Ameliyattan bu yana (aslında kendimi bildim bileli, ameliyat arttırdı) uykularım çok düzensiz. Başlangıçta uzun süre oturamadığım için sürekli yataktaydım ve haliyle insan bir süre sonra duruma uyum sağlayıp uyuyor. O kadar erken saatte uyuyunca, üstüne bir de geceleyin artan ağrılar eşlik edince gecenin bir saati küt diye uyanıyorsun. Sonra da uyuyabilirsen uyu. Ya yatakta dön baba dönelim, ya ışığı yakıp kitap okuma, ya da yarı uyur yarı uyanık düşüncelere dalma. Egzersiz esnasında podcast dinliyorum bu aralar, geçen gün Nilay Örnek'in Zülfü Livaneli ile olan podcastini dinledim. O da benim gibi uykusuzlardanmış. Sabaha karşı ancak 2 saat kadar uyuyabiliyorum dedi. O uykuyla uyanıklık arası geçen süreyi de düşünme ve yaratma açısından en verimli süre olarak tanımladı. Düşündüm de, gerçekten öyle. Uykumu getirmek için ben de bir şeyler planlar dururum kafamın içinde, öyküler kurgular, anılarımı düzenler, bloga yazacağım yazıların taslağını yaparım. Fakat ertesi sabaha çok azını hatırlarım, aslında insanın beyninde bir kayıt cihazı olmalı, düşündüklerini kaydedip, işe yarayacakların da çıktısını alıvermeli 😃
Evvelsi gece de çok uykusuz bir geceydi, öyle ki tüm gün başım ağrıdı. Gecenin 3.30'nda uyanıp tekrar uyuyabilmek için debelenirken üstümdeki polar battaniyenin altını üstüne getirdim. Her sabah yatak düzeltirken enini, boyunu hesaplamak için ekstra efor harcıyorum. Esasen şahane bir battaniye, tüy gibi yumuşacık ve tam sevdiğim leylak rengi, bir arkadaşım hediye etmişti. İnsanın üstüne örttüğü şey uyku kalitesini arttırıyor diyeceğim ama benimkinin kalitesine ulaşabilmek neredeyse imkansız. Burnu Kaf Dağı'nda benim uykunun. Annemin bir lafı vardı, çok anlamsızdı ama komikti, bir şeyi yapıp da karşı tarafa beğendiremezse "Altın iğneyle gözünü oysam yaranamam" derdi. Yahu hem insanın gözünü oy, hem de memnuniyet bekle, iğne altın olsa ne yazar 😃 Benim uyku da o hesap, ne battaniye dinliyor, ne yastık-yorgan. Şöyle derin, uzun ve doyurucu uyku uyuduğum çok nadir. Lakin biri var ki hiç unutmuyorum.
Birkaç aylık evliydim, doğduğu günden o yaşa kadar ailesinin yanından birkaç günlük tatiller dışında hiç ayrılmamış biri olarak başka bir şehre gitmek çok zor gelmişti. Evi, aileyi ve küçük kardeşimi deli gibi özlüyordum. Üstelik tayinim çıkmamıştı henüz, oyalanacağım bir şey de yoktu. O yüzden fırsat buldukça kendimi Ankara'ya atıyordum. Denizli-Ankara arasını yol etmiş, Pamukkale otobüslerine de adeta abone olmuştuk. Denizli'nin kışı soğuk olur, aldığımız kömür çok kalitesizdi ve sobamız sürekli tütüyordu, evi ısıtmak için sobayı yakıyor, sonra dumanı çıkarmak için kapıyı pencereyi açıp üşüyorduk. Daha henüz arkadaş çevrem genişlememişti, yalnız hissediyordum kendimi. Alışık olmadığım bir şehirde, tuhaf ve yabancı bir muhitte tutunmaya çalışıyordum. Yine böyle çok yalnız ve mutsuz hissettiğim bir dönemde aniden karar verip Ankara'ya gittik. Habersiz gitmiştik, bizimkiler sevinçten çıldırdı tabii. Gecenin geç bir saati inmiştik otobüsten ve çok yorgunduk ve üşümüştük. Annem hemen bir yatak hazırladı. Ankara kışı, sobanın yandığı salondaki kanepeyi açtı, çarşafı serdi, yastığı koyar koymaz attım kendimi yatağa, annem üstüme bir yorgan örttü. O örtülen yorgan değil de bir buluttu sanki ve ben o bulutun içinde kaybolup hayatımın en derin, en güzel uykusunu uyudum o gece.
Bir zaman sonra Antalya'ya taşındık. Oğlum bebek, yine yeni bir eve, çevreye ve şehre alışma çabalarındayım. Yoğun bir ders programım var, sadece dersler değil kaynatılacak bezler, hazırlanacak mamalar, yıkanacak bulaşıklar, çamaşırlar, okunacak yazılı kağıtları var. Hazır bez yok, bulaşık makinesi yok, otomatik çamaşır makinesi yok, hatta mikserim bile yok. Okul dönüşü iki aylıkken mamaya geçmiş bir bebeğe tel süzgeçten geçirip sebze çorbası yaparım her gün taze taze. Tezgahın üstüne yayılmış bulaşıkları yıkarım saatlerce, çamaşırlar ayrı dert, merdaneli makine banyo kapısından sığmaz, durduğu yerden lavaboya hortum uzatıp su doldururum. Bir kere uzun saçlarımı, bir kere de elimi merdaneye sıkıştırmama ramak kalır. Bezler için hatır hutur sabun rendeler, sonra koca bir kazanı küçük tüpün üstüne yerleştirip kaynatırım. Bu esnada bebek elli kere ağlar. Sonunda bebek uyuyup işler bitip yazılı kağıtlarına oturduğumda vakit zaten geceyarısını bulur. Ekonomi sorularının üstüne başım düştüğünde eşim "bırak artık" der. Bebeğin karyolasını sıcak odaya taşırız, zira Antalya evleri o zamanlar her mevsim yaz gibi dizayn edilmiştir ve ısıtma sistemi yoktur. Sonunda kendimi yatağa attığımda aklıma o derin ve rahat uyuduğum gece düşer ve annemin üstüme yorgan örttüğünü hayal ederim. O zamanki halime şimdi buradan baktığımda içim şefkatle doluyor. Bir sürü şeyin sorumluluğunu üstlenen bir çocukmuşum aslında, bizim kuşağın çoğu böyle. Ondandır sanırım kuru gürültüye pabuç bırakmayışımız.
Hepinize Snoopy'ninki gibi derin ve huzurlu uykular dilerim...