Yazın sonuna geldik, hastane ziyaretleri dışında seyahatimiz olmadı. Çok pis nazarlara geldik değerli kârilerim, boncuk gönderme, kurşun dökme, nazar duası okuma (benim gibi 7 uyurları sıralamayın sakın) gibi eylemlerinize talibim 😂 Canım fena halde ortam değiştirme çekiyor ama bulunduğum ortam da beni çekiyor, bir yerlere kımıldayamıyorum, adeta yapıştım. Ya kısmet diyelim çıkmadık yazda umut vardır, bakarsın falımda üç vakte (ay ve yıl olmasın lütfen) kadar bir yol görünür.
Dün Nesrin Sipahi'nin yaşam öyküsünü konu alan bir kitap bitirdim. "Sahnelerin, Radyoların, Plakların Hanımefendisi" alt başlığıyla sanatçı anlatmış, Murat Beşer kaleme almış. Kitap bittiğinde Nesrin Sipahi'den ziyade Türkiye'deki gazino hayatı hakkında bilgi sahibi olmuştum. Sanatçı çok ketum, zaten anladığım kadarıyla eşinin gölgesinde, sansasyona kapalı bir hayat yaşamış. Tüm angajmanlarını eşi halletmiş, o radyoda, sahnede, konserlerde mesleğini, evinde de ev kadınlığını icra etmiş. Kısacası beklentiniz magazinel ise o açıdan beklediğinizi bulamayacaksınız. Annelerimizinkine benzer bir ev hayatı ve ek olarak çok yorucu bir sahne çalışması. 3 ay her akşam, haftada iki defa da gündüz sahnede şarkı söylemeye ne ses dayanır, ne bünye ama becermiş gerçekten, takdir edilesi bir hayat ve 94 yaşında hala dimdik. Çok yaşasın, Türk kadın ses sanatçıları içinde billur gibi sesiyle en sevdiklerim arasında ilk sırada gelir, hele "Ankara Rüzgârı"nı ne güzel söyler:
Şarkıyı aramak için Youtube'a girince çok sevdiğim bir başka şarkı gözüme çarptı yan tarafta, açtım dinledim. Sözleri Karacaoğlan'dan, bestesini Sadi Hoşses'in yaptığı mahur makamındaki şarkı "Sabret Gönül". Mustafa Sağyaşar öyle bir söylemiş ki paylaşmadan edemedim, dinleyin derim:
Şimdi bunu yazınca aklıma anneannemden bir anekdot geldi. Benim anekdotların yüzde 80'i anneannemden zaten. Ben daha ilk ya da ortaokuldaydım, bir seçim zamanı. Mezunu olduğum Kız Lisesi'nde sandığımız. Anneannemin okuması yazması yok, oy vermek istediği partiyi babama güzelce tarif ettirdi, amblemini, sırasını ezberletti babam. Anneannem kabine girdi, çıktı, yazabildiği tek şey olan "Zarife"yi imza olarak yazdı ve yanımıza geldi. "Ne yaptın?" dedi babam, "buldun mu mührü basacağın partiyi?". "Buldum" dedi anneannem, "bastım mührü ama tam çıkacaktım yan tarafta bir de kuzu vardı, pek güzeldi. Kıyamadım, bir de kuzuya bastım". Kuzu dediği o yılların Güven Partisi, amblemi de koç. Hayvansever anneannem hazır kabine girmişken hoşuna gitti diye bir de ona basmış benim hesap. "Ankara Rüzgarı" diye gir, "Sabret Gönül" diye çık, genetik işte 😂 O zaman çalsın sazlar, oynasın kızlar 😂
Anneannem deyince o da pek meraklıydı gazinolara gidip şarkı, türkü dinlemeye. Hele de "Erol Burçböyük" varsa pek memnun olurdu. Bir yandan dekolte giyinmiş kadın sanatçılara söylenir, bir yandan da gözünü ayırmadan seyreder ve dinlerdi. Ah anneannem be, yanlış yerde, yanlış zamanda doğmuşsun, ne sefa kadını olurmuşsun ortamını bulsaydın. Kitabın sayfalarını çevirdikçe o yıllara geri döndüm. Ne çok gazinolara gidip ne çok sanatçıyı canlı olarak dinlemiştim. O yıllarda memur bütçesiyle bile yapılabiliyormuş bu tür şeyler. Kimi zaman babam eşliğinde, kimi zaman kuzenimle ki üniversite öğrencisiydi, her Ankara'ya gelişinde öğrenci harçlığıyla götürürdü bizi, kimi zaman kadınlar matinelerine arkadaşlarla rahatça gidip en ünlü sanatçıları izlerdik. Kimi zaman şimdi yıkılan Atatürk Spor Salonu'ndaki yardım amaçlı konserlere giderdik. Bazen de Yenimahalle'deki evimizin dibinde olan Güneş Açık Hava Sineması'ndaki konserlere koştururduk, aklımda "Helvacı Helva" diyen "Mavi Işıklar" grubu kalmış. 12 Eylül öncesi katıldığımız son konser ise müthiş coşkulu Cem Karaca konseriydi. Şimdi sahneyi Selda'ya bırakalım:
Şimdi yabancı gibiler"