niye öyle deniyordu bir fikrim yok ama o benim için karyola görevi görecekti. Annemle çarşıya çıktık, o yıllarda dekorasyonda en sevdiğim renk portakal rengi idi. Çıkrıkçılar Yokuşu'ndan kadife benzeri fitilli, portakaldan bile daha portakal rengi bir yatak örtüsü ve mimari tül denilen cinsten, iri delikli, yine portakal rengi perdelik aldık, sonra Sümerbank'a uğrayıp kalın perdeler için kumaş bakındık ve üzerinde kocaman portakal rengi ay çiçeği desenleri olan, bejimsi-kahverengimsi bir kumaşta karar kıldık. Dikiş makinesinin başına geçtim hemen, tülleri ve kalın perdeleri ölçüye göre diktim, pencereye takıldı. Sonra babam bana tahta parçalarındın bir tuvalet masası çaktı, üstü bir ucu kesik üçgen biçiminde, üç ayaklı bir şey, çıplakken çok çirkindi haliyle. Bir uzun taburenin ayaklarını da o masanın boyunda kesti. Gerisi bana kalmıştı. Perdenin kumaşından masaya ve tabureye alt kısımları büzgülü, şirin örtüler diktim, aynı kumaştan yastıklar yaptım somyadan karyolamın üstüne. Annem evdeki en sevdiğim halıyı da bana verince çeyizim tamamlanmıştı 😀 Yatak bir duvara, kitaplık bir duvara,  tuvalet masası da pencerenin önüne yerleşti, bir duvar zaten sabit dolaptı, bana göre şahane bir oda olmuştu. Duvara posterler, resimler asıldı, kitaplar yerine yerleşti, lakin bir eksik vardı. Odada ayna yoktu. Her sabah kalkıp okula giderken saçımı bile taramak için banyoya geçiyordum. Maruzatımı bir dilekçe ile babama bildirdim. Babamın alım-satım konusunda eline su dökülmezdi. Genelde her aldığını beğenmesek de eve gelirken pek boş gelmezdi, yolda belde gördüğü, ilgisini çeken her şeyi toplar gelirdi. Bir seferinde evdeki bakırları kalaylamak için kalay malzemesi getirmiş, tüm itirazlarımıza rağmen kalaycılığa girişmiş, mutfağı simsiyah bir tozla kaplayıp tencereleri de alaca bulaca bir hale getirdikten sonra dünyada yapamayacağı tek işin kalaycılık olduğuna karar vermişti. O yüzden ayna talebimi ikiletmedi ve ertesi gün elinde yukarıdaki ile geldi. O yılların en moda aynası. Gönlüm biraz daha büyüğünden yanaydı ama kanaat ettim. Kendisi bana geldiği günden evlenip evden ayrılacağım güne kadar hizmet verdi. Benden sonra annemin odasına taşındı, evin muhtelif yerlerinde gezindi, daha büyük aynalar gelince itibarını biraz kaybetti ve sonunda bir perde arkasında unutuldu. Bugün kendisini gün yüzüne çıkardım, eski günlerin hatırına arada bir mah cemalime bakacağım. Esasen bayağı da güzelmiş, silinip temizlenince eli yüzü açıldı, hem daha ne ister, hikayelere konu oldu... 

10 Eylül 2022 Cumartesi

DÜĞÜN DERNEK HEP BİR ÖRNEK / 10 EYLÜL

Mutfakta mantının yoğurdu için sarmısak ayıklarken sokaktan gelen bangır bangır müziğe kulak kabarttım. İçinde Latin tınıları olan oynak bir parça idi, "Bizim belediye de 9 Eylül'ü kutlamaya karar verdi, gecikmeli fener alayı mı geçiyor acaba" diyerek açık pencereye yanaştım. Gelen geçen yoktu ama müzik var gücüyle-gittikçe coşarak hatta-devam ediyordu. Merak bu ya, sarmısakları bıraktım, biri yere düştü, üstüne bastım. Anneannem olsa "Gitti nazenim samırsak" derdi, anneanneme, öbür tarafa bir özür yolladım, ön balkona geçtim. Trafik düğüm olmuş, ses giderek yükselmekte, caddenin sol yanı sakin, sağ yanda bir keşmekeş. Meğer yan apartmandan bir kızımız evleniyormuş, Allah mesut etsin, bütün cümbüş onun içinmiş. "Nazlı Kar"daki Yukiko'ya senelerce gelmeyen dünür kalmadı, onca telaşenin üstüne sessiz sedasız evleniverdi, bizim kızların derdi neyse illa gümbürtü. 

Yan apartman ilginç, caddedeki diğer binalara göre yeni yapı, yeni dediysem var yine bir 20-25 yılı. Kale duvarı gibi bir şey, diğer apartmanlardan üç kat daha yüksek, güya bizim müteahhitler bilmemiş, esasen 8 kata izin varmış, yalanınızı yesinler. Bunca yıldır gelir giderim bizim cepheye bakan tarafta sadece balkonlarımızın karşılıklı olduğu dairedeki yaşlı karı-kocanın kadın olanına rastladım birkaç defa, o  kadar. Maalesef kadıncağız pandeminin ilk dalgasında rahmetli olmuş, şimdi temelli ıssız. Diğer daireler kapalı kutu, tek bir insan görmedim, sıra sıra cam balkon, akerdeon perde. Çamaşır dahi asmıyorlar, hepiciğinin kurutma makinesi var sanırım. Oysa öncesi, Aptulla amcanın kirloz apartmanı zamanında komşular adeta bizim balkonda yaşıyorlardı. Hepsinin cemazüyelevvelini okuyabilirdin dairelere bakıp, kamuya açık alan. Aptulla amcalarla bizim daire karşı karşıyaydı. Karısı Aptulla Teyze üzerinize afiyet biraz pasaklı idi, hoş pasaklı lafı az kalır ama şimdi uzatmayayım. Fotokopi ile çoğaltılmış kadar birbirine benzeyen ikisi kız, biri erkek üç çocukları vardı, muhtemelen birer yaş aralı, üçü de had safhada kırmızı saçlı ve çilli idiler. Üçü de kitaplara konu olacak kadar ilginçtiler. Sözgelimi erkek olan karşıdaki yurtlardan birinin çatısına çıkıp kız kardeşine avazı çıktığı kadar ismiyle seslenebilirdi, en küçükleri olan kız eline aldığı bir somun ekmekle balkona oturup koparıp koparıp aşağıya atabilirdi. Nisbeten en normali olan büyükleri yaşıtımdı, arada okul yolunda bana eşlik ederdi, bu sebeple bir gün evlerine davet edilmiştim, edilmez olaydım deyip keseyim.

İşte efendim yan apartmanımızda olmasına rağmen asla tanıyıp bilmediğim ailelerden birinin kızlarının gelin alması içinmiş kopan gürültü. Caddenin sol tarafına arka arkaya park edilen araçlar yetmez gibi sağ yana da ikinci sıra yerleşmişler, aynalarına bağlanmış çevresi oyasız yazmalarla da nereye ait olduklarını belirlemişlerdi. Ben balkona çıktığımda Latin temalı müzikle başının tepesinden ayak bileğine kadar kapalı bir teyze oynayıp dururdu, derken karşıda el çırpan platin saçlı, mini etekli, dekolte elbiseli bir kadını kolundan çekip karşısına aldı, beraber döktürmeye başladılar. Bordo türbanını Osmanlı kadın efendileri tarzında bağlamış, mor etekli genç bir kadın oynayanları kameraya almakla meşguldü, izleyenler henüz el çırpma aşamasından parmak şıklatma aşamasına geçmemişlerdi. Güzel bir uyum var kalabalıkta diye düşündüm, bir nevi Mevlana dergahı, ne olursan ol, gel, gel ki oynayalım. Sonra oynayanlar çoğaldı, kim kimdir seçilmez oldu, düğün mü, sünnet mi kararsız kaldım. O arada grup biraz aralayınca arabayı gördüm, önüne kalp şeklinde çelenk yerleştirilmiş, kendisi de arkasına eklenmiş uzun bölümle "Voslimu" adını alsa olacak, tepesi sunrooflu bir beyaz Vosvos. Anladım ki sünnet değil, düğün var. "Hadi" dedim, "siz biraz oynayın, ben şu sarmısakları yoğurda karıştırıp geleyim". "Ben gelene kadar gelin gitmesin haa" diye tembihlemeyi de unutmadım. Sarmısakları yoğurtla vuslata erdirip tekrar balkona çıktığımda bir alkış sesi yükseldi, anladım ki gelin geliyor. Aferin, beni beklemişler. Gelin sarışın, çıtı pıtı bir kız, mekana adım atar atmaz hunharca oynamaya başladı. Karşısında oynayan genç adamın damat olup olmadığı konusunda kararsız kaldım, zira kravat-ceket kombini yoktu, meğerse damatmış, sıcakta spor takılmış, düğünde kuşanacak damatlıkları belli ki. O sıraca çalgıcıları gördüm, o da ne? Ben Samanpazarı dolaylarından getirilmiş klasik bir davul-zurna beklerken bir örnek giyinmiş dört genç adam çıktı karşıma, ikisi saksafon, biri trompet, biri de adeta aynalıymış gibi parlayan bir davul çalıyordu. Normalde caz müziği icra etmesi beklenen, kendileri de caz müzisyeni gibi beyaz gömlek, pantolon askısı, siyah güneş gözlüğü ve küçük bir hasır şapka kuşanmış gençler basbayağı oyun havaları çalıyordu. Onlar oynayıp dururken elinde pazar arabasıyla kaldırımdan geçen turuncu tişörtünü germiş göbeği kendisinden evvel giden bir adam araçlardan birine yanaşıp bahşiş istedi, kendisine uzatılan zarfı cebine koyup pazar arabasını çekerek uzaklaştı, iki kilo patates parasını kurtardık demediyse ne olayım. 

Müzik skalası muhtelif hareketli parçalardan, her düğünün olmazsa olmazı "A be kaynana"yla Roman havalarına geçiş yaptı. Bir kaynana olarak alındığım için içeri geçtim. Tekrar balkona çıktığımda "Angara'dan güzeli yok" eşliğinde devam ediyordu oyun, ha şöyle, nerede yaşıyorsunuz siz, Trakya mı burası? Birden cazcı davulcular 70'lere gitti; Füsun Önal söylemese de "Senden Başka" çalmaya başladı ve gelin hanım damat beyin açtığı kapıyla "Voslimu"ya yerleşti, damat da yanına geçince sunrooftan dışarı çıkıp el sallayıp oynamaya başladılar, müzik "Mavi Boncuk"la değişti. Gelinle damat Titanik pozları vererek oynarken araba hareket etti. İşte böyle dostlar bilmediğimiz komşumuzun görmediğimiz kızının ön düğününe seyir ettik, mutlu olsunlar, sağlıklı olsunlar, hep böyle neşeli olsunlar. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...

Görsel: Buradan


7 Eylül 2022 Çarşamba

SONUNDA / 7 EYLÜL

Dün tam üç yıl sonra şeytanın bacağını kırıp kız kardeşle günübirlik bir Eskişehir yolculuğu yaptık. 2020 başından beri Ankara dışında ne bir seyahat, ne bir tatil, yaz oldu gel Ankara'ya, yaz bitti git Antalya'ya dışında mobilizasyonum yoktu, sıkıntıdan patlamak üzereydik ki  ani bir kararla, "çatla patla pandemi" diyerek biletleri ayarladık, koltukların hareket yönünün tersine olmasına bile aldırmadık. 

Sabah erken YHT Garı önünde buluştuk, Eskişehir'e onyüzmilyonbininci gidişimiz olmasına rağmen ikimiz de sanki Avustralya'ya gidiyormuş kadar heyecanlıydık. Boru mu, üç yıldan sonra trene binecektik ve ben henüz şehir için toplu taşıma araçlarına bile siftah etmemiştim. Uzay üssüne benzeyen garda mutad pozlarımızı verdik, maskelerimizi kuşandık (bizden başka maskeli kimse yoktu, onu da belirteyim), trene yerleştik, kulaklıklarımızı taktık ve Storytel eşliğinde koyulduk yola. 

1,5 saat sonra Eskişehir Gar'a ulaşmıştık. Trenden inince ilk iş maskeleri attık, önümüzde uzanan iki tarafı at kestaneli yoldan Odunpazarı'na doğru yürüyüşe geçtik. İlk hedefimiz "OMM" yani "Odunpazarı Modern Müze" idi. Zira gide gele Eskişehir'de görmedik yer bırakmamıştık, bir tek müze eksik kalmıştı ki zaten son gidişimizde henüz inşaat halindeydi. At kestaneli yolu bitirdik, önümüze çıkan yeni yapılmış kocaman parka daldık ve girer girmez Millet Bahçesi olduğunu anladık. Yokluğumuzda neler de neler yapılmış. Parkın sonuna kadar gitmedik, önümüze gelen ilk kapıdan başka bir yola saptık, biraz yokuş tırmandık ve sonunda Odunpazarı'nın tanıtımda en çok kullanılan, en bilindik rengarenk evleri çıktı karşımıza. Yanlarından geçip ilerledik ve OMM'nin ahşap duvarlarını, sonra da tamamını gördük:


Kendi çektiğim fotoğrafı yanlışlıkla sildiğim için yukarıdakini internetten aldım, Buradan. Çeken kişinin hoşgörüsüne sığınıyorum :)

Gördük görmesine de bilet için gişeye yanaştığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu, gişe kapalı idi, sadece gişe kapalı olsa iyi, müze de kapalıydı. Bir an düşündük Pazartesi mi diye ama hayır Salı idi, sonra öğrendik ki, müze bir aydır kapalı imiş ve inanır mısınız ertesi gün açılacakmış. Yok artık! Hay ben böyle şansın... Neyse hanımefendiliğimi bozmayayım, baktık ki çözümü yok, biz de kendimizi az ilerideki "Cam Sanatları ve Kent Belleği Müzesi" ile teselli ettik. Ben henüz YHT işletmeye açılmamışken normal trenle, yine günübirlik gelmiş ve gezmiştim ama 10 yıldan fazla olmuştur. Nitekim bazı eserler tanıdık gelirken bazıları ile yeni tanıştım. Müzedeki sabit eserlerin yanısıra bir de sergi vardı, cam ustası Heyecan Bakır Ural'a ait "Işık, Cam ve Heyecan 2 Sergisi":


Ekrem Özen

Abbas Pekışık

İzzettin Baki

Heyecan Bakır Ural


Ve müzenin bulunduğu konak

Onca cam objeyi görünce hemen yakındaki "Camgöbeği Dükkan"a dalıp kendimize birtakım cam objeler hediye etmemiz şart oldu haliyle, hem OMM'yi göremediğimiz için teselliye muhtaçtık,  kötü bir niyetimiz yoktu 😀 Ben bir kolye, cam bir köpek ve burcumu gösteren cam bir magnetle, kız kardeş de bir bileklikle teselli bulduk 😀 yoksa bu geziyi üzüntüden tamamlayamayacaktık (ay ne uzun kelime) 😋

Sonra Odunpazarı'nın görmediğimiz üst bölgelerini teftişe çıktık. Vitrin olan bölümleri defalarca görmüştük nasılsa, biraz da kendi halinde sokaklara dalalım dedik. Karşımıza canlı renklere bürünmüş, kimi bakımlı, kimi harabeye dönmüş evler, çiçekli pencereler, balkonlar, bahçeler, tarihi camiler, çeşmeler, çeşit çeşit sarmaşıklar, kurutulmaya bırakılmış patlıcanlar, biberler, paket taşlı yollar ve Kalabak suyu dağıtan bir kamyon çıktı. Bol miktarda da her görüşte sevgili Ceren'i andığımız güpegündüz açmış rengarenk akşamsefaları. Sokaklarda neredeyse kimse yoktu turistik bölgenin aksine. 







Hava diğer günlere göre nisbeten ılımlı olsa da yine de sıcak ve yokuş sokakları tırmanmak hem yordu, hem susattı, "acilen bir cafe bulmamız lazım" diyerek geri döndük ve daha önce de otuduğumuz ama ismi ve sanırım işletmecisi değişmiş rengarenk bir cafeye konuşlandık: "Cihannüma Çibörek". Çibörek o günkü menümüzde yoktu, gidiş-geliş yeterince yemiştik, farklı bir şey denemek niyetindeydik. Kahve, soda, su üçlemesi yaparak bir müddet dinlendik. Kahvenin geldiği el yapımı mor seramik fincan da pek şıktı.

Cafe sonrası hediyelik eşya mağazalarını kurcaladık biraz, tarihi fırından götürmek için simit ve haşhaşlı cevizli ekmek aldık, artık karnımızın acıktığına karar verince de daha önceki gelişlerimizde yemek yiyip memnun kaldığımız "Arzu'nun Yeri"ne yollandık ama bugün ilahlar bize bir ders vermeyi akıllarına koymuş olacaklar ki kilitli bir dükkanla karşılaştık, daha doğrusu boş bir dükkanla. Sanırım pandemi nedeniyle kapanmış mekan. Eh bu OMM kadar canımızı sıkmadı, "Amasya'nın bardağı, biri olmazsa biri daha" demiş atalarımız, bize lokanta mı yok. Odunpazarı'nda dolaşırken gözümüze çapan "Ayten Usta" nın "Aynalı Kahve" denilen mekandaki restoranına çevirdik yönümüzü. İyi de etmişiz, hem yemeklerden, hem servisten, hem lokantanın dekorundan memnun kaldık. Bu kez Balaban köfte ve Haluj istedik. Hep Tatar yemeği yenmez ya, bu sefer de Çerkezlerden yana kullandık seçimimiz. İkisi de gayet güzeldi ama asıl tabaklar güzeldi, alıp eve getiresim geldi, mavi Selçuki desenli beyaz tabaklar ki çok şıklardı. Üstüne bir de Kardelen isimli tatlı paylaştık kızkardeşle, hafif ve çok lezzetli idi, sunumu da çok hoştu. Yemek fotoğrafı koymak istemesem de bunu paylaşacağım:


Alt kısmı sütlaç, üst kısmı zerde olan tatlının üstünde bol fındık, fıstık ve gül yaprağı vardı.  Millet altın kaplama et yiyor, biz zarif ve romantik insanlar olduğumuz için gül yaprağı yedik 😀



Karnımız doyunca gözümüz yolda oldu haliyle. Haydi bakalım, biraz da Adalar tarafına gidelim, Porsuk
Çayı'na "Merhaba" diyelim, yürümeye karar verdik. Lakin hatırladığımız kadar yakın olmadığını yol bitmek bilmeyince anladık (normalde tramvayla alırdık bu yolu) ama olsun varsın, yine güzel evler, bol miktarda at kestanesi ağacı, ilginç dükkanlar falan görerek devam ettik. Sonunda kavuştuk Porsuğa ama benim dizler mızırdanmaya başlamıştı, ilk gördüğümüz cafeye konuşlanalım diye bakındık ama bütün Eskişehir halkı kafelere akın etmiş. Her yer tıklım tıklım. Eskişehir alışkanlığımız Adımlar Cafe'de iğne
atsan yere düşmeyecekti, çaresiz ilerledik. Sonunda karşı yakada "Dante Cafe"de cam kenarı, havadar bir yer bulup attık kendimizi. Americanoları bünyeye yollayıp üstüne de su ile cila yapınca kendimize geldik. Biraz daha oturacaktık ama arka tarafta inşaat varmış, matkap gürültüsü beynimizi delince kalkıp ara sokaklara daldık ve adını duyduğumuz "Uçurtma Cafe"ye yerleştik bu defa. Eskişehir'in küçük cafeleri çok sevimli, adım başı cafe. Ankara'da bile, hatta en turistik Antalya'da bile bulunmaz böylesi, öğrenci şehri olduğu belli. Uçurtma'da çay uçurduk, sonra Porsuk civarında biraz fotoğraflandık, tren saatimiz yanaşıyordu, ufaktan yola koyulma zamanı gelmişti. 

Eskişehir'le tekrar görüşmek dileğiyle vedalaştık ve trenimize yerleştik. Gelişimize göre daha kalabalık ve gürültülü bir dönüş oldu ama olsun varsın, önemli olan bu yolculuğu yapabilmekti aylar sonra. Devamı tez gelsin...

Not: Sondan bir evvelki paragrafı ve fotoğrafı ne yaptıysam düzeltmedi Blogspot, affola...