.

.
.

24 Temmuz 2020 Cuma

24 TEMMUZ (YENİSİNİ BULAMAYINCA ESKİYİ HAYAL EDENLER)

Yatmadan önce bir doz da olsa Corona uzmanı doktor açıklaması almayın dostlar, hele benim gibi paranoyadan evhama yeni ingirdenmiş iseniz yarım doz bile yeter. Sonuçta olan uykuya oluyor. Elimdeki kitabı bitireyim inadı da binince işin içine gecenin 4'ünde ben hala yatağın içinde tepinmekle meşguldüm. Kendimi uykuya bırakmak için yapmadığım kalmadı, bu yıl-belki de daha uzun zaman-seyahate çıkma şansı olmayınca geçmiş seyahatleri geçireyim aklımdan dedim, belki uykumun gelmesine yardımcı olur. Tabii ki defalarca gittiğim ve çok sevdiğim İstanbul oldu ilk aklıma gelen ve ilk gidişimi düşündüm (uyku yine gelmedi 😃).

Yıl 1967, İstanbul'a ilk gidişim, ikincisi 40 yıl sonra olacak, komik ve imkansız gibi ama gerçek. Annem, babam, komşumuz Şefika abla, küçük oğlu Ersin ve ben. Kız kardeş henüz doğmamış. İstanbul'a indiğimizde, karşımda duran denize bakıp "Vay canına, İstanbul'a geldik" dediğimi, akabinde de çocukluğum boyunca araba tutmasından muzdarip olduğum için şakkadak kustuğumu hatırlıyorum. Şehirlerarası otobüsten inince hemen deniz gördüysem Harem miydi acaba orası, bilenler söylesin, otogardan deniz görünüyor muydu, yoksa benim çocuk hafızamda öyle mi kalmış? Sonraki gidişimde İstanbul'un medar-ı iftiharı(!) Esenler'e taşınmıştı çünkü otogar, o yüzden fikir beyan edemiyorum 😃 2 günlüğüne gelmiştik İstanbul'a, Şefika ablanın kayınvalidesi Müyesser Teyze'de kalacak, sonrasında da Amasra'ya deniz tatiline gidecektik. Babam öğrencilik ve askerlik yıllarının geçtiği İstanbul'u tanıtmak istiyordu bize. Müyesser teyze ya da kendine taktığı ve sonrasında 4 blokluk sitenin kabullendiği adıyla "Asker Anası", İstanbul'da çalışmaya başlayan torununa yardımcı olmak için bir süreliğine İstanbul'a taşınmıştı. Başından eksik olmayan kar beyazı yazması, yazması kadar beyaz teni, yumuk gözleri ve herkesin yardımına koşan kalender yapısıyla çok sevilirdi. Arada bir ziyaretine gelen heyheyleri saymazsak eğlenceli kadındı. Bize verilen adrese gittiğimizde kendimi Osmanlı İmparatorluğu yıllarında sanmıştım. Kadıköy'de bir sokaktaydı ev, sokak karşılıklı benim eski filmlerde ve kitaplarda gördüğüm, okuduğum gibi cumbalı ahşap evlerle doluydu ve Müyesser teyzenin oturduğu da bunlardan biriydi. Gıcırdayan merdivenlerden çıktık, sevinçle karşılandık ve yattık uyuduk, arada ne oldu sormayın, bu kadarını hatırlamam bile şaşırtıcı zira. 

Ertesi sabah erkenden Müyesser Teyze'nin dürtmesiyle uyandım, "Kalk" dedi bana, "seni bir yere götüreceğim". Pardesüsünü giydi, siyah sokak eşarbını taktı, evdekileri uykuda bırakıp yola koyulduk. Şimdi tahmin edebiliyorum, Eminönü İskelesi'ne gidip bir motora atladık. O zamanlar denizin büyüklüğüne, teknelere, vapurlara, insan kalabalığına şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm. Yaşını başını almış, daha önce hiç İstanbul'da yaşamamış, Ankara'nın mahalle havası taşıyan semtlerinden birinde oğlu, gelini ve torunlarıyla yaşadığı evinden çok da fazla çıkmayan bu kadının şehri böyle çabuk benimsemesi ve İstanbul'a bu kadar kısa sürede adapte olması beni şaşırtmıştı. Karşıya geçince Mısır Çarşısı'na çevirdik yönümüzü, birkaç baharat aldı Müyesser Teyze ve aynı şekilde geri döndük. Alt tarafı 3-5 baharat için onca yolu niye gittik diye düşünüyorum şimdi, kimbilir belki de beni gezdirmek içindi. Aslında aynı gün, aynı yolu bir daha gidecektim, bu defa O'nu evde bırakıp bizimkilerle. Babam da bizi ilk olarak Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'na götürdü, Yeni Cami'ye geçtik sonra, babam boynunda bir parçası gibi taşıdığı Lubitel marka, Rus malı fotoğraf makinesiyle güvercinlere yem verirken fotoğrafımı çekti. 30'lu yaşlarımın ortasına kadar yaşadığım-yaşadığımız-her özel şey o makineyle kayda alınmıştır ve flaşı olmadığı için hep dış mekanlardadır. Asker arkadaşı Dr. Çetin'le birlikte sipariş verip Rusya'dan getirtmişlerdi o makineyi, kutu gibi, üstten bakılarak çekilen ve muhteşem fotoğraflar veren bir makineydi, işlevi yitmiş de olsa hala durur evde. Güvercinlerin kanat çırpışlarından dolayı biraz flu çıkan o fotoğraf da durur albümlerin birinde. Sonra "Gelin" dedi babam, "size balık-ekmek yedireceğim". İtiraz eden seslerimize aldırmadı ve büyük ihtimal Galata Köprüsü'nde konuşlanmış sandallardan birinden hepimize balık-ekmek aldı. "İstanbul'un şanındandır bunu yemek" dedi hafiften gururlu, "ben buraların kurduyum" dercesine bir ifadeyle. En çok itiraz eden ben ve annem de dahil olmak üzere hepimiz bayılmıştık yediğimiz şeye, ki o zamanlar balıktan nefret eden bir çocuktum. Bir daha da o kadar lezzetlisini yemedim. Babam motor yağında kızardığını ve balığın köpekbalığı olduğunu iddia etse de pek doğruluk payı olduğunu sanmıyorum, hadi köpek balığını anladık da motor yağı kokar pis pis yahu 😃

Karnımız doyunca vızıldamaya başladım, "Hani mayoma maskot alacaktık?". İstanbul'dan Amasra'ya geçeceğimiz için annem Burda mecmuasında beğendiğim modelden alt kısmı lacivert, üst tarafı mavi pötikareli bir mayo dikmişti bana, bel kısmında çapraz britleri vardı ve modelde britlerden birine çapa şeklinde bir maskot, daha doğrusu anahtarlık benzeri bir şey takılmıştı. E haliyle benimkinde de eksik olmasındı. Araya taraya bu tür şeylerin satıldığı bir dükkan bulduk, ömrümde bunca anahtarlığı birarada ilk kez görüyordum, haliyle İstanbul'u da ilk kez görüyordum, ben memur şehri Ankara çocuğuydum. Çapa şeklinde bulamadık, deniz fenerinde karar kılıp ahşap bir tane aldım, mayoma taktığım ilk gün denize girer girmez düşürüp kaybedeceğimi bilmeden, hevesle 😃

Mayomun süsü de tamamlanınca babamın peşine takılıp rotayı Topkapı Sarayı'na kırdık. Hayat Tarih Mecmuası'ndan bildiğim, gördüğüm pek çok şeyin orijinali beni bekliyordu, Kaşıkçı Elması başta olmak üzere:


Örgülü saçlı Leylak'ın Lubitel fotolarından birini görmektesiniz. Beni boşverin de arkadaki arabalara bakın, vay be 60'lar ne estetik zamanlarmış, hoş, benzin mi yeter bunlara 😃

Haliyle Topkapı Sarayı uzun uzun gezilince akşam oldu, yemek saati geçti, dönüş vakit aldı ve evde bizi Müyesser Teyze ile heyheyleri karşıladı. Neyse ki çabuk yolladık heyheyleri 😃

Ertesi gün talebim doğrultusunda yine karşıya geçti aynı ekip ve Dolmabahçe Sarayı'na yollandı. Lakin günlerden pazartesiydi ve tüm dünyada müzeler kapalıydı, kös kös geri döndük. Yıllar sonra İstanbul'a ikinci gidişimin 3. gününde tek başıma keşfe çıktığımda ilk durağım Dolmabahçe Sarayı olacaktı, İngilizleri gezdiren bir tur ekibinin peşine takılıp gezecektim. Sonuçta sarayın dışının içinden daha güzel olduğuna karar verip çocukluğumdaki hayal kırıklığıma yanacaktım.

Saraydan eli boş dönünce babam Emirgan'a götürmeye karar verdi, yine okul anıları eşliğinde yollandık Bebek'e ve Emirgan'a. Aklımda kalan en yoğun anı Bebek sahilinde denize giren insan kalabalığıydı, burada hep birlikte Selda'nın sesiyle melodili olarak, "Ne günlerdi aaah o günler" diyoruz...


Lubitel'in hapsettiği bir kare daha; Leylakınız duygulu gözlerle karşı sahile bakıyor, karşı sahil ne kadar bâkirmiş 😟

Ertesi gün bizi Amasra'ya götürecek otobüse bindiğimizde "İstanbul şok güsel, şiş kebap şok güsel, bir daha gelecek ben" demediğim için 40 yıl bekleyecektim yeniden gelmek için. Amasra maceraları da bir dahaki yazıya kalsın...

19 Temmuz 2020 Pazar

19 TEMMUZ (PAZAR SIKINTISI)

Oldum olası sevmem pazarları, çalışırken de, emeklilikten sonra da değişen bir şey olmadı. Ayın en gereksiz, en sıkıntılı günü. Hayat rutin seyrinden kayar ve durağanlaşır, bazen de rutin seyrin çok üstünde bir karmaşaya sebep olur, çocukluğumda olduğu gibi. Tezer Özlü "Çocukluğun Soğuk Geceleri" kitabında bahseder bu sıkıcı pazarlardan, aynı benim hissettiklerimi yazar. Ben neredeyse 15 günde bir annemin bitmeyen çamaşır sevdasıyla kargalar kahvaltısını yapmadan uyandırılırdım: "Kalk, yorganını sök, ipi uzun tut, kopuk kopuk yapma". Bitmek bilmez tasarruf kaygıları, 2. Dünya Savaşı'nın çayı kuru üzümle içen, ekmeği karneyle alan neslinin dinmeyen tutumluluğu, kendileri değilse de ana-babalarından şartlanmışlar. Anneannem bir yiyeceği ekmeksiz yediğimiz görürse çıldırırdı: "Katık et!" ya da "Ekmeksiz yeme, karnında kurt olur". Ekmek bir nevi kurtsavar vazifesine haizdi anlayacağınız. Oysa benim ekmek eşliği olmadan yemeye bayıldığım şeyler vardı, anneannemin şerrinden kurtulmak için önce ekmeği kuru kuru yer, sonra sevdiğim yiyeceği gönderirdim mideye. Kurt kapanı 😃

Yorgan banyodan gelen deterjan kokuları arasında sökülüp çarşaflar anneye teslim edilir, yorgan ipi kontrol edilir, kısa kısa sökmüşsem ödül olarak küçük bir azar alırım. Pazar kahvaltısı mı, hadi canım, o son zamanların modası. Annem çamaşır yıkayıp temizlik yapıyor, ne haddimize pazar kahvaltısı beklemek. Bütün bir hafta çuvala girdi ya, herkesin evde olduğu pazar günleri yapılsın tüm işler ki anamızın kıymetini bilelim. Vakit biraz ilerlediğinde deterjan kokuları ve çamaşır makinesi tıngırtılarına radyodan yükselen maç yayını da eşlik etmeye başlar. Daral daralabildiğin kadar. Hele bir de ertesi güne yazılı varsa, hepten bittik. Kendine ait bir oda mı? Yahu Virginia Woolf'muyuz biz, nohut oda bakla sofa evlerimizde cümle alem salonda seyran eyler. Tamam iki odamız daha vardır ama biri ebeveyn yatak odası, diğeri ise yılda üç kere falan gelen hatırlı misafirler için tahsisli müze odadır, girmek yasak, çıkmak haliyle yasak. Daha bunun pazar alışverişi var, mevsim kışsa soba için kömürlükten tenekelerle odun-kömür taşıması var, annemin burnundan soluması var, varoğlu var yani. Öyle içime işlemiş ki Tezer hanımın deyimine atfen "Çocukluğumun gıcık pazarları" büyüdüğümde de ısınamadım kendilerine, hem de o günlere inat en ufak bir işe elimi sürmediğim halde, emekli olup tüm günlerimi pazar modunda geçirdiğim halde. Bu sıcak temmuz pazarında da o kanepeden bu koltuğa atıp duruyorum kendimi, ruhumu daraltan pandemi günlerinin arttırdığı sıkıntıyla. 

Elimde Çek yazar Marek Sindelka'nın "Anormal" isimli kitabı var. Kitap, kahramanlardan biri  olan Krystof'un çocukken annesiyle birlikte Wroclaw'a yaptığı bir tren yolculuğuyla başlıyor. Tren bir ormanın içinden geçiyor, ormanda dev çiçekler açmış upuzun bitkiler var, annesi bu bitkilerin zehirli olduğunu, dokunmaması gerektiğini, aksi halde cildinde büyük yumruların oluşacağını söylüyor ve bitkilerin adının "Tavşancıl otu" olduğu bilgisini veriyor. Krystof'un çocukluğunun büyük bölümü bu bitkilere geliştirdiği fobi yüzünden korku içinde geçiyor ama bir süre sonra bu korku ilgiye dönüşüyor, Krystof bir bitki uzmanı oluyor ve hayatı da zamanında korktuğu bu bitkilerin olduğu ormanda, onlardan birinin dibinde son buluyor. Henüz kitabı bitirmedim, arkadaşın ölümüne kadar neler yaşadığını öğrenemedim ama devasa çiçekleri olan bu bitkileri merak edip bir Google araması yaptım, beni araştırmaya sevk eden kitapları seviyorum. Tavşancıl otu ne çıktı biliyor musunuz? Geçenlerde bizim bahçede fotoğrafını çekip Instagramda paylaştığım, dantel gibi beyaz çiçekleri olan bitki. Hatta bitkinin bizim memlekette halk arasındaki adının "Arnamus çiçeği" olduğu yazıldı, güya ortasında daha geniş bir siyahlık varmış ama ülkedeki ahlak seviyesi düştükçe o siyahlık azalmış şeklinde bir halk efsanesi de mevcutmuş. Gelgelelim  esası tamamen başka bir şeymiş, şimdi bitki şu:


Bildiğimiz tarlada, bayırda yetişen otumsu bitki, bunlar da alerjik reaksiyona sebep olabiliyormuş ciltle aşırı teması olursa, bilhassa hassas bünyelerde kızarıklık, şişkinlik yapabiliyormuş ve güneş ışığıyla temas ederse kalıcı iz bırakabiliyormuş. Bunun yanısıra belirli ölçülerde şifalı bitki olarak kullanım alanı da bulunmaktaymış. Efendim bir de bunların "Dev" olarak tabir edilen cinsi varmış ki, kitapta bahsi geçen bunlarmış, bakınız:



Görseller: Buradan

Latince adı "Heracleum Mantegazzianum" olan (Herakles'den mi geliyor acaba?) "Dev Tavşancıl Bitkisi"nin kadın ve çocukla oranlayarak büyüklüğünü tahmin edebilirsiniz. Zavallı Krystof'un korku geliştirdiği kadar varmış değil mi? Sanırım bu kitap bitene kadar ben botanik konusunda epey geliştireceğim kendimi 😃

Haydi ben gidip az daha kurcalayayım kitabı, kimbilir daha neler çıkacak karşıma. Pazarınız keyifli geçsin...

15 Temmuz 2020 Çarşamba

15 TEMMUZ (SAÇLAR-KİTAPLAR-DANTELLER)

Bir haftadır kararsızdım, pandemi nedeniyle yıllardır uzamadığı kadar boy atan saçlarım artık eziyet olmaya başlamıştı. Kestirmek için müthiş bir istek duyuyor ama kuaföre gitmeye de bir o kadar korkuyordum. Eskisi kadar paranoyak olmasam da ben hala temkinli kalanlardanım. Lakin sıcaktan açık bırakamadığım, toplayınca da ters dönen saç dipleri nedeniyle başağrısı çektiğim saçlarım çekilmez hale gelmişti, aynaya bakınca kendimi tanıyamıyordum ayrıca. Herkesin bir tarzı var kardeşim, ben uzun saçların ya da topuz ve atkuyruğunun insanı değilmişim demek ki. Sonunda bu sabah kesin kararımı vererek erkenden kalktım, önce kuaförün yıkamasını önlemek için duş alıp ıslak saçlarımı tokaladım, tedbiren çift maske taktım ve hemen evin yakınındaki her zaman gittiğim salonun yolunu tuttum. İçerisi boştu ve ağır işitip zor konuşan kuaförüm bilgisayar başında oyun oynuyordu. İçeri girmeden elimle makas işareti yaptım, başıyla onay verdi. Maskesini taktı, açık kapıya yakın koltuğa oturttu, tek kullanımlık havluyu paketinden çıkarıp omzuma serdi, ardından yine tek kullanımlık naylon bir örtüyü üstüme doladı ve makası eline alıp yüzüme baktı. "Her zamankinden" dedim içimden kendi söylediğime gülerek, sanki bara gitmiştim de her daim içtiğim içkiyi istiyordum. E ama adam biliyor benim nasıl kesim yaptırdığımı, sadece keseceği miktarı-ki bu neredeyse 10 cm kadar vardı-elimle tutarak gösterdim ve makas şıkırtısı başladı. Bir haftadır gidip gitmeme konusunda istihare yatıp huzursuz olduğum olay 15 dakikada bitmişti bile. Tekrar yıkama, kurutma istemedim, ücretimi ödeyip yine ıslak saçlarla eve dönerek kendimi duşa, üstümdeki giysiyi de makineye attım. İşlem tamam, kafam rahat. 

Eve dönünce kuaföre gecikmemek için yapamadığım kahvaltımı yaptım ve yeni başlayacağım kitabı alıp kanepeye yayıldım. Kendime nazar etmeyeyim Temmuz ayı okuma açısından hayli verimli geçecek gibi. Ayın tam yarısında 10. kitaba başladığıma göre bu ayı en az 15 kitapla kapatırım diye düşünüyorum, Ankara yaradı bana. Kitabın ismi "Babil", yazarı Yasmina Reza ve Babil Kulesi gibi bir soya sahip, babası İran asıllı bir Rus, annesi Macar, kendisi ise Paris doğumlu. Kitap da Paris'in bir banliyösündeki yüksek bir apartmanda geçiyor zaten. 60 yaşını bir süre önce kutlayan bilim insanı Elizabeth'in evinde verdiği bir parti sırasında aynı zamanda arkadaşı olan üst kat komşusunun karısını öldürdüğünü söylemesiyle düşünceleri değişir ve günlük yaşamını sorgulamaya başlar. Hoş bir kitap okumanın keyfiyle 40. sayfaya, Elizabeth'in annesinin öldüğü ve kız kardeşiyle birlikte evini boşalttıkları bölüme geldiğimde birden durakladım. Eşyaları dağıtırken annesinin yardımcısı dantel bir örtüyü almak istiyor, "hatıra niyetine" diyerek çantasına atıveriyor. Elizabeth kadının duygusuzca alışına kızıp örtüyü ona verdiğine pişman oluyor, annesinin hayattaki en büyük keyfi dantel örmekmiş, torunlarının alt bezlerine kadar dantel işlermiş. Konu şöyle bir cümleyle devam ediyor: "Bir kadın ömrü boyunca dantel işliyor ve geriye kimsenin işine yaramayacak parçalar kalıyor." Kitabı kapattım, gözlerim annemin ölmeden önce son günlerinde sürekli üstünde yattığı ve hastalanmadan bir ay önce büyük bir hevesle aldığı kanepeye yöneldi. Boyun omurlarından birindeki kitlenin-boşa kürek çekmek-alındığı ağır ameliyat sonrası eve geldiğinde başını fazla öne eğmemesi, dikkatli olması gerektiğini söylediğimde "Dantel de mi öremeyeceğim?" demişti. Elizabeth'in annesi gibi en büyük keyiflerinden biriydi, TV'nin karşısındaki, üstten ışık alan kanepeye ayaklarını uzatarak bir yandan ekranda oynayan diziye laf yetiştirip bir yandan dantel örmek. Ölüm fikri aklında bile yoktu ve bu cümle benim kalbime bıçak gibi saplanmıştı, hala orada duruyor. Kız kardeşimin de, benim de tüm itirazlarımıza rağmen boş vakitlerini çeyizimize danteller örerek geçirmişti. Sandık dolusu danteli yaşım daha büyük olduğu ve o zamanlar biraz da moda olduğu için ben bir-iki yıl kullanıp tekrar sandığa doldurmuş, kardeşimse evlendikten çok kısa bir süre sonra annemin evine "yer yok" diyerek geri getirmişti. Ondan geriye aynı kitaptaki gibi onlarca el emeği dantel kaldı, dekorasyon zevkimizden dolayı hepsi çekmecelerde. Hastalanmadan önce başladığı, üzerinde tığıyla yarım kalan ağ ipinden bir perdeyi ise bir komşuya tamamlayıp kullanması için vermiştim. Kitap içimi sızlattı, gerçekten işe yaramayacak parçalar gibi çekmecelerde bekleyen annemin ellerinin izini taşıyan dantelleri düşündüm ve kitabı alıp serili tek parçanın, sehpanın üzerindeki dantelin üstünde fotoğrafladım:
Sonra kanepeye, annemin her daim oturup dantel ördüğü yere baktım ve evdeki kitapları düşündüm, ardımdan birilerinin işine yarayacaklar mıydı acaba?

6 Temmuz 2020 Pazartesi

6 TEMMUZ (ÇALIKUŞU)

İlkokul son sınıftan lisenin son yıllarına kadar kültürel beslenmemin büyük kısmını Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi sağladı. 5. Durakta, benzinliğin karşısındaki bir binanın giriş katındaki eski kitap kokulu aydınlık mekan okuma delisi bir ergenin bir nevi mabedi olmuştu. Beni oraya ilk kim götürüp üye olmamı sağladı, hatırlamıyorum. Muhtemel ki bir arkadaşımla gitmiş, fotoğrafımızı verdiğimiz, ince yapılı, sarışın kütüphane memuru kadın tarafından kaydımız yapılmış, kartımız verilmiş, kitapları nasıl alıp iade edeceğimiz konusunda bilgilendirilmişizdir. Sonrası arpa ambarına düşmüş aç tavuk misaliydi. Yaz tatilleri boyunca neredeyse her gün gidip bir kitap alıyor, ertesi gün iade edip bir yenisiyle dönüyordum eve. Hatta bir seferinde sabah aldığım kitabı öğlen bitirip öğleden sonra değiştirmeye gittiğimde sıkı bir azar işitmiştim ince yapılı sarışından. Kartelaların arasında kitabınkini bulamayınca sinirlenmiş, ne zaman aldığımı öğrenince de "Pes" demişti, "beni niye yoruyorsun, bari bir gün dursun sende kitap". Bayılırdım o ince, uzun ahşap çekmeceleri çekip kartelaların içinde kaybolmaya. Kitaplar kadar eskiyip sararmıştı haklarında bilgi veren kartlar da, mekanın her yanı mis gibi eski kitap kokardı. Aklımda olan ya da tesadüfi bulduğum bir kitabın kartını alır, sarışına uzatırdım. Gidip getirirdi kitabı, sabırsızlıkla beklerdim işlenmesini, sonraları iyice alışıp kendimi tanıtınca kitapları da kendim bulmaya başlamıştım. Mavi ya da kahverengi deri taklidi sentetikle ciltli, kimi zaman yaprakları bantla tutturulmuş, bazıları önceki okurların yediklerinin izlerini taşıyan, kimi zaman içine not düşülmüş kitabı kucağıma bastırır, bir an önce okumak için eve koştururdum. Klasik okumalarımın pek çoğunun kaynağı bu kütüphanedir. Şimdiki kadar çok yayınevi, şimdiki kadar çok kitap basımı, şimdiki kadar çok yazar yoktu ki. Richard Llewellyn'in "Vadim O Kadar Yeşildi ki"sini almıştım bir gün tesadüfen. İç kapağına önceki okurlardan biri "Bu kitap şahane" diye not düşmüştü. O cümlenin gazıyla başladığım kitabı bir solukta okumuştum, Galler Bölgesindeki madencilerin yaşamlarını anlatan kitap gerçekten şahaneydi, ortaokul ikide falandım sanırım. Yıllar sonra filmini izlemiştim siyah-beyaz, tek kanallı TV'de, o kitabın burnumdaki kokusu geri gelmişti. 

Sonra bir gün kütüphanemize yeni dolaplar ve yeni basılmış yerli kitaplar eklendi, Lunapark'a gitmiş çocuklar gibi sevinmiştim bir sabah içeriye girip de o dolapları ve içine sıralanmış rengarenk kitapları görünce. Bir süre alışverişim hep o kitaplar üstünden oldu. Reşat Nuri, Halide Edip, Hüseyin Rahmi o yaz boyu bizim evde, bana ait olan küçük somyanın üstüne sık sık misafir oldular. Oburcasına okuyordum, hepsini çok seviyordum ama Reşat Nuri'nin yeri başkaydı:


Zihnimdeki fotoğraf da yukarıdaki gibiydi, her daim şık ve temiz giyinen, ince yapılı, kibar bir İstanbul beyefendisi. Hem canımın içi ilkokul öğretmenim Firdevs'in Kız Muallim Mektebi'nden edebiyat öğretmeniydi, bana okuma sevgimi aşılayan ve sınıftaki adımı "Çalıkuşu" takan kadının öğretmeni olarak dolaylı yoldan emeği vardı üstümde. Hüseyin Rahmi'nin kitapları daha çok güldürse, Halide Edip hemcinsim olsa da ille de Reşat Nuri, hemen hemen bütün kitaplarını devirdim o kütüphanede bulunan. İlginçtir bunların içinde "Çalıkuşu" yoktu, en çok bilineni, en çok okunanı oysa. Lakin kitap o kadar meşhurdu ve o kadar çok yerde bahsi geçiyordu ki sanki okumuş gibiydim. Bir gün kuzenim geldi başka bir şehirden konuk olarak, ben ilkokul sondaydım sanırım, o lisede. Çevremdeki herkes beni en mutlu eden hediyenin kitap olduğunu bildiğinden armağan ederlerdi sağolsunlar. O da bana bir kitap hediye etmek istediğini söyledi, "Haydi birlikte gidelim kitapçıya, istediğini al" dedi. Beraber gittik bir apartmanın zemin katında, hatta merdiven altında bulunan, camekanla çevrilip dükkana dönüştürülmüş Karakedi Kitabevi'ne. İki kişinin zor sığdığı minicik kitapçıda kitaplar daha çok camekanlı vitrinde sergilenirdi. Okula giderken önünden geçerdim ve gözüm hep "Çalıkuşu"na takılırdı. Kitap seçiminde serbest bıraktı kuzenim beni, elim hemen "Çalıkuşu"na gitti haliyle. Çaktırmadan fiyatına baktım, 5 lira. Harçlıkla idare eden bir lise öğrencisi için yüksek bir meblağ, "yok" dedim, "başka alacağım". Kuzen ısrarla almamı önerse de kıyamadım o parayı vermesine, yarı fiyatına "Lessie, Yuvaya Dönüş"ü aldırdım. Hala kitaplığımda durur, içindeki ithaf yazısıyla. Aklım "Çalıkuşu"nda kalsa da gönlüm rahattı. Kitap bana okula gidiş dönüşlerimde vitrinden eşlik etmeye devam etti.

Sonra filmi çekildi romanın, başrolünde Türkan Şoray. Film hayli uzun, eh biraz da gişe hasılatı düşünülerek iki bölüm olarak bir hafta arayla gösterildi sinemalarda. Biz de Yenimahalle'nin ahşap zemini nedeniyle sürekli mazot kokan Alemdar Sineması'nda izledik. İkinci haftayı ne sabırsızlıkla beklediğimizi tahmin edersiniz. Kâmran'ı sanırım en çirkin yaşlanan oyuncu ödülünü kimselere kaptırmayacak K.artal Tibet, Munise'yi ise Ayşecik rolleriyle ünlü Zeynep Değirmencioğlu canlandırıyordu. Dr. Hayrullah rolünde ise Kadir Savun'u hiç unutamam, o derece yakışmıştı. Müjgan rolünde o dönemin ünlü karakter oyuncusu Serpil Gül vardı, Feride'nin küçüklüğünü ise çocukken soyadı benzerliğinden dolayı "Kardeşim" diye millete hava attığım Parla Şenol canlandırıyordu. Benim için en unutulmaz "Çalıkuşu" uyarlamasıdır.



İlkinden 20 yıl sonra, yine aynı yönetmen, Osman Seden bu defa TV için dizi olarak çekecektir "Çalıkuşu"nu. Başrolde Aydan Şener, Kâmran rolünde Kenan Kalav. Esin Engin'in yaptığı şahane müzikleri ile. Dr. Hayrullah rolünü ise canım Sadri Alışık en az Kadir Savun kadar şahane canlandırmıştı. 



Güzel bir diziydi, Aydan Şener de başarılı bir Çalıkuşu olmuştu ama son çekilen Fahriye Evcen'li "Çalıkuşu" dizisini izlemeye içim elvermedi, modernleştirilmiş ve üzerinde oynanmış öyküler benim işim değil. Gönlüm hâlâ Türkan Şoray'lı filmde...

Bunca Çalıkuşu'na maruz bırakıldığımız halde ben hala kitabı okumamış olmanın eksikliğini duyuyordum ki bir-iki yıl önce blog arkadaşım Lale'nin kızı Gamze bana bir kitap hediye etmek istedi, biraz danışıklı döğüş kabilinden oluyor bizim kitap hediyeleşmeleri. Çok okuyan takımına okumadığı kitap bulup hediye etmek zordur, onun için teklifsiz bir ilişki ise isteği sorulur. "Çalıkuşu" dedim, ergenken okunmayan yaş kemale erdiğinde okunmalı 😃 Sağolsun o sayede sonunda ben de ilkokul yıllarında adını taşıdığım "Çalıkuşu"na sonunda sahip oldum. Kendim alamaz mıydım, elbette alırdım ama bu yolla gelmesi çok daha güzel ve anlamlı oldu. Bir süre de evde bekleyen kitabın okunması pandemi zamanlarına denk geldi, pek de güzel oldu, salgınla kararan ruhumu aydınlattı. Her satırını önceden okumuş gibiydim zaten, bilmediğim tek bir şey yoktu ama yine de okumak çok iyi geldi bana. Ruhun şad olsun Reşat Nuri, sağ olasın Gamzeloş...

2 Temmuz 2020 Perşembe

2 TEMMUZ (HAZİRAN OKUMALARI)

29 Haziran itibarıyla Ankara'ya gelmiş bulunuyorum. Sabah olmadan yola düştük, önce pandemi nedeniyle ilgilenemediğimiz bahçemize uğradık, bahçe bahçe olmaktan çıkmış, tarlaya dönmüş. Her yer yabani yulaf otlarıyla kaplanmış. Ha, görsel anlamda pek şiirliydi, Yeni doğmaya başlayan güneş üstlerine vuruyor, bir işe yaramayan asalak otlar yaldızlı gibi parlıyordu. Otur seyret, pek şükela. Lakin bel boyuna ulaşmışlar ki yürümek ayrı dert, bahçeden ayrıldıktan sonra üstümüze, başımıza yapışan iğne gibi tohumlarını temizlemek ayrı dert. Çokbilmiş atalarımız boşa dememişler "Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur" diye, bizimki dağ değilse de tarla olmuş. 


Otlara ilaveten bir de üzerinde kızböceğinin (yanlışsa düzeltin) keyif yaptığı şu otumsu çiçeklerden vardı bol miktarda. Halk arasında Arnamus çiçeği deniliyormuş bunlara, İnstagram'da yayınlayınca bilgilendim ben de, yoksa adından da, hikayesinden de haberim yoktu. Üstten bakınca dantel gibi görünen bu arkadaş meğerse bir nevi namus bekçisiymiş. Eskiden şu ortada görülen ve namusu temsil ettiği düşünülen siyah bölüm daha fazla imiş ama ahlak seviyesi düşüp ar-namus elden gidince siyah bölüm de giderek kaybolmuş. Bizimkinde hafiften de olsa biraz edep-haya kalmış galiba ama umarım o kırmızı böcek adı gibi hemcinsidir 😃 Çiçeklere bile ahlaki normlar yükleyen halkımı seveyim. 

Tarlamızın-pardon bahçemizin-teftişini bitirince tekrar revan olduk yola. Saatin erken oluşundan mı, pandemiden mi bilmem yollar hayli tenha idi, bir-iki mola verip termos çayı ve ev yapımı poğaça ile ayak üstü karnımızı doyurduk. Corona her türlü alışkanlığımızın içine ettiği ve henüz yeterince normalleşemediğimizden lokanta-cafe olayına girmediğimiz gibi dışardan yemeye de başlamadık, sanırım uzun süre de böyle devam ederiz. Bir de dalga geçer gibi üstümüzden uçarak leylek geçmez mi, sapanım olsa atacaktım kerataya "Dalga mı geçiyon sen bizimle?" diye 😃Havada görülen leyleğin ne faydası varsa bana şu salgın döneminde, oturayım oturduğum yerde, Ankara yeter bana, çocukları özlemesem evimden çıkmazdım zaten. 

Erken kalkan yol alır hesabı, öğle vakti ulaştık Ankara'ya, temizlik yap, valizleri boşalt, alışveriş yap, çocuklarla hasret gider, 4 aydır yapmadığım kitap ve gitmeden evvel çöpe attığım tost makinemin yerine yenisinin siparişini yap derken rutini ancak bugün oturtabildim. Sabahtan kitap kargom da şaşırtıcı bir hızla geldi. İlk kez İBB'nin İstanbul Kitapçısı'ndan online sipariş verdim, gece 23.00'de verdiğim siparişin kargolandığı haberi sabah 9.00'da geldi, ertesi gün 10.00'da da kapımdaydı. Tavsiye ederim, indirimler oldukça iyi ve ulaşımı da gayet hızlı. 

Haziran ayında okuduğum kitaplara gelecek olursak, yine beklediğim nicelikte bir okuma hızı tutturamadım. Corona toprak başına, ateşlere gelesin, sidikliğin dura da tilki gibi çemkiresin, ekmek tavşan sen tazı olasın da kıyamete kadar ardından koşasın. İşbu beddualar üniversite son sınıfta yazdığım "Ankara Yöresi Folkloru" tezimin beddualar kısmından aklımda kalanlardır efenim 😃 Belki korkar da kendiliğinden yok olur mutasyona uğrayıp, yoksa halkımızdaki bu gevşeklikle daha çok başımızda kalır diye düşüneyim ve sonra dilimi ısırayım. 

Geçtiğimiz ay yine kitaplıkta uzun süre bekleyen kitaplara el attım, hatta bu defa ön sıraları da boş verip arkalarda, köşelerde kalmış, gözden ve gönülden ırak olanlara yanaştım. Görelim bakalım:


-Catherine Clement'in "Bitmeyen Vals"i hayli hacimli bir kitaptı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ünlü kraliçesi Sisi'nin hayatından esinlenilerek kurgulanmıştı. Kılık değiştirerek ve maskeli katıldığı bir baloda dans ettiği bir genç adamla yıllarca uzaktan uzağa süren platonik aşkı ve şaşaalı yaşamının ardındaki kişisel dramı anlatılıyor. Bazı bölümleri gereksizce uzun tutulsa da ilginç bir kitap.


-Geçtiğimiz ay Oktay Rifat'in "Bay Lear" isimli romanına hevesle başlamış ama hiç sevmemiştim, o nedenle "Danaburnu"nu okuyup okumamakta biraz kararsız kaldım. Fakat birkaç sayfa okuyunca çekti beni içine ve devam ettim okumaya. "Bay Lear"ın anlatımından tamamen farklı bir öykü kurgulamış Oktay Rifat, üç farklı insanın yaşamı bir romana sığmış çevresindekilerle birlikte. Okunası...



-Aslında bir din tarihçisi olan Mircea Eliade'nin "Matmazel Christina"sı kapağından da anlaşılacağı üzere biraz ürkütücü bir kitap. Kurgusu gayet iyi yapılmış bir vampirella öyküsü, gerilimli konulardan hoşlanıyorsanız tam size göre diyeceğim, ben biraz tırsarak okusam da beğendim.



-Kitaplıkta uzun uzun bekleyenlerden biri de Uğur Erkman'ın yazdığı "Kurumuş Nehir Yatağında" imiş. Elime aldığımda bir süre kitabı ne zaman edindiğimi düşündüm, o derece unutmuşum yani. Aslında hayli sürükleyici bir siyasi polisiye imiş, geciktirmekle hata etmişim. 12 Eylül sonrası Suriye'ye geçmek için çabalayan 2 devrimci militan, onları ihbar eden bir muhbir, yıllar sonra ortaya çıkan bir kiralık katil, çeşitli coğrafyalarda sürüp giden bir kovalamaca. Kısacası kendini okutan bir kitap, yazarın bir başka kitabını da okumak isteğindeyim. 


-David Leavitt'in yazdığı "Otel Francfort" bu ay en severek okuduğum kitap oldu. 2. Dünya Savaşı'nın başlarında Avrupa'dan kaçıp Amerika'ya gitmek için Lizbon'a gelen bir çift orada başka bir çiftle tanışır. Kendilerini götürecek olan gemiyi beklerken birlikte cafelerde, restoranlarda vakit geçirirler. Lizbon sokakları, dönemin siyasi atmosferi, evlilik, aşk, cinsellik, kimlik sorunları kitapta çok güzel işlenmiş. Tavsiyemdir. 


-Eski zaman yazarlarından birini okumak uğruna alıp raflarda unuttuğum kitaplardan biri de İlhami Bekir Tez'in "Taşlıtarla'daki Ev"iydi. Yeterince çile doldurduğuna karar verip elime aldığımda daha 20. sayfaya gelmeden sıkıldığımı farkettim ama bunca beklemesine kıyamayıp bitirdim. Derim ki hiç okumanıza gerek yok, konusunu bile tam anlamıyla kavramış değilim, taslak gibi bir şeydi.  


-"Şarkısı Beyaz" 90'lı yılların sıkıyönetim altındaki Diyarbakır'ında geçen yarım kalmış bir aşk öyküsü. Adını Cemal Süreya'nın bir şiirinden alıyor, kahramanlarından biri de yazarın kendi şiirinden çıkıp geliyor. Lakin kitap bana biraz acemice geldi, edebi dilini sevemedim. 


-Ve ayın son kitabı, "Finzi-Contini'lerin Bahçesi" oldu. Yazar Giorgio Bassani'nin daha önce "Balıkçıl" ve "Kuru Otların Kokusu" isimli kitaplarını okumuş ve sevmiştim. Aslında kolay okunan bir yazar değil Bassani, tasvirlere çok fazla yer veriyor, anlatımı çok akıcı değil ama okurken sanki anlattığı şeylerin kokusunu duyuyor, gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Bu kitap da aynı tarzda yazılmış, yazarın kendi memleketi olan ve tüm kitaplarına mekan olan Ferrara'da geçiyor yine ve oranın zengin bir Yahudi ailesi olan Finzi-Contini'lerin evleri, bahçeleri, yaşamları ve anlatıcının ailenin kızları Micol ile olan gerçekleşememiş aşkını anlatıyor. Bassani sevenlere iyi gelecektir...

Eski okuma hızımla kıyasladığımda yeterli bulmasam da 8 kitap da fena bir rekolte değilmiş, Temmuz ayı için hepimize önce sağlık, sonra daha bol kitap diliyorum. Kalın sağlıcakla...