.

.
.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

31 AĞUSTOS (BİR AY DAHA BİTİYOR)

Geçen gün Twitter'de birisi "Bu pandemi dönemi size ne kazandırdı?" diye sormuş. Bana eğer kazanç sayılırsa bitmeyen endişe, insanı perişan eden bir uykusuzluk, kafamı, gözümü, elimi, kolumu sakatlayan sakarlıklar ve nurtopu gibi bir mutsuzluk kazandırdı. Haliyle bunlar kazançtan ziyade kayıp. Arkadaş ne kazandırmasını bekliyordu acaba? Sabır, dayanma gücü, içe çekilme, kendiyle hesaplaşma, ekmek yapma, karbonhidrat tüketme, paket sabunlama, durmadan el yıkama, bolca kolonya ve dezenfektan kullanma falan mı? Sabır ve dayanma gücü tükenmek üzere, içe çekildik zaten. Kendimle ne hesaplaşacağım ya tüm defterlerim açık önümde, ne başkasına, ne kendime verilecek hesabım var. Ekmek yapma işine hiç girmedim, hatta pasta vs yaptığım bile sayılıdır bir-iki özel gün dışında. Bak karbonhidrat tükettik kazançsa, makarna pilavdan girdik, patatesten kısırdan çıktık. Daha da tüketiriz, önümüz kış ve kış sebzelerinden pek hazzeden bir insan evladı değilim. Paket sabunlama, öteberi yıkama, kolonya, dezenfektan, el temizliğine ise daha uzun süre devam edeceğiz gibi görünüyor. Ha bir de maske var değil mi, kutu kutu tüketip durmadan yenisini sipariş ettiğimiz. Onlar da indirime gitmişler sağ olsunlar, bizi düşünen biri çıktı sonunda 😜Hasılı 2020 bir kazanç değil fena halde kayıp yılı olacak, 2021'i kurtarırız dilerim vaziyet pek öyle görünmese de...

Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar dalgın ve sakar olmadım. Sürekli dolap kapaklarını açık unutuyorum-ki bu konuda eşime sürekli söylenirdim-sonra o kapakları açık unuttuğumu da unutup kafamı, gözümü, kolumu, bacağımı çarpıp minimal şişlikler ve mor benekler ekliyorum bünyeye. Şu anda alnımın sol yanında ve ensemin sağ üstünde iki adet ağrılı bombe  var, birine banyo dolabı, birine kapalı balkonun alüminyum doğrama pencere çerçevesi sebep oldu. İkincisi epey şiddetliydi, bir ara beyin kanaması geçireceğimden korkmadım desem yalan olur 😄 Sonra sağ elimin orta parmağını kızartma yaparken oldukça şık bir şekilde yaktım, anında su topladı. Bir saat sonra bulaşık makinesini boşaltırken çatal-kaşık sepetindeki sivri uçlu bir bıçak aynı parmağa dalıp toplanan suyu tahliye etti, bana acıdan beş dakika süreyle tek ayak üstünde zıplama imkanı sağladı. Hala akıllanmamış olacağım ki bir hafta sonra nisbeten kabuk tutup kapanmaya başlayan yaraya bu defa da aynı sepetteki anamın çeyizinden kalma, uçları bıçak gibi sivri çatallardan biri tebelleş oldu. Kan fışkıran parmağı avcumun içine alıp aynı tek ayak dansını bu defa daha uzun süre icra ettim. Bu pandemi bitene kadar coronadan gitmezsek ev kazalarından başımıza bir hâl gelecek korkarım. 

Bazı komik şapşallıklar da yapıyorum, genellikle toplu market alışverişlerini pandeminin başından beri sanal yolla hallediyorum. Patlıcançoksevengillerden olduğum ve alışveriş ettiğim marketin bostan patlıcanlarından çok memnun kaldığım için her siparişte mutlaka patlıcan oluyor. Tane ve kilo seçeneği var, o ara ya ben bir şeye daldım, ya bilgisayarda bir tutukluk oldu, 2,5 kilo yerine 25 adet seçeneğine tıklamışım. Ertesi gün siparişi getiren delikanlı merdivenlerden o kadar oflaya puflaya çıktı ki, şaşırdım. Zira o kadar ağır çekecek bir şey istememiştim. Poşetleri balkona aldığımda ağzım bir karış açık kaldı. Dört poşet silme patlıcan doluydu. "Siparişleri karıştırdılar galiba" diye düşündüm önce, fişe baktım benim siparişler ama patlıcan 25 tane. "Hay senin geri zekalı kafana Leylak" dedim, "Sanırım siparişi banyo dolabına alnını çarpıp geçici bir şok yaşadığında verdin 😄". Haydi kurutayım diyeceğim ama bostan patlıcanı bunlar oyulmaz ki, sonra bir arkadaş akıl verdi, dilimleyip tuzladım, terleyen sularını kuruladım ve güneşe serdim. Bir kısmını da çocuklara yolladım, kalanlar da karnıyarık olacaklar artık. Umarım çürütmeden kurutmayı başarırım. 

Patlıcan ve kendimi sakatlama maceralarım dışında buraya yazmadığım günlerde çoluk, çombalak, kardeş toplanıp parkta piknik yaptık. Haftada bir evden çıkan bana ve doğdu doğalı doğru dürüst güneş yüzü göremeyen Umut Bey'e iyi geliyor. Termosta çay, piknik masasına örtü, kağıt tabak ve bardaklar, poğaça-mercimekli köfte, dezenfektan ve kolonya eşliğinde yaptığımız piknik sonrası artan mercimekli köftelerle parkın güvercinleri kabul günü yaptılar. Ufalayıp serptiğimiz mercimekli köftelere indirime koşturan alışveriş tutkunları gibi popolarını sallaya sallaya bir gelişleri vardı ki görmeye değer. 


Sakarlık ve piknik maceralarım dışında bol bol kitap okudum, eski hızıma ulaştığım ve yıl sonuna kadar belirlediğim sayıya da yaklaştığım için sevinçliyim. Bir ara çok düşmüştü okuma hızım. Bunun dışında zamanında bayılarak izlediğim "Rita"nın 5. sezonunu ve "Anafartalar Çarşısı" belgeselini izledim. Birini Netflix'de, birini BluTV'de. 

Resmi anlamda yaz aylarının sonuncusunu bitirmek üzereyiz. İlkokuldayken öğretmenimiz "12 Ay" diye bir şarkı öğretmişti, "Yılın ilk ayı Ocak, kar yağar kucak kucak" diye başlayan. Yaz aylarını şöyle söylerdik: "Haziran'da yaz başlar, dağılır arkadaşlar/Temmuz'un sıcağı çok, başka marifeti yok/Ağustos ondan beter, durmadan dökeriz ter". Hakikaten Ankara'da bile epeyce ter döktük bu yaz ama ben her şeye rağmen yazcıyım ve Corona nedeniyle yaklaşan sonbahar ve kıştan korkuyorum. Oysa ki şarkıdaki gibi "Eylül'e yoktur sözüm, getirir incir, üzüm".

Kalın sağlıcakla...


21 Ağustos 2020 Cuma

21 AĞUSTOS (BENİM KİTAPÇILARIM 2)

 Nerde kalmıştık?

Evet, Ankara'dan evlilik yoluyla ayrılıp 2 yıla yakın yaşadığım, öğretmenliğe geçiş yaptığım, yeni dostlar edinip yeni bir hayata başladığım, bende derin izler bırakan Denizli'ye yerleşmiştim. İlk aylar alışma çabalarıyla geçti, sokağa çıktığımda herkes şehrin yabancısı olduğumu biliyor ve bana bakıyormuş gibi gelirdi ama öyle güzel dostlar edinmiştim ki kısa sürede bu yabancılık kalktı ortadan. Önceleri evden gelen kitaplarla avunsam, her Ankara'ya gidişimde birkaç kitapla dönsem de bir kitapçıya ihtiyaç duymaya başlamıştım. Bir gün ana cadde üstünde minicik bir kitapçı keşfettim, adını ne yazık ki hatırlayamıyorum. Denizli günlerim bitene kadar kitap ve  kırtasiye ihtiyaçlarımı oradan karşıladım. Sonra da rotayı Antalya'ya kırdık. 

Antalya'ya taşındığımızda bebek bekliyordum ve yaklaşık bir yıllık süreç fırsat buldukça evdeki sevdiğim kitapları yeniden okumakla geçti. Henüz şehre yabancıydım ve bebek ile okul arasında koşturmaktan kitapçı keşfetmeye imkanım olmuyordu. Oğlanı ayakta sallarken bütün Sevgi Soysal külliyatını al baştan elden geçirmiştim 😃

Akdeniz Kitabevi

Sonunda kendime ayıracak vakti buldum ve kitapçı arayışına girdim, ne yazık ki çok fazla seçeneğim yoktu. 80'lerin başında Antalya onca turistikliğine karşın pek çok şeyin bulunamadığı bir şehirdi. En çok şarküteri ürünleri (o zamanlar aileden gelme bir pastırma-sucuk sevgim vardı, artık kalmadı, zaten onların da eski tadı kalmadı), boza, muzlu rulo pasta dışında yaş pastalar ve inanmayacaksınız ama balık özlemi çekiyordum. Annemler gelirken bana pastırma, sucuk, boza ve dondurarak balık getirirlerdi. Hatta bir seferinde Akman'dan 2,5 litrelik bir pet şişeye doldurttukları boza otobüste sanırım fazlaca çalkalanmış. Geldikleri gün eşyaların arasından boza çıkınca bende bir bayram havası. Hemen mutfağa koştum, bardağı hazırladım, hevesle kapağı bir çevirdim, aman Tanrım! Bozadan "Bomm!" diye bir ses çıktı ve şişenin ağzından tepkili füze hızıyla fırlayan bozalar raflara, tavana, üstüme başıma ve gözümdeki gözlüğe yapıştı. Bir an şaşkınlıkla bakakaldım, sonraki ilk hareketim ne oldu bilin bakalım? Gözlüğü çıkarıp camlarını yalamak 😃 Ne yani ziyan mı etseydim? Yalnız nasıl bir mayalanma gerçekleştiyse onca boza sağa sola fışkırdı ama şişe yine de ağzına kadar dolu kaldı 😃

Kitapçıdan bozaya nasıl geldim, kendim de anlayamadım, bu da araya sıkıştırılmış bir anekdot olsun. Antalya'da ilk keşfettiğim kitapçı "Akdeniz Kitabevi" oldu. Bir işhanının üst katlarında, büyükçe bir oda genişliğinde bir mekandı. Birkaç gidiş-gelişten sonra sahipleriyle ahbaplık kurduk, bana taksit bile yapmaya başladılar. O zamanlar kredi kartları yok, bir senet koçanı çıkardılar ve aldığım kitapları taksitlere bölüp her taksit için bir senet yaptılar. Maaşımı alınca gidip hem yeni kitaplar alıp yeni senetler yaptırıyor, hem de eski kitapların taksitlerini ödüyordum. İyi alışveriş değil mi? Okuma serüvenimin ilk Marquez'ine oradan aldığım "Kolera Günlerinde Aşk" ile başladım, bir daha da bırakamadım. Hatta sanırım kitabı bana kızkardeşim alıp hediye etmişti, ilk sayfasında ithafı bile var. 

Dünya Kitabevi

Antalya'ya taşındığımız yıllarda henüz imara açılmamış bir gecekondu bölgesi zamanla yapılaşmaya geçti ve şehrin önemli bulvarlarından biri o bölgeye açılıp iki tarafına da yüksek binalar inşa edilmeye başlandı. Dünya Kitabevi de o binalardan birinin altında açıldı. Oturduğumuz eve çok yakın ve okul yolumun üstündeydi, hemen farkettim ve o minicik dükkan uzun süre kitap almak için en sık uğradığım yer oldu. Öyle minikti ki, karşılıklı iki sıra rafta kitaplar diziliydi, ortadaki boşluğa da en fazla iki kişi sığardı, zaten ne zaman gitsem benden başka kimse olmazdı. Dünya Kitabevi'ni her zaman bana Ayfer Tunç'u tanıtan kitabevi olarak anarım. O yıllarda Simavi Yayınları vardı ve çok güzel kitaplar çıkarırdı. Ayfer Tunç'un ilk kitabı "Kapak Kızı"nın o yayınevinden çıkan ilk baskısı dahil hemen tüm Simavi kitaplarını oradan almıştım ve hepsi hala kitaplığımdadır. Thomas Bernhard'dan "Odun Kesmek", Nadine Gordimer'den "Oğlumun Öyküsü", Didem Uslu'dan "Tutkulu Bir İstanbul Üçlemesi", Yılmaz Karakoyunlu'dan "Salkım Hanımın Taneleri", Emel Ebcioğlu'dan "Kuzey Işıkları" (Nasıl güzel bir kitaptır), Jan Kozak'tan "Mariana Radvakova" ve daha pekçoğu için kısa sürede kapanan Dünya Kitabevi'ne müteşekkirim. 

Öğretmenler Kitabevi

Antalya'nın en merkezi caddesinde, salaş bir binanın iki katını kaplayan küçük bir dükkandı burası. Ama tıka basa kitap doluydu, özellikle üst kat. Alçak tavanı ve gıcırdayan tabanı ile kitap rafları arasında dolaşırken bazen göçüverecekmiş gibi bir duyguya kapılırdım. Epeyce kitap almışlığım vardır buradan, çünkü yeri çok merkeziydi, sonraları daha sapa ama oldukça geniş bir mekana taşındı ve biraz kitapçı havasından çıktı, benim de yavaş yavaş ayağım kesildi. Hala mevcut mudur, onu bile bilmiyorum. Bu kitabevinden bana yadigar kalanlar ise bir dönem çok ilginç kitaplar yazan Alev Alatlı'nın "Orada Kimse Var mı?" serisinin 4 kitabıdır. 

Buraya bir parantez açıp adını unuttuğum bir kitabevinden bahsetmek istiyorum. Evde olsam oradan aldığım bir kitabı açıp sayfa kenarına aldığım nottan ismini hatırlayabilirdim ama şu anda öyle bir imkanım yok. Güllük Caddesi'nde açılmış, bol çeşitli kitapların yanısıra kaset ve takı da satan bir mekandı. Neredeyse haftada bir uğrar kitap bölümünde uzun uzun vakit geçirir ve mutlaka bir-iki kitap alıp çıkardım. Bir süre sonra orada görevli genç elemanla ahbaplık geliştirdik. Bana devamlı müşteri kontenjanından indirim yapmaya başladı. Yüzde on ile başlayan indirim yüzde kırklara kadar gelip dayanmıştı ki tutunamadı kitapçı. Son gittiğimde üzgün bir yüzle kapanacaklarını şöyle anlatmıştı görevli genç: "Antalya'da bar, cafe, restoran açmak lazımmış ama asla kitapçı değil". Bir yıl bile dayanamamıştı, vedalaştık ve kapanan kitapçılar zincirine orası da dahil oldu.

Barış Kitabevi

Şehir merkezinde, çok bilinen bir pasajın içerisindeki bu küçük, camekanları tozlu mekan bir nevi emekli öğretmenler kahvesi gibiydi. Sahibi olan solgun yüzlü, ince yapılı, kibar beyefendi emekli edebiyat öğretmeniydi ve ne zaman gitsem-ki bir dönem, neredeyse 5 yıl kadar tüm kitaplarımı oradan aldım-o küçük dükkanda mutlaka emekli öğretmen oldukları belli üç-dört kişiyi ülke sorunları üstüne söyleşi halinde bulurdum. Duvara dayalı çelik raflarda fazla sık olmayan bir düzenle dizilmiş kitaplar ve ortada da yeni çıkanların sergilendiği bir masa dururdu. İçeri girdiğim anda elindeki işi veya yaptığı sohbeti bırakır, ceketinin düğmesini ilikleyerek karşılardı. Yeni çıkan kitapları tanıtırken yüzünde beliren mutluluk ve heves kendim gibi bir kitap kurduyla karşı karşıya olduğum duygusu uyandırırdı. Kapanana kadar onlarca kitap aldım oradan. Ayla Kutlu'yu da Barış Kitabevi'nin sahibi sayesinde tanıdım. Bir gün yeni çıkanları incelerken elindeki "Islak Güneş"i uzattı, "Çok güzel bir kitap bu, tavsiye ederim, kendi çocukluğundan izler taşıyor" dedi. Kitabı defalarca okudum ve o kadar çok kişiye okuttum ki adeta parçalandı, sonunda kardeşim Kitap Fuarı'ndaki imza gününde son baskıyı yazara imzalatıp gönderdi bana. Barış Kitabevi'ni kapatıp İstanbul'a taşınan Sacit Bey hala sağ mıdır bilmiyorum ama kendisine Ayla Kutlu'yu tanımama vesile olduğu için müteşekkirim. 

İletişim Kitabevi

Antalya'ya açılan kitapçılar içerisinde en kapsamlı olan ve kapanmasına en çok yandığım kitabevi İletişim Kitabevi'dir. Evimle arası hayli mesafeli olmasına rağmen neredeyse haftada bir uğrardım, bir nevi ikinci adresim haline gelmiş ve çalışanlarıyla da arkadaş olmuştum, hala bazılarıyla dostluğum devam eder. Görevlilerden birini Antalya'ya ilk açılan D&R'da tanımıştım. D&R o zamanlar şimdiki kadar market havasında değildi. Mecburiyetten oradan da epeyce alışveriş etmişliğim vardır, çünkü çeşit çoktu ama İletişim açılır açılmaz rotamı o yöne kırmıştım. Çok geniş bir mekandı ve her çeşit kitabı bulma imkanı olduğu gibi sık sık yazarları davet eder, söyleşiler ve imza günleri düzenlerlerdi. Bir dönem "Edebiyat Günleri" tertip etmiş ve Antalya'nın görüp görebileceği en kalabalık ve nitelikli yazar kitlesini misafir etmişlerdi. Duygu Asena'dan Selim İleri'ye, Ahmet Ümit'ten Nedim Gürsel'e, Gülriz Sururi'den Sahrap Soysal'a, Tuna Kiremitçi'ye kadar pek çok yazarla tanışıp sohbet etme imkanını bulmuştuk o sayede. Ne yazık ki Türkiye genelinde, Antalya özelinde kitaba verilen değerle paralel olarak o güzelim kitabevi de fazla dayanamadı ve kapıya kilidi vurdu. O zamandan bu zamana da bizi D&R şubelerine mahkum etti. Antalya'da olduğum zamanlarda genellikle internet siparişini tercih etsem de el mahkum D&R da kitap almak için bir nevi tek seçenek olarak başvurduğum kitabevi oluyor. 

Gelelim Ankara'da olduğum zamanlarda uğrak yerlerim olan kitapçılara:

Kapanana kadar Bilgi Kitabevi'ni sık sık ziyaret edip kitap alışverişinde bulundum ama asıl mekanım Ankara'da yaşayan pek çok kişide olduğu gibi Dost Kitabevi oldu.

Konur Dost

 İlk göz ağrımdı ve kapanana kadar hep tercihim oldu, hala da eksikliğini hissederim. Aynı sokakta İmge ve Bilim ve Sanat da uğradığım mekanlardandı ama Dost adı gibi dosttu, kendimi orada çok rahat ve evimde gibi hissederdim. Sanırım küçük oluşu bir nevi samimiyet ortamı doğururdu. Zaten başlangıçta Karanfil sokaktaki büyük kitabevi henüz yoktu. Konur Sokak ve Tunalı şube vardı. Kardeşimin adına bir hesap açmıştım ve Ankara'ya her geldiğimde kucak dolusu kitabı Antalya'ya taşırdım. Kapıdan içeri girip sağa, yeni çıkanlar standına yanaşır ve kendimi kaybederdim. Kitap almadan çıktığım vaki değildi, üç-beş kitabı kucaklar, kasaya gider Dost kartımı verir ya da ismimi söyler taksiti açtırır, görevli genç kızlarla biraz sohbet eder, sevine sevine eve yollanırdım. Kredi kartları hayatımıza girene kadar taksit olayı devam etti. Kartlar kullanılmaya başlayınca da 6 taksit olayı bu defa kartlara aktarıldı. Kapandığında bir arkadaşım başka bir şehre taşınmış kadar üzülmüştüm, üstelik bir sokak aşağıda çok daha büyük bir Dost vardı ama vefa duygum çok derindir, sonrası el mahkum büyük kardeş Dost'la dostluğu devam ettirdik. 

Dost dışında Ankara'da bir dönem uğradığım bir başka kitabevi de T.İş Bankası Yayınevi'nin kitapçısı idi ama şimdiki Bulvar'ın arkasındaki ya da Tunalı'daki şube değil. Selanik Caddesi'nin üst taraflarında, nisbeten küçük bir dükkandı burası ve son derece kibar bir beyefendi görevliydi. Bana Barış Kitabevi'nin sahibini hatırlatırdı. Her gidişimde hal-hatır sorar, bazen çay ısmarlar, indirim yapar, kitap tavsiyelerinde bulunurdu. Sonra o dükkan kapandı ve Bulvar İş Bankası'nın arkasında, küçük bir bölüme taşındı. Aynı beyefendi orada da bir süre görev yaptı aynı kibarlığıyla, sonra emekli olduğunu öğrendim, kitapçı da şimdiki büyük yerine taşındı. 

Bir dönem Demirtepe'de bir devlet dairesinde kısa bir süre çalışmıştım, bazen işim olmadığında, canım sıkılır, küçük bir kaçamak yapıp işyerinden çıkar, hemen yakındaki, İzmir Caddesi'nin köşesindeki Till Kitabevi'ne dalardım. Şık bir kitabeviydi, kitabın yanısıra o dönem pek moda olan, benim evimde de halen kullandığım, kenarları demirden, çam kaplama, demonte kitaplıklar satardı. Ankara'daki pek çok kitapçının akibetine o da uğradı ve kapandı. İyi ki Dost Kitabevi direnmekte yoksa...

Elbette unuttuklarım da vardır ama şöyle bir baktım da hayatıma az kitabevi dahil olmamış. Şimdilerde pandemi nedeniyle internet kitapçılarına mahkum olsam da kitabevi kokusunu, havasını, kitaplara dokunmayı çok özledim. Dilerim tez zamanda kavuşuruz.

Sizlerden de hayatınıza giren kitapçıları yazmanızı bekliyorum, eminim ki okuması kitabevi gezmek kadar zevkli olacaktır...


19 Ağustos 2020 Çarşamba

19 AĞUSTOS (BENİM KİTAPÇILARIM)

 "Karakedi"

Hayatımda ilk adımımı attığım kitapçı. 6 yaşındaydım, üniversite öğrencisi olan teyzemin kızı bana bir kitap almak istedi ve eve en yakın olan kitapçıya gittik. Kitapçı dediysem, iki katlı bir evin merdivenle inilen bahçesine konuşlandırılmış camekanlı bir baraka neredeyse. Dükkana üç yanı kaplayan raflarda kitaplar, bir masa sığmış, iki kişiye ancak yetecek kadar da boşluk kalmış. O ilk ziyarette bir boyama kitabı alıp çıkmıştık ama son olmayacaktı. İlkokul yolumun üstündeydi zira, önünden her geçişte tozlu camekanına sıralanmış kitaplara bakar, bazılarında aklımı ve kalbimi bırakarak devam ederdim. "Lassie, Yuvaya Dönüş", Halide Edip'ten "Döner Ayna" oradan alınmış, en yıprak halleriyle hala kitaplığımın raflarında duran kitaplardır. 

"Kanarya"

Yenimahalle'nin kitapçılarının isimleri bir tuhaftı, "Karakedi"nin sahibi kedi sever miydi bilmiyorum ama "Kanarya"nın sahibi ciddi anlamda bir kanarya tutkunuydu. Ha bir de "Fujiyama" vardı, daha ziyade kırtasiye malzemeleri satardı, onun sahibinin Japonya ile olan ilişkisini de hep merak etmişimdir. "Kanarya" ortaokul yıllarım boyunca bir nevi mabedim oldu. Okula çok yakın, karanlık, minicik bir dükkandı. Uzun boylu, ak saçlı, orta yaşlı bir adam dururdu tezgahın arkasında, yoğun zamanlarda karısı da yardım için gelirdi. Çoğunlukla kırtasiye, bir de harcıalem, öğretmenlerin isteyeceği türden kitaplar bulundururdu. Okul çıkışları kısa bir yürüyüşle Kanarya'ya uğramak bir nevi rutinimiz haline gelmişti. Kokulu silgiler, oyuncaklı kalem başlıkları, tahtadan, sürgülü kapaklı kalem kutuları, bir ucu kırmızı, bir ucu mavi yazan kurşun kalemler, yılbaşı ve bayram öncesi yaldızlı kartpostallar, yeni çıkan rengarenk desenli kaplama kağıtları, Heidi, Pollyanna ve okuyup okuyup ağladığımız Kemalettin Tuğcu kitapları alırdık. 

Görsel: Buradan

Benim kalem kutusu bunun aynısıydı, markasını bile şimdi hatırladım: "Hatas" 😃

Bir yılbaşı öncesi Kanarya'nın sahibi hediye çekilişi yapmaya karar verdi, büyük ödül evinde beslediği onlarca kanaryadan biri olacaktı, geriye kalanlara da muhtelif hediyeler, ne kadar çok alışveriş, o kadar çok büyük hediye kazanma şansı. Bir ay boyunca hemen her gün uğrayıp bir şeyler satın aldım. Çocuk aklı ne kazanmayı bekliyorsam artık. Yılbaşı ertesi hevesle dükkana koşup kapıya asılmış kazananlar listesine baktığımda ise her hediye çekilişinde yaşadığım hayal kırıklıklarından birini daha yaşayacaktım: 1 adet plastik kalemtraş 😃 O günden sonra kırtasiye seferlerimi biraz azalttığımı söylememe gerek yok sanırım.

"Sipahi"

Sonunda Yenimahalle'ye gerçek anlamda kitapçı denebilecek boyut ve çeşitlilikte bir kitapçı açıldı, "Sipahi Kitabevi". Yenimahalle'nin piyasa mekanı 5. durakta, cadde üstünde, bir binanın birkaç basamak merdivenle inilen zemin katında, geniş bir dükkan.  Lise yıllarının başında idim. İlk alışverişim uzun zaman arayıp bulamadığım Edmonda de Amicis'in "Çocuk Kalbi" kitabı olacaktı. İkincisi ise yaşım gereği başımda romantizm yelleri estiği için dantelli, çiçekli, güvercinli kapağına ve güzel ismine kapılarak aldığım V.Blasco Ibanez'in "Baharlar Açarken"i idi. İlkinin mavi parlak kapağı kopacak kadar çok elden geçtiğinden harap ama ikincisi hafif hasarlarla halen kitaplığımın yıldızlarındandır:

Görseller: Buradan ve Buradan

Sipahi Kitabevi'nde bulduklarımız yalnızca kitapla sınırlı değildi, üzerlerine süet görüntüsü veren baskılar yapılmış ithal kağıt bebekler ağzımızın suyunu akıtırdı (itiraf edeyim liseyi bitirene kadar kağıt bebeklerle uğraşmaktan vazgeçmedim. Bir süre sonra oyun olmaktan çıkıp kendi çizdiğim giysileri giydirmeye kadar varmıştı iş). Ayrıca yabancı dilde dergiler de getirirdi, gramer ağırlıklı Almancamız izin verdiğince "Bravo" dergilerine dadanmıştık. Yenilerine paramız yetmediği için eski sayılara sardırırdık. Sipahi Kitabevi ziyaretlerim Yenimahalle'den taşınana kadar aralıksız sürdü.

Adını anmakta kararsız kaldım ama dayanamadım, bir de "Kanaat Kitabevi" vardır çocukluğumun kitapçıları arasında. Ortaokulda Tabiat Bilgisi dersimize gelen (ücretli derse geldiğini, aslında bir başka meslek-sanırım emekli subay-olduğunu çok sonra öğrenecektim) bir öğretmene ait kitapçı idi burası. Adamcağız bize ödev verir ve ödevde kullanılacak malzemeleri mutlaka kendi kitapçısından almamızı şart koşardı. Ödevin niteliğine uygun malzemeler sadece onda bulunurdu çünkü, danışıklı dövüş yani. Önceleri başka bir yerde idi, sonraları tam okulun karşısına gelip konuşlanmıştı. Bu tarz insanlar o zamandan mevcutmuş anlayacağınız.

"Bilgi Kitabevi"

Yenimahalle'den Yenişehir'e taşınmıştık ve Sevgi Soysal'ın çok sevdiğim kitabının adıyla anarsam "Yenişehir'de (sadece) Bir Öğle Vakti"ni değil günün bütün vakitlerini geçirebiliyordum artık. Haliyle bana yeni bir kitapçı lazımdı ve Sakarya Caddesi'ndeki "Bilgi Kitabevi" ilk keşfim oldu. O dükkanda her daim rastladığım uzun boylu, ciddi yüzlü adamın yayınevi ve kitabevinin kurucusu ünlü Tevfik Küflü olduğundan falan haberim yok tabii ki, ben kitap standlarından artakalan labirentimsi loş koridorlarda dolanıp Bilgi Yayınevi'nin çoğunu Fahri Karagözoğlu'nun çizdiği güzelim kapaklı kitaplarını inceliyordum. Bilinçli seçimle ilk aldığım kitap her daim gözağrım Füruzan'ın  "Parasız Yatılı"sı oldu. 

Görsel: Buradan

Şu anda yıpranmış kapakları, okunmaktan ve çevrilmekten sararmış sayfaları ile kitaplığımda bulunan tüm Füruzan, Sevgi Soysal, Pınar Kür, Ayla Kutlu, Nazlı Eray, Ayşe Kilimci, Muzaffer İzgü ilk baskıları hep Bilgi Kitabevi'nden alınmış kitaplardır. Füruzan yazınına beslediğim büyük sevgi nedeniyle diğer yayınevlerinden çıkmış tüm baskılar da kitaplığımda yer alıyor olsalar bile Bilgi ilk baskıları adeta kutsaldır. 

"Hat Kitabevi"

Bir dönem mabedim haline dönüşen bir başka kitabevi daha ama artık ortaokul yıllarının o saf kırtasiye merakı geçmiş, politik bilinçlenme başlamış, romanlar, öyküler yerine teorik kitaplar, felsefi yayınlar, dergiler okunmaya geçilmiş ve bunların en kolay bulunabileceği adres olarak da Soysal Han'ın en alt katında, sade bir sergilemenin yapıldığı  "Hat Kitabevi" seçilmiştir. Büyükçe, sürekli elektrik ışığıyla aydınlanan, üç duvarı boyunca sıralanmış üç stand üstünde kitapların sergilendiği bir mekan. Evlenip Ankara'dan ayrılana kadar satın aldığım pek çok kitabın değişmez adresi. Diğer bir çok kitabevi gibi o da artık yok; Tıpkı Ziya Gökalp Caddesi'ndeki "Hachette", Sakarya girişindeki "Tarhan", Erdal Öz'ün açtığı "Sergi", Konur Sokak'taki "Bilim ve Sanat" ve "Dost" şubesi, Ulus'taki "Berkalp" ve son olarak yerine kozmetik mağazası açılan "Bilgi" gibi. Kalanlara dört elle sarılalım ve bu yazının devamını bir sonraki postta getirelim. 

Bunu bir mim olarak kabul edip sizler de kendi kitapçılarınızı yazmaya ne dersiniz?


14 Ağustos 2020 Cuma

14 AĞUSTOS (GİDENLER-KALANLAR)

Meral Niron ölmüş. Tamam hastaydı, yaşlıydı, sıralı ölümdü ama giden kişi, bireysel olarak hiç tanışmasanız da gençliğinizin fonunu oluşturan yapı taşlarından biri olunca insanın içi çok acıyor. Hele de orta yaşın üst sınırını zorlayıp dururken gençlik figürlerinizin arka arkaya kaybolması zaten gündem yeterince katlanılmazken bir de "eksiliyoruz" diygusu ekliyor. 

Ben onu AST'da ilk izlediğimde aşağıdaki yaşlardaydı:

Maksim Gorki'nin "Ana" oyununda "Pelage/Ana" rolünde, müthiş bir oyunculuktu. O yıllarda küçücük salonuyla Ankara Sanat Tiyatrosu bir nevi mabedimizdi. Ihlamur Sokak'taki tiyatro ne mutlu ki hala eski yerinde ve kadrosu çok değişse de iyi oyunlar sergilemeye devam ediyor. Meral Niron'u daha sonra "403. Kilometre" (bu oyunda sonradan TV'de "Kavruk Hasan" rolüyle ünlenen Savaş Yurttaş'ı unutamam), "Komün Günleri", "Nereye Payidar", "Dimitrof" gibi oyunlarda izledim. Yıllar sonra çeşitli dizilerde rol aldığında ise eski bir dosta rastlamış gibi sevinirdim. Herkes onu "Ferhunde Hanımlar" ve "Bizim Evin Halleri" ile hatırlasa da TRT'de gündüz kuşağında yayınlanan bir köy dizisinde ilk olarak izlemiştim. Hatta dizi çekimleri sırasında meme kanseri olduğunu ve bir süre ekranlardan ve sahnelerden uzak kaldığını biliyorum. Dönüşü Ferhunde Hanımlar'daki Şukufe roluyle olmuştu sanırım. Onu son olarak 6 yıl önce Akün Sahnesi'nde Anton Çehov'un "Vanya Dayı" oyununda izlemiştim, iyi ki izlemişim. Yattığı yer incitmesin...

Hayat kendimizi pandemi koşullarına uydurmak zorunda bırakarak sürüp gidiyor. Çok sıkıcı, ne kitap okumak, ne bilgisayar başında eğlenmek, ne film, dizi izlemek eş-dostla bir cafede içilen bir fincan kahvenin, edilen sohbetin, birlikte yenen bir yemeğin yerini tutmuyor. İnsan sıcağı arıyoruz. Mümkün olduğunca ılık koşullarda hayatı sürdürmeye çalışırken bazılarının aşırı kızgın yaşayış tarzı da "pes" dedirtiyor, acaba aykırı olan biz miyiz diye düşünmeden edemiyorum. Haftada bir çocukları ve kardeşimi görmek dışında kapı komşumla bile muhatap olamadım daha. En sevdiğim Dost Kitabevi'ne bile uğramadım, dışarıyla bağlantım parklar, bahçeler aracılığıyla oluyor ancak. Alışverişler sanal ve böyle hayat çok banal 😒 Biter mi onu da bilmiyorum, daha fazla da sızlanmak istemiyorum. Bugünlük bu kadar olsun, kendinize dikkat edin, kalın sağlıcakla...


10 Ağustos 2020 Pazartesi

10 AĞUSTOS (UYKU GİDER, ANILAR GELİR)


Dün gece yine uyku tutmadı, koyun saymadım, zira saymakla bitmiyor, uykuya da etki etmiyor. Gündemi düşünsem hiç uyuyamayacağım, geçmişe daldım yine. Aklımın erdiği günlerden bu yana yaşadığım, abuk, saçma, komik, yakın plan dram, uzak plan komedi olayları düşündüm durdum, içlerinden dayıma kız istemeye gidişimizi seçtim. 

Küçük dayım; ailemizin en haşarı, en nev-i şahsına münhasır, en karizma, en erken giden elemanı. "Hızlı yaşadı, genç öldü, cesedi yakışıklı oldu" denir ya, aynı öyle işte. Aramızda 9 yıl vardı, dedemin erken yaşta ölümü üzerine daha da erken yaşta yalnız kalan anneanneme destek için dört yıl kadar aynı evde yaşadığımızdan dayı-yiğenden ziyade, abi-kardeş gibi bir ilişkimiz vardı ama sürekli didişen, kavga eden, yine de birbiri olmadan yapamayan abi-kardeş misali. Doğduğum gün hastaneye, annemi ziyarete elinde benim için bir paket çikolata ile gelen, kabak kafalı, esmer, kavruk bir oğlan. Dedemin öldüğü gün üzerinde cenazenin yattığı karyolaya bakan maviye boyalı kapının eşiğine yanyana oturup, onun babası için, benimse niye ağladığımı bilmeden döktüğümüz on iki ve üç yaş gözyaşları. O gözyaşlarından sonra dayım anneannemin indinde hiç büyümedi, hep "öksüz", hep "tırnak kadar et" olarak kaldı. Adam gelişip neredeyse bir seksen beş boya ulaşsa da anneannem onu tırnağının boyutunda, himayeye ve özel ilgiye muhtaç bir et parçası olarak görmekten vazgeçmedi. Dayım da bu ilginin hakkını hayatının her döneminde kadını ardından koşturarak verdi. Liseye başlayacağı zaman kolay yoldan meslek sahibi olsun diye Endüstri Meslek Lisesi'ne kaydını yaptırdı, o zamanlar Erkek Sanat Okulu idi adı, dayımı Yapı Meslek bölümüne kaydettirdiler. Müdürün adı Hüseyin Bezmez idi, dayım odadan çıkarken "Ben onu çabuk bezdiririm" dedi. İnsanın kendini bilmesi güzel şey aslında, açıldığı günden başlayarak sık sık kaçtı okuldan, muhtelif dolmuşlarda muavinlik yapmayı yapı meslek ustası olmaya tercih etti. İkinci sınıfa ulaşmayı başaramadan bıraktığı eğitimden ona "Teknik Resim" dersinde öğrendiği stille, çoğu zaman cetvel kullanarak yazdığı bir hattatınki kadar güzel yazısı kaldı. Anneannem tırnak boyutundaki öksüz oğlunu kimi zaman dualarla, kimi zaman beddualarla bir gölge gibi izledi. Sahiplerinin ne akla hizmet 16 yaşındaki ehliyetsiz bir çocuğa emanet ettikleri arabaların başına bir iş gelecek diye gecelerce uykusuz kaldı. Böyle günlerden birinde "Araba bozuldu, Karşıyaka'ya bırakıp geldim" diyerek gamsızca yatıp uyuyan dayımın yerine araç kurtarma operasyonu düzenledi. O gecenin erken sabahında pencereden gördüğümüz sahne ancak bir Fellini filminde olabilirdi; kaldırımın kenarında bir at arabası, at arabasının arkasına kalın bir urganla bağlanmış, o yılların dolmuşu kocaman bir steyşın vagon araç, kafası kasketli, eli kırbaçlı, pos bıyıklı at arabası sürücüsü ve yanında oturan başörtülü, pardösülü anneannem. Sabah namazı kalkıp "Elin arabasının başına bir iş gelir tenha yerde" diye arabayı dayımın bıraktığı yerde bulmuş ve at arabasına bağlatıp getirmişti. 

Tırnak boyutundaki öksüz onu daha çok üzecekti ama işte anneannemin ve hatta annemin yumuşak karnı idi o şeytan tüyüne sahip, kara gözlü, çapkın gülüşlü genç adam, dünyayı başlarına da yıksa dokunulmazlığı vardı, af vesikası anında yazılıyordu. 18 yaşına girdiği gün evde parti verdi, Mayısın ilk günü doğmuştu, ben dahil edilmedim haliyle ama çok eğlendiği belliydi, nisbet yapar gibi kolunu uzattı parti bitimi. Üzerinde o yılların dillerde dolaşan şarkısı, Adamo'nun seslendirdiği "Tombe La Neige"in kazılı olduğu gümüş bir bileklik vardı bileğinde. "Heer Yeerde Kar Vaar" diyerek uzaklaştı, çarpıcı tipine ve düzgün telaffuzlu, tok konuşma sesine  hiç uymayan karga gibi bir sesle söylüyordu şarkıyı. 

Aradan birkaç ay ya geçti ya geçmedi, bir gün anneannem pardösüsünün eteklerini uçurarak bize geldi. "Yandım ben, bittim ben, bir su verin uşaak, nideyim ben, nerelere gideyim ben" diye çırpınıyordu. Ödümüz koptu, meğer dayımın evlenesi gelmiş 😃 "Gidip bana kız isteyin" diye tutturmuş. Askere gitmemiş, işi yok, boyutu tırnak kadar, üstelik de öksüz ama evlenmek istiyor, ba ba ba ba... Bir süre "Divane aşık gibi dolaşırım yollarda" türküsü çalındı dayım dolaylarında, sonrasında el mahkum "he" dendi, çünkü "tırnak kadar", çünkü "öksüz". Meğer kız da dayımla yaşıtmış ama en azından o çalışıyormuş, PTT şehirlerarası serviste memure. Bir sonbahar akşamı toparlandık, giyindik, süslendik, anneannem yakası kürklü paltosunu giydi, krep eşarbını taktı, annem, babam, büyük dayım, yengem ve tabii ki bendeniz eşliğinde önden önden, elleri sinirli olduğu zamanlardaki gibi arkasında kenetli, bir yandan kendi kendine söylenerek yola düştü. "Ben şimdi derim ki, bu oğlanın işi yok, ben şimdi derim ki, bu oğlan askere gitmedi, ben şimdi derim ki, ben dul bir kadınım, oğlan evlendirecek durumum yok. Onlar da eşek değiller ya, vermezler kızı". Anneannemin hayalleri eşliğinde yürüme mesafesindeki kız evine vardık. 5 katlı bir apartmanın en üst katında bir daire, kapıyı çaldık. Dayım önde, bir elinde çiçek, bir elinde çikolata. Kapıyı orta yaşlarda, dinç bir adam açtı ve şöyle dedi: "Aaa Ünal, damat sen miydin?". Müstakbel gelin hanımın babası dayımın paraşüt okulundan çok sevdiği hocası çıktı iyi mi? Anneannem tarafından herkesin işitemeyeceği bir şıngırtı duyuldu, gelirken yolda kurduğu hayaller paramparça olmuştu. Kahkahalar eşliğinde buyur edildik. Kapının tam karşısına gelen duvarda devasa bir çerçeve içinde sonradan renklendirildiği belli bir portre fotoğraf asılıydı, dalga dalga saçları omuzlarına dökülen, sarışın, renkli gözlü, havalı bir kadın fotoğrafıydı bu. Sonradan öğrendik ki gelin hanımın kanserden ölen annesiymiş, bizi karşılayan orta yaşlı, esmer güzeli kadın ise üvey annesi. Gayet neşeli geçen bu kız isteme töreninde tabii ki anneannemin beklentisi yerine gelmedi, "Kız bizim değil, sizin dediler", anneannem deplasmanda yenilmiş bir takım ezikliğiyle döndü eve.

Zaman içinde alıştı, hatta sevdi bile aileyi, kendileri de yeni evli olan büyük dayımın evinde bir nişan töreni düzenlendi. Annemle halam öyle eğlendiler ki, bir şişe likörü içip galonlarca viski içmiş kadar sarhoş oldular. Bitince çok mahzun olup likör şişesini limon gibi sıkmaya kalktılar belki birkaç damla daha çıkar diye 😃Halamı bilmem ama annemi bir daha asla o kadar neşeli görmedim, likör bile olsa şişede durduğu gibi durmuyor haliyle 😃Nişanlılık süresince dünürlerin kocaman salonda yeni yıl kutlamalarına mı katılmadık, "Tık" (o yıllarda çok yaygın bir kağıt oyunu) partileri mi yapmadık, çay sofralarına mı oturmadık, hasılı anneannem gönülsüzdü ama aileye çabuk ısındı ve kendimizi alışık olmadığımız bir tatlı hayatın içinde buluverdik. Nişanlılar cephesinde ne olup bittiğindense haberimiz pek yoktu. Bir yaz günüydü, esmer güzeli üvey anne haber bile vermeden bize geldi. Elinde bir paket, meğer bizim toy nişanlılar kavga edip ayrılmaya karar vermişler, durumu iletmesi ise kadıncağıza düşmüş. Çok üzgündü, takıları ve diğer hediyeleri getirmiş ama dayımı çok sevdiği için ona alınan kumaşı anı olarak diktirip giymek istediğinden geri vermemek için iznimizi istiyordu. Dayımı herkes seviyordu ama o sadece bizi üzüyordu, garip bir çelişki. Evcilik oyunu bitmiş, geriye çekilen fotoğraflar, iade edilen hediyeler ve anılar kalmıştı. Yeni bir macera için de çok beklemeyeceğimiz kesindi 😃


2 Ağustos 2020 Pazar

2 AĞUSTOS (TEMMUZ OKUMALARI)

Ziyaret yok, bayramlaşma yok, tatlı yok, ben de bayram günü kitaplarla kafanızı ütülemeye geldim. Mutluyum, gururluyum, şeytanın bacağını kırdım sonunda, Temmuz iyi geldi, yarısında fırlatıp attığımı da sayarsak tam 20 kitap okumuşum bu ay. Görelim bakalım o zaman neler okumuşum:


-"Çalıkuşu" için ne denebilir ki, okumayan, haydi okumayı bırak, dizisini, filmini izlemeyen, en azından konusunu bilmeyen, Feride'nin, Munise'nin adını duymayan yoktur. İlginçtir gayet iyi bildiğim kitabı okumayı ben de bu zamana kadar ihmal etmiştim. Şu pandemi döneminde Reşat Nuri'nin satırlarını okumak içime sonsuz bir huzur verdi. Zamanı geçmeyen kitaplardan Çalıkuşu, okumadıysanız "Nasılsa biliyorum" demeyin, benim gibi gecikmeden okuyun, zira kitaptan alınan keyif çok farklı...


-Banu Özkan Tozluyurt benim bloglar aracılığı ile tanıdığım, onun önderliğinde iki derleme kitap yaptığımız, henüz yüzyüze görüşemesek de çok sevdiğim, enerjisini, çalışmalarını takdir ettiğim bir arkadaşım. "Gitmek De, Kalmak Da Zor Geldiğinde" iki yıl önce kızının eğitimi için bir süreliğine ikamet ettiği Kanada'da yaşadıklarını anlattığı bir anı kitabı. Aslında anıdan ziyade bir nevi eğitim amaçlı Kanada rehberi gibi. Yazım dili son derece güzel ve anlaşılır, yurt dışında, özellikle de Kanada'da eğitim almak isteyenlere ya da sadece merak saikiyle okumak isteyenlere öneririm...


-Temmuz ayı benim yetenekli blog ve instagram arkadaşlarımın kitaplarını okuma fırsatı bulduğum bir ay oldu. Zerrin Dağcı da bu vesileyle tanıdığım arkadaşlardan. "Rüyalar, Aşk ve Hüzün" yazarın büyük halasının yaşam öyküsü aynı zamanda. Bir eski zaman filmi izlermiş gibi merak ve yer yer hüzünle okudum. Akıcı, keyifli bir anlatımla hayata bağlı, cesur bir kadının öyküsünü okumak isterseniz tavsiyemdir. 


-"Geçen Yüzyılın Ortasında Çocukluk Nesneleri" çocukluğunu İzmir'de geçirmiş Serhan Ada'nın o günlerde aklında yer etmiş, onda iz bırakmış bazı nesneleri anlattığı çok hoş bir anı kitabı. Aşağı yukarı kuşakdaş olduğumuz için çoğu nesne bana da tanıdık gelip çocukluğuma ışınladı. Bu tarz kitapları sevenlere öneririm.


-Fotoğrafta iki kitabını gördüğünüz Tuğba Gürbüz de benim İnstagram vasıtayla tanıdığım sanal alem dostlarımdan. Sağolsun öykü kitaplarını adıma imzalı yolladı. Ben henüz sağdakini, "Kendisiymiş Gibi"yi okudum. Kısa ama çarpıcı öykülerin toplandığı bir kitap. "Lodos Çarpması" da Ağustos ayı okumaları için sıra beklemekte...


-Gelelim "Ayrılık Çeşmesi Sokağı"na. Selçuk Altun benim her seferinde "Artık yeter!" deyip her yeni kitabı çıktığında dayanamayıp okuduğum bir yazar. Tüm kitaplarını okudum ve hemen hemen hepsinin konuları neredeyse birbirinin aynı, aynı gizemler, üst düzey aile ya da beklenmedik şekilde gelen servetler, fakir kız çocukları, estetler, bibliyofiller ve kahramanlardaki bir şekilde kendini hissettiren kibir kitaplarının olmazsa olmazı. Gelgelelim tüm bunlara rağmen insanı illa ki okumaya zorlayan bir şey var, sayfaların arasından bir sürü başka kitap, sanat eseri, yazar, heykeltraş, ressam fırlıyor, Ali Baba'nın mağarası gibi her seferinde yeni bir şey keşfediyorsunuz. O nedenle siz de bir kitap tutkunuysanız eliniz ister istemez gidiyor. Bu defa takıntı yapılan yazar Samuel Beckett. Konu diğerlerinin çok benzeri ama diğer kitaplarına göre daha zayıf buldum. Tiryaki bir Selçuk Altun okuru iseniz düşünceniz benzer olacaktır. İlk kez okuyacaksanız bununla başlamayın derim. İlk kitabı en güzelidir: "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir".


-Abdülhamid devrinde Evgenia Mars isimli bir Bulgar kadın eşi ve devrin ünlü bir şairiyle İstanbul'a bir yolculuk yapar ve şehrin önemli yerlerini gezer, incelemelerde bulunur, izlenimlerini not eder. Genel olarak şehri beğense de insanlar hakkındaki görüşleri küçümseyici ve olumsuzdur. "Abdülhamid Devrinde Bir Kadın Seyyah" adıyla basılmış kitabın kayda değer fazla bir yönü yok...


-Nibel Genç uzun yıllardır cezaevinde olan bir siyasi mahkum. "Mısır Koçanlarını Kızartan Koku"da köyünü, muhtemel ki "Ezima" kimliğinde kendisini, annesini, babasını, dedesini, nenesini, köyün başka kişilerini, evlerini, nesnelerini anlatmış. Öykülerdeki tüm acıya rağmen yer yer gülümsetmeyi de başarmış. Farklı bir kitap okumak isterseniz...

-Yaprak Öz'ü ilk kitabı "Berlinli Apartmanı" ile tanımış ve açıkçası daha ilk sayfalarda katilin kimliğini tahmin ettiğim için de pek sevmemiştim. Daha sonra ev kadını-terzi Yıldız Alatan'ın dedektifliğe soyunduğu "Farahnaz'ın Çiçeği"ni biraz da bölüm başlıklarına koyduğu giysi modelleri yüzünden daha ilgiyle okumuştum. "Villa Şakayık"da Yıldız Alatan başka bir gizemli cinayeti çözmeye çalışıyor. Edebi anlamda bir sıkıntınız yoksa, eğlenceli bir polisiye arıyorsanız birebir. Giysi modelleri ayrıntısı burada da var, üstelik 80'li yıllar konu edilmiş. Sıkıntılı pandemi günleri için ideal...


-"Babil" bu ay en severek okuduğum kitap oldu. Yasmena Reza kendisi de Babil Kulesi gibi bir ırklar karışımı, İran asıllı Rus bir babanın Fransa'da doğmuş kızı, annesi ise Macar. Birkaç yıl önce tiyatroda izlediğim ve müthiş bulduğum-biraz da oyuncularının katkısıyla-"Vahşet Tanrısı" isimli oyunun yazarı olduğunu da yeni öğrendim. Kitabın ana kahramanı Elizabeth'in yaşadığı apartmanda verdiği bir parti esnasında üst kattaki komşu karısını öldürür. Normal şartlarda naif, insancıl ve sakin bir insan olan bu komşunun hangi saikle bu işi yaptığına dair derin düşüncelere dalan Elizabeth komşusuna yardım etmeye çalışır, devreye polis girer. Elizabeth geri dönüşlerle kendini sorguladığı bir sürece girmiştir. Kitapta öyle güzel iç monologlar, insan-eşya ilişkisine dair düşünceler, hayvanlarla ilgili ayrıntılar vardı ki dönüp dönüp okuma isteği duydum. Sanırım yazarın okuduğum ilk kitabı olmakla kalmayacak, kesinlikle tavsiyemdir.


-Çocukluğunda bitkilerden kaynaklı yaşadığı bir korku yüzünden uzun süre tedirginlik duyan ama sonra bu korkuyu yenip botanik ilmine, bilhassa nesli tükenmekte olan çiçeklere ilgi duyan, zamanla bu işle ilgili yasadışı yollara sapan Kryzstof'un ilginç öyküsünü anlatıyor "Anormal". Okuyup okumama konusunu sizlere bırakıyorum ama beni bazı bitkiler konusunda detaylı araştırmaya yönlendiren bir kitap olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.


-Büyükler için öyküleriyle tanıdığım Şermin Yaşar'ın çok ünlenmiş kitabı olan "Dedemin Bakkalı"nı aslında torun ileride okur diye almıştım ama hazır elimdeyken ben de bir çırpıda okuyuverdim. Ergenlik öncesi yaşlar için eğlenceli ve faydalı bir kitap olduğunu söyleyeyim...


-Ferhan Şensoy'un kitaplarındaki eğlenceli, yer yer iğneleyici ve zekice üslubunu çok severim, bilhassa biyografileri çok keyiflidir. Yeni kitabı "Dündeste"yi de bu nedenle edindim. Kitapta geçmiş zamanlarda yaşadığı, kendinde iz bırakan bazı olayları şiir diliyle anlatmış. Açıkçası diğer kitapları kadar ilginç gelmedi. 


-Gönül Kıvılcım adını bir-iki yıl önce son çıkan kitabı "Uğultular"ı okumadan önce hiç duymamıştım. Kitabı okuduktan sonra ise "Keşke daha önce okusaydım" gibi bir duyguya kapıldım, beni çok düşündüren ve ilgimi çeken bir kitap olmuştu. Bilhassa mekanın Hatay oluşu, Hatay gezisinden daha yeni ve çok etkilenmiş olarak döndüğüm için özellikle iyi gelmişti. Tek kitabının "Uğultular" olduğunu sandığım yazarla sanal medya aracılığı ile tanışınca başka kitaplarının da mevcut olduğunu öğrendim. "Babamın En Güzel Fotoğrafı" bunlardan biriydi ve ismi gibi en güzeliydi belki de (Bu konu hakkında kesin konuşamam, çünkü elimde okunmayı bekleyen iki kitabı daha var, sıralama değişebilir 😊). "Babamın En Güzel Fotoğrafı" katman katman açılan bir aile hikayesi, insanı yer yer hüzünlendirip, yer yer çok fena çarpıyor. Kitabın kahramanı Sema elinde kısa süre önce ölen babasından kalma bir dizi fotoğrafla bozkırın fon teşkil ettiği bir yolculuk yaparak ailesindeki gizemi çözmeye çalışıyor. Sayfalar arasında Kızılırmağın sesini, rüzgarın uğultusunu, kırmızı buğday başaklarının hışırtısını duyuyorsunuz, bozkır ve tarih size gizlerini açıyor. Bu ay bana en iyi gelen kitaplardan biri de buydu. Mutlaka okuyun derim, hem bunu hem de "Uğultular"ı...


-"Her Gün Perşembe Olsa" yazar Attila Şenkon'un ilk öykülerinden oluşan bir derleme. Daha önce "Telef", "Gökkuşağına İki Bilet", "Yalan Satıcısı", "Bütün Düşler Nazlıdır" gibi başka kitaplarını okuduğum ve sevdiğim-bilhassa "Telef"-yazarın bu öyküleri açıkcası çok hitap etmedi, sanırın yazım dilinin çok olgunlaşmadığı bir dönemin eserleri olduğu içindir. İlk kez Attila Şenkon okuyacaksanız yukarıda andığım kitaplarıyla başlamanızı öneririm...
-Murat Uyurkulak'ı "Har" ve "Tol" kitapları  ile tanımıştım. Her ikisi de hayli derinlikli, zor ve sert kitaplardı. "Delibo" ise daha farklı bir okuma oldu, daha kolay, daha akıcı, biraz Yeşilçamvari rastlantılarla dolu. Seveni çok olacaktır eminim ama Uyurkulak'ın her zamanki tarzından çok farklı olduğunu bir kez daha belirtmek isterim...


-Rus klasiklerininin çoğunu gençlik yıllarımda okuduğum için ilerleyen yaşımda daha çağdaş yazarlara öncelik vermekteyim. Lakin T.İş Bankası Yayınları bu klasikleri öyle güzel kapaklarla basıyor ki insanın eli ister istemez okumadığı kitaplara yöneliyor. Çehov'u oyun yazarı olarak severim, "Üç Kızkardeş"i, "Vanya Dayı"sı, "Vişne Bahçesi" çok severek izlediğim tiyatro oyunları idi. Kapağı güzel "Üç Yıl" isimli bu novella ise pek de gönüllü yapılmayan, zorunluluklara dayalı bir evliliğin ilk üç yılını anlatıyor. Oyunları kadar etkileyici olmadığını, daha hafif kaldığını söyleyerek geçeyim. 



-Mark Haddon'u yıllar önce otistik bir çocuğu konu aldığı "Süper İyi Günler" isimli kitabı ile tanımıştım. Çok severek okuduğum bir kitap olunca yeni basılan "Küçük Bir Sıkıntı"yı da hemen temin ettim. 495 sayfalık hacimli bir kitap olmasına rağmen kolay okunan, akıcı, yer yer eğlenceli bir kitap. Emeklilik yaşlarına gelmiş George ve Jean çifti görünüşte imrenilesi bir hayat sürmektedirler. Kızları Katie'nin ikinci evliliğini pek de sevmedikleri biriyle yapma isteğini onlara bildirmesiyle birlikte buzdağının altından yatanlar yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.  "Süper İyi Günler" kadar olmasa da sevimli ve sürükleyici bir kitap, sıkıcı yaz günleri için ideal...


-"Otopsim" Jean Louis Fournier'in ülkemizde basılıp da okumadığım tek kitabı idi, sonunda okudum ve rahatladım 😊 Yazar her zamanki cesur ve ironik diliyle kendi bedenini otopsi masasına yatırıyor. Doğrusu biraz ürküttü bu kadar açık seçik bir otopsi olayını yazılı olarak da olsa izlemek. Diğer kitaplarına göre ise biraz daha zayıf buldum. Hiç Fournier okumayanlar için tavsiyem bununla değil de "Nereye Gidiyoruz Baba?" ile başlamalarıdır...


--Gelelim "Büyük Cam"a. Kitabı neye dayanarak aldım, kimden tavsiyesini duydum, yoksa kapaktaki 3 otobiyografi yazısı mı cazip geldi bilmiyorum ama keşke almasaydım, İlk otobiyografideki sürekli hamama götürülüp annesinin cinsel organlarını sergileterek hediyeler topladığı küçük oğlanın öyküsünü güç bela bitirip ikinciye geçtiğimde işler arapsaçına döndü, yarıya kadar zor katlanıp üçüncüye şöyle bir göz attıktan sonra da kitabı fırlatıp attım. Ömür kısa, kitaplar çok arkadaşlar, sevmediyseniz bırakın 😃

Sevdiğiniz kitapları okumanız ve daha güzel zamanlarda, daha keyifli bayramlarda buluşmak dileğiyle...