.

.
.

30 Mayıs 2023 Salı

ANKARA / 30 MAYIS

On yıllardır değişmeyen bir kural olarak Ankara bizi yine gözü yaşlı karşıladı. Henüz caddemizden sel akmadı ama yakında o da olur, bekliyoruz. Ayrıca sadece yağmur değil, alt kata sızdıran ve değişmesi gereken su boruları, bazı boya-badana işleri ve başka bir şehirde halledilmesi gereken evrak-kürek durumları da var, yaşasın 😃

Neyse geçelim bunları, bir şekilde hallolur, umutlarımızı başka baharlara bırakıp geldik kısacası. "Çok yorgunum, beni bekleme kaptan" şarkısı dilime dolansa da seyir defterini yine ben yazmak zorundayım. Dün öğlen Ankara'ya ulaştıktan bu yana ancak oturabildim, üstelik hala bitirmem gereken işler var. Yola oldukça uykusuz çıktık, ben yer yer sütçü beygiri gibi ayakta uyusam da Kocam Bey direksiyon başında mecburi uyanıklık durumundaydı. Antalya'dan sabahın 5'inde hareket ettik, ortam şu şekildeydi:


Sandiklı'ya doğru sis çöktü yükseklere. Rüzgar türbinleri görünmez oldu.


Afyon İkbal'de klasik molamızı verip çay-tost ikilisiyle kahvaltımızı yaptık. Marketten patatesli ekmek alıp yola devam ettik. 

Bayat-Sivrihisar arası kadar sevmediğim bir de Şereflikoçhisar-Aksaray arası vardır, git git bitmez aynı biteviye yol. Sonunda Sivrihisar'ın dağları görününce bir "oh!" çektim. 


Sapaktan Ankara yönüne dönüp mecburi durak yerimiz muhteşem (!) Muhteşem Tesisleri'ne daldık. Güzelim salkım söğütü masalara kuşlar pisliyor sebebiyle kestiklerinden bu yana küsüm esasen buraya ama arka tarafta leylak ağaçları var, bir ümit belki çiçekli bir dal bulurum umuduyla Kocam Bey çay içerken ben kontrole gittim. 


Fakat heyhat, tüm çiçekler kurumuş, yapraklar "Seni bekleyemedik, kusura kalma, bu yıl geciktin" dediler. Suratımı asıp ayrılıyordum ki alt dallardan birinde "Ben buradayım" diye bir ses duydum. O da ne? Minicik bir dal leylak, Leylak Dalı'nı beklemiş, almadan gider miyim Ankara'ya?


Küçük bir kozalakla birlikte bana yol arkadaşı oldular.

Yazının başında da söylediğim gibi Ankara'nın gözü yaşlı, birkaç gün daha ağlayacak gibi görünüyor. Eh, gökten ne yağdı da yer kabul etmedi, aldık bastık bağrımıza her türlüsünü. Birazdan gerçek Umut gelecek, yüreğimizdeki umut ise her zaman bizimle...

28 Mayıs 2023 Pazar

YAYLANIN ÇİMENİNE /28 MAYIS

Dün kuzenlerimizin Gödene Yaylası'ndaki evlerine konuk olduk, sağolsunlar evimizden alınıp tekrar evimize bırakmalı, son derece güzel ağırlamalı bir konukluktu bu, kendilerine bir kez de buradan teşekkür ediyorum. Adını çok sık duyduğum ama ilk kez gittiğim bu yaylaya kelimenin tam anlamıyla bayıldım, içim açıldı, oksijen sarhoşu oldum ve seçim öncesi şahane bir moral depolaması oldu. Şimdi oyumuzu kullanmış, seçim sonuçlarının açıklanmasını beklerken sizlere de moral olur düşüncesiyle çektiğim fotoğraflardan bazılarını şuraya bırakayım, benim için de bir nevi anımsama olsun...

















 

Dilerim yeni hafta güzel şeylere gebedir...

23 Mayıs 2023 Salı

ŞARKILAR NEYİ SÖYLER? / 23 MAYIS

Parmaklarımı klavyeye zorla yerleştirdim, bu aralar benden bağımsız hareket ediyorlar, isyan durumundalar. "Yazmak istemiyoruz!" çığlıkları atsalar da beynime hâlâ söz geçirebiliyorum, "Höst!" dedirttim kendilerine. Ülke gündemi hepimizi öyle bir dağıttı ki toplaması çok uzun sürecek gibi geliyor. En sevdiğim şeyleri bile yapmayı canım istemiyor.

Üzerimdeki bu tatsız duyguyu biraz olsun atabilmek için kuşlarla istişarede bulunmaya karar verdim, gözümü açar açmaz balkona seyirttim. Kuşlarda da bir tuhaflık var, bir süredir koyduğum ne tam buğday ekmeklerine, ne bulgura yüz veriyorlar. Ekmekler kuruyup balkonun dört bir yanına saçılıyorlar, bulgurlara ise dokunmuyorlar bile. Muhtemelen diyetisyenleri yaz moduna soktu onları, bikini giyip göbeklerini rahatça sergileyebilmeleri için-sebze, meyve ağırlıklı bir menü tavsiye etti. No karbonhidrat, yes vitamin dedi sanırım. Eh zaten bi süre sonra isteseler de bulamayacaklar, şimdiden geri dönsünler toplayıcılık günlerine, hazıra dağ mı dayanır. Cadde boyu benjamin, evin önünde de selvi var, buyurup yesinler tohumlarını. Yalnız tuhaf bir durum mevcut, serçeler yok oldu, kumruların da popülasyonu azaldı. Moklukuyruk ve partneri dışında uğrayan yok. Serçelere bakınırken nereden çıkıp geldiyse birden bir şarkı dizesi düştü aklıma: "Sen bir şahinsin, ben garip serçe/Attın kalbime demirden pençe". İlkokuldaydım, artık çoğunuzun bildiği, kalabalık nüfuslu sitede oturuyoruz. Motel görünümlü binanın dış kapıları açık balkonlara baktığı için sır barındırmazdı içinde, herkes herkesin ne yaptığını, kimin gelip kimin gittiğini, kimin üzülüp kimin sevindiğini kısa sürede bilir, duyardı. Dönem dönem ya apartmandan bir kişi ya da bir olay gündem olurdu. O sıralar apartmanımızın genç ve bekar kızlarından Deniz Abla'ın evliliği ve ardından yurtdışına gidişiydi herkesi heyecanlandıran. İşviçre'de yaşayıp çalışan bir gençle evlenecekti Deniz abla ve kurulu düzen bir eve gideceği için de yanında fazla eşya götüremeyecekti. Herkes ona hatıra kabilinden bir hediye vermek derdine düşmüştü. Müziğe düşkün ve sesi de güzel olan Deniz Abla plak istemişti ona hediye vereceklerden. Az önce yazdığım dizelerin geçtiği "Bağdat Yolu" şarkısı Sevim Tuna'nın sesinden ünlü olmuştu ve çok popülerdi o sıralar. Deniz Abla'nın en sevdiği şarkıydı, kendisi de söylerdi sık sık. İlkokulda olmama rağmen evde çok Türk Sanat Müziği söylendiği ve dinlendiği için şarkıların çoğuna aşinaydım, sözlerini ve bestelerini bilir, kendim de söylerdim. O yüzden kimselerin dikkatini çekmemişti ama Deniz Abla'nın şarkıyı söylerken "Sen bir şahinsin, ben garip serçe" kısmını, "Sen bir şairsin, ben garip serçe" olarak söylediğini fark etmiştim. Olsundu, o yanlış da Deniz Abla'dan bize yadigar kalsındı. 

 


Şarkıyı bu kadar sevince anneannem yılların komşusu Zehranım Teyze'nin kızı Deniz Abla'ya alacağı plağa karar vermişti: "Bağdat Yolu". Gelgelelim bu kararı veren çok kişi vardı ve Deniz Abla'ya gelen plakların çoğu "Bağdat Yolu" oluvermişti. Bunu öğrenince başka bir plak almaya karar verdi anneannem ve pardesüsünü sırtına geçirip siyah krep eşarbını da bağladıktan sonra "Yürü" dedi bana, "Plakçıya gidelim, ben anlamam, sen seç". Düştük yola, Akın Caddesi'nde, şimdi adını hatırlamadığım küçük bir plakçıya girdik. "İnleyen Nağmeler" dedim ben, yeni çıkmıştı ve çok modaydı. Anneannem dinlemek istedi, plakçı pikaba yerleştirdi ve Nesrin Sipahi şakımaya başladı. Sonuna kadar dinledi anneannem gözlerini bir noktaya dikerek, onun bu dinleyişi ilgisini çekmiş olacak ki, "Öbür yüzünü de çalayım mı teyze?" dedi plakçı. "Çal oğlum" dedi anneannem, ikinci yüzde ne vardı hatırlamıyorum ama anneannemin bu davranışına için için kızdığımı hatırlıyorum. İkinci yüzdeki şarkı da bitince, "Güzelmiş, sar oğlum" dedi, paketlenen plağı alıp çıktık (o zamanlar naylon poşet pek yaygın değildi).

 


Anneannem ölene kadar hayatımın büyük bir kısmında birlikteydik. Mütedeyyin bir kadın olmasına rağmen hayattan zevk almayı iyi bilirdi, tiyatro, sinema, düğün, eğlence hiç kaçırmadığı şeylerdi, gezip tozmaya bayılırdı. Buna rağmen hiç şarkı söylediğini duymadım. Daha doğrusu tek bir kez duydum; büyük dayım yeni aldığı makaralı teybe anı olsun diye hepimizin seslerini kaydetmişti, kimimiz şarkı söylemiş, kimimiz şiir okumuş, kimimiz pek dokunaklı sözler etmiştik. Anneannem de titrek bir sesle "Derdimi ummana döktüm, asumana inledim" şarkısını söylemişti. Gerçekten de denizlere dökülüp gökyüzüne inlenecek dertlerle dolu bir hayatı olmuştu. Lakin sesi pek fenaydı, annemin ve büyük dayımın güzel sesi ve müzik kulağı dedemden geçmiş olsa gerekti. Vakt-i zamanında dedemin rakı sofralarını şenlendirmesi için ud dersi aldırılsa da pek faydası olmamıştı musiki yeteneğine. Bir daha da ağzından tek bir nota duymadım. 

Deniz Abla "Bağdat Yolu" başta olmak üzere onu kalben memleketine ışınlayacak şarkılarla dolu plaklarını valizine koyup İsviçre'ye uçtu eşinin kolunda. Bir daha da görmek kısmet olmadı, genç denecek bir yaşta vefat ettiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Anneannem uzun ömrünün son yıllarını sağlıklı ve küçük oğlunun sıkıntılarını dert bellese de nisbeten rahat geçirdi, birkaç ay kendini bilmeden yattığı hasta yatağında parmaklarıyla bilinçsizce tesbih çekerken verdi son nefesini. "Bağdat Yolu"nu meşhur eden çılgın Sevim Tuna'yı gazinolarda çok izledim, muhteşem bir sahnesi vardı. Şimdi baktım da genç denecek bir yaşta, 65'inde gitmiş bu alemden. Nesrin Sipahi yaşını başını alsa da halen sağ, şarkıları halen dinleniyor. İnsan düşünüyor da ne kadar doğru: "Bâki kalan bu kubbede, bir hoş seda imiş".

17 Mayıs 2023 Çarşamba

BİR TATLI HUZUR

Seçimin öncesinde ve sonrasında çoğumuzun yaşadığı ve ikinci tur oylanıp sonuçlar belli olana kadar yaşanacak stresten çorbaya dönen kafamı ve ruhumu sakinleştirmek için bugün gençlerin deyimiyle kendimi "Date"e çıkardım 😀 Belli mi olur, anlaşırsak belki birlikte yaşamayı teklif ederim kendime 😜 İşin özü öneriyi başkalarına da yaptım ama reddedildim, ben de "Caanım kendim" diyerek kitabımı alıp yola düştüm. 

Sabah bir açıp bir kapatan hava öğleden sonra güneşi parıldatmaya başladı, terletecek kadar da sıcaklığa ulaştı. Parkta bir tur atıp, sonrasında en sevdiğim cafede oturup kahvemi içerek kitap okumaktı niyetim. Öyle de yaptım. Yol üstündeki tavuk dönercinin önünden geçerken telefonla konuşan bir gencin söylediklerine takıldım: "Oraya gelirsem ısırırım bak!". Amanın evlerden ırak, kimi ısırmayı planlıyordu bilmem ama dönüp "Hoşt" demek geldi içimden 😊Park sanırım en güzel zamanlarından birini yaşıyordu, yürüyüşü sonraya bırakıp Hint leylaklarını koklayarak cafeye yöneldim ve denize bakan bir masaya oturup kahvemi sipariş ettim. 

Deniz durgun, balıksırtı bir kumaş gibi hafiften kıpırtılıydı. Arada bir geçen sürat tekneleri tarafından yırtılınca içimden Dalgacı Mahmut'u çağırmak geçiyordu dikmesi için.

Bey Dağları hafif puslu, cafe tenha, derinden gelen müzik sesini saymazsak sessizdi. En uç masada oturan kabarık kıvırcık saçlı genç arada coşup bağırarak konuşsa da kitabımı okumak ve kafamı dinlemek için gayet huzurlu bir ortam vardı. Ben de öyle yaptım, önce kahve, sonra çay eşliğinde yarıladım 107 sayfalık kitabımı. 

Uzun zamandır Demir Özlü okumamıştım, itiraf edeyim "Dalgalar"ı son YKY alışverişimde kargo ücreti ödememek için atmıştım sepete. Kitabın künyesinde roman yazsa da roman değil okuduğum şey. Yazarın oğlu, Tayland'lı gelini ve küçük torunu ile yaptığı Bangkok, Krabi ve Phuket seyahatinde yaşadıklarını okuyoruz, adeta konuşur gibi yazmış. Gündelik olayların arasına uzun yıllar ikamet ettiği Stockholm'u, ömrünün bir kısmını geçirdiği, annesinin yaşadığı İstanbul'u ve çocukken annesinin görevi nedeniyle bir süre kaldıkları Burdur'u da sıkıştırmış. Gezi yazılarına ilgimden mi, yoksa yazarın anlatımında kalbime dokunan bazı şeylerden mi bilmem kitabı sevdim ben. Oysa Goodreads'da biri yerin dibine batırmış, eh kitaplardan alınan zevk de göreceli bir şeydir.

Yazar kitabın giriş yazısında kendi seyahatlerinden 6 ay sonra Endonezya'daki deprem ve sonrasında Phuket'teki tsunami nedeniyle yedi bin kişinin ölümünden söz edip şöyle diyor: "Dalgalar o kıyıya da ölüm taşıdılar. Bu ölüm dalgaları sadece okyanusun dalgaları mıydılar, yoksa dünyada varoluşumuzun, içsel yaşam dediğimiz şeyin, bir acının, bizim için yaratılmamış bir doğanın sürekli çekilen ve yükselen, sonra da insanı içine alıp sürükleyen dalgaları mıydı bunlar?"

Kendimi biraz Antalya'da Falezler'in üstünde, biraz Tayland'da hissederek, arasıra inceden sızan bir yasemin kokusuyla okudum kitabı. Yaseminin kaynağını tesbit edemedim ama bir yerlerden çıkıp geldi, yazarın Tayland gezisine, benim cafe okumalarıma eşlik etti. 

Kitabı yarılayıp çayı-kahveyi bitirince, biraz da yan tarafımdaki masayı işgal eden eden aile giderek kalabalıklaşıp seslerini yükseltince hesabı istedim ve parkta yürüyüşe çıktım. Yürüyüşüme şunlar eşlik etti:

 

Stresle geçen günlere küçük bir mola verip Kalamış'tan olmasa da Atatürk Parkı'ndan bir tatlı huzur alarak ayrıldım...



15 Mayıs 2023 Pazartesi

DÜN / 15 MAYIS

Heyecanla beklenen büyük gün hüsranla sona erdi. Bu konuda çok konuşmak istemiyorum, süreç boyunca da fazla konuşmadım, içimde bir yerlerde gizli, küçük bir umut yeşertmiştim sadece, o da boynunu büktü.  Sanırım en büyük handikapımız sadece kendi düşüncemize uygun insanlarla tartışıp, benzer yapıdaki kanalları izlemek. Gazlanıp şişiyor, sonra da böyle buruşup oturuyoruz. Bizim ülkemiz bu, elimizdeki malzeme bu. Sokaklarda kan gövdeyi götürürken, geleceğimden umudumu tamamen kesmişken, yine bir umuda gönlümü bağlayıp titreye titreye ilk oyumu kullandığım ve yine elime kalan hüsran olduğu günden beri beklentimi asgari düzeyde tutmayı öğrendim ben. Ergenlik çağındaydım, evin yakınındaki arsada yakantop oynuyorduk, yan tarafımız açık hava sineması. Birden bir dalgalanma oldu, alkışlar, bağırış çağırış, "Ne oluyor?" demeye kalmadan seçim konuşması için İsmet İnönü'nün ve o zamanlar parti genel sekreteri olan Bülent Ecevit'in sinemaya girdiğini öğrendik. Topu bir yana fırlatıp biz de daldık içeri. Yaşı hayli ilerlemiş İnönü titrek sesiyle konuşmasını yaptıktan sonra "Şimdi Bülent Ecevit konuşacak, çok güzel konuşur ha!" diyerek mikrofonu devredecekken kopan yoğun alkışı duyunca gülmüş ve pek çok yerde söylediği sözü tekrarlayıp kenara çekilmişti: "Alkışa gelince çok, oya gelince yok". TV ekranlarında mitinglerdeki kalabalıkları görünce hep bu söz geldi aklıma. Aklı selimle düşünmek ve küçük de olsa bir umut yeşertmek gerek diyor ve dün yaşadığım saçmalığı anlatıp biraz gülümseteyim istiyorum. 

Öyle sabahın köründe heyecanla oy vermeye gidenlerden olmadık hiç, sandık kaçmıyor nasılsa. Erken kalkan ben biraz Meltem Gürle'nin şimdiye kadar neden okumadığım için hayıflandığım "Kırmızı Kazak" kitabını okudum, biraz tablette şeker patlatıp stres attım, bir bölüm dizi seyrettim, balkondaki çamaşırları toplayıp katladım, ıvır zıvır işlerle uğraştım, Anneler Günü aramalarını yanıtladım, derken Kocam Bey uyandı ve öğleni biraz geçe her zaman oy kullandığımız okula doğru yola koyulduk. Yancı olarak Charlie Brown da benimle geldi. Benim bu sandıkta oy kullanacağımı öğrenen görevliler girişteki bekçi kulübesine jest olarak leylak dalı resmettirmişler, sağolun, varolun görevli kardeşlerim, beni siz yarattınız 😋

 Bazı sandıklarda uzun kuyruklar varken bizimki tenha, görevlilerimiz nazik idi, bunca yıldır oy kullanan  tecrübeliler olarak katlama, zarflama sıkıntısı yaşamadık, zarfı sandıktaki arkadaşlarının yanına yolladık, biz de başka bir semtte oturan arkadaşlarımızı ziyaret etmek için otobüse bindik. Otobüs gayet tenha, tepemizdeki havalandırma penceresi de açık olunca pandemiden bu yana ilk kez maske takmadım, trafik de sakindi çabucak geldik ineceğimiz durağa. Güllerin, begonvillerin, nar çiçeklerinin, yaseminlerin coştuğu sokaklardan geçip arkadaşımızın evine ulaştık. Sohbet, muhabbet, seçim yorumları derken uzun zamandır görüşmediğimiz ortak arkadaşlar da katıldı bize tesadüfen, pek güzel bir buluşma oldu. Saat 5 civarında vakitlice kalkalım dedik, aklımız seçim sonuçlarında, bir an evvel eve ulaşalım. Durağa gittik bekliyoruz, bizim evin önünden ya da çok yakınından geçen 4-5 otobüs var. Derken üzerinde yakındaki caddenin adı yazılı bir otobüs göründü, "Haydi binelim dedik, yürürüz ne olacak". Bindik, bu otobüs de tenha, oturacak yer var, lakin git git bitmiyor. 40 seneyi geçmiştir bu şehirde yaşadığım, hayatımda görmediğim yerlerden geçiyoruz, adeta şehir dışı, yol boyu sarı papatyalar bitmiş, tek tük evler, külüstür yapılar. Atölyeler, fabrikalar, çok az yerleşim yeri var. Kocam Bey'le birbirimize bakıyoruz "No'luyoruz?" der gibi. Bir zamanlar bir arkadaşın eşi kocasını okuldan almak için arabasıyla gelmişti, yakında oturunca beni de aldılar yanlarına. Kadın direksiyonu kocasına devretti, o da yan yollara saptı, ana yola çıkana kadar kadın sürekli kocasına "Buralar nereler Zekeriya, buralar nasıl yerler Zekeriya?" deyip durmuştu, bu söylem anında bizim literatüre girmişti. Ben de bir ara dönüp "Buralar nereler Zekeriya?" dedim. Kocam Bey, "Galiba Aksu'ya gidiyoruz" demesin mi? Haydaa! Gerçekten de "Gide gide bir söğüde dayandım/O söğüdün allarına boyandım" hesabı duraklarda dur kalk neredeyse bir saatlik yolculuktan sonra otobüs bekleme yerine girdi bizim şoför. Nerede? Tabii ki Aksu'da. Bilmeyenler için Aksu Antalya'nın bir ilçesi, çok yakınında Perge kalıntıları var. "Yahu Zekeriya, bizi nerelere getirdin; buralara nereler?" dedik. Meğer bizim ring yapacak ve yakınımızdaki caddeye dönecek sandığım otobüs ring yapmıyormuş. Eee, şehre nasıl döneceğiz, bu arada saat 6 oldu. "Durakta beklen otobüse binin ya da tramvaya gidin" dedi şöfeer, şöfer. Duraktaki Aksu'lu hemşerimiz tramvay tavsiye etti. Tramvay durağına gittik, biz merdivenleri çıkarken tramvay tepemizden vızır vızır geçti. Bir sonraki tramvay 15 dakika sonra, "Bekleyen derviş sıkıntıdan gebermiş". Bekledik, 15 dakika geçti, tramvay geldi, bindik. İçerisi buz gibi, ensem, omuzlarım dondu. Yarım saate yakın sürdü tramvayla şehir merkezi. Eve en yakın durakta indik, kalan mesafeyi yürüdük, içeri girdiğimde eğilip seramikleri öpecektim ama çakma dizlerim izin vermedi. 20 dakikalık mesafeyi 2 saatte alan şaşkınlar olarak olup bitene epeyce gülüp kimseye söylememeye karar verdik, ben de sadece sizlere söylüyorum, sayılmaz değil mi 😂

Bu yorucu günün bonusu da bu bahar ilk kez canlı gördüğüm uyuz leylak olsun, uyuz muyuz yine de görüştüğümüze memnun oldum 🌸



10 Mayıs 2023 Çarşamba

ÇARŞAMBANIN GELİŞİ / 10 MAYIS

 En güzel Çarşambalar sizlerin olsun sevgili blog arkadaşlarım 😃

Kendimi "Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför arkadaşlarım" diyen Zeki Müren gibi hissettim birden bunu yazınca 😊 Gözünüzün bende olması yeter, kulağınızda tatlı bir melodi olabilir, hatta Zeki Müren'den gelsin: "Bir tatlı tebessümün bin vuslata bedeldir/Gözlerin, gözlerin, gözlerin hayat verir/Aşkın ise eceldir"

Baharda olduğunu unutup bizlere yağmurlu kışlar yaşatan Antalya iki gündür güneşe izin verdi. Şu memlekete geldim geleli ilk kez çorabı ve hırkayı hâlâ atamadım üstümden, battaniyeye geçeli de henüz iki gün oldu. Yine de fırsat buldukça kendimi dışarılara atmayı ihmal etmedim. Bu kış pek yürümedim, oysa çok az yağmur, çok az soğuk gördük, hevesini bahara saklıyormuş yağmurlar. Yine de garip bir ataletle evde oturup durdum ve kaslarımı hamlaştırdım, şimdi kendilerini yaza hazırlamak için açmaya çalışıyorum. Güneşi gördüğüm her gün ya bir arkadaşla buluştum ya da bir iş halletme bahanesiyle çıktım. Uzun zamandır uğramadığım Kalekapısı civarına gidiyorum ikidir. Mekanı deniz görmeyeninden seçtik bu sefer arkadaşlarla buluşmak için, uzun sohbet, çay-kahve, iki gülümseme, üç kahkaha iyi geldi doğrusu. Dekorasyonu hayli ilginç buranın, tepeye kırmızı tente germişler, karşınızdakine Kızılderili gibi görünüyorsunuz bu yüzden ve tenteden onlarca peluş maymun sarkıyor. Akıl ermeyecek bir konsept ama sokağın gürültüsünden uzak, sakin bir mekan 😃

 
Hıdırellez sabahı gözümüzü deli bir yağmura açtık, şimşek, gökgürültüsü, kovayla boşaltılıyor gibi bir yağmur ve eşlik eden rüzgâr. Aksi gibi o günü eski öğrencilerimle buluşmak için belirlemiştik. Bir süre ne yapsak, ne etsek yazışması yaptık, neyse ki öğleye doğru hızını kesti, biz de biraraya gelebildik. Öğretmenliğimin ilk yıllarının şahane öğrencileriydi onlar, artık öğretmen-öğrenci ilişkisinden çıkıp arkadaşlığa dönse de hâlâ ilk göz ağrılarım. Rutubetli ama çok güzel bir buluşma oldu. 

Hıdırellez dileklerimi Snoopy'li bir not kağıdına sıralayıp gül bulamayınca vazoda duran kadife çiçeklerinin arasına yerleştirmiştim. Sabah yağmur yüzünden denize ulaşamayınca musluğun altına tutuverdim. Her zaman alternatif bir yol vardır, gül yoksa kadife çiçeği, deniz yoksa musluk suyu. Ben de Hıdırellez'de reform yaptım, var mı itirazı olan 😃

Geçen Perşembe günü uzun zamandır ilk kez pazara çıktım. Evin yakınında kurulan pazar uzağa taşınıp küçülmüştü, hem mesafe, hem aradığını bulamama, hem de taşıma güçlüğü yüzünden görevi Kocam Bey üstlenmişti, görevi halen devam ediyor ama ben bahar pazarlarını çok sevdiğim için zevkine dolaşmaya gittim, gitmişken de içinden kadife çiçekleri fışkıran ağır bir pazar çantasıyla döndüm. Haliyle pahalı ama gözlere ziyafetti tezgahlar. Yine de Antalya farkı olarak seçme özgürlüğümüz var, en azından aldıklarımız çöpe gitmiyor. Ankara'da elini uzatsan neredeyse döver seni pazarcılar.

Dün arkadaşla buluşmaya giderken evden tramvay saatinden epey erken çıkınca parka daldım. Ankara zamanımız yaklaşıyor, sevdiğim görüntülerle vedalaşayım dedim. Bu aralar Hint leylakları egemenliğinde her yer, mis gibi kokuyorlar. Yakında manolyalar ve jakarandalar da açar. 


Tramvay zamanı durağa döndüm, banka oturdum, sol yanımda orta yaşlı bir adam, sağ yanımda bir kedi oturuyordu, kedi uyukluyor, adam da ağzının içinden sürekli aynı melodiyi terennüm ediyordu. "Nırınırınım, nırınırınım". Takıntılıyım, birisi sürekli aynı sesleri çıkarırsa benim de ayakkabımı çıkarıp kafasına vurmak gelir içimden ama yapamam haliyle. Bir ara kalkıp biraz uzaklaştı, fakat ses devam ediyordu, bir an "çim biçme makinesi sesi midir, adamın günahını mı aldım acaba" diye düşündüm fakat tramvaya arka arkaya binince sesin adamdan geldiğine emin oldum. Uzak bir köşede bulduğum yere oturdum, çok sürmedi karşımdaki boş koltuğa başka bir adam geldi. Bu arkadaş da inene kadar gürültüyle sümüğünü çekti. Bu kez iki ayakkabımı birden indirmek istedim bunun kafasına ama kahretsin yapılamıyor. Melodili adamın ahı tuttu sanırım, en azından ben şarkı söylüyordum, bununki çekilmez demiştir düşüncelerimi okusa 😃

Cem Akaş ismini çok duyduğum fakat hiç okumadığım bir yazardı. Dündenberi Storytel'de "Zamanın En Kısa Hali" isimli kitabını dinliyorum. Çok ilginç geldi, minik minik anekdotlar ve çoğu hepimizin yaşadığı ama sıradan bulduğumuz şeyler, öyle bir yazmış ki hayretle dinliyorsunuz. Sanırım başka kitaplarını da okuyacak ya da dinleyeceğim. 

Bugünlük bu kadar olsun, gidip biber dolması pişireyim. Seçimler için en hayırlı, en kalbî, en baharlı dileklerimi bırakarak ayrılıyorum huzurlarınızdan...

Not: Şenlik Blog'da "Evlerin Müziği" isimli bir yazım yayınlandı. Okumak isterseniz link aşağıda, bir tık lütfen:

Evlerin Müziği


 



2 Mayıs 2023 Salı

NİSAN OKUMALARI / 2 MAYIS

Son iki aydır okuma konusunda en sıkıntılı dönemlerimi yaşıyorum. Çok uzun yıllardan beri, hatta çalıştığım dönemlerde bile aydı 10 kitabın altına düştüğüm pek olmamıştır, bu benim için fiks bir sayıdır, üstüne çıktığımda kendi rekorumu kırmış gibi hissederim. Sanırım, deprem, ülke gündemi, yaklaşan seçimler ve benim bu aralar biraz fazlaca izlediğim film ve diziler okuma kapasiteme ket vurdu. Ne diyelim, bu da geçer ya hû!

6 kitap ve bir yarım kitapla bitirdim Nisan ayını, yarım kitaba devam eder miyim, bir kenara bırakır mıyım kararsızım, zira çok sevmedim. O yüzden bugün ondan söz etmeyeceğim, gelelim diğerlerine:


 -Yazar Kate Atkinson'u "Köpeğimi Alıp Erkenden" isimli kitabıyla tanımıştım, "Hayat, Sil Baştan"ı ise sosyal medyada çok fazla sözü geçince almış ve salamura olup tatlanması için bir süre kitaplığımın rafında dinlendirmiştim 😃 Sonunda yeterince olgunlaştığına karar verince Nisan ayının ilk kitabı olarak açtım sayfalarını, çok da iyi etmişim. Bu aralar okuduğum en iyi kitaplardan biriydi. Kitabın ana kahramanı Ursula, soğuk bir gecede varlıklı bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geliyor ve aynı gece ölüyor. Daha "Hay Allah kitaba başlamadan kahramanı öldü" demeye kalmadan Ursula kanlı canlı bir bebek olarak yeniden doğuyor. Kitap boyunca Ursula defalarca ölüyor, defalarca farklı bir hayatla yeniden doğuyor. Bu hafiften fantastik durum sizi korkutmasın, kitaba öyle güzel yedirilmiş ki büyük bir keyifle okuyorsunuz Ursula'nın farklı yaşam biçimlerini. Baskısını bulabilirseniz kaçırmayın derim...

-"4 Hane 1 Teslim" isimli bayıldığım kitabıyla tanıdığım Eyüp Aygün Tayşir'in yeni kitabının çıktığını duyunca sevinmedim desem yalan olur, hemen ısmarladım, çabucak geldi ve salamuraya gerek kalmadan taze taze yendi, pardon okundu 😃 Boğaziçi Üniversitesi'nde tanışan Alper ve Sedef'in içinden pek çok şarkı geçen hüzünlü aşk öyküsünü anlatıyor "Yiten Bir Aşkın Şarkısı". Arka planda da dönemin önemli olayları sızıyor bu aşk öyküsünün içine. Yer yer gereksiz bulduğum ya da anlam veremediğim bölümler olsa da çok severek okudum, tavsiyemdir...

-Denis Johnson'un "Tren Düşleri" incecik bir kitap. Bir tren aşığı olarak isminde "tren" sözcüğü geçen her kitaba atladığım gibi bunu da adına kanarak sipariş verdim. 20. YY.ın başlarında Amerika'da artan demiryolu, köprü, yol inşaatlarında çalışan Robert Granier'in hikayesini anlatıyor kitap. Sıradan bir insanın zaman içerisinde sanayide, teknolojideki gelişimlerle, değişen yaşam tarzlarıyla ve çevresinde şahit olduğu ölümlerle değişimini anlatıyor. Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama kötü de diyemeyeceğim...

-"Bulutun İçinden Bir Ses", Metis ne basarsa okunur zihniyetiyle alınmış bir kitap, yayınevinin son kitaplarından biri. Denton Welch'i ilk okuyuşum, son okuyuşum olmayacağı da kesin. Tatilini geçirmek için bisikletiyle yola çıkan sanat öğrencisi Maurice aylarca hastanede, ardından nekahat süresini geçirmek için bir bakımevinde kalmasını gerektiren ağır bir kaza geçirir. Konuyu arka kapaktan okuyunca ruh bunaltan hastalık ve hastane öyküleri okuyacağımı düşünmüştüm ama öyle olmadı. Maurice'nin gerek kişisel duygu ve düşünceleri, gerek gözlemleri yormadan, su gibi akıp gitti. İsmi gibi bulutun içinden gelen bir ses oldu...

-"Boğaziçi'nin Büyülü Sesi: Deniz Kızı Eftalya" bir inceleme, hayli detaylı hazırlanmış, fotoğraflarla desteklenmiş bir yaşam öyküsü. Normal şartlarda alıp okuyacağım bir kitap değildi aslında, ilgimin kaynağı ilk gençlik yıllarıma dayanıyor. Nurhan Damcıoğlu'nun kantolarıyla TV'de ve sahnelerde fırtına gibi estiği yıllarda ben de kantoya merak salmış ve Damcıoğlu'nun repertuarının neredeyse tamamını ezberleyerek lise yıllarımda boş derslerin sevilen sesi olmuştum 😃 Böylece okuldaki lakabım da "Deniz Kızı Eftalya"ya dönüşmüştü, hal böyle olunca kitabı okumamam düşünülmezdi elbette.  Oyunculuğunun yanısıra şarkı ve kantolarıyla da sahne alan bu cesur Rum kızı Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk yılları arasındaki dönemde hayli aranan, sevilen, ünlü bir yıldız imiş. Kitap Bilen Işıktaş tarafınan belgelerle desteklenerek hayli detaylı hazırlanmış. Konuya merakınız varsa ilginizi çekebilir.

-Ve ayın son kitabı yazar Nezihe Meriç'in, evlenip Amerika'ya yerleşen üniversiteden arkadaşı Gönül Hürkuş'a (kendisi ilk Türk tayyarecisi Vecihi Hürkuş'un kızı) yazdığı mektuplardan oluşan "Biz Hiç Değişmedik Gönül" oldu. Mektuplar her iki tarafın kızları tarafından derlenip yayına hazırlanmış. Yazarın bu konuda bir isteği olmamış ama karşı çıkan bir vasiyeti de olmadığı için kızı yayınlamakta beis görmemiş. Mektuplarda yazar olarak tanıdığımız Nezihe Meriç'in ev haline şahit oluyoruz. Ev işleri, annelik koşturmaları, hamileliği ve yaptığı ardarda düşükler, parasal sıkıntılar, annesiyle olan çekişmeleri, eşinin savurganlığı sık sık konu oluyor mektuplara. Ne kadar çalışkan bir kadın olduğunu da oradan anlıyorsunuz. Mektuplardaki dil yanlışları-ki bu beni mektupları yazanın edebiyat eğitimi almış bir yazar olması nedeniyle şaşırttı-başta belirtildiği gibi düzeltilmeden bırakılmış. "Dua" yerine "Duva", "İnşallah" yerine "İşallah" yazılmış bütün mektuplarda. Bu iki arkadaş arasında özel bir kullanım biçimi mi yoksa yazar kelimeleri bu şekilde mi öğrendi bilemedim haliyle. Mektup okumak bende kişinin özel hayatına izinsiz girmek gibi bir duygu uyandırsa da yine de keyifli bir okuma oldu...

Gelelim Storytel dinlemelerine, üç kitap dinleyebildim bu ay, çünkü iki kez yarım bıraktığım ve çok merak ettiğim "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" epey saat süren bir dinleme idi, daha fazlasına imkan olmadı. 


-"Yaban Gülü" 19. Yüzyılın ikinci yarısında doğmuş romancı Güzide Sabri'nin bir eseri. Eski zamanların kadın yazarlarını okumayı seviyorum. Kitaplar genelde çocukluğumun Yeşilçam filmlerindeki gibi bir duygu yaratsa da o yıllarda bir kadının böyle cesurca edebiyat hayatına atılmasını takdirle karşılıyorum. Kitap romantik bir aşk hikayesi, sevip kavuşulamayan, araya kibrin girip ayrılığa sebep olduğu, yıllar sonra ise vuslatın yaşandığı bir öykü. Son derece çok işlenmiş bir konu ama dinlemek hoşuma gitti. Hülya Koçyiğit-Kartal Tibet ikilisinden bir film seyredermişcesine akıp gitti. Bihter Dinçel seslendirmiş.

-Leyla Erbil'i çok severim, hemen hemen bütün kitaplarını okudum, "Cüce" eksik kalanlar arasındaydı. Deniz Yüce Başarır'ın her zamanki gibi gayet güzel seslendirdiği ilginç bir dinleme oldu. 

-Tanpınar'ın "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" şimdiye kadar okumadığım için pişman olduğum muhteşem bir dinlemeydi.  Hayri İrdal, Halit Ayarcı, Saat Ustası Nuri Efendi ve büyük duvar saati Mubarek Murat Eken'in tok sesiyle adeta ete kemiğe büründüler. Sizler de benim gibi daha önce yarım bıraktıysanız ya da elinize alma fırsatınız olmadıysa bu şahane eseri mutlaka dinleyin derim... 

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle...