.

.
.

31 Mayıs 2012 Perşembe

ANTALYA'DAN ANKARA'YA YOL GİDER


Ankara beni güleryüzle karşıladı, yağmur yaş yoktu, biraz serindi o kadar. Lakin evin hali için aynı şeyi söylemek mümkün değil, burada olmadığım sürede mahallenin bütün tozunu toplamış. Kapıdan girer girmez mutfağa attım kendimi, iyi kötü yüzüne bakılacak hale getirdim, detaylı temizlik arkadan gelecek. Üstüne bir de bulaşık makinesinin fitresi tıkanmış, 2 saat onunla uğraştık.

Bir yolculuk klasiği olarak öncesinde 2 gün koşturmanın bedelini sütçü beygiri misali ayakta uyuyarak ödedim. Gördüğüm sadece bulutlar oldu, uçsuz bucaksız bulutlar. Karnabahara, pamuk şekere, sevimli hayalet Casper'e, bol tüylü Kaniş köpeğine benzeyen bulutlar. Arada bir de İtalya haritası çarptı gözüme uyanık olduğum ender zamanlarda. Gerisi hayal-meyal.

Bunlar da yemek molası verdiğimiz Afyon İkbal'in gülleri. Yolunuza döküyorum efendim...


28 Mayıs 2012 Pazartesi

ALAKASIZ GÖRSELE ALAKASIZ YAZI


"Doktor bu neee?"
"Mandal" :))
Mandal saplatılı olduğumu söylemiştim ya sizin için poz verdirdim, koyacak başka önemli bir fotoğraf yok çünkü. 
Yorgunum, solgunum, sevimsizim ve yapmam gereken bir sürü iş var. Her yolculuk öncesi eşinmekten, gittiğim yerde deşinmekten ve dönerken aynı işleri tekrar yapmaktan sıkıldım. 4 aylık giyeceği orta boy bir valize sığdırma mücadelesi verdim (arabanın bagajı neredeyse yok çünkü), zorunlu alışveriş için dışarı çıkıp geldim, ıvır-zıvırlar için bir çanta daha yapmam lazım ve üstelik hiç yolculuk modunda değilim. Öf, bu taşınması zorunlu nesneler ışınlansa ve benden evvel ulaşsa gidecekleri yere. Daha ev toparlanacak, buzdolabı boşalacak, kumru sonrası yeniden canlanan nanelerim ve ben buradayken inatla açmayan zambaklarım sefasını sürmeleri için komşuya bırakılacak, olası güvelere karşı tedbir alınacak (geçen yıldan ağzım yandı çünkü) ve yorgunluktan haşat bir şekilde Çarşamba günü yola revan olunacak. Sonra da aynı işlemler Ankara'da tekrarlanacak. Umarım ben gidene kadar yağmurlar dinip hava biraz güzelleşir.

Ben kaçıyorum, iş çok. Gitmeden bir kez daha gelirim ziyaretinize. Şimdilik hoşçakalın...

27 Mayıs 2012 Pazar

AĞAÇTA YANAN ATEŞLER




Ateş ağaçları çıldırmış, mücevher gibiler. Zümrüt üstüne yakut kakmalı, böylesi Hürrem Sultan'da bile yoktur. Ben tiyatro peşinde koşarken parkları bahçeleri ihmal etmişim, neyse ki Antalya'ya "baybay" demeden yakaladım bu güzelliği. Esasen birini kökleyip eve getirmek istedim ama uygun saksı yoktu:)

Hafta içi Ankara yolcusuyuz. Aklımı ve gönlümü Antalya'da bırakarak gideceğim ama bu memleketin sıcağına katlanmak zor. Haftasonu itibariyle Leylağınız Ankara'dan seslenecek. Şimdi toparlanma çalışmalarına başlıyorum.


Sadece ateş ağaçları değil jakarandalar da çıldırmış durumda, parkın üstünü eflatun bir bulut kaplamış sanki. Neyse, ben kaçayım, işim çok. Unutmadan, Behzat amirimi izleyin la...

26 Mayıs 2012 Cumartesi

TİYATROLU GÜNLER BİTERKEN


Tiyatro Festivali bitti, üzgünüm:(
Günlerdir görev yapar gibi o oyundan bu oyuna koşturduk, biraz yorucu ama çok keyifliydi. Bugün Çin Sokak Tiyatrosu'nun "Ejderha ve Kaplan" gösterisi ile kapanışı yaptık. Darısı önümüzdeki senelere...
Gösteri başlamadan epey önce gittik ve denize karşı bir kafeteryaya serdik postu. Hava kapalı, bulutlar dağlara çöreklenmiş ve kafeterya mebzul miktarda Çinli ile doluydu. Hepsi kıtlıktan çıkmış gibi yemek yemekle meşguldu. Çağırdığımız garsona "ne yiyebiliriz" diye sorduğumuzda "Çinliler doyduktan sonra" cevabını verdi. "İki gündür perişan etttiler bizi, sürekli yiyorlar" diye şikayetlendi ve ısmarladığımız alt tarafı kaşarlı tost için yarım saat bekleme süresi verdi. Çinlilere can feda dedik ve yarım saati başlatan gongu çaldık:)


Garson önümüze sus payı olarak birer bardak çay koydu ve gitti. Biz de tıpırdamaya başlayan yağmurun tepemizdeki şemsiyeye vuran sesini dinleyerek denize karşı çaylarımızı yudumladık.


Hava kararıp görüntü bu hale dönüştüğünde gösterinin başlama saati gelmiş, yağmur da hızını arttırmıştı. Geçidin yapılacağı alana gittik, Antalya Devlet Tiyatrosu tarafından dağıtılan yağmurlukları tepemize geçirdik. Sonra da "Ejderha ve Kaplan" gösterisi başladı. Çok görkemli bir gösteri değildi ama ilginçti. Aşırı hareketli olduğu için, ışık kötü ve hava da yağışlı olduğu için fotoğraflar pek kaliteli çıkmadı, idare edeceksiniz artık.



Böyleyken böyle. Bir festival daha biterken gökten 3 parlak yıldız düşmüş; biri Devlet Tiyatrolarının, biri tüm oyuncuların, biri de biz izleyicilerin tam tepesine...

25 Mayıs 2012 Cuma

YILDIZLARIN ALTINDA TİYATRO


Sabah kalktığımda gökyüzünde gördüğüm bulutlar moralimi fena halde bozmuştu, zira festival kapsamında izleyeceğimiz son oyun, "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" açık havada, Yat Limanı'ndaki anfitiyatroda sahnelenecekti. Arkadaşları "yağmursuzluk duası"na davet edip Voltran'ın oluşmasını sağladım, kendimi bir alışveriş merkezine atıp dışarıyı görmeden totem yaptım ve sonunda yağmur bulutlarını hafif bir serpintiyle akşam olmadan dağıtmayı başardım:)

Bu kez ilahlar benden yanaydı, işler yolunda gitti ve oyunun başlama saatinden epeyce önce Yat Limanı'ndaki Tarihi İskele Simitçisi'nin-yandaki Oyuncak Müzesi'ne özenerek mi minicik boyutlu olduğunu anlamadığım- tahta sandalyelerine güç bela sığıştık.


Simit kalmadığı için poğaçalar eşliğinde gerçekten çok lezzetli çaylarımızı götürürken oyunun baş oyuncusu, Nazım Hikmet'i canlandıran Celal Kadri Kınoğlu da önümüzdeki çınarın zulasında başlama saatinin gelmesini bekliyordu Kürşat Alnıaçık ile birlikte.  Kaleiçi'nde ve Yat limanı'nda yenileme çalışmaları var, ortalık toz toprak içinde, her yer kazılmış, manzara hiç iç açıcı değildi. 

 

Saat 20.00'ye yaklaşırken mini sandalyelerden kalkıp anfitiyatronun girişinde uzayan kuyruğa dahil olduk. Yarım saat sonra da kapılar açıldı ve üzerlerine festival amblemi basılmış çanta şeklindeki sünger minderlerin yerleştirildiği basamakların en sahneye nazır olanına konuşlandık.  Ve beyaz takımıyla Celal Kadri Kınoğlu sahneye gelip "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" şiirini o muhteşem sesiyle adeta ete kemiğe büründürdü.


Diğer rollerde Kürşat Alnıaçık, Tansel Öngel, Hülya Çelik ve Yurdaer Okur da sahneye kurulmuş devasa çarkın üzerinde adeta akrobasi yaparak olağanüstü bir iş çıkardılar. 



1,5 saatin nasıl geçtiğini anlamadan soluksuz izledik oyunu, bitince de güzel bir oyun izlemenin doygunluğuyla ayrıldık mekandan. Minderleri de bizlere bağışladılar. Baktım bazı teyzeler 5er, 10ar minderi sıkıştırmışlar koltuk altlarına gidiyorlar, hadi bakalım bilet parasını bedavaya getirdiler böylece:)

Ve ben de "Benerci Kendini Niçin Öldürdü" den birkaç satırla bitireyim bu yazıyı:

"Ayın on dördü
Ayın on dördünü Paris'te aç gezen gördü,
dedi ki:
-Bu gece ay,
dibi kalay
bir tencere gibi...

Ayın on dördü
Ayın on dördünü Fatihli hırsız gördü,
dedi ki:
-Bu gece ay
gökte açık kalan
bir pencere gibi
atlasak içeriye,
aşırsak be imanım
Meryem Ana'nın
gümüş takımlarını...

Ayın on dördü
Ayın on dördünü İrlandalı bir polis gördü
dedi ki:
-Benziyor ay
yıldızların yaldızlarını çalmak için
göğe çıkan bir hırsızın fenerine...

Ayın on dördü
Ayın on dördünü Londralı bir lord gördü
dedi ki:
-Benziyor ay
haşmetpenahımın 
dizbağı nişanına...

Kızardı ayın on dördü.
Kızaran ayın on dördünü bir parya gördü
dedi ki:
-Benziyor ay
Ganj'ın üstüne damlayıp yayılan
kardeş kanına..."

24 Mayıs 2012 Perşembe

PAL SOKAĞI'NDA ÇOCUK OLMAK


Biz yaşlarda olup da Ferenc Molnar'ın ünlü Pal Sokağı Çocukları'nı okumamış, radyoda yayınlanmış oyunlarını dinlememiş olan çok azdır herhalde. Kızıl saçlı Nemeçek çoğumuza çocukluk arkadaşı olmuş, ölümüyle bir yakınımızı kaybetmiş kadar üzmüştür. Bu yüzden festival nedeniyle Ankara Devlet Tiyatrosu'nca sahnelendiğini duyunca çocuk oyunudur demeden biletlerimizi aldık. Sonuçta bizim ruhumuzdaki çocuk da hala Nemeçek'le Pal Sokağı'ndaki arsada misket oynayabilecek yaşta.


İzleyicilerin çoğunluğunun çocuk olacağını biliyorduk ama bu kadarını tahmin etmemiştik. Birkaç ilkokul öğrencileri toparlayıp getirmişti, salon panayır yeri gibiydi.  Arkamda oturan bir dizi oğlan çocuğu oturduğum koltuğu tekmelemeye ve birbirlerini dürtüp yumruklaşmaya başlayınca geri dönüp önce bir tanışma girizgahı yaptım. İlköğretim 4. sınıftalarmış, teker teker isimlerini söylediler. Bana "öğretmen misin teyze?" diye sordular, "hayır, tiyatronun yönetmeniyim" dedim, acaip etkilendiler. Sonra oyuncuların çok çalışıp çok emek verdiklerini, gürültü ederlerse şaşırıp yanlış oynayacaklarını söyledim. Attığım palavra arada dürtükleyip, "yönetmen teyze, şöyle mi, böyle mi" diye sorsalar da oyun boyunca salonla kıyaslarsak nisbeten sessiz kalmalarını sağladı.


Nemeçek Kırmızı Gömleklilerin Botanik Bahçesi'ne gizlice girip ağaçta gözetleme yaparken yakalandıktan sonra sorgulanıp havuza sokularak cezalandırılınca salonda büyük bir uğultu koptu. 




Zavallı şirin Nemeçek bu yüzden üşütüp hastalanmış, kafasını koyacak yer ararken bizim salon cüceleri de gemi iyice azıya almış, ıslık, tepinme, bağırtıyla esasen doğru dürüst izlemedikleri oyuna katkıda bulunmaktaydılar. 


Pal Sokağı Çocukları ile  Kırmızı Gömlekliler arasında ilan edilen savaş sonrası yapılan dövüş bizim salonun tansiyonunu iyice yükseltmiş, bebelerin bağırtısından oyuncuların sesi  bile duyulmaz olmuştu. Öğretmenlerden bir tanesi sonunda "Yeter artık" diye bağırarak biraz sükuneti sağlasa da uğultu devam etti. Nemeçek hasta haliyle son anda yetişip Kırmızı Gömleklilerin reisini alt edince ıslıklar, çığlıklar havada uçuştu.


Nemeçeğin insanın içini burkan ölümü bile bizim yavruları yatıştırmaya yetmedi, zaten çoğu paldır küldür salonu terketmeye başlamıştı bile. Bir hengame ile oyun bitti ama kafa beyin kalmadı. Bu kadar güzel bir öykü ancak bu kadar güzel sahnelenebilir, bu kadar da gürültüye gidebilirdi. Keşke daha sakin bir ortamda, tiyatro adabını biraz olsun bilen çocuklar arasında izleyebilseydik. Rol alan gençler, başta Nemeçek rolündeki İpek Atagün Gezener olmak üzere harika bir iş çıkarmışlardı.  Adı çocuk oyunu olsa da rahatlıkla büyüklere de hitap eden, maharetle yapılan dansları ve rollerinin hakkını veren oyuncuları ile biraz gürültülü de olsa bu şahane gösteri ruhumdaki çocuğa ilaç gibi geldi. Emeği geçen herkes bin yaşasın...

23 Mayıs 2012 Çarşamba

OYUN İÇİNDE OYUN

Lise yıllarımda fena halde kantoya merak salmıştım. Nurhan Damcıoğlu'nun en parlak zamanıydı, tek kanalllı TV'de Ramazan ayı başta olmak üzere sık sık boy gösterirdi. Dinleye seyrede hem kantoları, hem dansını iyiden iyiye öğrenmiştim. Bilhassa okulda, arkadaşlar arasında söylediğim kantolarla anılır olmuş ve adımı da bir dönemin ünlü kantocusuna atfen "Deniz Kızı Eftelya" takmışlardı. Normal şartlarda bir yakınımızın düğününde bile kalkıp oynamaya nazlanan bir tiptim, kantoya duyduğum ilgi şaşırtıcıydı. Öğretmenler bile öğrenmişti kanto söylediğimi, boş ders olmasın kazara, hemen sahneye(!) pardon tahtaya çağrılır, sözlü yerine kantoya kaldırılırdım. Lise bitene kadar sürdü merakım, sonra hayatın hayhuyu içerisinde unuttum gitti. Kantoların sözleri hala aklımda ama iş oynamaya gelince ııh, artık ne o nefes ne de güç var:)

 

Tiyatro Festivali kapsamında Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen "Kantocu" oyununu izlemeye giderken yolboyu aklımdan bunlar geçiyordu. Sadece kantolar değil, Direklerarası eğlencelerinin gerek radyolarda, gerek TV'de sık sık yayınlandığı bir çocukluk geçirmiş herkes gibi izleyeceğim oyunda neler göreceğimi aşağı yukarı tahmin ediyordum. 


Fuayeyi dolduran kalabalığın arasında oyunun yazarı ve yönetmeni Haldun Dormen de vardı. Tabii bu kadar kalabalık olunca ve biz biletleri gecikmeli olarak aldığımız için neredeyse en arka sıradaydı yerimiz. Bu durum hiç hoşumuza gitmedi, neyse ki görevlilerden biri ricamız üzerine bizi ön tarafta boş olan bir sıraya aktardı. O kadar avantajımız olsun artık, kadrolu izleyici haline geldik gide gele:)


Oyunun konusu 1920'lerin başında, Milli Mücadele ve Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında geçiyor. Verjin sahneye aşık bir genç kızdır. Direklerarası'nda bir tiyatro kumpanyasında kantoculukla başlar oyunculuğa kadar yükselir. Bu arada gönlünü kumpanyanın reisi Kenan Efendi'nin yiğeni Kuvayı Milliyeci Cemil'e kaptırır. Bir yandan aşkı, bir yandan işi, bir yandan yeni Cumhuriyetin kurulma sancıları arasında olaylar gelişir. 



Çalgılı-çengili, şarkılı-türkülü, danslı-eğlenceli sahneler birbirini izledi. Zaman zaman oyuncular izleyicilerin arasına karıştı.  Kostümler gözalıcı, dekorlar hoştu.


Genel anlamda eğlenceli, keyifli bir oyundu. Çok emek harcanmış, çok uğraşılmıştı. Benim açımdan ele alacak olursak Direklerarası türü oyunlar artık ilgimi çekmediği için çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim, tarzım değildi demek daha uygun aslında. Verilen onca emeğe saygısızlık etmek istemem. Zaten finalde de çok alkış aldı. Yalnız bir oyuncu vardı ki özellikle bahsetmek istiyorum, 2 yıl önceki festivalde izlediğim ve Ankara'da uzun yıllar kapalı gişe oynayan (ki ben yine bayılmamıştım o oyuna da) Fosforlu Cevriye'de Güllü karakteriyle çok beğendiğim Kader İlhan bu oyunda da Mari rolüyle yine göz doldurup diğerlerinin arasından sıyrılmayı başardı.


Selam sonrası salonda oyunu izleyen Haldun Dormen yönetmen ve yazar sıfatıyla sahneye davet edildi ve kısa bir konuşma yaptı. 


Eh, bu da fuayede Haldun Dormen'e imzalattığım Program dergisi, koleksiyona bir ilave daha. Bugünlük bu kadar efendim. Yarın yeni bir oyunda buluşmak üzere...

22 Mayıs 2012 Salı

FRİDA


Tiyatro Festivali nedeniyle izleyeceğim ikinci oyun "Frida-İzlenimler" idi. Romanya Deva's Art Theatre tarafından sahnelenen gösteriyi izlemek için başlama saatinden 15 dakika önce salondaki yerimizi aldık. Koltuğum ikinci sırada olmasına rağmen en sağda yer aldığından bir yandan izleme hali ve dolayısıyla hafif boyun tutulması ortaya çıktı. Ben yerime yerleştikten az sonra önümüzdeki sıraya yabancı oldukları anlaşılan 5 kişilik bir grup oturdu. Şansa bakın ki tam önüme oturan adam muhtemelen Ortadoğu ve Balkanların en uzun boylu adamı idi. Sırabaşı koltuğun rahatsızlığına bir de tam önümdeki sırık faktörü eklenmiş oldu. Lakin çilem dolmamış olacak ki az sonra yanımdaki boş yere salonun en endişeli tipi yerleşti. Genç bir kızdı ama tam anlamıyla bir vesvese kumkuması idi. Oyun başlayana kadar kulağımdan kuruttu, beynimi yedi. Yok efendim buradan rahat görür müymüşüz, vay efendim ne şanssızmışız, acaba boş yer kalır mıymış, yer değiştirmek mümkün olur muymuş. Çemkirmemek için zor tuttum kendimi. Allahtan oyun başladı da kesti sesini. 


Oyun tamamen sözsüz, mimik ve beden diline dayanan bir gösteri idi. Müzik ve ışık efektleri anlamı güçlendirici faktörler olarak çok yerinde kullanımıştı. Frida Kahlo'yu tıpatıp ona benzeyen minyon bir oyuncu oynamakta idi, tek eksiği bıyıklarıydı. Yukarıdaki fotoğrafta Frida'nın çocukluğu ve çocuk felci geçirmesi canlandırılmakta. 


Burada 19 yaşındaki Frida'nın çocuk felci sonucu bacağında oluşan sakatlık yetmezmiş gibi geçirdiği otobüs kazası sonrası yaralanması temsil ediliyor. 




Frida Meksikalı ünlü ressam Diego Rivera ile tanışıyor ve evleniyorlar. Evlilikleri "fil ile güvercinin evliliği" olarak isimlendiriliyor. 


Geçirdiği kaza yüzünden büyük acılar çeken ve korseyle yaşamak zorunda kalan Frida kendini resim yaparak avutmaktadır.


Frida Rus devriminin liderlerinden Troçki ile tanışıyor ve bir süre birlikte yaşıyorlar.


Frida ve kaybettiği bebekleri. Bedensel acılarına ilaveten bebek sahibi olamamanın psikolojik sıkıntılarını da yaşayan Frida yine de hayata bağlanmaya çalışmaktadır.


Ameliyatlar, korseler, acılar, yatağa bağlı kalmalar, üzüntüler, sıkıntılar ama bir yandan da sefahat, eğlence, resim çalışmaları, sergiler koşut olarak gitmektedir. Ama bünye daha fazla dayanamayacak ve Frida 47 yaşında arkasında 100'ü geçik eser bırakarak dünyadan göç edecektir.

Hayatı acılar içinde geçen ama buna rağmen acılardan bile zevk almayı başaran bu sıradışı ressamı olağanüstü bir performansla Romen sanatçı Mara Opris canlandırdı. Oyun sona erdiğinde aldığı alkış da başarısının göstergesiydi. Unutulmayacak bir gösteri daha belleğime kazındı. Darısı bundan sonrakilere...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

YARATICILIĞIM ZİRVE YAPTI:))


Şu blog alemine girdim gireli bayılmasam da bir sürü mim cevapladım. Kimini gönülsüz, konu kitaplarsa keyifle. Madem bu işin raconu budur uyalım diyerek. Ödül işi bana tuhaf gelse de mimlerle aram yavaş yavaş düzelmeye başladı, hatta can sıkıntısından bugün oturup bir mim de ben yarattım. Ne yani benim neyim eksik, o kadar cevapladıysak bir tane de sorarız, serde öğretmenlik var hem. Hemi de kitaplardan sorarız. Efendim ilk uygulamasını kendim yaptığım, yaratıcılıkta zirveye çıktığım "mim"in kuralları şöyle:

-Kitaplığınızın önüne gidiyorsunuz. Eğer kitaplığınız yoksa evinizde bulunan kitaplardan rastgele birini seçiyorsunuz.
-Soldaki en üst raftan başlayarak kitapları sayıyorsunuz. Yaşınıza denk gelen kitabı yerinden alıyorsunuz. (yaşınızı mimde belirtmeniz gerekmiyor:)
-Kitabın yaşınıza denk gelen sayfasını açıyorsunuz. 
-Sayfanın başında yer alan ilk paragrafı aynen yazıyorsunuz, paragraf çok uzunsa 5 sıra yeterli. Tabii kitabın adını, yazarını, yayınevini, basım tarihini, sayfa sayısını ve kitapla ilgili bir cümlelik düşüncenizi de belirtiyorsunuz.
-Eh şartlarınız uygunsa, bir de benim yaptığım gibi fotoğraflayıp koyarsanız tadından yenmez. Yok uğraşamam fotoğrafla diyorsanız canınız sağolsun. Hepsi bu kadar...

Efendim, kitaplığımın en üst rafından soldan sayarak yaşıma ulaştığım kitap Alev Alatlı'nın "Viva La Muerte!" isimli kitabı. Boyut Yayınları'ndan çıkmış, 1992 basımı, 479 sayfa. Ömrüm boyunca en severek okuduğum, en çok bilgilendiğim, bir serinin ilk kitabı olduğu için devamını merakla ve sabırsızlıkla beklediğim bir kitaptır.
Yaşıma denk gelen sayfanın ilk paragrafı ise şöyle:

"Kadıncıktan Portreye: Bana verdiğin acıdan zevk almıyorum. Ama senden yüz çeviremem.
Şiran'ı unutacaksın diye ferman verseler,
cevabım lâm ve elif olurdu:
La!
Haykırırım,
La! La! La!"

Ve ben patenti bana ait bu mimi Lale'nin Bahçesi'ne, Atalet'e, Vladimir'e, Baykuş Gözüyle'ye, Selgin'e, Kunegond'a ve Bilge'nin Annesi'ne paslıyorum. Haydi bakalım kitaplık başına...

Not: Ben mimi birkaç kişiye pasladım ama yazmak isteyen herkes yazıp arkadaşlarıyla paylaşabilir, sevinirim...

20 Mayıs 2012 Pazar

TİYATRO HAYATIN TA KENDİSİDİR


İki gündür gayet ıslak bir Antalya'da çimlenmemeye çalışıyorduk, bu sabah itibarıyla güneş çıktı. Lakin batı yönünde dağların üstüne fena halde çöreklenmiş bulut yığınları var, o nedenle ilerleyen saatlerin akibeti ne olur bilemiyorum. Renklerinin siyah değil de beyaz olması biraz ümitlendirse de akşama doğru bir sağanak yaşamamız mümkün. Bekleyip göreceğiz.

Meteorolojik bildirimde bulunduğuma göre dünkü etkinliğime geçebilirim. Antalya'da 19 Mayıs günü dokuz ayın Çarşambası bir araya gelmişti desem yeridir. Hemen hemen aynı saatlerde 19 Mayıs yürüyüşü, Bülent Ortaçgil'in Senfoni Orkestrası eşliğindeki konseri ve biletlerini 10 gün öncesinden aldığımız Tiyatro Festivali kapsamında sahnelenecek İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun "Ölüleri Gömün" oyunu. Bu çakışmanın üstüne yağmur da tüy dikince işler karıştı. Birine katılır diğerine yetişiriz planları gökten yağan suya düşünce kısmet sadece tiyatroya oldu. Olsun, tiyatroya destek boynumuzun borcudur. Ayrıca çok etkileyici bir oyun izledik. 


Salon hıncahınç doluydu, hatta aralara sandalyeler konmuştu. Festivale gösterilen bu ilgiden çok mutlu oluyorum bana ne oluyorsa. Sanırım dekor düzenlemesi yüzünden biraz geç açıldı kapılar ve yerimize yerleştik. Sahne düzeni ilginçti, ışıklar etkileyiciydi ve ne yazık ki bende başağrısı ve öksürük yapan duman efekti bolca kullanılmıştı. 


Irwin Shaw'ın yazdığı savaş karşıtı temalı bir oyundu "Ölüleri Gömün". Şakir Gürzumar'ın yönettiği oyunun kalabalık bir kadrosu vardı. Civan Canova ve Musa Uzunlar ana rollerden birindeydiler.  Sahnede onları gören izleyicilerden "Fatmagül" fısıltıları işittik. Bu kadar başarılı oyuncuların dizilerle tanınmış olması da ayrı bir düşündürücü konu.

Yüksek volümlü müzikleri, yer yer kullanılan ateşli silahları, ürpertici ses efektleriyle bünyeyi; savaş tacirlerini, yokolup giden hayatları, din-medya-politika baskılarını anlatan konusuyla da zihinleri epeyce sarsıp yordu.  İyi bir oyun seyretmenin hazzına hayatın gerçeklerinin acısı karıştı oyun bittiğinde. Hep söylemişimdir, tiyatro hayatın ta kendisidir; sahnede olup bitenler yer yer bir şamar, yer yer bir okşama olarak değer yüzümüze.


Oyun bitti, oyuncularla karşılıklı birbirimizi alkışladık. Binbir karışık duyguyla hayal sahnesinden dinmiş yağmur sonrası toprak kokan şehrin gerçekliğine çıktık.