Ziyaret yok, bayramlaşma yok, tatlı yok, ben de bayram günü kitaplarla kafanızı ütülemeye geldim. Mutluyum, gururluyum, şeytanın bacağını kırdım sonunda, Temmuz iyi geldi, yarısında fırlatıp attığımı da sayarsak tam 20 kitap okumuşum bu ay. Görelim bakalım o zaman neler okumuşum:
-"Çalıkuşu" için ne denebilir ki, okumayan, haydi okumayı bırak, dizisini, filmini izlemeyen, en azından konusunu bilmeyen, Feride'nin, Munise'nin adını duymayan yoktur. İlginçtir gayet iyi bildiğim kitabı okumayı ben de bu zamana kadar ihmal etmiştim. Şu pandemi döneminde Reşat Nuri'nin satırlarını okumak içime sonsuz bir huzur verdi. Zamanı geçmeyen kitaplardan Çalıkuşu, okumadıysanız "Nasılsa biliyorum" demeyin, benim gibi gecikmeden okuyun, zira kitaptan alınan keyif çok farklı...
-Banu Özkan Tozluyurt benim bloglar aracılığı ile tanıdığım, onun önderliğinde iki derleme kitap yaptığımız, henüz yüzyüze görüşemesek de çok sevdiğim, enerjisini, çalışmalarını takdir ettiğim bir arkadaşım. "Gitmek De, Kalmak Da Zor Geldiğinde" iki yıl önce kızının eğitimi için bir süreliğine ikamet ettiği Kanada'da yaşadıklarını anlattığı bir anı kitabı. Aslında anıdan ziyade bir nevi eğitim amaçlı Kanada rehberi gibi. Yazım dili son derece güzel ve anlaşılır, yurt dışında, özellikle de Kanada'da eğitim almak isteyenlere ya da sadece merak saikiyle okumak isteyenlere öneririm...
-Temmuz ayı benim yetenekli blog ve instagram arkadaşlarımın kitaplarını okuma fırsatı bulduğum bir ay oldu. Zerrin Dağcı da bu vesileyle tanıdığım arkadaşlardan. "Rüyalar, Aşk ve Hüzün" yazarın büyük halasının yaşam öyküsü aynı zamanda. Bir eski zaman filmi izlermiş gibi merak ve yer yer hüzünle okudum. Akıcı, keyifli bir anlatımla hayata bağlı, cesur bir kadının öyküsünü okumak isterseniz tavsiyemdir.
-"Geçen Yüzyılın Ortasında Çocukluk Nesneleri" çocukluğunu İzmir'de geçirmiş Serhan Ada'nın o günlerde aklında yer etmiş, onda iz bırakmış bazı nesneleri anlattığı çok hoş bir anı kitabı. Aşağı yukarı kuşakdaş olduğumuz için çoğu nesne bana da tanıdık gelip çocukluğuma ışınladı. Bu tarz kitapları sevenlere öneririm.
-Fotoğrafta iki kitabını gördüğünüz Tuğba Gürbüz de benim İnstagram vasıtayla tanıdığım sanal alem dostlarımdan. Sağolsun öykü kitaplarını adıma imzalı yolladı. Ben henüz sağdakini, "Kendisiymiş Gibi"yi okudum. Kısa ama çarpıcı öykülerin toplandığı bir kitap. "Lodos Çarpması" da Ağustos ayı okumaları için sıra beklemekte...
-Gelelim "Ayrılık Çeşmesi Sokağı"na. Selçuk Altun benim her seferinde "Artık yeter!" deyip her yeni kitabı çıktığında dayanamayıp okuduğum bir yazar. Tüm kitaplarını okudum ve hemen hemen hepsinin konuları neredeyse birbirinin aynı, aynı gizemler, üst düzey aile ya da beklenmedik şekilde gelen servetler, fakir kız çocukları, estetler, bibliyofiller ve kahramanlardaki bir şekilde kendini hissettiren kibir kitaplarının olmazsa olmazı. Gelgelelim tüm bunlara rağmen insanı illa ki okumaya zorlayan bir şey var, sayfaların arasından bir sürü başka kitap, sanat eseri, yazar, heykeltraş, ressam fırlıyor, Ali Baba'nın mağarası gibi her seferinde yeni bir şey keşfediyorsunuz. O nedenle siz de bir kitap tutkunuysanız eliniz ister istemez gidiyor. Bu defa takıntı yapılan yazar Samuel Beckett. Konu diğerlerinin çok benzeri ama diğer kitaplarına göre daha zayıf buldum. Tiryaki bir Selçuk Altun okuru iseniz düşünceniz benzer olacaktır. İlk kez okuyacaksanız bununla başlamayın derim. İlk kitabı en güzelidir: "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir".
-Abdülhamid devrinde Evgenia Mars isimli bir Bulgar kadın eşi ve devrin ünlü bir şairiyle İstanbul'a bir yolculuk yapar ve şehrin önemli yerlerini gezer, incelemelerde bulunur, izlenimlerini not eder. Genel olarak şehri beğense de insanlar hakkındaki görüşleri küçümseyici ve olumsuzdur. "Abdülhamid Devrinde Bir Kadın Seyyah" adıyla basılmış kitabın kayda değer fazla bir yönü yok...
-Nibel Genç uzun yıllardır cezaevinde olan bir siyasi mahkum. "Mısır Koçanlarını Kızartan Koku"da köyünü, muhtemel ki "Ezima" kimliğinde kendisini, annesini, babasını, dedesini, nenesini, köyün başka kişilerini, evlerini, nesnelerini anlatmış. Öykülerdeki tüm acıya rağmen yer yer gülümsetmeyi de başarmış. Farklı bir kitap okumak isterseniz...
-Yaprak Öz'ü ilk kitabı "Berlinli Apartmanı" ile tanımış ve açıkçası daha ilk sayfalarda katilin kimliğini tahmin ettiğim için de pek sevmemiştim. Daha sonra ev kadını-terzi Yıldız Alatan'ın dedektifliğe soyunduğu "Farahnaz'ın Çiçeği"ni biraz da bölüm başlıklarına koyduğu giysi modelleri yüzünden daha ilgiyle okumuştum. "Villa Şakayık"da Yıldız Alatan başka bir gizemli cinayeti çözmeye çalışıyor. Edebi anlamda bir sıkıntınız yoksa, eğlenceli bir polisiye arıyorsanız birebir. Giysi modelleri ayrıntısı burada da var, üstelik 80'li yıllar konu edilmiş. Sıkıntılı pandemi günleri için ideal...
-"Babil" bu ay en severek okuduğum kitap oldu. Yasmena Reza kendisi de Babil Kulesi gibi bir ırklar karışımı, İran asıllı Rus bir babanın Fransa'da doğmuş kızı, annesi ise Macar. Birkaç yıl önce tiyatroda izlediğim ve müthiş bulduğum-biraz da oyuncularının katkısıyla-"Vahşet Tanrısı" isimli oyunun yazarı olduğunu da yeni öğrendim. Kitabın ana kahramanı Elizabeth'in yaşadığı apartmanda verdiği bir parti esnasında üst kattaki komşu karısını öldürür. Normal şartlarda naif, insancıl ve sakin bir insan olan bu komşunun hangi saikle bu işi yaptığına dair derin düşüncelere dalan Elizabeth komşusuna yardım etmeye çalışır, devreye polis girer. Elizabeth geri dönüşlerle kendini sorguladığı bir sürece girmiştir. Kitapta öyle güzel iç monologlar, insan-eşya ilişkisine dair düşünceler, hayvanlarla ilgili ayrıntılar vardı ki dönüp dönüp okuma isteği duydum. Sanırım yazarın okuduğum ilk kitabı olmakla kalmayacak, kesinlikle tavsiyemdir.
-Çocukluğunda bitkilerden kaynaklı yaşadığı bir korku yüzünden uzun süre tedirginlik duyan ama sonra bu korkuyu yenip botanik ilmine, bilhassa nesli tükenmekte olan çiçeklere ilgi duyan, zamanla bu işle ilgili yasadışı yollara sapan Kryzstof'un ilginç öyküsünü anlatıyor "Anormal". Okuyup okumama konusunu sizlere bırakıyorum ama beni bazı bitkiler konusunda detaylı araştırmaya yönlendiren bir kitap olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
-Büyükler için öyküleriyle tanıdığım Şermin Yaşar'ın çok ünlenmiş kitabı olan "Dedemin Bakkalı"nı aslında torun ileride okur diye almıştım ama hazır elimdeyken ben de bir çırpıda okuyuverdim. Ergenlik öncesi yaşlar için eğlenceli ve faydalı bir kitap olduğunu söyleyeyim...
-Ferhan Şensoy'un kitaplarındaki eğlenceli, yer yer iğneleyici ve zekice üslubunu çok severim, bilhassa biyografileri çok keyiflidir. Yeni kitabı "Dündeste"yi de bu nedenle edindim. Kitapta geçmiş zamanlarda yaşadığı, kendinde iz bırakan bazı olayları şiir diliyle anlatmış. Açıkçası diğer kitapları kadar ilginç gelmedi.
-Gönül Kıvılcım adını bir-iki yıl önce son çıkan kitabı "Uğultular"ı okumadan önce hiç duymamıştım. Kitabı okuduktan sonra ise "Keşke daha önce okusaydım" gibi bir duyguya kapıldım, beni çok düşündüren ve ilgimi çeken bir kitap olmuştu. Bilhassa mekanın Hatay oluşu, Hatay gezisinden daha yeni ve çok etkilenmiş olarak döndüğüm için özellikle iyi gelmişti. Tek kitabının "Uğultular" olduğunu sandığım yazarla sanal medya aracılığı ile tanışınca başka kitaplarının da mevcut olduğunu öğrendim. "Babamın En Güzel Fotoğrafı" bunlardan biriydi ve ismi gibi en güzeliydi belki de (Bu konu hakkında kesin konuşamam, çünkü elimde okunmayı bekleyen iki kitabı daha var, sıralama değişebilir 😊). "Babamın En Güzel Fotoğrafı" katman katman açılan bir aile hikayesi, insanı yer yer hüzünlendirip, yer yer çok fena çarpıyor. Kitabın kahramanı Sema elinde kısa süre önce ölen babasından kalma bir dizi fotoğrafla bozkırın fon teşkil ettiği bir yolculuk yaparak ailesindeki gizemi çözmeye çalışıyor. Sayfalar arasında Kızılırmağın sesini, rüzgarın uğultusunu, kırmızı buğday başaklarının hışırtısını duyuyorsunuz, bozkır ve tarih size gizlerini açıyor. Bu ay bana en iyi gelen kitaplardan biri de buydu. Mutlaka okuyun derim, hem bunu hem de "Uğultular"ı...
-"Her Gün Perşembe Olsa" yazar Attila Şenkon'un ilk öykülerinden oluşan bir derleme. Daha önce "Telef", "Gökkuşağına İki Bilet", "Yalan Satıcısı", "Bütün Düşler Nazlıdır" gibi başka kitaplarını okuduğum ve sevdiğim-bilhassa "Telef"-yazarın bu öyküleri açıkcası çok hitap etmedi, sanırın yazım dilinin çok olgunlaşmadığı bir dönemin eserleri olduğu içindir. İlk kez Attila Şenkon okuyacaksanız yukarıda andığım kitaplarıyla başlamanızı öneririm...
-Murat Uyurkulak'ı "Har" ve "Tol" kitapları ile tanımıştım. Her ikisi de hayli derinlikli, zor ve sert kitaplardı. "Delibo" ise daha farklı bir okuma oldu, daha kolay, daha akıcı, biraz Yeşilçamvari rastlantılarla dolu. Seveni çok olacaktır eminim ama Uyurkulak'ın her zamanki tarzından çok farklı olduğunu bir kez daha belirtmek isterim...
-Rus klasiklerininin çoğunu gençlik yıllarımda okuduğum için ilerleyen yaşımda daha çağdaş yazarlara öncelik vermekteyim. Lakin T.İş Bankası Yayınları bu klasikleri öyle güzel kapaklarla basıyor ki insanın eli ister istemez okumadığı kitaplara yöneliyor. Çehov'u oyun yazarı olarak severim, "Üç Kızkardeş"i, "Vanya Dayı"sı, "Vişne Bahçesi" çok severek izlediğim tiyatro oyunları idi. Kapağı güzel "Üç Yıl" isimli bu novella ise pek de gönüllü yapılmayan, zorunluluklara dayalı bir evliliğin ilk üç yılını anlatıyor. Oyunları kadar etkileyici olmadığını, daha hafif kaldığını söyleyerek geçeyim.
-Mark Haddon'u yıllar önce otistik bir çocuğu konu aldığı "Süper İyi Günler" isimli kitabı ile tanımıştım. Çok severek okuduğum bir kitap olunca yeni basılan "Küçük Bir Sıkıntı"yı da hemen temin ettim. 495 sayfalık hacimli bir kitap olmasına rağmen kolay okunan, akıcı, yer yer eğlenceli bir kitap. Emeklilik yaşlarına gelmiş George ve Jean çifti görünüşte imrenilesi bir hayat sürmektedirler. Kızları Katie'nin ikinci evliliğini pek de sevmedikleri biriyle yapma isteğini onlara bildirmesiyle birlikte buzdağının altından yatanlar yavaş yavaş ortaya çıkacaktır. "Süper İyi Günler" kadar olmasa da sevimli ve sürükleyici bir kitap, sıkıcı yaz günleri için ideal...
-"Otopsim" Jean Louis Fournier'in ülkemizde basılıp da okumadığım tek kitabı idi, sonunda okudum ve rahatladım 😊 Yazar her zamanki cesur ve ironik diliyle kendi bedenini otopsi masasına yatırıyor. Doğrusu biraz ürküttü bu kadar açık seçik bir otopsi olayını yazılı olarak da olsa izlemek. Diğer kitaplarına göre ise biraz daha zayıf buldum. Hiç Fournier okumayanlar için tavsiyem bununla değil de "Nereye Gidiyoruz Baba?" ile başlamalarıdır...
--Gelelim "Büyük Cam"a. Kitabı neye dayanarak aldım, kimden tavsiyesini duydum, yoksa kapaktaki 3 otobiyografi yazısı mı cazip geldi bilmiyorum ama keşke almasaydım, İlk otobiyografideki sürekli hamama götürülüp annesinin cinsel organlarını sergileterek hediyeler topladığı küçük oğlanın öyküsünü güç bela bitirip ikinciye geçtiğimde işler arapsaçına döndü, yarıya kadar zor katlanıp üçüncüye şöyle bir göz attıktan sonra da kitabı fırlatıp attım. Ömür kısa, kitaplar çok arkadaşlar, sevmediyseniz bırakın 😃
Sevdiğiniz kitapları okumanız ve daha güzel zamanlarda, daha keyifli bayramlarda buluşmak dileğiyle...