.

.
.

28 Şubat 2011 Pazartesi

AHVAL


Pencereden içeri giren bir güneş var.
Yılın son nergisleri mis gibi kokmaktalar.
Cüce Şubat veda etmek üzere.
Patti Smith'den "Çoluk Çocuk"u okurken Patti Smith dinliyorum.
Siz de dinleyin: Because The Night

27 Şubat 2011 Pazar

DÖKÜM

Ben bugün:
-Hiç içmediğim kadar yeşil çay içiyorum ve üretici firmadan yılın tüketicisi ödülünü bekliyorum.
-Aslı Erdoğan'dan "Kabuk Adam"ı çok beğenerek okuyorum, bu kitabı bana yılbaşı armağanı olarak gönderen Zerocuğuma öpücüklerimi yolluyorum.
-Suya düşen 2. cemrenin boğulmayacağını ümit ediyorum.
-Kapalı ve gri hava bunalım duygularımı tetikliyor, zaptetmeye çalışıyorum.
-Ayten Alpman dinliyorum. Sesindeki dinginlikle huzur bulmak istiyorum.
Böyleyken böyle...

Not: Fotoğraf Lale'ye naziredir. Sen  yeşil çay içersin de ben içemez miyim? Senin kupan varsa benim de var. Ama itiraf edeyim senin demliğin pek bi şahane:)) Seni seviyom Bacıkuş...

25 Şubat 2011 Cuma

YENİLENDİK


Tanışın haydi, bu Makbule. Dün akşam kızım ve oğlumun hediyesi olarak geliverdi.

Bundan böyle blogdaki fotoğrafları onun gözünden pardon objektifinden izleyeceksiniz. Böyle siyah, ciddi kostümler içinde gelince önce erkek sandık ama sonra farkettik ki kendisi şen-şakrak bir zenci hatun imiş. Evin diğer kadrolu elemanı Snoopy kendisini kokladı, büyüteçle inceledi ve zararsız olduğuna, üstelik hayli faideli bir alet olduğuna kanaat getirdi, bunun üzerine Dedem Korkut'u çağırdık, boy boyladı, soy soyladı, görelim ne soyladı: "Kızım, sen sahibin Leylak indinde hayli makbul bir makinesin, o sebepten bundan böyle şanın "Makbule" olarak yürüsün, adını ben koydum, kıymetini sahibin bilsin". Dedem Korkut'u etekleyerek yolcu ettikten sonra deneme çalışmalarına geçtik, makinenin şen-şakrak olduğuna da ondan sonra karar verdik, hazreti ayarladın mı güldüğün anda "şak" fotoğraflıyor seni. Ne demişler "Neşeli ol ki genç kalasın". Şimdi onu sıcak tutacak ve dış etkilerden koruyacak bir giysi arama çabasındayız. Malum kendisi sürekli olarak benim çantaların içinde seyahat edeceği için her an çanta muhteviyatının tacizine uğrama durumu sözkonusu, tedbir almak gerek. İlk makinem bir eldivenin içinde gezerdi, ikincisi göbekli olduğu için uygun bir giysi ayarlayamamıştık, bunun narin siluetine göre birşey bulabilme umudundayız.

Bu fotoğrafı eski makinem Bihter çekti (Bihter ismi Aşk-ı Memnu dizisi piyasada bile yokken eski bir mahalle arkadaşımın adından esinlenerek konmuştu, yanlış anlaşılmaya), biraz buruldu haliyle, kumayı kim ister. Teselli ettik, gönlünü aldık ve emekliye ayırdık. Her ne kadar kullanımdan kaldırsam da kalbimdeki yerini korumaya devam edecek, onunla ne özel ve güzel anlara imza attık biz, çok emeği var albümlerimde.

Ahval budur sevgili dostlar, Makbule ile çekilmiş fotoğrafların süslediği yeni yazılarda buluşma üzere iyi bir hafta sonu diliyorum...

24 Şubat 2011 Perşembe

SERGİ SERİSİNİN SONUNCUSU


Güne bu defa beklediğimden erken gelen PTT Kargo görevlisinin çaldığı zille başladım. Pasaj.com'dan "CoColoCCa"ya verdiğim siparişler ve ilaveten hediye olarak yolladığı yukarıdaki zarif küpeler vardı paketin içinde. Haliyle güzel bir giriş yaptım gri Şubat'ın son Perşembesine.


Günün öğleden sonraki bölümünü yürüyüş ve yürüyüşün sonunda dün niyet ettiğim Orhan Taylan sergisine ayırdım. Ankara hala gri, henüz yeşermiş tek yaprak yok, sokaklar, caddeler bozbulanık. Ara sıra yağmur serpiyor ahmakıslatan niyetine. Cemre havaya düşse de insanların yüreğine düşememiş henüz, suratlar asık, kalabalıklar dünya gailesinde.


Yürüyüş sonucu vardığım menzil Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Galerisi idi ve ilk kattaki salon Orhan Taylan resimlerine ayrılmıştı.


 

 Bu fotoğrafları senin için çektim sevgili "Baykuş Gözüyle". Daha fazla çekebilme imkanım olmadı. Güzel bir sergiydi Orhan Taylan sergisi. Diğer kattaki sergiler içinse aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Biraz fazla amatörce geldi. Ama Mart ayı içinde açılacak sergilerden umutluyum.

Üç gün üstüste sergi gezip gözlerimi resim sanatına doyurmuş olarak döndüm eve. Gelirken Büyülü Bohça serisinin güllü olanını da aldım ama yaseminli tercih sebebim, içmeye devam mis kokan aromasını içime çekerek...

23 Şubat 2011 Çarşamba

SSS: SANAT, SERGİ, SALATA


Dün çipil çipil yağan yağmura rağmen üç arkadaş "sanatın dibine vurmak" deyimini tam anlamıyla hayata geçirdik:) Gerçi kimin sanatçı olduğu, bunun kriterinin neye bağlı olduğu, sanatçının tavrının ne olması gerektiği biraz tartışma götürse de biz izleyici ve sanatsever olarak elimizden geleni yaptık, gerisi muhatabına kalmış. İlk durağımız geleneksel Türk sanatları dalında idi; bir ebru, kaatı ve hat sergisi gezdik. "Aman ne kadar muhteşemmiş" diyebileceğim tarzda bir eser görmedim, benzerlerini başka sergilerde de görmüştüm ama yaratıcısının yukarıdan tavrı "ben bu alemde tekim" dermiş gibi bir intiba uyandırınca yukarıdaki sorular kafamda şekilleniverdi. Yine de geleneksel sanatları yaşatma açısından çabalarını takdir etmek, çalışmalarının devamını dilemek boynumuzun borcudur diyeyim.

İkinci durağımız Cermodern oldu. Harap bir cer atölyesinden modern bir kültür ve sanat merkezine dönüştürülen bu mekana hayranım. İçinde hiçbir sergi ve etkinlik olmasa bile binayı gezmek bana zevk veriyor. Dün ressam Ali Herischi'nin sunduğu canlı performansın son günü idi, son yaptığı tabloyu tamamlama aşamasında yetiştik etkinliğe. Azeri bir sanatçı olan Ali Herischi halen Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta imiş. O soyut tarzda çalıştığı resmini tamamlarken biz de oturduğumuz koltuklardan izledik, son fırça darbesini vurduğunda da alkışlayarak ayrıldık.


Eh diyetteki insanların da karnı acıkır, çay falan içmek ister değil mi? O zaman istikamet Cermodern içindeki Divan Cafe'dir. "Sezar Salata" şeklindeki siparişimi garson kız mayonezli diyerek reddetti ve bana ızgara tavuklu Ege salatası önerdi. Vardır bir bildiği diyerek kabul ettim ve yağ koymamasını tembih ederek yolladım. Az sonra gelen zeytinyağına bulanmış roka yapraklarına diyecek laf bulamadım. "E ben diyetteyim diye Sezar salata vermediniz, bu yağ ne?" diye sorduğumda "Ama o zeytinyağı" dedi, galiba zeytinyağını kalorisiz sanıyor. Yeniden hazırlatma önerisini reddettim ve en yağsız tarafından roka yapraklarını geveleyip tavukları yedim. Neyse ki "Diyetteymişiniz ama bu ekmek çok güzel, fırından şimdi çıktı" diyerek getirdiği minik zeytinli ekmeğin bir dilimini yanına konmuş Hatay yoğurdu eşliğinde götürüp aç karnımı doyurdum. Çaylarımızı da sohbet eşliğinde tükettikten sonra Cermodern'le vedalaştık. 

Son sergi durağımız Belediye bünyesindeki Zerefşan Nakkaşhanesi kursiyerlerinin çalışmalarının sergilendiği Zafer Galerisi oldu. İşte bu sergi gözümüze bayram ettirdi. Kısa süre eğitim almalarına rağmen kursiyerlerin ebru, kaatı, hat, minyatür ve çini çalışmaları muhteşemdi. En çok böyle durumlarda zengin olmadığıma kahrederim. Hoşuma giden bir eseri düşünmeden satın alıp duvarıma asabilecek maddi güce sahip olsaydım keşke. Hele kaatı sanatıyla yapılmış iki leylak resmi vardı ki "Kalbim Ege'de-pardon sergi duvarında-kaldı". Antalya'ya kesin dönüş yaptığımda acilen bir tezhip kursuna kaydolmak (ki bu benim ölmeden evvel yapmak istediğim 100 şey listesinin başlarında yer alır) kararımı kesinleştirmiş olarak ayrıldım sergiden.


Eh madem bu kadar  sanattan bahsettim Pazartesi gittiğim "Hangar+/-" sergisinden de söz edeyim kısaca. Çankaya Belediyesi'ne ait Galeri Kara'da açılmış bir sergiydi bu. Atilla İlkyaz, Cezmi Orhan ve Cebrail Ötgün'ün çalışmalarından oluşan değişik teknikteki eserler biraz postmodern bir tarzda gerçekleştirilmiş. Yukarıdaki çalışmanın adı "Sarı Örgü" ve Atilla İlkyaz'a ait. Sanatın ultra  moderninden çok hoşlanmasam da "marifet iltifata tabidir" diye düşünüyor ve böyle sergilerin açılması ve izlenmesi gerekli diyorum ve bunun üstüne yarın bir de Orhan Taylan sergisine gitmeyi düşünüyorum...

22 Şubat 2011 Salı

BİR FİNCAN YASEMEEEEN!..


Gardaş bu ne yahşi bir içecaktır, içarim içarim doymam. Ben ki yeşil çaydan pek hazzetmeyen (Lale duymasın) bir insan kişisiyimdir ölüp bittim bu modele:) Önceden var mıydı, yeni mi sunuldu piyasaya, mevcuttu da ben mi bilmiyordum her ne hal ise dün itibarıyla keşfetmiş ve de meftun olmuş durumdayım. "Doğadan"ın ürettiği Yaseminli Yeşil Çaydan sözediyorum. İsmi bile masalsı: "Büyülü Bohça". Ya kokusu; yasemin bahçesinde otursam ancak bu kadar kokar. Poşeti derseniz lavanta torbası gibi, organza benzeri bir kumaşa konmuş yeşil çay ve kurutulmuş yasemin yaprakları. Aman Tanrım, içme de yanında yat, yok ya niye yatıcan iç bence, al eline kitabını ve hatta Selçuk Altun'dan "Bizans Sultanı"nı, bir yandan yudumla yasemin kokulu Büyülü Bohça çayını bir yandan gez Galata'nın büyülü sokaklarını. Oh alışverişime sağlık, iyi ki almışım, daha sırada elma ve kuşburnu çeşitleri var ama bunu o kadar beğendim ki onların paketini açmadım bile.

"Bizans Sultanı"na gelince, üçte birlik kısmı zihnimin okunmuş kitaplar arşivindeki yerini aldı çoktan. O kadarı bile beni mestetmeye yetti, tam Selçuk altun tarzı, beklediğim ne varsa var; tarih, şiir, kitaplar, İstanbul, Londra,  kitapçılar, ilginç mekanlar ve her zamanki gibi "Serendipity". Galata'da keyifle geziyorum dünden beri. Nasıl güzel anlatmış bu çok sevdiğim bölgeyi, diyor ki: "Orada her sokak bir şiir dizesidir, ezberlemeye kıyamadığım." "Ne zaman Galata Kulesi'ne çıksam u-z-u-n bir ezan okuyasım gelir." "Galata'da insandan çok binanın bulunduğu bir gece gerçeğidir. Onların kıdemi kuleden uzaklaştıkça azalır. Gündüzleri çocuk seslerinin yankılanmadığı sokakları geceleri kediler de terk eder. O ıssızlık şeritleri müzik öğretmenlerim olmuşlardır. Galatalı değişik bir zaman diliminde yaşamanın keyfini sürer. Duruşu teatraldir, benimserim."

Şimdi sıkı bir Bizans tarihi okumaktayım sayfalar arasında, tavsiye ederim siz de dalın "Bizans Sultanı"nın labirentlerine, çıkmak istemeyeceksiniz. Hele de bir İstanbul aşığı ve Selçuk Altun'un deyimiyle "kitapçoksever"seniz.

21 Şubat 2011 Pazartesi

SABAH DOPİNGİ



Artık çayıma leylaklar eşlik ediyor. Var mı böyle bir güzellik?
Maceran bol olsun sevgili Özlem...

20 Şubat 2011 Pazar

HAREKETLİ HAFTA SONU

Hayli hareketli bir hafta sonu geçirdik; süpürge gibi, çat burada çat kapı arkasında misali:) Bugün minik yiğenin dooom günüsünü yaptık bir haftalık gecikme ile, geçen hafta ortada dolaşan malum gribin gazabına uğrayınca doğum günü de ertelendi haliyle. Gerçi teyzesinden el almış bir yiğen olarak bir günle kalmadı, onunki de bir nevi kutlu doğum haftası tadında kutlandı. Önceden yuvada, dün arkadaşlarıyla ve bugün bizimle, eh yakışır değil mi:)
Ömrün uzun, bahtın açık olsun teyzesinin minik kuşu, nice yıllara...

Dün pis bir yağmur vardı Ankara'da ve tatsız bir hava. Buna rağmen gün boyu dışardaydım, yapılacak işler, alınacak şeyler için dolaştım durdum. Akşam arkadaşlarla buluşup yemek yedik ve bir başka arkadaşımızın koroda görev aldığı konseri izlemek için evin yakınındaki bir Kültür Merkezi'ne gittik. Konseri Vedat Kaptan Yurdakul yönetiyordu, zaten finalde kendisi de birkaç şarkı seslendirdi, biri de benim en sevdiğim şarkıydı; Saadettin Kaynak'tan "Dertliyim ruhuma hicranımı sardım da yine/İnlerim şimdi uzaklarda solan gün gibiyim".
Kemençeci Nikolaki'nin "Buselik Peşrev"i ile başlayan konser koronun söylediği Lavtacı Hıristo Efendi'nin "Karşıyaka'da İzmir'in Gülü" isimli şarkı ile sona erdi. Gözümüzün, gönlümüzün, kulaklarımızın, ruhumuzun bayram ettiği bir günü de böylece bitirmiş olduk. En kötü günümüz böyle olsun diyelim ve "Behzat Ç."yi izlemeye gidelim...

19 Şubat 2011 Cumartesi

CUMARTESİ'NİN 3 BENZEMEZİ

Önce İstanbullu blogger arkadaşlara bir duyuru; daha önce de blogumda bahsettiğim ressam Füsun Ürkün'ün o güzel resimlerini görmek istiyorsanız 19 Şubat-10 Mart tarihleri arasında Kanyon Alışveriş Merkezi'ne bir uğrayıverin .
"İmkansızın Şarkısı" an itibarıyla bitti, harikaydı. Zemberek Kuşu'nun Güncesi'nde görüşmek üzere şimdilik Haruki Murakami ile vedalaştık.Sadece kitabı değil kapağını da sevdim ben ve bu kitapla olan yolculuğuma Zero'nun yeni yıl ayracı eşlik etti, bu kitabı da o ısrarla önermişti. Zemberek Kuşu'na ise Lale eşlik edecek:)) Zaten sağolsun yolladığı magnetlerle yeniden yapılanma programıma iyice konsantre olmamı sağladı; "Asla, Asla Vazgeçme" yazanı her yeni işe başladığımda gözümün önüne yerleştireceğim. Diyet yapamayanlar için de Tanrı'ya bir yakarış mevcut: "Tanrım eğer beni zayıflatamıyorsan lütfen arkadaşlarımı şişmanlat". Sağolasın Lalem:) Ha, bir de dün ebedi arkadaşım Snoopy'nin anahtarlığını bulup aldım, ikimizde mutluyuz...

Dün ziyaretine gittiğim arkadaşımda bugüne kadar yediğim en güzel salatalardan birini yedim. Fotoğraftaki servis tabağı önümüze geldiğinde hiçbirimiz ne olduğunu anlayamadık. Ben görünüş itibarıyla çökeleğe benzettim. Tadına baktığımdaysa kereviz ya da turp olabilir diye düşündüm, keşfetmek için ardarda çatal darbeleri attık. Yediğimiz şey o kadar lezzetli ve o kadar benzemez bir taddı ki evsahibi yardımcı olmasa karnabahar olduğunu asla tahmin edemezdik. Son derece sağlıklı bir o kadar da lezzetli olan bu salatayı hemen deneyin sevgili blogger dostlar, ben bile diyete rağmen yerken miktar olarak biraz abarttım inanın. Karnabahar rondoda Oya Hanımın deyimiyle bızzztlanıyormuş. İçine 1 bardak kadar dövülmüş ceviz, kıyılmış dereotu, nar taneleri, nar ekşisi, çok az sızma yağ ve tuz ilave edilip bekletiliyormuş. Arkadaşım bir gün önce akşamdan yaptığını ve servis saatine kadar beklettiğini söyledi (belki dereotu canlı durması için servis sırasında eklenebilir). Nane yapraklarıyla süsleyip ikram ettiğinizde misafirleriniz de yedikleri şeyin lezzetine inanamayacaklar. Afiyet olsun diyor ve izninizi reca ediyorum efeeem...

Not: Karnabahar çiğ olacak efendim, yeşillikleri de ertesi gün ilave edecekmişsiniz, az miktarda maydanoz ve yeşil soğan da konabilirmiş. Arkadaşıma sorup teyit ettirdim:)

18 Şubat 2011 Cuma

HAFTA BİTERKEN

Dün sanatsal açıdan zengin bir günü bitmek bilmeyen Fatmagül'e göz ucuyla bakarken bilgisayarıma yeni teşrif etmiş, en sevdiğim oyunlardan Delicious Emily serisinin sonuncusu "Childhood Memories" oynayarak tamamladım. Sanal olarak da olsa kahve yapıp meyve suyu sıkmaktan, makarna haşlayıp pizza pişirmekten, çorba karıştırıp servis yapmaktan yoruldum ve Zerocuğum bol bol kulaklarını çınlattım. Oyunun kahramanı Emily'yi gelecekte kendi restoranında hizmet veren Zeren olarak düşündüm ve aynı Emily gibi yorgun bir günü dudaklarında keyifli bir gülümseme ile kapatacağını hayal ettim.

Fatmagül'ü parmağına taktığı alyansa çaktırmadan sevinirken bırakıp Emily'yi dinlenmeye yolladım ve kendim de "İmkansızın Şarkısı" elimde yatağa girdim. Murakami Part 3 olarak okuduğum bu kitabı çok sevdim ben; sakin, gölgeli bir ormanda yaprakların hışırtısını dinleyerek yol alıyormuş gibi hissediyorum kendimi, su gibi sessizce akıp giden bir kitap, derinden gelen hüzünlü bir melodi sanki. Kahramanların herbiri ayrı bir dünya; Vatanabe, Naoko, Reiko, Midori. En çok Midori'yi seviyorum; delidolu, yorgun, kimileyin hüzünlü, kimileyin çılgın Midori. "Sahilde Kafka" da favorim ise "Bendeniz Nakata" idi, kedilerle konuşan, hafızası silinmiş, yeni doğmuş bir çocuk kadar lekesiz, ilginç Nakata. Murakami serüvenim her okuduğum kitapla bir sonrakini merak ederek devam ediyor ama biraz ara vermem gerekecek. "İmkansızın Şarkısı"nda geriye kalan 50 sayfayı bitirdikten sonra Uzakdoğu ve Etgar Keret sayesinde ara sıra uğradığım İsrail'e elveda demek ve memlekete dönmek istiyorum. Dün kitapçıda Buket Uzuner'in İstanbul'u anlatan yeni kitabı "Benim Adım İstanbul"u ararken rastlayıp hemen satınaldığım Selçuk Altun'un "Bizans Sultanı"nı okumak istiyorum çünkü. Selçuk Altun'a bayılırım, tüm kitaplarını okumuşumdur; tanımlamalarına, kitaplı metaforlarına, güzel sanatlardan verdiği örneklere, araya serpiştirdiği şiirlere tutkunumdur. Her kitabı eğlenceli bir maceradır, bu sefer tarihi bir yolculuk var sanırım sırada. 

Snoopy'li ayraçlarım giderek artıyor, kitapevindeki tüm Snoopy'li ayraçları topladım, depodan çıkacak olanları da adıma rezerve ettirdim:) Şimdi izninizle bu yazıyı bitireyim, arkadaşıma gitmek üzere hazırlanmam lazım, yoüstü kitapçıya uğrayıp dün bulamadığım "Benim Adım İstanbul"u tekrar sormak niyetindeyim. Hepinize güzel bir hafta sonu dileğiyle...

17 Şubat 2011 Perşembe

FATİH MİKA/İZLERİM


Harika bir sergideydim bugün, gözlerim bayram etti. Dışişleri Bakanlığı binası içinde bulunan Suna Çokgür Ilıcak Sanat Galerisi'nde Fatih Mika'nın "İzlerim" isimli sergisini ziyaret ettim, olağanüstü başarılı gravürler gördüm. Fatih Mika çalışmalarını Roma'da sürdüren, güzel sanatlar eğitimini Sarajevo'da almış bir Türk sanatçısı. Sait Faik ve Rıfat ılgaz'dan esinlenerek yaptığı gravürler var. Balıkları, güvercinleri, martıları konu aldığı baskılara hayran oldum. Fatih Mika'dan ve eserlerinden Mehtap Hanım da sık sık bahseder, sanatçı hakkında daha detaylı bilgi almak isterseniz http://www.fatihmika.com adresine başvurabilirsiniz, Ankaralı bloggerler bence bu güzel sergiyi kaçırmasın. 23 Şubat 2011 tarihine kadar Dışişleri Bakanlığı Suna Çokgür Ilıcak Sanat Galerisi'nde devam ediyor.

Not: Fotoğraflar internetten, sergide fotoğraf çekmek yasaktı.

16 Şubat 2011 Çarşamba

KEYFİN HALLERİ

Sevdim bugünü ben...
Sabah çalan zil PTT Kargo'ya olan kızgınlığımı silmediyse de azalttı. Kutlu-mutlu doğum haftam bitmemiş meğerse, paketten çıkanlar keyfime tavan yaptırdı. 
Dışarı çıkmak için bir süredir giymediğim bir eteği giymek istedim, fermuarı kapalı ve düğmesi ilikliyken dizlerime kadar indi neredeyse. Keyif tavandan çatıya fırladı.
Sonra bir kuzenle öğle yemeği yedik maaile (listem dışında birşey yemedim ha:), keyif bulutlardan bize baktı.
Halletmemiz gereken önemli bir işi sonuca bağladık. Gidecek yer kalmadığı için keyif bulutta oturmaya devam etti...

Ha, bu arada sizin hiç üzerinde fotoğraflarınız olan nazar boncuklu bir kitap ayracınız oldu mu? Övünmek gibi olmasın ama benim var:))

15 Şubat 2011 Salı

PANCAR PEZİK DEĞİL Mİ?


-Bu sabah, bu öğlen ve bu akşam yağmur var Ankara'da.
-Dünkü yorgunlukla kendimi eve adadım bugün, bir nevi Miskinler Tekkesi hali. Tembelliğin fenafillahına ulaşma çabasındayım.
-Tatlı canımı ancak kitap okumak için yoruyorum. "İmkansızın Şarkısı" gece kitabı, gündüzleri aklıma estikçe "Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü"nden öyküler okuyorum. "İmkansızın Şarkısı" ana yemek gibi, özel zaman ve özel zemin hazırlamak gerek. Diğeri ise tam atıştırmalık, yemekten önce, sonra, çay-kahve molasında, çorba karıştırırken, gözucuyla TV izlerken bile okunabiliyor. Bu sabah bir kahve içimi üç öyküyle başabaş geldi. Atıştırmalık ama öyle kof değil, epey baharatlı, acılı, güldürürken düşündüren, "bu nasıl bir tarz" dedirten cinsten. Üzerindeki pörtlek gözlü, zenci vodoo bebeğin kitapla alakası yok, o kızkardeşin hediyesi, rengi tuttu koyuverdim üstüne.
-PTT Kargo ile başım dertte. Kendilerini buradan kınıyorum huzurunuzda, çok etkilendiklerine de eminim :) Yolladıklarım gitmiyor, bana yollananlar gelmiyor. İlla sorup-soruşturmak gerekiyor. Kesin karar verdim artık PTT Kargo kullanımına paydos.
-Bu hafta karbonhidratsız hafta, sebze ve protein serbest tabii uygun ölçülerde, abartmaca yok. Kahvaltı dışında ekmek yemeyen bendeniz yasak olunca bir somun ekmeği son lokmasına kadar bitirmek istiyorum. Huysuz muyum neyim yaaa...
-Öğle yemeği niyetine yarım demet pazıyı (yoksa pancar yaprağı mı?) bir kapak sızmayağ, bir baş soğan ve iki diş sarmısakla birlikte kavurur gibi yaptım. Aslında kandırdım pazıyı kavurma değil buğulama oldu, fena olmadı ama ekmeksiz yendiği için midem sinyal gönderiyor duymamazlıktan geliyorum. Mide kısmının her dediğine kulak asmayacaksın.
-Yemeğime uygun olsun diye bağıra bağıra 
"Pancar pezik değil mi, 
Ciğer ezik, ciğer ezik değil mi
Ben sevdim eller aldı
Bana da yazık değil mi?"
türküsünü söyledim.
Tıklayın, Neşet Ertaş'la birlikte siz de söyleyin, videonun altına yapılmış yorumları da okumayı ihmal etmeyin. Yurdum insanı neler yazarmış görün:)

14 Şubat 2011 Pazartesi

MEMLEKETİMDEN "SEVGİLİLER GÜNÜ" MANZARALARI

Öğleden sonra alışveriş nedeniyle dışarı çıktım. Soğuk, gri, çipil bir hava vardı, hiç sevmediğim türden. Metroya varıncaya kadar yer yer "Sevgililer Günü" manzaralarını fotoğrafladım, pek coşkulu değildi, muhtemelen Kandille çakıştığı için. Kalp şekli verilmiş balonlar  alıcılarını bekliyordu işporta tezgahlarıyla kalabalıklaşmaya başlayan Yüksel Caddesi'nde.
Çiçekçilerin önü kalabalıktı, kırmızı güller çoğunlukta. İlaveten kırmızı kalpli ayılar da ufağından devasasına kadar muzip ruhlu müşteriler için satışa sunulmuştu. Metroda bindiğim vagonda elinde kocaman bir çiçek buketi taşıyan bir genç oturuyordu, tren kalkmadan çiçekli yolcu sayısı üçe çıktı. Gerçi sonradan binenler ellerindeki çiçekleri sipariş yerine iletmekle görevli kişilerdi. Birinin elinde  tanzim edilmiş bir demet çirkin, sarı renkli yapma çiçek vardı. Cam bir vazoya yerleştirilmiş, beyaz bir kurdeleyla bağlanmış, ilaveten vazonun dibine alakasız bir şekilde kırmızı mozaik taşlar eklenmişti. Çiçeği sevgilisine gönderen erkeğin biraz tutumlu, fonksiyonel bir şahıs olduğuna karar verdim, ne yani onca para verdiği çiçek iki gün sonra çöpe mi gitsindi? Almışken tozlana tozlana salonun başköşesinde durmalı. Ayrıca çok zevksizdi ya da çiçekçinin zevkine razı gelmişti. İnsan kocaman kocaman zambak benzeri sarı çiçeklerin dibine kırmızı mozaik taşlarını ya estetikten yoksun olduğundan ya da hasta Galatasaraylılıktan yerleştirir. Bana sevgilim böyle bir çiçek yollasa ertesi gün ondan ayrılırdım doğrusu:)) Diğer şahsın elindeki koca demet kırmızı güllerden oluşuyordu, hem de bol miktarda, eliaçık bir sevgiliydi belli. Lakin o da çiçekçinin zevkine kurban gitmişti. Kırmızı güller de cam bir vazoya konmuş, dibine yine kırmızı mozaik taşlar yerleştirilmiş ve üstündeki beyaz tülden koca fiyongun çevresine dore renkli incilerden bir zincir dolanmıştı, acaip rüküş duruyordu. Güllerin ortasına da çiçekçinin çirkin el yazısıyla "Seni Seviyorum" yazdığı kalp şeklinde bir kart yerleştirilmişti."Onca parayı bu zevksizliklere vereceğinize bir demet papatya alsaydınız bre gafiller" yazıp çiçeklerin üstüne iliştirmemek için zor tuttum kendimi.

Alışveriş Merkezi de konsepte uygun süslenmiş, renkli kalpler tavandan sallandırılmıştı. İlaveten üzerine tül gerilmiş bir tünel yapılmış etrafı çepeçevre renkli kağıtlara yazılmış mesajlarla donatılmıştı. Mesaj yazmak isteyenler yan taraftaki masalarda oturan görevlilerden kağıt ve üzerine nazar boncuğu iliştirilmiş çengelli iğneler alıp yazdıkları notları tülün üstüne iğneliyorlardı. Ne diyeyim Allah kabul etsin, ya tutarsa:)

Mesajların bazıları da yukarıdakiler gibi çok anlamlıydı.
Alışveriş turumu tamamlayıp ayaklarıma kara suları indirdikten sonra diğer alacaklarım için evin yakınındaki bir  büyük markete geldim. Orada da çarşaf çarşaf ilanlar vardı, "25 liralık alışverişe Sevgililer Günü hediyeniz tektaş yüzük 1 liraya" şeklinde. Meraktan gidip yüzüğün nasıl olduğuna baktım. Bir sevgiliye alınabilecek en kötü yüzük buydu sanırım. 25 liralık alışverişten sonra 1 liraya bu yüzügü alıp eve gideceksin ve karına "Sevgilim annem için erzak alışverişi yaptım, oradan elde ettiğim avantajla da sana bu yüzüğü aldım, hem de 1 liraya, ne akıllıyım değil mi?" diyeceksin. Artık yüzüğü yutturur mu, gözüne mi sokar orası meçhul...

SEVELİM, SEVİLELİM, OKUYALIM, OKUTALIM

Bugüne atfedilmiş ne varsa hepsi kutlu olsun.
Ve kâdim dostum Snoopy ile ben deriz ki bugün aynı zamanda "Dünya Öykü Günü", haydi onun şerefine bir öykü okuyun, ister sevgilinizle, ister yalnız.
Gönlünüzden sevgi, evinizden kitap eksik olmasın...

13 Şubat 2011 Pazar

BU YAZI BİR YEMEK TARİFİ DEĞİLDİR...

Hani annemin dediği gibi ben hep gün batarken iştaha gelirim ya, vakit akşama yaklaşırken giriştim yaprak sarmaya. Pek seyrek niyet ederim aslında, evcek çok sevsek de bileğimdeki sıkışık sinirim ve sırtımdaki fibromiyaljinin çok geçmeden başlayan ağrısı uzak tutar beni bu güzel yemeği yapmaktan. Bugün nasılsa aşka geldim, hazırladım içini, haşladım yaprakları ve başladım kundaklamaya. Ne zaman etli yaprak sarması görsem anneannemi hatırlarım, hem çok sever, hem de çok güzel sarardı. Bu işi yapmaya akşamdan niyetlenir, sabahın köründe yataktan kalkıp hane halkını  içtimaya dizer ve emretmeye başlardı: "Ne yatırsınız uşaaak, aş da zabahın, iş de zabahın. Kalkın yaprağı haşılayın, pirinci ayıtlayın, sofra bezini serin, soğanı, samırsağı getirin, durman hadi hadi" diyerek salonun ortasına serilmiş örtüyü dizlerine çekip bağdaş kurarak yerleşir, bütün domestik işleri bize yaptırıp kendisi de lütfedip sarma eylemini gerçekleştirirdi. Sıkıysa yapma, bu emir bombardımanı karşısında daha kargalar kahvaltısını etmeden sarma hazırlıklarına başlardık. İnanılmaz incelikte ve düzgünlükte sarardı, adeta makinadan çıkmış gibi. Arada bir kızkardeşle gerçekleştirdiğimiz sarılmış yapraklardan aşırma girişimlerimizi elimize indirdiği şaplakla geri püskürtür, "Çiğ çiğ yimen, karnınızda kurt olur" diye azarlardı. Zaten anneanneme kalırsak herşey karnımızda kurt yapardı; ekmeksiz yenen peynir, pişirmeden yenen sucuk, çok fazla meyve. O bir tutumluluk harikasıydı, bizim savurganlığımıza kızar, abur cubur şeyleri çok fazla yediğimizi gördü mü,  "Yılan bile toprağı gıdayla yalar" diyerek ayıplardı. Savaşlar görmüş bir kuşakta ortaya çıkan tipik iktisat modeliydi anneannem.

Kafamda anneannemle sarmaya girişince çok geçmeden onun çok sevdiği ve benim de onun hüzünlü, heder olmuş gençliğine çok yakıştırdığım bir türkü geldi dilimin ucuna yerleşti:

"Cevizin yaprağı dal arasında, 
Güzeli severler bağ arasında
Üç beş güzel biraraya gelmişler, 
Benim sevdiceğim yok arasında"

Derken türkü türküyü kovaladı, elim yaprak sararken zihnim bu dünyadan gitmiş sevdiklerimizde, dilimde onları hatırlatan ezgiler daldım gittim. Anneannemin kardeşi Yaşar Dayı ile özdeşleşmiş bir türküye geldi sıra:

"Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun, 
Gördün güzelleri beni unuttun
Sılaya dönmeye yemin mi ettin
Gayrı dayanacak özüm kalmadı
Mektuba yazacak sözüm kalmadı
Gençlik elden uçtu gitti, 
Dönmeye yüzüm kalmadı aman"

Sonunda iyice coştum. Çocukluk yıllarımın olmazsa olmazı, yaz tatillerimin neşe kaynağı annemin teyzelerinin bahçelerine ve orada geçen tatillere kadar uzandım ve ailenin çok sevilen eniştelerinden birinin dilinden düşürmediği "Dostum Dostum"u söylemeye başladım. Artık mutfakta yaprak falan sarmıyordum ben, her dizede başka bir anı canlanıyordu gözümde. Kâh Niğde'deki o uçsuz bucaksız bahçede kurulmuş sofralardan birinde tüm aile toplanmış neşe içinde ahçı olan Yaşar Dayı'nın pişirdiği Niğde tavayı yiyor, kâh bir düğünün keyifli telaşını yaşıyor, kâh 4-5 yaşlarıma dönüp kafama iple büzülmüş bir beyaz tülbenti geçirerek bitmez tükenmez gelin olma oyunlarımdan birini oynuyor, kâh teyzemin kızına çok sevdiğim "Güllü Diba" masalını anlattırıyordum. Küçük taş evin arkasındaki kavaklıktan yaprakların hışırtısı geliyor, arıktan akan suların şırıltısı evin "Kurtuluş" isimli ineğinin böğürtüsüne karışıyor, ağaçların birinden çayırlığa düşen olgun bir armudun patırtısı arılıktaki saltanatı bitmiş kovanların artığı birkaç arının vızıltısına karışıyordu. Bir sininin başına toplanarak kıpkırmızı bir karpuzu yiyip çekirdeklerini saatlerce çitliyor, iki diş atıp gerisini üstünde bıraktığım elmaları evin babası görmesin diye toprağa gömüyor, sabah serinliğinde toprak hayatı yarışarak süpüren teyze çocuklarıma kırmızı tulumbadan su çekiyordum. Burnumda toprak kokusu, yüzümde sabah yelinin esintisi, gözümde yaprakların yeşili dalmış "Sensiz dünya malı neyleyim Dostum" derken son yaprağı da sardığımı farkettim. Ben bir yemek yapmamış çocukluğumu ve ilkgençliğimi yeniden yaşamıştım sanki. Sarmaları ocağa koyarken bu yemek gereğinden fazla tuzlu olursa sebebi farketmeden tencereye akan gözyaşlarımdandır diye düşünmekteydim. Şair Dıranas doğru söylemiş:

"Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyle gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
"

12 Şubat 2011 Cumartesi

BLOGU BAYKUŞ BASTI


Geçenlerde "Baykuş Gözüyle" blogunun sahibi sevgili Natali'ye söz vermiştim, bir türlü fırsatım olup gidemedim, ben de aradım taradım bilgisayarımda kayıtlı eski fotoğrafları buldum, ekledim. Bu baykuş objeli fotoğraflar Ankara'da Çıkrıkçılar Yokuşu civarında bir dükkanda çekildi, ismi: "Baykuşlar ve Diğerleri". Dükkanın yıllardır baykuşlu objeler biriktiren sahibi emekli olduktan sonra en güzel bazı parçaları kendine ayırarak kalanlarını hem satmak hem sergilemek amacıyla bu dükkanı açmış.


Belki binlerce baykuşlu obje var sergilenenler arasında. Bunun yanısıra başka antika parçalar ve ilginç objeler de bulabilirsiniz.


Koleksiyonun ve dükkanın sahibi beyefendi istediğiniz gibi incelemenize ve fotoğraflamanıza izin veriyor her ne varsa. Natalicim, sen şimdilik bu fotoğraflarla idare et, en kısa zamanda tekrar gidip daha güzel fotoğraflar çekerek senin için yayınlayacağım. Tüm baykuşseverlere selam olsun.


Not: Fotoğrafları tıklayıp büyütürseniz daha net görülmekte.
Bir not daha: "Kapılar" bloguna yeni fotoğraflar ekledim, ziyaret ederseniz sevinirim...

11 Şubat 2011 Cuma

KAPI


Geç benden, ben dururum, ben beklerim, geç benden,
ama nereye geçersin benden ben bilemem.
Dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında
dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da
Dediler ki, şu ağaçlar gibi bekledin, şu ağaçlar gibi hayal,
şu ağaçlar gibi kederli.
Açıldım, kapandım, açıldım, kapandım, gördüm
gelenler kadar gidenleri de,
hani sabrın sonu, nerede gamlı eşek, pervasız nar nerde,
hani bahçe?
Biri gelse..biri görse..biri gelmişti..açmıştı..durmuştu..
duruyor hâlâ bende.
Kaç zamandır çınlıyor içimde bu boşluk, kim
kıydı, bahçenin şen duluydu, karşımda duran dut?
en çok onunla bakıştımdı, bir kere olsun dilegelsindi,
çok istedimdi.
Bana kalsa susardım daha ama dilimdeki paslı kilit çözülür belki,
sapaya kaçmış cümlem uğuldar, içimin kurtları kıpırdar diye
gıcırdandım takatsız.
Gördüm hepsini, gördüm hepsini, sabrın sonunu!
biri gelse, biri görse, biri görse, şimdi,
rüzgâr sallıyor beni.
Birhan KESKİN

Kapı önemlidir, kapı bilgedir, kapı sır tutucudur, kapı misafirperverdir, kapı koruyucudur, kapı güvenlidir. Haydi o zaman yan tarafa bir kapı açtım, tıklayın ve buyrun geçin...
KAPILAR

Fotoğraf: İstanbul Doğan Apartmanı/09

10 Şubat 2011 Perşembe

BAĞDAT YOLU*


"Bir bakış baktın, kalbimi yaktın
Aşkın kemendini boynuma taktın
Bahçende gülün, kapında kölen
Olmaya razıyım sevgilim senin

Canım fedadır senin yoluna
Günahların da benim boynuma
Çıkalım seninle Bağdat Yolu'na
Sen bir şahinsin, ben garip serçe
Attın kalbime demirden pençe"

Bu akşam dilime dolanan şarkı bu. Öyle ansızın geliverdi yılların ardından çıkıp, arkasında bir dolu anı sürükleyerek. Ortalığı kırıp geçirdiği zamanlarda henüz ilkokuldaydım, sanırım son sınıfta falan. Apartmanımızın güzel, marifetli, neşeli kızı Deniz ablanın şarkısıydı. Altı dairenin dış kapısının açıldığı ortak balkona otururduk dingin yaz öğle sonlarında. Onlar genç kızdılar birkaç arkadaş, biz fasulyeden toplaşırdık etraflarına. Zaten Deniz ablaların televizyonu da vardı; her akşam kapılarını tıklatıp sessizce içeri girerek boş bulduğumuz yere oturup hüşû içinde seyrettiğimiz. Bayrak göndere çekilip İstiklal Marşı sonlanmadan da kalkmazdık oturduğumuz yerden. TV'ler sıradan ev eşyaları haline dönüşüp salonlarımızın başköşesine kurulana kadar da bıkmadan usanmadan gittik Deniz ablalara, bir kez olsun ne kaş eğdiler, ne laf sokuşturdular. Zaten kendileri kalabalıktı, bir sürü kardeş, ilaveten yiğenler de gelirdi TV vakti başlayınca, bir de komşular üstüne üstlük. Akşam huzurlarını TV'li salonlarına doluşup bozduğumuz yetmezmiş gibi bir de çay ikram ederdi Deniz abla gelen abonelere. Sonra da dikişini alıp otururdu bir köşeye. Gündüzleri o dikişi "Bağdat Yolu" şarkısı eşliğinde dikerdi. "Sen bir şahinsin, ben garip serçe" dizesini "Sen bir şairsin, ben garip serçe" diye söylerdi, aklında öyle yer etmişti sanırım, hiç değiştirmedi. Zihnimdeki en belirgin görüntüsü bu şekildedir, kıvırcık saçlı başı dikişinin üzerine eğilmiş Bağdat Yolu şarkısını söylerken.
Sonra nişanlandı Deniz abla, yurtdışında çalışan bir gençle. Nişan elbisesini kendi dikti, çok kalabalık olmayan bir topluluğun katıldığı, evde yapılan törende çok mutlu, çok heyecanlıydı. Çok kısa bir süre sonra evlenip eşinin çalıştığı ülkeye göçtü. Giderken hiçbirşey götürmedi, hediye almak isteyenlerden anı niteliğinde plak istedi sadece. O zaman anneannem emektar pardesüsünü giydi, beni yanına kattı, cadde üstündeki plakçıya gittik. Hangisini aldığımızı tahmin etmişsinizdir: "Bağdat Yolu". Kimin seslendirdiği plağı aldık o aklımda kalmamış, Yıldız Tezcan mıydı, Nuri Sesigüzel miydi, Şükran Ay mı, Sevim Tuna mı, meçhul. Zira şarkı o yıllarda o kadar modaydı ki hemen hemen ünlü olan bütün sanatçılar birer 45'lik çıkarmıştı.
Deniz ablayı bir daha görmedim, ara sıra haberlerini aldım. Son aldığım haber kapanış gibiydi, ölüm haberi. Çok genç yaştayken üstelik. Ölüm hiç yakışmamıştı ona ama ecel genç, yaşlı ayırmıyordu. O zamandan beri "Bağdat Yolu" şarkısını ne zaman duysam Deniz ablanın kıvırcık saçlı başı gözümün önünde canlanır, yüreğime ince bir sızı oturuverir...

*Dinlemek isteyenler için: Bağdat Yolu.

Görsel: Buradan

9 Şubat 2011 Çarşamba

MOLİ&OLAF

Tanıştırayım: Moli ve Olaf
Kendileri aynı apartmanda oturan kitapsever iki arkadaştılar ama dündenberi ikisi birlikte bizim eve taşındılar.

Geçici de olsa rahat, havadar, sıcak ve sevdikleri gibi kitaplı bir ortam temin ettim onlara. Bir süre sonra Antalya'ya gidince daha bol kitaba ve değişik arkadaşlara kavuşacaklar. Şimdilik Şuşu'nun güzel kızı Benek ve Dileğin Snoopy'sinin arasında okumaya devam etmekteler. Üst katlarında da fil Finnak oturuyor. Takıldıkları bir konu olursa bilgisine başvuruyorlar. Finnak entel bir fil, boynunda kaşkolu bile mevcut. Kısacası keyifleri yerinde okuyup tartışarak geçinip gidiyorlar. Arada Snoopy muzırlık yapsa da sorun çıkmıyor, gülüp geçiyorlar.

Moli ve Olaf'ı siz de evinizde misafir etmek isterseniz buradan buyrun:

http://cincucebobinhizmetleri.com

Banu Aksoy'a çok teşekkürler...

8 Şubat 2011 Salı

FALAN FİLAN

-Eldivenleri şimdilik çıkardık, atkı siyah paltomuza renk kattığı için takmaya devam ediyoruz.
-Güneş bedenimizi ısıtmasa da kalbimizi ısıtmakta.
-Kızkardeş pek fena grip oldu, ziyaretine gittik.
-Dönerken yolüstündeki ayakkabı boyacısına pek hayran olduk. Pırıl pırıl parlayan kocaman pirinç boya tezgahını bir ağaç dibine yerleştirmiş, pala bıyıklarını burarak bir yandan müşteri bekliyor, bir yandan da Tolga Çandar dinliyordu son ses, ağacın dalına astığı portatif teypten: "Kahve koydum fincana, hele de bakın Mican'a/Körolası kel Seyit nasıl da kıydın o cana"
-Bizim canımızsa fena halde bir Göksel Baktagir konseri izlemek çekiyor hem de konserin hem başında hem sonunda "Yalnız Sen"i dinlemek koşuluyla.
-"Yaban Koyununun İzinde" bitti, sıcağı sıcağına "İmkansızın Şarkısı"na başladık. Murakami'den yılın okuyucusu ödülü almak ya da komisyon koparmak arzusundayız.
-Bugünlerde gündüz olur olmaz saatlerde fena halde uykumuz geliyor, gözkapakları düşmek üzere şu anda bile. Lakin gece uykusunu ise koydunsa bul.
-Birinci çoğul şahıs kullandıysak hamile olduğumuz ya da karnımızda kurt bulunduğu için değil, şekil olsun diyedir. Neyse hoşçakalın, biraz uyuklamak için kaçıyoruz ben ve ben...

Hadi bir kıyak yapayım, tıklayın da ruhunuz dinlensin: "Yalnız Sen"

7 Şubat 2011 Pazartesi

ŞUBAT AYI SERGİ GÜNÜ

Hava güzel, gökyüzü güneşli, ben enerjik olunca haftaya keyifli bir başlangıç yapayım dedim ve Çağdaş Sanatlar Merkezi'ne doğru yola koyuldum. İyi ki de gitmişim zira çok beğendiğim bir serginin son günü imiş bugün, yarın gitsem o güzel resimleri göremeyecekmişim. "3'ümüz" adını taşıyan bu sergi Nuray Alemdaroğlu, E. Can Kafdağlı ve Mediha Bezgin'in yağlıboya çalışmalarından oluşuyordu. Farklı dallarda öğrenim görmüş bu üç hanım sonraları değişik atölyelerde usta ressamlardan resim eğitimi alarak bu alana yönelmişler. Her biri kendine esas aldıkları bir temada yaptıkları tabloları sergilemekteydiler. Yukarıda gördüğünüz güller Mediha Bezgin'in çalışması, gül teması sergideki sanatçıya ait tüm resimlere hakim. Puslu bir ışıkla resmettiği gülleri bende bir tülün altından seyrediyormuşuz duygusu uyandırdı ve çok hoşuma gitti.

Nuray Alemdaroğlu ise kendisine müzik ve dansı tema olarak belirlemiş. Piyano, çello, keman çalan kadınlar, erkekler, orkestra üyeleri, balerinler resmetmiş sanatçı. En az Mediha Bezgin'in gülleri kadar etkiledi beni.

Ve atlar; E. Can Kafdağlı bu asil ve estetik hayvanları seçmiş model olarak. Atlar benim için özgürlük duygusunu en iyi ifade eden hayvanlardır, sanatçının resimlerinde ise bu duygu tam olarak hissediliyordu. Sergiyi görmenizi şiddetle önerirdim ama ne yazık ki bugün sona eriyor. Ben bu üç yetenekli hanımı takipteyim, yeni sergilerini kaçırmamak arzusundayım. Buradan onlara başarı dileklerimi iletip ellerine sağlık diyeyim ve diğer katlardaki sergilere geçeyim.

Diğer iki kat Fransa temalı sergilere evsahipliği yapıyordu. "Fransa'da Türkiye Mevsimi" isimli bölümde Fransa'da açılan Türkiye'ye ve Türklere ait sergilerin afişleri, Türkiye ve Fransa'yı tanıtıcı projeksiyon gösterileri sergileniyordu. Bir başka salonda Azad Ziya Eren'in "80 Günde Fransa Alem" isimli fotoğraf sergisi vardı. Fransa'nın çeşitli kentlerinde çekilmiş çok ilginç ve güzel 100 ü aşkın fotoğraf izleyicilerin görüşüne sunulmuştu. Yukarıda bazı fotoğraflardan bir kolaj yaptım, tıklayıp büyüterek daha iyi görebilirsiniz.

Son kattaki sergi "Güzel Resim Geçmişe Aittir" adını taşıyordu ve izleyeni sıkıca silkeliyordu. Bir grup genç Fransız ressamın resim ve düzenlemelerinden oluşan sergide çağdaş yaşamın getirdiği gerilimin izlerini her çizgide görmek mümkündü. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz darağacına asılmış maket adamın önüne geçip fotoğraf çekerken adam aniden dile geldi, anlamını bilmediğim Fransızca sözcüklerle ardı ardına birşeyler söyleyip gülmeye başladı. Nasıl boş bulunduysam artık yerimden öyle bir sıçradım ki sormayın. Tam anlamıyla korkudan ödüm patladı. Ne olup bittiğini anladığımda ise bu defa gülmekten kendime gelemedim.

Efendim dallarına kafatasları asılmış bu korku ağaçlarını da size göstermesem içime sinmezdi:)) Tırsmış bir biçimde ayrıldım bu kattan ve kendime gelmek için yine Sanat Cafe'ye konuşlanıp çay istedim. O çok sevdiğim pembe çiçekli fincanda gelen çayımı yan masada derin derin sohbet ederek yemek yiyen ak saçlı, şık ve bakımlı 80'lik iki teyzeyi izleyerek içtim. Camekanlı kapıdan görünen gökyüzü berraktı, yoldan geçen araçların camından yansıyarak gözümü kamaştıran güneşi "İkindi güneşi güzele gelir" saptamasından dolayı mutlulukla kabul ettim. Lakin aynı ışık 80'lik teyzelerin üzerinde de çapkın çapkın oynaşıyordu, bilmem ki ne demeli:)))

Not: Ankaralı bloggerler, biraz evvel Can Kafdağlı Hanım'dan "3'ümüz" sergisinin 12 Şubat'a kadar uzatıldığı haberi geldi. Gidin görün derim ben...

5 Şubat 2011 Cumartesi

BİR KİTAPLA DİLE GELENLER

Bugün "Misket" isimli kitabın yazarı İnci Gürbüzatik'in imza ve söyleşi toplantısına katıldım. Kitaptan daha önce bahsetmiştim aslında, okuyalı birkaç ay oldu. Ankara'nın yavaş yavaş yokolmaya yüz tutan semtlerinden birinde geçen çocukluğunu anlatıyordu yazar. Ankara benim doğduğum, büyüdüğüm, gençliğimin geçtiği, Antalya'ya yerleştikten sonra bile bağlarımın hiç kopmadığı bir şehir, kısacası ilk göz ağrım. Ankara'yı herkes sevmez, sevense aşkla bağlanır, nereye giderse gitsin kopamaz. Büyük hayallerle, büyük ümitlerle yeniden varedilmiş bir şehirdir Ankara, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı şehir. Eğer Ankara'yı ilk kez bugünkü haliyle tanımışsanız sevmemenizi doğal karşılayabilirim ama benim çocukluğumun ilkgençliğimin Ankara'sı bambaşkaydı ve nice umutlara gebeydi. Bulvar boyunca uzanan akasya ağaçları, şimdi yerinde işe yaramaz bir heyulanın yükseldiği Kızılay binasının alçakgönüllü bahçesi, Gençlik Parkı'nın gölgeli yollarını süsleyen at kestaneleri, su kaskatları, kaskatların sona erdiği yerde sağlı sollu yerleşmiş, hemen tüm Ankara'yı ziyarete gelenlerin yanında fotoğraf çektirdiği kadın ve erkek heykelleri, orta direğin semaver eşliğinde Parktaki gazinolardan gelen ezgileri dinleyerek mutlu olduğu çay bahçeleri, 2. Meclisin park benzeri bahçesi, Ankara Palas'ın bibloya benzeyen narin güzelliği, kuleli binasıyla Gar Gazinosu, Bakanlıkların resmi yüzlü ama asil binaları, Kaleiçinin tahta döşemeleri gıcırdayan evleri, Kızılay'ın gerçekten meydan, Atatürk Orman Çiftliği'nin gerçekten çiftlik olduğu zamanlar, Milka, Begül, Bulvar Palas, Balin Otel, gençliğimizin mekanı Büyük Ankara Muhallebicisi, ilk açıldığı yıllarda gidenlere imrenilerek bakılan Gökdelen üstü Set Cafeteria ve Club X, Botanik Bahçesi... Hasılı saymakla bitmez Ankara güzellikleri. Çoğu yok artık, bir kısmı güya yenilendi ama ruhu kalmadı, bir kısmı başka ellere satıldı, kimi yıkıldı, kimi amacının dışında kullanılıyor (tarihi bir öneme ve muhteşem bir mimariye sahip bir bina neden bir kebapçıya evsahipliği yapar ki?), kimi bakımsız. Hala direnenlere sahip çıkmak için de pek fazla birşey yapılıyor sayılmaz (Hamamönü Projesi güzel bir çalışma, hak yemiyelim ama yetmez ki). Oysa yalnızca Ulus ve civarı bile bugün yazarın da söyleşisinde belirttiği gibi bir açıkhava müzesi olmayı hakediyor. Çocukluğumun Ankara'sı büyümeye hevesli, coşkulu bir ergen gibiydi, şimdiyse şehir vaktinden önce ihtiyarlamış, yorgun bir insan sanki.

Kitapta yazarın çocukluğu var, anıları var, yakınları var ama en çok Ankara var, daha özele gidersek Ulus'taki Misak-ı Milli Mahallesi var, Tayyare Sokak var, Suluhan Sokak var, Doğan Sokak var, Taşdöşeme Sokak var, Karyağdı Sultan, Tezveren Sultan türbeleri var, Manav Aliye'nin, şekerci Dilara'nın dükkanları var. İsimleri bile masalsı bir tad taşıyan bu sokaklar, mekanlar yakın bir gelecekte sadece bu kitapta var olacak ne yazık ki. Çarpık kentleşmeye, rant kaygısına kurban giden pekçok yer gibi Ankara'nın bu tarihi mahalleleri, evleri yavaş yavaş yokolmakta. Bugünkü söyleşinin konusu da kitapta sözedilen mekanlar ve ne yazık ki yokolup giden kültürel mirasımız üstüneydi. Çoğunluğunu aynı kuşaktan insanların oluşturduğu izleyicilerin hepsinin ortak kaygısı buydu. Bizim kuşak sanırım globalleşmeye çok yatkın değil, eşyalarını her yıl yenileyip modernleştirmektense dededen kalan konsolu, nineden kalan tuvalet masasını evinde görmekten mutlu olan kişiler gibiler. O insanlar geçmiş yıllardan, anılarından izler buldukları her bina yokoldukça ya da işlev değiştirip başkalaştıkça hayatlarından birşeyler yitiriyorlar sanki. Bir şehri şehir yapan, ona kimliğini katan binalar, mekanlar, alanlar hep varolsun, yıprandıkça aslına uygun yenilensin istiyorlar ama heyhat. Şehre anlam veren, ruh veren yerler yavaş yavaş yokoluyor bize de boynu bükük izlemek kalıyor. İnci Gürbüzatik'in bu kitabı bu nedenle de çok anlamlı; mahalleler biter, sokaklar yokolur, binalar kaybolur, söz uçar ama yazı kalır...

Sıcak sohbeti, içtenliği, Ankara sevgisi, güler yüzü, o çok duygulu ve lezzetli kitabı için İnci Gürbüzatik'e çok teşekkür ediyorum ve Ankara sevdalılarına bu kitabı bir kez daha öneriyorum...

4 Şubat 2011 Cuma

YIKIK BİR ÇOCUK BAHÇESİ GİBİYDİ YÜZÜ*

"Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü"

Bugün bizim mahallenin çocuk bahçesinin önünden geçerken soğuk nedeniyle gözüme çarpan ıssızlık yukarıdaki dizeyi çağrıştırdı. Dize, çok sevdiğim şair, yazar, fotoğrafçı, gezgin kısacası tam bir aktivite adamı Akgün Akova'ya ait. Bütün kitaplarını yutarcasına okumuşumdur, şiirlerine bayılırım. "Aşk ve Kuyrukluyıldız" adlı şiir kitabı çıktığında günlerce elimde kitap yüksek sesle şiir okumuş ve Öğretmenler Odası sâkinlerini baygınlık derecesine getirmiştim. "Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü" dizesi sadece bir dize değil, bir kitabın da adı. Aslında oldukça eski bir kitabın, 1997 yılında ilk baskısı yapılmış, Bosna'daki savaşı, soykırımı daha çok çocuklar üzerinden anlatan bir kitabın adı. Zaten son zamanlarda gezi ve fotoğraf kitaplarına ağırlık verdi Akgün Akova, en son şiir kitabı "Sevdiğim Kadın Adları Gibi" 2002'de yayınlanmıştı. "Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü" beni çok etkileyen bir deneme kitabıydı. Aşağıdaki bölümü yazarın sitesinden aldım, kendi kitabım Antalya'da çünkü, çok etkileyici gelmişti bana okuduğum zaman da, şimdi yeniden okuyunca da...

"Toza ve kana bulalı üç çocuk, ölü askerlerin üniformalarını sırtlarına geçirmiş üç çocuk, gözyaşı bezleri kurumuş üç çocuk bir tepeden Mostar'a bakıyorlar. Kent ateşler içinde, yanan evlerden kapkara dumanlar yükseliyor. Çocuklardan biri, kolları içinde yitip gitmiş yeşil renkli giysisiyle burnunu silerek soruyor:
"Bu evleri neden yakıyorlar biliyo'musunuz?"
"Hayır" diyor diğerleri... "neden yakıyo'lar?"
"Savaş bitsin diye."
Diğerleri anlamsız bakışlarla karşılık veriyorlar. Öbürü açıklıyor:
"Uçan dumanlar gökyüzünün en tepesine çıkacak. Orada Tanrının boğazına kaçıp onu öksürtecek. O da kızacak insanlara. 'Savaşmayın' diyecek. Savaş o zaman bitecek."


Mizahtan, çizgi romandan, popüler kültür üstüne yazılardan hoşlananlar için bir kitap önerisi yaparak kaçayım:

"Şehre Göçen Eşek"/Levent Cantek

İletişim Yayınları'ndan yeni çıktı...

Başlıktaki Kitap:
Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü/Akgün Akova
Çınar Yayınları/4.Basım 2007

3 Şubat 2011 Perşembe

SABAHIN YEMİŞİ BİR TANE ELMA

"Sabaahın yemişi bir tane elma
İlahi canım al yarimi almaa ay Osman"

Bu ne diyecekseniz hayvani gıdanın yasaklandığı haftada meyve-sebzeye güzelleme yapan her türlü türküyü, şarkıyı söyleyerek konsantrasyonumu arttırmaktayım. Ben ki peynirsiz-hele de beyaz peynirsiz-kahvaltıyı kahvaltıdan saymayan bir Adem kızı olduğum için izin verilen zeytinleri pek de hevesle yediğim söylenemez. Üstelik kış sebzelerini de sevmiyorum. Ispanak, pazı bir derece ama onları da hem yıkaması dert bu soğukta hem de yoğurtsuz, yumurtasız bir nevi yosun yermiş gibi oluyor. Hasılı bu haftanın otçul diyetinden sonra "vejetaryanlık" neyse de "vegan" olamayacağıma kesinlikle karar verdim. Olanlara saygım sonsuz, hele peynirsiz yaşayabildikleri için önlerinde şapka çıkartıyorum.

Dün öğleden sonramı bir alışveriş merkezinde geçirdim, almam gereken bazı şeyler vardı. Soğuktan havuca dönmüş burnumla ilk girişte yüzüme çarpan sıcaklık pek güzel geldi ama sonrasında bir kolumda paltom, atkım, diğer kolumda çantam, ilerleyen saatlerde bunlara aldığım şeylerin poşetleri de eklenince resmen işkenceye dönüştü alışveriş. Hep söyleriz kızkardeşle bu AVM'lerin girişlerinde palto-paket emanet kulübeleri olmalı, varsın bir bedel karşılığı olsun ama hiç olmazsa gereksiz yükleri elimizde taşıyıp helak olmayalım. Kış günlerinde giysi denerken bile sorun oluyor. Soyunma odalarında bir askıya palto, bir askıya çanta, bir askıya üzerinden çıkan giysi, birine denenecek giysi derken zaten kıt olan askı miktarı yetersiz kalıyor ve o daracık klastrofobik yerde saç-baş bir yana gidiyor. Bacaklarının arasına deneyeceğin giysiyi sıkıştırıp bir yandan yere değip kirlenmesin diye uğraşırken sürekli asıldığı yerden düşme eğilimleri gösteren palto ve çantayı denetlemek, bot ve çizme gibi en zor çıkan türden ayakkabıları-hele ki pantolon deniyorsan-bağlayıp çözmeye çalışmak, bir taraftan da habire kapıyı tıklatıp "boş mu?" diye soranlara cevap yetiştirmek nefret edilesi bir durum. Ben bunlarla cebelleşirken yan kabinden tiz bir kadın sesi sürekli emirler yağdırıyordu kadın soyunma bölümünde ne işi olduğuna akıl erdiremediğim kocasına: "Haaaaaruuuuun, 14 beden büyük geldi, bunun 12 sini bulsana". "Tamam" diyor adamcağız gidip getiriyor. Az sonra bir daha: "Haaaaruuuun, bu pantolon iyiymiş, siyahını da getirsene". Harun hemen koşup siyahı sunuyor eşine. Derken bir çığlık daha "Haaaaruuuuun, bunun ceketini de alsak mı ki?", "Haaaruuuun, bak bakalım güzel olmuş mu?". Bu böyle ben diyeyim 5, siz deyin 10 kere tekrarlandı, Harun gık demeden görevini yerine getirdi. Giysi denemeyi falan bırakıp çıkıp adamı tebrik etmek ve "Yılın Kocası" ünvanını vermek geldi içimden. Her eve bir Harun lazım, konsantre boy, ihtiyaç anında kapak açılacak:))

Sonraki girdiğim mağazada eleman azlığı nedeniyle yere konmuş ayakkabı kutuları arasından kendime uygun olanı bulmak üzere eğilmiş aranırken biri dürttü, ben başımı kaldırma fırsatı bulamadan "Ya şuna baksana, alalım diyorum" dedi. "Neyi alacağız, bu kim?" şaşkınlığıyla kafamı kaldırdığımda sarışın bir genç kızla gözgöze geldim. Kıpkırmızı oldu ve "Ayyy pardon, sizi annem sanmıştım" dedi. Bu durum siyah-beyaz Türk filmlerinde olur zannederdim ama gerçek hayatta da oluyormuş meğerse. Neredeyse "Bana da anne diyebilirsin evladım" deyip bağrıma basacaktım:)

Alışveriş maceramı süpermarkette sonlandırdım (her zamaki gibi tekerleği en bozuk market arabasını seçmeyi başararak), uzun bir kasa kuyruğunu sabırla tükettikten sonra aklımda aldığım bir demet semizotunun neden bu kadar ağır çektiği sorusuyla Metronun yolunu tuttum. Eve gelip paketleri açtığımda cevabı buldum. Semizotunun kağıdın altında kalan sap kısmında özenle sıvanmış en az yarım kilo çamur vardı. Bu da şeytanî bir Zihni Sinir projesi mi acaba diye düşünmeden yapamadım?

Ankaralı okurları için not: Nazlı Eray 5 Şubat Cumartesi günü Cepa AVM'deki D&R'da saat 15.00-17.00 arasında kitaplarını imzalıyor...