.

.
.

31 Aralık 2010 Cuma

YILBAŞI GECESİ

Yılın son gününü Cahit Külebi kapatsın. Bu şiir 1947 yılında yazılmış aslında. Aradan geçen 65 yılda pek birşey değişmediğini anlıyoruz okuyunca. Onun için rahmetle andığım ozanımızın hoşgörüsüne sığınarak rakamı günümüze uyarlıyorum. Hepinize barış içinde, huzurla, sevgiyle, dostlukla dolu sağlıklı bir yıl diliyorum.

BİR YILBAŞI GECESİ

Niye geldin 2011 senesi?
Sanki geçen yıldan memnun muyduk?
Uzak düştük bütün ahbaplardan,
Ne ısındık, ne doyduk.

Çocuğumun elindeki ekmek
Ben laf söyledikçe azaldı,
Bu yüzden şiirler ceplerimde
Her zaman yarım kaldı.

Gün geçtikçe zayıfladı karım,
Gün geçtikçe işimden soğudum.
Öyle zamanlar oldu ki
Yaşadığımı unuttum.

Hey sokaklar uçup giden sokaklar
Bir zaman ben de gezerdim.
Çarşı pazar kalabalık gördüm mü
Korsan gibi dalıp girerdim.

İnanılmaz genişlikte çayırlar görmüştüm
İnanılmaz mavilikte denizler.
Kızlar vardı diri, pırıl pırıl
Sudan yeni çıkmış balığa benzer.

Öyle kadınlar gördüm ki koy başını göğsüne
Yaz günlerini yaşa.
Hey hovardalık günlerim benim
Geri gelmez bir daha.

Arkadaşlarım da oldu zaman zaman,
Çoğu hergele çıktı.
Öylesini gördüm ki bazen
Altın gibi çocuktu.

Boş ver filan oğlu filan
Yılbaşı gecelerinde tasalara boşver!
Bilmez misin rüzgar estikçe
Çiçeklerin kokusu uçar gider.

Bilmez misin ağaçlar sallandıkça
Meyveler dökülür yere,
Gün olur yeniden bahar gelir
Dünyamız yeşerir birden bire.

Hoş geldin yılbaşı gecesi
Geçen yıllardan da memnunduk,
Gelecek günleri düşündük de
Hem ısındık, hem doyduk

Cahit KÜLEBİ

30 Aralık 2010 Perşembe

DİLE 2011'DEN NE DİLERSEN

Ben bu ağacı hepimiz için süsleyip yeni yıldan dileklerimizi astım. Eksik bulduklarınız ve başka dilekleriniz varsa çekinmeyin, ekleyiverin...

29 Aralık 2010 Çarşamba

UÇUŞAN DÜŞÜNCELER

Güya kitap okuyacaktım, herşeye Noel Baba sebep oldu. Daha iki satırı bitirmeden gözüm ona kaydı, gözüm yetmedi düşüncelerim de kaydı. Çocukluğumun başucu kitaplarına ve onlardaki bazı Noel ve yılbaşı bölümlerine ışınlandım. "Küçük Prenses"i hatırladım örneğin, babası Hindistan'da görevli olan, İngiltere'ye, sevimsiz Miss Minchin'in yatılı okuluna gelen ve bir prenses gibi karşılanan, babası ölüp parasız kalınca da hizmetçi konumuna indirgeniveren Sara'nın öyküsünü. Sara fakirleşince eski odasından alınıp tavanarasına gönderilir ve en iyi arkadaşı hizmetçi küçük Becky olur. Noel zamanı Becky Sara'ya bir hediye verir daha doğrusu yapar. Hiç unutmamışım, beyaz bir fanila parçasını dikip içini saçlarıyla doldurur ve siyah başlı iğnelerle "İyi bir Noel" yazar. Hayatı boyunca onca değerli hediye almış Sara o zamanlar olmadığı kadar mutlu olur bu alçakgönüllü hediyeden. Sanırım benim kafama da böyle yerleşti hediyenin değerinden çok içine katılan duyguların önemli olduğu düşüncesi.
Yine okumalara doyamadığım bir başka kitaba "Küçük Kadınlar"a atladı düşüncelerim. Meg, Jo, Beth ve Amy isimli 4 kızkardeşin yaşamöykülerinin anlatıldığı efsane kitap bir Noel tasviriyle başlar. Kızlar heyecanlıdır, rahip olarak savaşa gitmiş babadan mektup gelmiştir, yiyecekler hazırlanmış, ev süslenmiştir. Tam sofraya oturulacağı sırada anne ani bir kararla bu yiyecekleri hasta ve fakir komşulara dağıtmaya karar verir ve sepete doldurup hep birlikte komşu ziyaretine giderler, Noel kutlamasını onlarla yaparlar. Bizim kuşaktan olup da "Küçük Kadınlar"ı defalarca okumayan ve o kitaptan hayatına birşey katmayan yoktur gibime geliyor. Bir de hediye almak için kardeşlerin en entellektüeli olan Jo'nun uzun, güzel saçlarını kestirip perukacıya satmasını unutamam. Birini mutlu etmek için, sevdiğin bir şeyden vazgeçmek, günümüz için biraz demode bir kavram sayılıyor ama ne kadar insani bir düşünce aslında.

Sonra kitapları bir kenara koyup gerçek hayata döndüm, düşündüm de bu yılbaşı kartlarla birbirimize birer tebessüm armağan ettik en azından. Bugün sevgili Hüznün Tadı, Nazpek ve Karga'cığımın kartları ulaştı elime. Tebessümüm giderek genişliyor. Çok teşekkürler...

28 Aralık 2010 Salı

MUTLULUĞUN BOYUTU NEDİR?

"Irgatın kötüsü gün batarken iştaha gelirmiş" diyen annemin yüzünü yine kara çıkarmadım ve dün gece saat 01.00 sularında teşrif eden ilhamın davetine uyarak mutfağa attım kendimi. Tarçınlı, zencefilli kurabiye adamlar bir bir tepside yerini alıp yazı şekeriyle süslendi. Lakin markette yenisini bulamadığım şekerlerim hafiften sertleştiği için ekstra bir güç harcamak zorunda kaldım. Son kurabiye de süslenip bittiğinde ben de bitmiştim. Sırt-bel ve bilek ağrılarıma dayanamayıp mutfağı un, hamur ve şeker dağınıklığıyla başbaşa bırakıp yatmaya gittiğimde gecenin yarısından çoğu sona ermişti zaten.

Sabah kalktığımda beni mis gibi bir tarçın ve vanilya kokusu ile berbat bir mutfak karşıladı. Zaten uykumu alamamışım ve her yanım dökülüyor yüzümü değil kafamı soktum suyun altına ve mutfağı toparlamaya koyuldum, işi zevkli hale getirmek için içinde tarçın geçen bir türkü aradım bulamadım, ben de "Cıngıl beeeel, cıngıl beeeel, cangul cungul beeeel" diye çığrınarak temizledim o kurumuş un, hamur, yağ lekelerini, şeker kırıntılarını, kabı kacağı attım makinenin içine, son olarak merdanemi silip başköşeye koydum ve şimdi yiyemeyeceğim kurabiyeler için saatlerimi harcadığımdan dolayı kocaman bir alkış rica ediyorum mümkünse...

Senin için oturup ince ince bir yeniyıl resmi hazırlamış dostların göznurunda, uğraşlarını kartına dökmüş bir diğerinin emeğinde, o rengarenk kartonların arkasına yazılmış içten seslenişlerde, biriktirdiğin objeleri, ilgi alanlarını unutmayanların inceliğinde, kendi sevdiği kitabı armağan edenin duygudaşlığında, "Büyük, küçük bütün çocuklar/Öğretmen ile uçarlar" diyen Cahit Külebi'nin dizelerinde, Snoopy'nin kocaman burnunda, bir ayracın üstüne özenle çizilmiş bir çam ağacında, bir "Bacıkuş" seslenişinde saklı durur küçük mutluluklar. Almasını ve vermesini bilenin gönlüne girip kocaman bir mutluluğa dönüşürler. Çok teşekkürler sevgili dostlar...

Not: Yazıya noktayı koyarken çaldı kapım sevgili Zehra, ne desem yetersiz kalacak. Ellerine, emeğine, yüreğine sağlık...

27 Aralık 2010 Pazartesi

BİR KİTAP-BİR HAYAT

Bu sabah kahveme tombul yanaklı Balzac, Haruki Murakami, iki tane kırmızı geyik ve Lale eşlik etti. Lale manevi varlığıyla yanımdaydı tabii ki, olmaya da devam etsin her zaman, bu güzellikler ondan geldi zaten. Onun çok sevdiği Murakami'yi ben de onun elinden tanımış olacağım ki harika olacak. Tombul yanaklı, derbeder görünümlü Balzac'a gelince zamanında çok okumuşluğum vardır kendisini, ilk "Eugenie Grandet" ile tanıdım onu, babam getirmişti bir iş dönüşü. Hayat Yayınları'nın Dünya Klasikleri serisinden ciltli ve renkli kapaklı bir kitaptı, ortaokul 1 ya da 2 deydim sanırım, dili biraz ağır gelse de zevkle okumuştum. Sonra "Vadideki Zambak", "Goriot Baba", "İki Gelinin Hatıraları" gibi çok bilinen romanları girdi okunma sırasına. Yaz tatillerinde Yenimahalle İl Halk Kütüphanesi'nin müdavimi olduğum, hatta bazen sabah aldığım kitabı öğleden sonra bitirdiğim ve yenisini almak için tekrar gittiğimde görevliden azar işittiğim, adeta su içer gibi okuduğum günlerdi. Klasiklerin pekçoğunu o zamanlar hatmettim zaten, sonrasında daha çağdaş yazarlara merak saldım, Balzac da Yenimahalle gibi tatlı bir hatıra oluverdi hayatımda. Bugün o kupayı ve bloknotu elime alınca içimde yeniden bir kitabını okumak için müthiş bir istek duydum. Uzun yıllardır görmediğim biriyle karşılaşmak gibi olacaktı bu okuma, hatta ilk okuduğum kitabıyla "Eugene Grandet" ile başlamalıydım ki kendimi Yenimahalle'deki evimizin o bol ışıklı küçük salonunun girişinde duran, adeta mülkiyetime geçirdiğim "küçük divan" dediğimiz somyanın üstünde, "Hanım dilendi, bey beğendi" denilen teknikle rengarenk örülmüş, göbeği ponponlu yastığıma dayanmış, öğle sonu rehavetiyle tasasız, huzurlu hissedebileyim. Lakin bunun için biraz sabretmem lazım, zira kitap Antalya'daki kitaplığımda. Aynı kitabı okumalıyım; böylece sayfanın dokusu, kokusu, kıvrılmış bir yaprak ucu, arada unutulmuş kurumuş bir papatya, varsa bir not, bol sulu bir şeftalinin damladığı yerde bıraktığı leke, daha oturmamış el yazımla kapağın içine yazdığım ismim alsın götürsün beni o kitabın evimize girdiği yıllara. Böyledir kitaplar işte, bazen hayat incecik bir cildin içine saklanabilir ve açtığınız yerden kucağınıza anılar dökülüverir...

Not: Bugün uzun bekleyişten sonra postacılar bana çalıştı; Neduk, Sinem, Zeren, Zeynep, Zübeyde, Aslıhan hepinize kucak dolusu teşekkürler, bu da yarınki postun konusu olsun...

26 Aralık 2010 Pazar

ALIŞVERİŞ MANZARALARI

Kızkardeşle birlikte birkaç hediye alışverişi için Ankamall Alışveriş Merkezi'ndeydik bugün. Sabah gözümü nedenini anlamadığım bir bel ağrısıyla açtığım için ahlayıp ofladım gün boyu, sonunda kızkardeşten azarı işitip sustum: "Sadece blogunda mı mutlu oluyorsun sen, şikayetlenip durma bakayım" dedi. Ben küçük sözü dinlerim, ayrıca tırstım kızkardeşten, kestim sesimi, acımı içime gömdüm dostlar:)) Alışveriş Merkezi değişik bir konseptle süslenmişti bu yıl; Yıldırım Mayruk koleksiyonundan giysiler taşıyan mankenler sarkıtılmıştı tavandan ışıklı askılar içinde. Açıkçası ne süslemeyi sevdim, ne de giysileri. Yılbaşı dediğin şeyin süslemesinde kar olur, Noel Baba olur, geyik olur, kardanadam olur, çam olur, cıngıl cıngıl bel olur, olmayınca Leylak delolur:))
Süpermarkete girdik sonra birşeyler almak için, kadıncağızın biri yılbaşı süslerinin satıldığı sepeti kurcalarken kocası yel yepelek yelken kürek yetişti ve şöyle buyurdu: "Goy o agzantirik şiyleri yerine". Ben adamı günün adamı seçtim seçmesine de kadın alışkındı galiba bu duruma, o sepetin başından ayrılıp diğer sepete yöneldi ve maskelerle, şapkaları incelemeye devam etti. Hoştu hoş...
Çok kalabalıktı heryer, bir süre sonra bunaldık, ayrıldık AVM'den. Ben metroya bindim eve gitmek için. Entellektüel bir vagona denk gelmişim, sevindim. Karşımdaki iki kadın daha tren hareket etmeden çantalarından kitaplarını çıkarıp okumaya başladılar. Bir tanesi ufak tefekti, kitabı da cep kitabı boyutundaydı. Diğeri oldukça iri kıyımdı, üzerindeki siyah suni kürkle iyice irileşmişti ve inanmazsınız elindeki kitap da tuğla gibiydi. Uyumlu insanın hali başka oluyor da kitapların adını ne kadar uğraştımsa da okuyamadım. Oh olsun bana, süksen bozulmasın diye miyop gözlüğünü takmaz evde bırakırsan böyle burnunun ucunu göremez kalırsın merakta. Yanımda oturan genç kızsa ansiklopedi ebatlarında bir üniversite hazırlık kitabına gömülmüştü. Yan gözle baktım, sorulardan birinde şöyle yazıyordu: "Suya tamamen batmış bir taşa etki eden suyun kaldırma kuvveti ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?". Hiçbiri doğru değildir arkadaş, suyun kaldırma kuvveti falan yoktur. Olsaydı ben taş gibi dibe batmaz, iyi kötü biraz yüzme öğrenirdim bu yaşıma kadar. Ya da bu kaldırma kuvveti adamına göre çalışıyor, bana etki etmiyor.
Neyse, böyleyken böyle. Ben şimdi kaçıyorum, "Behzat Ç." izleyeceğim. Hem bu haftaki senaryoda tanıdık birinin parmağı var, uçtum ben TV karşısına anacım...

25 Aralık 2010 Cumartesi

BU YILIN SON MİMİ (ya da öyle olduğunu düşünmekteyim)

"İşte bu son mim pek mini mini
Acep yazarsam sever mi beni"
İlla bir maymunluk yapıcam yani, aklıma geliverdi bu "Bay ve Bayan Kantosu", uyarladım. Biliyor musunuz, bir dönem kantolara acaip meraklıydım, hepsini bilir ve söylerdim ama Nurhan Damcıoğlu'na rakip olamayacağımı anlayınca vazgeçtim:))) Şimdi sorulara gelmeden önce mimi bana paslayan Müge'ye bir öpücük yollayalım, sonra da cevaplayalım:

2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?
Oğlumla ilgili bazı gelişmeler.

2010 yılı sizin için nasıl bir yıldı?
Ben bu yılı sevdim, diğerleri de öyle geçebilir.

2011'e nasıl girmek istersiniz?
Sağlık ve huzurla.

2010 yılında yapmayı isteyip yaptıklarınız ve yapamadıklarınız nelerdir?
Yaptıklarım:
Yeniden yapılanma sürecine başlamak ve ilk olumlu sonuçları almak.
Beni zorlayan bazı insanlara karşı az da olsa tavır almayı başarmak.
Hayata biraz daha hoşgörüyle bakmak.
Yeni ve çok değerli birkaç kişiyi hayatıma katmak.
Zaten çok fazla bir beklentim yoktu, bunlar da ekstradan oldu.

Yapamadıklarım:
Bazı kişileri hayatımdan ebediyen çıkarmak.
İnsanlara karşı biraz daha az iyi niyet beslemek ve hayır diyebilmek.
Düzenli yürüyüş yapmak.
Hep istediğim "Tezhip Kursu"na gitmek.
Bir Türk Sanat Müziği korosuna dahil olmak.
Lise arkadaşım ve aynı zamanda memleketdaşımla 5 yıldır planladığımız kendi çapımızda turistik Niğde seyahatini yapmak.
Lise kızlarıyla birleşip bir İstanbul çıkarması yapmak.
Dünyadaki bütün kitapları satın almak.

Yav hayal gücü kısıtlı mıyım neyim, yine fazla birşey çıkmadı:)

Kısır beklentilerimden çıkanlar bu kadar. Bu yıl için de fazla beklentim yok, olacak güzel şeyler doğaçlama gelişsin, tek istediğim kendim, ailem ve tüm sevdiklerim için sağlık ve huzur.

Blog arkadaşlarım, haydi hepinize paslıyorum, alın ve gole çevirin...

24 Aralık 2010 Cuma

YAŞAM KÜÇÜK ŞEYLERDEN ALINAN ZEVKTİR...

Mutluluk bazen günler sonra, annenin çeyizinden kalma bir kasede yediğin aşurenin ilk kaşığındadır...

Dostluk bazen bir kurbağanın pörtlek gözlerindedir.

Sevgi bazen bir tencerenin kıpkırmızı kapağındadır...

Keyif bazen aşure sonrası içilen kahvenin yudumundadır...

Ve huzur bazen keçe kırpıntılarından arındırılmış, temiz ve güneşli bir evdedir...
Mutluluk, dostluk, sevgi, keyif, huzur ve hepsinden önce sağlık yaşamımızın her anında hepimizin olsun...

23 Aralık 2010 Perşembe

KOKİNA, KİTAP, MİLLİ PİYANGO, PTT, YENİ YIL GELİR HOŞ GELİR...

Sabah hem yürüyüş hem alışveriş amaçlı çıktım dışarıya. Ankara yine bahardan kalma bir gün yaşıyordu. Bu işin sonu nereye varacak merak ediyorum, Avrupa kara kıştan kırılırken Ankara gibi bir şehirde bitmeyen baharı yaşıyoruz. Kış "ce" deyip geri gitti ama bana öyle geliyor ki dönüşü muhteşem olacak ve göndermek için epey uğraşacağız.

Kendime geleneksel yılbaşı hediyemi aldım: Susamlı Halkanın Tılsımı/Artun Ünsal. En sevdiğim yiyeceklerin başında gelen simidin öyküsünü yeniden yapılanma sürecim devam ederken nasıl okuyacağım o da ayrı bir konu ama ne zamandır aklımdaydı bu kitap, kapağı bile yeterince cezbedici. Kitaba ilaveten bir demet de kokina, onsuz yılbaşı yılbaşından sayılmaz.

Bütün çiçekçilerde demet demet dizilmiş kokinalar. Şıkırtılı kırmızıları nergislerin ve sümbüllerin kokusuna karışıyor. O topçukları dikenli yapraklara bağlayan kadınların parmakları ne hale geliyordur acaba, ben vazoya yerleştirirken bile epey hasar aldım. Kokinalar kadar yeni yılın geldiğini ilan eden bir başka şey de Milli Piyango bayileri. Kızılay'da cadde boyunca 5 tane Nimet Abla, bir tane Bahçekapı ve bir tane de Ali Haydar diye bağıran bayii vardı. Nimet Ablaların herbiri kendisinin öz, hakiki, orijinal ve en gerçek Nimet Abla bileti sattığını iddia etmekteydiler. İşin tuhafı hepsinin de önünde kuyruk vardı. Umut fakirin ekmeği, ye Memet ye...

Girdiğim bütün dükkanlarda ve halletmem gereken bütün işlerde aksilik yaşadım ve uzun süre bekledim. YKY Yayınlarının satıldığı kitapçıda adamın biri bütün Red Kit serilerini satın alıyordu ve hepsinin sıraya konup paketlenmesi ve işlemin yapılıp bana sıra gelmesi için yarım saat bekledim. İçin için de o paketin bana hediye olarak gelmesini arzuladım:) Sonra dışarı çıkıp hemen yandaki bankamatiğe yöneldim para çekmek için. İki bankamatikten birinin önünde 1 kişi birinde 3 kişi vardı. Doğal olarak bir kişi olana yöneldim. Lakin önümdeki o bir kişi işlemini yapıp bitirene kadar yan taraftaki 3 kişiye ilaveten iki kişi daha para çekip gitti, ben hala bekliyordum. Baktım adamın hiç acelesi yok, yan tarafa kaydım. Ben daha oraya kayarken adam kartını geri aldı ve gitti. Ben önümdeki iki kişiyi beklerken yerime geçen müşteri işlemini yapıyordu bile. Son olarak postaneye girdim 1 kart ve 2 kargo verecektim. Gişedeki görevli hanım kibarca biraz bekleteceğini, bilgisayarda bir kapatma işlemi yapacağını söyledi. Bu kadar nazikçe rica ettiği için tamam dedim. Lakin iş bir türlü bitmek bilmedi, yazıcı çalışmadı, yapılan işlem onay vermedi, kadın ne yapacağını bilemedi vs vs. O kadar uzun bekledim ki çay ikram etmeyi bile önerdiler. Sonunda baktım olacağı yok kartı damgalatıp bıraktım ve kargoları alıp evin yakınındaki dağıtım merkezine gittim, heba olan 45 dakikama mı yanayım, ayakta dikilmekten şişen varislerime mi bilemedim. İki dakikada dağıtım merkezinde işimi hallettim ve eve döndüm, bir daha postaneye giden ne olsun. Ama bir hoşluk yapmışlar, bankonun üstünde 5 çeşit yeni yıl kartı vardı. Ne olduğunu sorduğumda ücretsiz PTT hizmeti olduğunu ve alabileceğimi söylediler. Biraz gecikmeli oldu ama PTT bizim kart etkinliğini duyup yardımcı olmaya karar verdi galiba:))

Ve son olarak, bunlar fırından yeni çıktı, ikiz kardankardeşler. Ne şirinler değil mi?

22 Aralık 2010 Çarşamba

ÜÇÜ BİRARADA

Yıl bitmeden okunmuşlar kervanına katmak üzere "Macar"a başladım, İbrahim Müteferrika'yı anlatan bir roman. Lale'm yollamıştı onu bana, okuma sırası ancak geldi. Zaten bu fotoğrafta görünenler blog dünyasının bir yansıması gibi. Blog sayesinde tanıdığım, yüzyüze görüşüp arkadaş olma mutluluğuna eriştiğim, birbirinden tatlı üç kadının anıları; Lale'nin kitabı, Asu'nun fincanı ve Mavianne'nin mumluğu. Herbirini elime aldıkça onları düşünüp gülümsüyorum. İyi varar, iyi ki hayatıma girdiler ve dilerim hep orada kalırlar...

21 Aralık 2010 Salı

SABAH SÜRPRİZİ

İnsanın gününü güzelleştiren arkadaşları olması ne harika, yüzünü görmemişim ne gam.
Kocaman teşekkürler süper kahramanların süper annesi...

20 Aralık 2010 Pazartesi

ARALIK AYI DÜŞÜNCELERİ

Tanıştırayım: Filimiz Hamdi. Biraz obez ama biz onu öyle seviyoruz. Bu yıl Noel baba olarak hayvanat bahçesinde görev yapacak, pek mutlu. Haber vermek için uğradı bugün, biz de sevindik onun adına.

Hamdi kadar olmasa da ben de fena değilim ruhsal açıdan. Yenilenme projem süper gidiyor, aldığım sonuçlar umduğumdan da iyi. Uzayda kapladığım yeri epey daralttım başkaları da rahat sığsınlar diye, malum uzay hepimizin.

Sonra posta kutusuna gelen ve benim yolladığım kartlar, al sana bir keyif daha. Kaç yıldır uzak kaldığımız bir faaliyeti tekrar hayata geçirme işini pek sevdim. Hadi bakalım gelsin, gitsin kartlar, açılsın zarflar.

Ve yaklaşan yeni yıl. Ömürden bir dilimi daha harcadığımızı boşverip çocukluğumdan beri pek keyiflenirim yılbaşı zamanı. Bayramlarda ne kadar gerilirsem yılbaşında o kadar gevşerim. Bayramlar benim için çatık kaşlı, rabıtalı, evcimen, hamarat ve biraz da tutucu komşu teyzeler gibidir. Yılbaşı ise fıkır fıkır, cıvıl cıvıl, delişmen, süslü hatta biraz kokoş, gezenti kızıdır mahallenin, hakkında fısır fısır dedikodu yapılan. Vitrinlerdeki süslere bakmaya doyamam, alışveriş merkezlerindeki çam ağaçlarının dibine konmuş sahte hediye paketlerini tek tek açmak isterim, Noel Baba'nın kızağına binesim gelir. Öyle bir delilik hali işte. Eskiden beri böyledir bu, yeni birşey değil. İlkokuldayken falan da kar süsü vermek için evi top top pamuklarla süsleyip annemden azar işitir, okul çıkışı kırtasiyeciye uğrar "salonda at yarışları" kağıtları, "fırdöndü" gibi zımbırtılar alır, sonra da yılbaşı akşamı komşularla toplanmış iki kadeh birşey içip özel günün tadını çıkarmaya çalışan annemle babamın başının etini yerdim "Haydi oynasak ya" diye. O zamanlar kardeşim yoktu, tek çocuktum ve şımarma hakkım bakiydi. Dırdırımdan bıkan hane halkı gönlümü etmek için oynarlardı birkaç el. O "Salonda at yarışları" denen abidik gubidik oyunu tam hatırlayamıyorum ne menem birşeydi, tek aklımda kalan işaret parmağını ıslatıp kağıdın üstündeki beyaz kireç gibi şeyi açarak altında yazan rakamı okuduğumuzdu. Sanırım tuttuğumuz atın sayısı ise kazanılıyordu. Bir de okullarda hediye çekilişi yapılırdı, daha çok ortaokulda yapardık bunu. Orta 1 deyken sınıf öğretmenimiz böyle bir çekiliş düzenledi, kağıtlara isimler yazıldı, kura çekildi. Herkes kime çıktığını merak edip dururken ben ertesi günü öğrendim. Sınıfın en egzantrik, en çatlak kızı Canan'a isabet etmişim. Tabii bunu Canan'dan değil sıra arkadaşından öğrendim. Teneffüste yavaşça yanıma sokuldu "Canan seni çekti kurada" dedi, "Altın yüzük almak istiyormuş parmağının ölçüsünü verir misin?". Orta 1'deyim ve bit kadar birşeyim, üstelik hiç süslü değilim, altın yüzük fikri tuhafıma gitti, hem bu kadar pahalı bir hediye niye ki? Bu düşüncemi belirtince aracı arkadaş Canan'ın babasının fabrikatör olduğunu ve istediğini alabileceğini söyledi. Hafiften gururlandım, ne de olsa Hulusi Kentmen'in şımarık kızına isabet etmiştim:) Sahiden de aracı arkadaş ertesi gün elinde bir parça beyaz makara ipiyle gelip parmağımın ölçüsünü aldı. Kendimi siyah-beyaz bir Türk filmi hissiyatına sokup hediyelerin verileceği 31 Aralık gününü iple çekmeye başladım. Bu süre içinde bohçacı, pardon aracı arkadaş sürekli gazlıyordu beni, Canan siparişi vermiş, Canan şöyle yapacakmış, Canan böyle yapacakmış. Öyle ki utanıp Canan'ın yüzüne bakamaz olmuştum. Derken 31 Aralık günü geldi, sabırsızlıkla hediyelerin verileceği dersi beklemekteyiz. O da son ders, neyse nihayet vakit geldi, sırayla hediyeler dağıtılmaya başlandı. Derken Canan'ın adı okundu, bende yürek Selanik. Ama o ne, Canan süklüm püklüm ayağa kalktı ve "Hocam hediyemi evde unuttum" dedi. "Doingggg", kafama inen sanal tokmakla bütün hayallerim tuz buz olurken Canan bir özürü bile esirgedi benden. Zil çaldığında herkes elinde çoğu Kemalettin Tuğcu romanı olan hediyesiyle evine dönerken ben "Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı" şarkısını söylemekteydim. Takriben 10 gün sonra bir teneffüste Canan yanıma yanaştı, elindeki gazete kağıdına sarılmış paketi "Yeni yılın kutlu olsun" diye sıramın üstüne bırakıp arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Paketi açtığımda yan tarafı boylu boyunca çatlak, ağzı kırık, Kütahya işi sakalet bir vazo çıktı içinden. Galiba Canan'ın fabrikatör babası tam da yılbaşı yaklaşırken iflas etmiş, benim payıma da haciz memurlarının bile tenezzül etmediği vazo düşmüştü:))))

Amanin bu ne uzun bir yazı olmuş, buraya kadar gelebilen okuyucu için blog aleminden kocaman bir alkış lütfen...

19 Aralık 2010 Pazar

İNSAN KISIM KISIM, YER DAMAR DAMAR

OİP'in "Süper Kahraman Kutukafa"sı. Yeni yılda OİP'e ve hepimize şans getirmesi dileğiyle tarafımdan hayata geçirildi. Süperkahramanlara gerçekten ihtiyacımız olduğu şu günlerde belki de Kutukafa aradığımız kişidir:)

Birbirinden ilginç insanlara rastlıyorum bu aralar sokaklarda. Geçenlerde metro merdivenlerinden inmek üzereyken saç-baş bir yanda, kir pas içinde bir meczup kadın kesti yolumu "Ne haber ablam?" diye. "İyilik" dedim gülerek, "Senden ne haber?" O daha çok güldü sigaradan siyahlaşmış dişlerini göstererek, "Ne olsun be ablam" dedi, "İyiyiz işte; bar, pavyon idare edip gidiyoruz". Güleyim mi, ağlayım mı bilemedim.

Metroya bindim, bir kenara oturdum. Sonradan binenlerle iyice doldu vagon. Yanında 3-4 yaşlarında bir oğlan çocuğuyla genç bir kadın ayakta kaldı, çocuk sürekli mızmızlanıyor ben yoruldum diye. Derken bir adam kalkıp yer verdi. Ufaklık hemen yerleşti koltuğa, annesi ayakta kaldı. "Haydi gel, ben oturayım, sen de benim kucağıma otur" diye önerdi kadıncağız. Minik oğlan omuzlarını silkti, "Bana ne" dedi "Ben kalkmam buydan", sonra karşıda oturan iki genç ve güzel kızdan daha güzel ve süslü olanını işaret ederek "O kalksın, sen onun yeyine otuy". Tüm vagon kahkahadan kırılırken bir tek kişi gülmüyordu, yanımda ayakta dikilen orta yaşlı kadın. Bana döndü, yüzünde nefret dolu bir ifadeyle "Şımarık" dedi, "Nasıl da şımartmışlar şuna bak, hem annesi de oturmasın. Kalksın ben oturayım, dizlerim ağrıyor benim". Buna da güleyim mi ağlayım mı bilemedim.

Sonra alışveriş ettiğimiz mağazada, satın alıp kısa süreliğine emanet bıraktığı paketleri 9 ay sonra, o da mağazanın uğraşları sonucu almaya gelen ve her birini tek tek açtırıp hasar var mı diye inceleten ve bir de görevlilere posta koyan müşteriye de şişkin egosu ve özgüveninden dolayı ekstra takdirlerimi arz ettim.

Böyle işte, sokaklar insana binbir çeşit malzeme sunuyor...

17 Aralık 2010 Cuma

KARTLAR POSTA KUTUSUNA ZİYARETE GELİR, GEZİLİR, GÖRÜLÜR, KEYİFLENİLİR...

Kart kutuma ilk yeni yıl kartları düşmeye başladı. Sevgili Nihan, Buğdaycım ve Müge bacıcım; siftah sizden bereketi Allah'tan diyor çok teşekkür ediyorum. Ben de bugün neredeyse tamamladım postalama işlemlerini, yarın kalan birkaç taneyi de gönderdim mi görevimi bitirmiş olacağım.

Annesi çalıştığım okula tayin olduğunda onunla birlikte gelmişti bir gün öğretmenler odasına. Üç kişiye yetecek yoğunlukta saç minicik yüzünü çevreliyor, ufacık-tefecik ve sessiz koltuklardan birinde oturuyordu. Daha görür görmez içim ısınmıştı bu 5 yaşındaki şirin kıza. Sonra çok iyi arkadaş olduk aramızdaki onca yaşa rağmen, onu hep kendi çocukluğuma benzettim; sakin, kendine yetebilen, kitap kurdu, düşüncelerini çok güzel kağıda döken ve öğrenmeye açık. Safha safha büyümesine tanıklık ettim, hiç ilgi duymadığı bir alanda yüksek tahsil yapsa da ilgi duyduğu alanla amatörce ilgilenerek kendini geliştirdi. Bu yıl da Ankara'ya çok sevdiği tiyatro alanında master yapmaya geldi. Dün buluştuk, iki arkadaş gibi sohbet ettik, ona henüz tam öğrenemediği Ankara'nın görülmeye değer yerlerini gezdirmeye çalıştım zaman yettiğince. Günü birlikte tamamladık. Öyle güzel ki 5 yaşında tanıdığın biriyle 24 yaşındayken de aynı sıcaklığı sürdürebilmek. Eminim ki yıllar önce kafasına koyup belirlediği amacına ulaşacak ve hepimizi gururlandıracak, yolu açık olsun...

İlk durak Cermodern'di ve bahçeye girer girmez bir sürpriz beni bekliyordu. Çocukluğumun, ilkgençliğimin "Su Perileri" heykeli karyşımda duruyordu. Bu aynı zamanda fıskiye olan heykelin öyküsünü Ankaralılar iyi bilir. Yıllarca Tandoğan meydanındaki havuzda keyifle şırıldattı gövdesinden akan suları, bir nevi simgesiydi meydanın. Sonra metro istasyonu yapılınca birden yokoldu. Yerine seramikten kazulet bir çaydanlıkla fincan yerleştirildi, bir seramik firmasının reklamı olarak. "Su Perileri" yıllarca kayıplara karıştı, sonra belediyenin depolarından birinde olduğu anlaşıldı, bir sürü polemiğe konu oldu falan filan. Sonunda ortaya çıkmış, yenilenmiş ve sanırım Cermodern'in bahçesindeki yeni yerine yerleşmek üzere. Ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsiniz, eski bir dosta kavuşmuş gibi oldum.

Cermodern'den sonra Kale'ye çıktık, yağmura rağmen Kaleiçi'nde biraz turlayıp And Cafe'de Ankara'yı kuşbakışı seyrederek kahve içtik. Sonra Pirinç Han'ı kolaçan ettik, ardından da Çengelhan'a, Rahmi Koç Müzesi'ne daldık. Müzeyi benim 6. gezişim, sergilenenlerin çoğuna aşinayım. Yalnızca bodrum kata yeni kurulan eczaneyi görmemiştim. 1906 yılında Sivas'ta açılmış bu eczane babadan oğula devrederek 2006 yılına kadar varlığını sürdürmüş. Sonra da içindekilerin tümü müzeye bağışlanmış. Hepsi birbirinden orijinal mobilyalar, kavanozlar, ilaç şişeleri, seramik havanlar, tartı aletleri, afişler, diplomalar, kayıt defterleri, hangisine bakacağımı şaşırdım. Şu yukarıdaki zehir dolabına ne dersiniz? Aman kırmızı kapaklıya pek ilişmeyin:))

Duvara asılı panolardan birindeki şu ibareler de eczacının ne kadar prensip sahibi ve insancıl olduğunu gösteriyor. Yükselmenin merdiveni 5 basamaklı imiş: İyilik, doğruluk, çalışmak, bilgi, sevmek. En üst basamak ise sevmekmiş, seviniz dost olunuz demiş eczanenin ilk sahibi. Şimdi böyle insanlardan kaç tane kaldı acaba?

16 Aralık 2010 Perşembe

YAĞMURLU SABAH, YENİ KİTAP, KEYİFLİ ŞEYLER...

Sonunda keçelerden fırsat bulup yeni bir kitaba başlayabildim; Yekta Kopan'ın 2010 Yunus Nadi Öykü ödülü'nü alan kitabı "Bir de Baktım Yoksun"a. Şimdilik ilk öyküyü okudum ve beğendim, eminim ki diğerleri de öyle olacak. Şuşu'mun kupası içindeki çayla eşlik etti kitabıma, aslında tam kış gelmişken onunla salep, boza, sıcak çikolata içmek isterdim ama kader utansın, çay, kahve ve ıhlamurla idare etmek durumundayım yepisyeni bir Leylak olana kadar. Hem bugün giydiğim kot pantolonum üzerimde öyle çirkin durdu ki çok mutlu oldum. Giysisi çirkin durduğu için mutlu olan sadece ben varımdır herhalde ama bu benim için çok önemli bir ölçüt, yakında güzel duracak bir tane alırım nasılsa:)

Bunlar Pino'lar. Soldaki Pino'nun çizdiği, sağdaki de benim keçeye uyguladığım. Çok şirinler değil mi, tıpkı Pino'nun kendisi gibi.

Bu şirinlerden de soldakini Şuşu çizdi, sağdakini de ben yaptım. Ben bu harika kızlara da onların harika çizimlerine de bayılıyorum. Siz ne dersiniz?

15 Aralık 2010 Çarşamba

PİNO-ŞUŞU-LEYLAK

Bugün Leylak hanım Şuşu ve Pino ile harika saatler geçirdi. Güneşli bir Ankara gününde Sanat Cafe'nin ressamların ismini taşıyan sandalyelerinde bir bardak sıcak çayın başında çaydan daha da sıcak sohbetler gerçekleştirdi. İkisi de birbirinden şeker bu kızların arasında şeker komasına girmekten zor kurtuldu, bol bol kahkahalar attı. Pino'nun güzelim çizimleriyle süslediği kitapları, Şuşu'nun kendi gibi şirin kupaları eşlikçileri oldu. Sonra Pino'yu işyerine uğurlayıp Şuşu'yla biraz daha zaman geçirdi; kitapçılara girildi, Fikret Otyam Sergisi gezildi (aslında konuşmaktan pek resimlere bakılamadı, gezilir gibi yapıldı:), ordan, burdan, şurdan muhabbet edildi, günün sonunda keyiften ağız kulaklarda eve dönüldü.

İyi ki varsınız kızlar...

13 Aralık 2010 Pazartesi

BOŞ DURMADIK

Kar nedeniyle haftasonu eve kapadım kendimi, sıkı soğuk vardı. Ama sanmayın ki boş oturdum, bu aralar meşgalem keçeler. Yukarıdaki çilek de bu yılın ilk ürünü, yaptığımı kendim de beğendim doğrusu, yemek istedim. Çileğe de bayılırım biliyor musunuz? Zaten bu da bayıldığım bir "Çilek"in oldu, uğur getirsin inşallah yeni yılda. Bu kadar değil tabii ki, daha bir sürü şey yaptım, ara ara koyarım fotoğraflarını. Pek gadınım, pek cabbarım, pek marifetliyim ve hepsinin ötesinde inanılmaz alçakgönüllüyüm:)))


Sonra iki film izledim. Bugüne kadar izlemekte geciktiğim için kendimi kınadığım "Mediterraneo" ve izlemesem de olurmuş dediğim, çok sevdiğim Juliette Binoche'nin bile kurtaramadığı "Paris". "Mediterraneo" ya da Türkçe adıyla "Akdeniz", 2. Dünya Savaşı sırasında Meis Adası'nda görevlendirilen bir grup İtalyan askerinin gemilerinin batması ve telsizlerinin bozulması sonucu adada mahsur kalmasını ve gitgide savaştan soyutlanarak ada yaşamına adapte olmalarını anlatıyor. "Tüm kaçanlara adanmıştır" diye başlayan, çevrildiği yıl "En İyi Yabancı Film Oscarı" nı alan "Mediterraneo" ismi gibi tam Akdenizli, sıcacık bir yapım, kesinlikle izlenmeli. "Paris" ise güzel Paris görüntüleri dışında bende pek bir iz bırakmadı.

Dündenberi dilimde şu türkü, kar yağınca anneannemi hatırladım. Onunla en son birarada olduğumda böyle karlı, soğuk bir hava vardı, çok geçmedi kaybettik. Ben özlediğim insanları onların sevdikleri şarkıları söyleyerek, dinleyerek anarım. "Cevizin Yaprağı Dal Arasında", anneannemin hüzünlü gençliğine çok yakıştırdığım, onun da çok sevdiği bir türküydü. Huzur içinde uyusun...

12 Aralık 2010 Pazar

"ŞİMDİ YAĞAN KAR DEĞİL, RUHUMDUR KAR YERİNE"*

Tanıştırayım: Dursun Kardiker, haute couture modacı. Giyimindeki uyumdan da anlamış olmalısınız. Sabah bizi ziyarete gelmiş balkona, elinde beresine uyumlu bir demet sarı çiçekle. Çok mutlu olduk ama sağlığını düşünerek içeri alamadık. Balkonda bizzat ağırladım kendisini, cafe frappe ikram ettim, bir de dondurma. Kış modası, kar kristalleri, ve Balkanlardan gelen soğuk hava üzerine muhabbet ettik, sık sık görüşmek üzere vedalaştık. Sizlere de çok selamları var.
Dün akşam yeniden başlayan kar ilerleyen saatlerde hızını arttırıp neredeyse tipiye dönüştü Ankara'da, geceyarısını epey geçtikten sonra dindi. Yukarıdaki fotoğrafı saat 23.00 sularında çektim, hızla yağmaya devam ediyordu fotoğrafta belli olmasa da. Kar insanı nasıl da mutlu ediyor, birden sokağın çehresi değişti. Kirli, çirkin ne varsa üstü örtüldü, ortalığı rüya gibi bir beyazlık kapladı. Karşıdaki yurtlarda kalan kızlar kendilerini dışarı atıp çığlık çığlığa kartopu oynamaya başladılar. Kimbilir belki de güney illerden gelmiş öğrencilerdi, ilk kez kar görmekteydiler. Bir grup genç geçti sonra birbirlerini kartopuyla ıslatmaya çalışarak, arkada kalan çiftse daha romantikti, kartopu oynamaktansa öpüşmeyi tercih ettiler şu gördüğünüz ağacın altında. Yol tenha, arabalar temkinli idi. Arada üstlerine kar öbeklenmiş şemsiyeleriyle tek tük insanlar geçiyordu. Kısacası kar huzur getirmişti caddeye ve ruhlara, en azından eriyip çamur haline dönene dek. Bense hayatımın en güzel kışlarına doğru bir yolculuğa çıktım; çocukluğuma, Ankara'da karın en güzel yağdığı yere, Yenimahalle'ye doğru gittim. Annemin bir kürek karı halıya serpip süpürmesinden sonra burun deliklerime dolan ayazla karışık kar rayihasına, halının parıldayıp canlanan tüylerine, anneannemin evinde camlardan giren kar ışığıyla uyanıp sobanın korları üzerine sarkıtılmış ızgaradan yayılan sucuk ve kızarmış ekmek kokusuna, kazara balkonda unutulmuş çamaşırların donup korkuluğa dönmüş hallerine, karda debelenmekten yorgun ayaklarıma, kartopu oynamaktan donmuş ellerime ısınırken batan binlerce iğneye, üzeri beyaz yünle çarpı işi işlenmiş kırmızı yünden iki parmaklı eldivenlerime, annemin hevesle örüp ısrarla giydirmek istemesine rağmen başıma asla takmadığım berelere, boynuma sarmadığım atkılara, karlı günlerde sınıfın penceresinden giren puslu ışığa, koridorlardaki su birikintilerine, en asık yüzlü öğretmenlerin bile karın yağdığı ilk gün dudaklarında uçuşan gülümsemeye, ayakkabılarımın üstüne kaymamak için geçirdiğim kalın çoraplara, yine de her sezon birkaç kez yinelenen düşmelerime, ardından mahcubiyetle karışık patlatılan kahkahalara, gece lapa lapa yağan karı seyrederken ışıkları söndürüp göğe yükselir gibi bir duygu hissetmelerime doğru farklı boyutta bir ziyaret yapıp geldim. O günlere dönmek artık mümkün olmasa da kar hiç sevmediğim Pazar gününe bile hoşnutlukla bir selam vermeme sebep oldu böylece. Sizlerin de Pazar gününüz sıcacık ve huzurlu geçsin...

*Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine: Cahit Sıtkı Tarancı/Kar ve Ben

11 Aralık 2010 Cumartesi

10 Aralık 2010 Cuma

KIŞ GELDİ GALİBA

Bugün Ankara neredeyse dört mevsimi birarada yaşadı. Sabah uyandığımızda yağmur yağmış ve durmuştu. Evden şemsiye tedariki ile çıktığımdaysa gökte güneş dalga geçer gibi gülümsemekteydi. Sağolsun, dolmuş durağına kadar eşlik etti. Ankara ağaçlarının son kalan yaprakları da yağan yağmurla dallarına veda etmiş yerlere halı misali yayılmışlardı. Güven Park'taki temizlik görevlileri kürek kürek yaprak toplamakla meşguldüler. Bindiğim dolmuşta ufak çaplı bir kriz yaşandı. Dolmuşa binen bir kadın daha yerine yerleşmeden şoför hızla hareket edince düşme tehlikesi yaşadı ve fena halde sinirlenip bağırıp çağırmaya başladı. Şoför de "Ne diyorsun hanım sen?" diye sesini yükseltince "Eyvah" dedim "şimdi kıyamet kopacak". Neyse ki korktuğum olmadı, kadıncağız alçak sesle biraz daha söylenip sustu, şoför de üstelemedi.

Armada AVM'nin önünde arabadan indiğimde gökte bulutlar tekrar toparlanmaya başlamıştı. Armada'da Noel Baba yoktu şükür, mekan ışıklarla süslenmişti, biraz mağazaları dolaşıp alışveriş yaptım sonra buraya geliş amacım için üst kata çıktım. Bugün sevgili Mavianne ile buluşmak üzere sözleşmiştik. Buluştuk ve birlikte bir saati aşan hoş bir sohbet yaptık. Mavianne'nin zerafetine, güzelliğine ve bunlara eşlik eden samimiyetine hayran olmamak mümkün değil. Zaman çok çabuk geçti ne yazık ki, ben onu işyerine yolcu edip dolmuşa binmek üzere ayrıldığımda bulutlar iyice kararmış ve yoğunlaşmıştı. Nitekim eve dönüş yolunda yağmura yakalandım, eve girdikten kısa bir süre sonra da yağışın şiddeti arttı. Haber aldığımıza göre yüksek semtlerde kar yağışı da başlamış. Haydi bakalım gözümüz aydın, Kışbaba geldi, hoşgeldi...

9 Aralık 2010 Perşembe

YOĞUN BİR GÜNÜN ARDINDAN

Bugün kızkardeşle Kale , Samanpazarı ve Atpazarı civarında epeyce dolaştık, biraz yorsa da çok keyifli bir geziydi. Önce gezmekten bıkmadığım Pirinç Han'daki dükkanlara girip çıktık, ıvır zıvır birşeyler aldık sonra dolaşmaya devam ettik.




Burası "Kirit Cafe". Hoş bir mekan, burada dinlenme molası verdik ve eski tahta kapılardan oluşturulmuş masalardan birine yerleşip çay içtik.



Kale civarından Atpazarı'na indik. Antikacılara, halıcılara, ilginç dükkanlara baka baka dolaştık. En iyisi fotoğraflara bakarak siz de dolaşın, tıklayıp büyütün ama...







Gezimiz sona erdiğinde ayaklarımız yorgun ama keyfimiz yerinde idi.

Akşam "Av Mevsimi" ne gittik. Bir filme beklenti makul düzeyde tutularak gidilirse daha çok keyif alınabileceğini 1001. kez test edip onayladım. Evet güzeldi, oyuncu seçimi iyiydi ama sanki daha iyi olmalıydı. Ben yine de her ne kadar Cem Yılmaz bu filmde rol çalsa da Şener Şen kafasını kaşısa hayranlıkla seyredebilecek bir izleyici olarak pişman olmadım ve izlenmeli diyorum. Yukarıdaki fotoğraf sinemanın bulunduğu Panora AVM'nin girişi. Bu Mevlana'ya benzeyen Noel Baba'yı kim dizayn ettiyse kendisine kucak dolusu tebriklerimi iletiyorum, insaf yahu...