Şu eski, siyah-beyaz fotoğrafta keyifle gülen kadın benim anneannem. Komşularının ve ahbaplarının arasındaki adıyla "Niğdeli teyze", büyük torunlarının hitabıyla "Zarif Hanım", aralarında neredeyse bir nesil olan küçük torunlarının dilinde ise "Cadı Nene". Bu hitapların her biri onun karakterinin başka bir yönünü anlatır aslında. Çok ilerlemiş yaşlarında bile kendini hissettiren güzelliği yakışıklı, karizmatik, kocaman yürekli, insancıl ama bir o kadar da hovardameşrep ve çapkın dedemin gözlerini kamaştırmış olmalı ki karakter olarak tam zıddı 15 yaşındaki anneanneme talip olmuş. Evlilik gerçekleştikten sonra da 7 yaşından beri namazını orucunu ihmal etmeyen karısının vakt-i kerahat gelip rakı sofrası kurulduğunda kendisine eşlik etmesini beklemiş. Zinhar reddetmiş tabii anneannem bu isteği, dedem çeşitli yollar denemiş ikna için, olmamış. Eşlik etmiyorsa bari meclisi şenlendirsin diye bir dönem ud dersi aldırmış. Anneannem o yıllardan aklında kalan bir şarkıyı arasıra söylerdi bize nisbeten genç olduğu yıllarda:
"Derdimi ummâna döktüm, asumâna inledim
Yâre de ağyâre de hâl-i derûnum söyledim"
Ud dersi de para etmeyince dedem kendine eşlik edecek bir başka eş aramış ve birkaç aylıkken ölen iki bebeğin üstüne dualarla bulduğu ve gözünden sakındığı annem henüz kucağındayken karısının üstüne kuma getirmiş; adı gibi cilveli, işveli bir hatun: Cazibe. Anneannem Cazibe'li yıllarını anlatırken dedeme karşı değişik duygularla dolardı içim. Annem ve dayılarımın son derece iyi bir insan olarak anlattıkları, ben henüz 4 yaşındayken kaybettiğim, gözümün önündeki tek hayali hastalığının son günlerinde emektar pirinç karyolasının içinde kaybolmuş saz benizli, zayıflıktan tükenmiş görüntüsü olan dedemin anneanneme bu kötülüğü nasıl yapabildiğine akıl erdiremezdim. O kadar eziyet edilmişti ki ruhen açıkça itiraf ederdi anneannem, o inançlı kadın: "Beddua ettim çok" derdi, "Öyle gönülden etmişim ki tuttu. Keşke etmeseydim". Cazibe kuma olarak geldiği evden geride 2 yaşında bir çocuk bırakarak tabut içinde ayrılır, minik kızın bakımı anneanneme kalır. Öyle bir ahlaki yapıya sahiptir ki kumanın ölümünden 2 gün önce annemin mızıldanması üzerine onun ellerine yaktığı kına kendi ellerine bulaşınca dedikoduları engellemek için kollarını dirseklerine kadar mürekkebe batırıp eldiven giyer, üstüne üstlük bir de kumanın helvasını kavurup mevlüdüne katılır. Geride kalan öksüz bebeğin bakımı da yine anneanneme kalır. Lakin bebek de fazla yaşamaz, bir süre sonra onu da kaybederler. Dedem genç sayılabilecek yaştaki ölümüne kadar bir daha kuma olayına girişmez ama hovardalığını devam ettirir. Henüz kırklı yaşlarında dul kalan anneannem o zamana kadar içinde saklı duran becerilerini günyüzüne çıkarır. Hayatla hep didişir ve çoğunlukla galip gelir. Hakkından gelemediği tek şey şu dünyadaki en hassas noktası ve kıymetlisi olan küçük dayımdır. Ne kadar uğraşsa da onu istediği kalıba sokamaz ama kendisi hiçkimse için girmeyeceği darlıktaki kalıplara onun için girer. Gözlerimi kapattığımda onu hep sırtında emektar kumlu gri pardesüsü ya kömür karnesini onaylatttırmak için muhtara, ya evinin hemen yakınındaki sabah-öğlen-ikindi üç parti gittiği pazara, ya da "Et Gımısı (Gima'dan geliyor bu isim)" olarak isimlendirdiği Et ve Balık Kurumu'nun tanzim satış mağazasına giderken hayalliyorum. Ölene kadar yalnız yaşayıp her işini kendi gördü. İnanılmaz bir ikna kabiliyetine sahipti. Son derece nurlu ve sevimli bir yüzü olmasına rağmen kızdı mı dünyayı gözü görmez, lafını hiç çekmezdi. Ama o sevimli yüzün hatırına mı yoksa bir şekilde sahip olduğu şeytan tüyünden midir nedir tüm mahallenin sevgilisi konumundaydı. Kapısının önünde oynayıp gürültü ettikleri için azarladığı çocuklar 10 dakika sonra zilini çalıp "Ekmek alınacak mı, çöpün dökülecek mi Niğdeli nene?" diye hizmetine koşarlardı. Kızıverdiğinde terslendiği komşular her an yardımına hazır beklerlerdi. Yemeyi, içmeyi, gezmeyi, tiyatroyu, sinemayı, seyahati çok severdi. Az tiyatroya, sinemaya gitmemişizdir birlikte. Yıllar önce Dario Moreno'nun çok ünlü olduğu yıllarda gittiğimiz Gençlik Parkı'nda bir gazinoda programa çıkacağını öğrenince kulis kapısına gitmiş ve görevliye "Yavrım, şu Dari Mari kimmiş, bana bir gösteriver" diye öyle tatlı bir edayla rica etmişti ki adamcağız soyunma odasına götürüp Dario Moreno ile tanıştırmıştı onu. Dışarı çıktığında tepkisi şuydu: "Aman, ben de birşey sanmıştım, adammış meğerse". Portatif televizyonu en kıymetli eşyası idi, sokağa çıkarken evin kuytu bir köşesine saklar öyle çıkardı. Brezilya dizilerinin çok revaçta olduğu dönemlerde bir diziye tutkuyla takılmış, adeta yaşama sebebi haline getirmişti. Dizideki başrol oyuncusu çıktığı seyahatte kaybolmuş ve diğer bölümler hep onun bulunması ile ilgili olarak gelişmişti. Bir yıl boyunca Jose Mario'nun başına ne geldiğini merak eden anneannem finalden bir gece önce heyecandan adeta kurdeşen dökmüştü. Sabah hepimizi içtimaya çekmiş, sabaha kadar meraktan uyumadığını söyleyip dizi başladığında rahatsız edilmek istemediğini, gürültü yapılmamasını kesin bir dille bildirmişti. Sonra da TV başına konuşlanıp "Sösün, sösün" diye gereksizce uyarıp bizden ziyade kendi sesinden söylenenleri duyamamıştı. O diziden nefret ettiğim için balkona çıkmış kitabımı okuyordum ki yanıbaşıma gelen anneannemin öfkeli suratıyla irkilmiş sonra da: "Utanmıyorsun değil mi, hiç mi vicdanın yok? İnsan Jose Mario'nun başına ne geldi diye hiç mi merak etmez hain" diye azarlandığım yetmezmiş gibi bir de "Tuu" diye suratıma tükürüp içeri giren kadının arkasından bakakalmıştım.
Vefasızlığa hiç tahammülü olmayan anneannemin yaptıklarına karşılık görmediği durumlarda ardarda yinelediği dört atasözü vardı, asla birini eksik söylemezdi:
"Gel bana bir ayak, geleyim sana iki ayak"
"Kör Allah'a ne kadar bakarsa, Allah da köre o kadar bakar"
"Beni sevenin bendesiyim, beni sevmeyenin ben nesiyim?"
"Öl benim için, hasta olayım senin için"
Bu sonuncusunda bir tuhaflık vardı ama eminim ki yanlış ezberlediği için bu kadar bencilce bir söylem geliştirmişti:)
Anneannemi daha anlatmaya kalksam bu post metrelerce uzayabilir. Bugün onun ölüm yıldönümü, hayatımızdan çıkalı 17 yıl oldu, şimdi 11 yıl sonra koynuna yerleştirilen annemle birlikte uyuyor. Kendimi bildim bileli öfkesiyle, sevecenliğiyle, sertliğiyle, sevimliliğiyle, aksiliğiyle, sempatikliğiyle, esprileriyle, güçlü hafızasıyla, hazırcevaplığıyla hep hayatımızda oldu. Ona ölümü hiç yakıştıramıyorum, benim için hâlâ önünde uzun bir kavak ağacının rüzgarla hışırdadığı 4.kattaki havadar ve manzaralı evinin balkonundaki tahta sedirde oturmuş Yenimahalle sırtlarını seyrederek tesbihini çekiyor, kalbinde artık kendisi de başka bir aleme göçmüş küçük oğlu için duyduğu endişeleriyle birlikte. Huzur içinde uyu Zarif Hanım...