.

.
.

24 Eylül 2025 Çarşamba

DUVAR RESİMLERİNİN PEŞİNDE

Sevgili Cerenimiz geçen günkü yazısında günlük rutinini yazmış ve bizleri de günlük rutinlerimizi yazmak için davet etmiş. Ankara'da günler biraz daha yavaş akıyor sanki, hep aynı minvalde devam edip gidiyorum.

Bir süredir erken yatmaya gayret ediyorum, zira uzun yıllar gece 12'den önce yatağa girmedim, girdiğimde ise uyuyamadığım geceler çok oldu, bunun üzerine yatma saatimi 10.30-11.00 civarına çektim ve Magnezyum takviyesi de alınca nispeten uyuyabildiğim gecelere kavuştum. Hâl böyle olunca da günlük rutinim erken başlar oldu:

7.00-Saat kurmuş gibi uyanma, çünkü o saatte ilaç içiyorum ve vücut ritmim kendini buna uydurdu. Uyandıktan sonra eğer gece iyi uyuyamamışsam kendimi biraz daha yatakta bırakıyorum uyur ya da uyanık. Uykumu almışsam kalkıp çay koyuyor, kahvaltı hazırlıyorum. Sonra ya kitap okuyarak, ya film izleyerek, ya da tablette şeker patlatarak kahvaltımı ediyorum keyfimi bozmadan. Bu arada evin yüzde 50'si henüz uykuda oluyor.

9.00-Ortalık toparlama, varsa makineye çamaşır atma, bulaşık makinesi çalıştırma, yıkanan çamaşırları asma gibi domestik faaliyetlerle geçiyor zaman. 

11.00-Önceden kalma yemek yoksa mutfağa giriyor ve tercihan iki gün yenebilecek şekilde yemek hazırlıyorum. Bazen dışarı çıkmayacaksam öğleden sonraya da kalabiliyor bu faaliyet.

14.00-Kızkardeş ya da arkadaş buluşması, ikisi de yoksa yürüyüş için evden çıkma. Eğer canım çekmiyorsa evde miskinlik. Genelde kitap ya da film eşliğiyle.

19.00-Akşam yemeği hazırlıkları, yemek, bulaşık toplama, ardından çay vs vs

22.00-Babam sağken eğer bizdeyse saat on oldu mu "Zatım yatmak yapıyor" der ve evde kim varsa hepsine ayrı ayrı "İyi geceler" diyerek odasına giderdi. Şimdi ben devraldım bu işi, "Zatım yatmak yapıyor" diyor ve inime çekilip kitabımı okuyarak uykumun gelmesini bekliyorum. 

Sıkıcı Ankara rutinim burada sona erdi. Hafta sonu biraz daha hareketli oluyor tabii, çocuklar geliyor falan.

Bugün öğleden sonra kendime Mural Festivali hediye ettim. Çankaya Belediyesi'nin düzenlediği bu etkinlikte Eylül ayı boyunca müsait olan binaların dış cephelerine duvar resimleri yapılıyor. Bir kısmı tamamlandı, bir kısmının yapımı devam ediyor, üçü bizim eve yürüme mesafesinde olunca "Ya kısmet" dedim ve düştüm yola. Önce Binek Taşı Sokağa yöneldim, o yol üstüydü çünkü. Farkettim ki yıllardır bu civarda oturmama rağmen ne Bardacık, ne Binek Taşı Sokağa hiç girmemişim, şaşırdım sokakların güzelliğine. Müteahhitlerin gözüne çarpmaması dileğiyle baktım ağaç dolu bahçeler içindeki eski ama kişilikli apartmanlara, öyle güzeldiler. Derken ilk mural göründü:


Bardacık ve Binek Taşı Sokağın kesiştiği yerde, bir yüzü Bardacığa, bir yüzü Binek Taşı'na bakan yuvarlak konumlu bir binada başlamışlar balıkların resmedildiği bu duvar resmine, henüz bitmemiş. Resimleyenler kendilerini dinlenmeye almışlar, sohbet ediyorlardı. Biraz fotoğraflayıp Kennedy Caddesi'ne kırdım rotamı. Yine her iki yanında gümrah bahçelerle çevrili eski Ankara apartmanlarının olduğu Beykoz Sokak'tan Büklüm'e, oradan da Kennedy Caddesi'ne geçtim. İlk yapılan mural caddenin başındaki, yan tarafındaki boş arsa otopark olarak kullanınan apartmanın otoparka bakan yanına yapılmış. En çok onu beğendim:



Sonra Kennedy Caddesi'ne tırmanıp karşı kaldırımdaki 22 numarayı buldum:


Murallar bitmişti şimdilik, Tunus Caddesi'nden gitmek istediğim için geri döndüm, yokuş aşağı inerken karşıma şu minnoş çıktı:


Bunun bir de kapkara kardeşi vardı ama o poz vermek istemedi. Ben de onun yerine rengi kahverengiye dönüp kurusa da her haliyle güzel olan at kestanesi yapraklarını fotoğrafladım, arkadan vuran güneşle dantel gibiydiler:


Evin yoluna vurdum kendimi bundan sonra, yol üstü öğrendim ki Bestekar Sokağı kesen bir de Güfte Caddesi varmış. Bestekar Sokak ismini 1950'li yıllarda orada oturan kadın bestekar Nazife Güran'dan almış. Ne bestelediğini merak ederseniz aşağıdaki linkte bestelerinden biri seslendirilmiş:


Atkestanesine dikkatinizi çekerim, gövdesinde üç tane göz sizi izliyor 😂 Kalın sağlıcakla...

21 Eylül 2025 Pazar

RUTİN DIŞI 12


Final ipini göğüslüyoruz bugün ya da potaya son topu attık, fileyle vedalaştık diyelim ve "Şimdilik" diye de ekleyelim. Dünya ikincisi kızlarımızdan hareketle bize de "Rutinin Sultanları" adını verip kendimizi onore edelim (Ne gadan da alçakgönüllüyüm😂). Kaptanımız Lesliyan'ın "Yay Günlüğü" ile başlattığı bu ortak seriye bayılıyorum ilk yazıdan bu yana. Üç-beş kişiyle başladığımız günlükler aramıza katılan dostlarla çoğaldı, güzelleşti. Yeni hayatlardan haberdar olduk, yeni maceralar okuduk, aile bireyleriyle tanışıklığımız oluştu sanal alemden de olsa, hasılı pek yahşi olmadı mı balalar 😂 Bunu yazınca aklıma geldi, bir vakitler, blogumun ilk yıllarında Azerbaycan'da yaşayan Azeri Türkü bir blog arkadaşım vardı, çok severdim, yorumlaşır, birbirimize kart, kitap falan yollardık. Uzun süredir izine rastlamıyorum, keşke bu yazıyı okusa da yine haberleşsek. Kaptanımız Kasım ayında buluşma sözü verdi, o zamana kadar kendimize iyi bakalım. Ben ayrıca Kova Günlükleri için de sabırsızım, geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, zaman sanki bir rüzgar ve bir su gibi aksın (Bu şarkıyı Saatli Maarif Takvimi'nin yayıncıları mı yazdı acep?) Biraz daha bu paragrafta oyalanırsam blogu su basacak 😍

Dün Ankara'daki evin bir zamanlar annemlerin yatak odası, sonrasında annemin pencereden dışarı bakma odası, ardından kızkardeşin odası, son olarak oğlumun odası olan ve şimdilerde benim el koyduğum odada yatağa uzanmış kitabımı okuyordum ki pencerenin ardından tıkırtılar geldi. Önce panjur tıkırdıyor sandım ama bizim panjur içerde, şu eski tip olanlardan. Tıkırtı devam edince, üst kattan bir şeyler atılıyor olabilir dedim oysa apartmanda ilaç için bile çocuk yok. Merak okuduğum sürükleyici kitaba galip geldi, panjuru hafifçe aralayıp dışarı baktım, mahallenin Beşiktaşlı saksağanı imiş. Koca gagasını pencere kanadının altına sokup yuvarlak yuvarlak bir şeyler çıkarıyordu, yiyor mu, yutuyor mu anlayamadım. Ürkütmemek için açamadım da kanadı, vardır bir bildiği deyip kitabıma geri döndüm. Bugün balkona çıkınca aklıma geldi, ne buluyor hayvan orada diye pencereye yanaştım, yenecek bir şey yok ama denizliğin iç tarafına sanki minik taşları ya da pervazdan söküp çıkardığı tahta parçalarını istiflemiş. Gittim gugılladım, biyoloji okuyalı milyon yıl oldu haliyle, eh taşlık varmış hayvancağızda, normalde kum yerlermiş ama bizim saksağan horoz kadar var maşallah taş ancak öğütür yediklerini. İmdat dostlar, balkondaki domateslere dadandıkları yetmedi kuşlar şimdi de evimizi yiyor, Hitchcock neredesin?

Saksağan apartmanı yiyedursun benim de karnım acıktı. Normalde geç kahvaltı yapar, öğle yemeği yemem ama bugün pek erken uyandım, kahvaltı da erken oldu. Canım yemek istemedi, gittim  Hatay Pazarı'ndan aldığım peyniri kızarttım, yanına da bir dilim ekmek. Afiyet oldu. Peynir kızartma işine çocukken Heidi kitaplarını okuduğumda takılmıştım. Heidi fanıydım, hoş hâlâ öyledir. Hepimizin bildiği Alp dağlarındaki kitabından sonra "Heidi Büyüdü" ve "Heidi Evlendi" isimli devam kitaplarını da okumuştum. Heidi Büyüdü'yü her okul çıkışı uğramasam günüm eksik geçecekmiş duygusuyla gittiğim minicik ve loş Kanarya Kitabevi'nde gördüğümden beri babamı alması için darlamaya başlamıştım. O inatla "Aybaşında maaşı alınca" dese de her akşam "Heidi Büyüdü" diye mızıldıyordum. Sonunda anneannem dayanamadı, "Eydi Büydü ne kız, ben alayım?" dedi. Kaçırır mıyım, kaptım 2,5'luğu, okul çıkışı Kanarya Kitabevinde idim. Vay be 2,5 liraya kuşe kapaklı, renkli resimli, pırıl sayfalı Eydi Büydü almışım, nereden nereye, babalar da 2,5 lira için aybaşını beklermiş. İşte ben bu Heidi'leri okurken o velet de boyuna dedesiyle peynir kızartıp yerdi. Benim de ağzımın suları akardı. Ne bilcen o yaşta peynirin âlâsının ve de kızartamaya uygun olanının Alpler'deki ineklerin sütünden yapıldığını ve dahi fondü diye bir şey olduğunu. Anamın da başının etini yemeğe başladım, bu defa "Peynir kızart" diye. Kadın en sonunda bezdi, tavada Sana yağı (margarinle büyüyen kuşak stayla) eritip beyaz peynirleri dizdi. Sonuç sıcak beyaz peynir oldu, üstüne pul biber serpip yedik, güzeldi valla, belki Heidi'ninkinden de güzel. Neyse ki hellimler çoğaldı da çocukluk hayallerimden biri daha gerçek oldu 😋

Gaybubetinizde bir kitap daha okudum, Eva Dolan'dan "Böyle Bitti". Ankara'ya geldiğim ilk günlerde almıştım, kitaplıkta sıra bekliyordu, acıdım haline öne çektim, aslında aklımda Amor Towles'in son kitabı vardı. Hiç fena değilmiş, 1,5 günde bitiverdi. İki kahramanın biri şimdiyi, diğeri öncesini anlatıyor, değişik bir üsluptu ve sevdim, ufaktan polisiye havası da vardı. Amor Towles'le Eylül kapanışı yapmaya karar verdim, bugün de Naomi Alderman'ın "İtaatsizlik"ine başladım.

Bir seriyi de bu yazıyla tamamlarken sizlere ismimle müsemma bir buket yolluyorum efendim, kabul buyrunuz. Fotoğrafı yanılmıyorsan X'teki, "Peyzaj Bitkileri"nden aldım, helal etsinler 😀




19 Eylül 2025 Cuma

RUTİN DIŞI 11

 

Sabah elimde çayım mutfak penceresini açıp havayı bir koklayayım dedim, gökyüzü bulutlu, epeyce de rüzgarlı idi dışarısı. Tam pencereyi kapatıyordum ki gözüm arka cephedeki istinat duvarına ilişti. Evimizin bulunduğu bölge bir çeşit vadi gibi, caddenin iki tarafından yükselen apartmanların arka cepheleri tepelere bakıyor. Ankara'nın merdivenli sokakları çıkar sık sık karşınıza cadde boyu yürürseniz. O nedenle karşılıklı sıralanan apartmanların arka tarafları hep istinat duvarıdır, o duvarın üstünden çok katlı apartmanlar hepimize tepeden bakar 😊 Ön cepheden pek hoş görünen apartmanların bile arka tarafları gri renkli, sevimsiz, yüksek bir beton duvardır. Yalnız ne hikmetse yanımızdaki apartmanın istinat duvarı ön cepheden de daha renkli bir manzara sunuyor. Henüz yıktırılmamış kömürlüklerin üstünde tohumlarını kuşların mı getirdiği, rüzgarla mı uçup gelen hudayinabit ağaçlar var. En görkemlileri üç aylandız. Kokarağaç, osuruk ağacı gibi isimlerle de anılsalar ben henüz kötü kokularına denk gelmedim. Üstelik bu mevsimde salkım salkım açan çiçeklerini de pek severim:


Aylandızların arasında, adeta onlar tarafından korumaya alınmış gibi duran pek güzel bir çam ağacı mevcut. Kışın kar yağınca süklüm püklüm arka cepheye adeta İsviçre görünümü veriyor 😁. İstinat duvarını ise gümrah bir Amerikan sarmaşığı kaplamış, hatta oraya sığamamış, bizim duvarın da yarısına kadar uzanmış sağolsun, otoparkımıza renk katmış. Gördüm ki sonbahar havasına da girmiş, tek tük kırmızı yapraklar mücevher gibi parlıyordu yeşillerin arasında. Tüm bunlara pasaklı arka bahçenin içinde muhtemel ki yine hüdayinabit yetişen bir yabani incir imrenerek bakıyor. Bizim apartman ağaç yönünden beddualı sanki. Buraya taşındığımızda arka bahçede, kömürlüklerin hizasında cılız bir dut ağacı vardı. Çocuklar dallarına asıla asıla hallettiler. Cadde boyu ise akasya ağaçları sıralı. Bir tek bizin apartmanın önü boş, Yine taşındığımızda bir kuru ağaç vardı, o zamanlar zemin katımız bakkaldı, kızınca rengi bordoya dönen Ahmet Amca. O kurumuş ağacı kesti ve yerine bir fidan dikti, eğilip bükülmesin diye yanına bir sopa gömüp bağladı. Ne oldu dersiniz, fidan kurudu, sopa yeşerdi 😂 Lakin ona da yoldan geçen bir araba çaptı, büyümeye ömrü vefa etmedi, şimdi tüm apartmanların önünde bir ağaç var, bizimki halka açık 😂

Öğlen kızkardeşle buluşmak için evden çıktım, iyi ki montumu almışım, rüzgar hayli sert esiyordu. Ankara bugün ciddi ciddi sonbahar havasına girmiş, eğer bu ön gösterim değilse. Henüz yapraklar dökülmeye başlamamış ama tek tük sararmalar başlamış ve ateş dikenleri. Turuncu turuncu açmaya başlamışlar, yakında kızarır ve gri Ankara kışlarının yegane rengi olurlar:


Kızkardeşin göz kontrolü için önce hastaneye uğradık, sonra bir miktar alışveriş yaptık. Hatay ürünleri satan bir dükkana pomelo gelmiş ki kendisine bayılırım, hemen kaptık birer tane, eh girmişken Hatay'ın kızartmalık peyniri ve biberli ekmeği de girdi alışveriş poşetine. Sonra da kahve içmeye gittik

Eve döndüğümde caddenin ortasına rastgele bırakılmış bir scooter gördüm, pes dedim. İnsanların lakaytlıkları abartılı boyutlara ulaştı. İki saat orada trafiği aksatarak bekledikten sonra yolcu indiren bir taksinin müşterisi gidip kenara çekti. "Nereye Payidar?" diye bir oyun izlemiştim üniversite yıllarımda AST'ta. Şimdi ortalık yere bağırmak istiyorum, bu sorumsuzlukla "Nereye Payidar nereye?",,, 

17 Eylül 2025 Çarşamba

RUTİN DIŞI 10

 

Ekmekçi Kız'dan sonra en birinç, daha doğrusu en ikinç benim 😂 Onuncuya gelivermişim maşallah. Niye öyledir hala çözemesem de fazla yazı göz çıkarmaz diyor ve devam ediyorum.

Storytel'de eskiden okuduğum yerli klasikleri tekrar ediyorum, dinlemek ayrı bir zevk zira, hem unuttuklarımı hatırlıyor, hem de ne kadar güzel yazdıklarına şaşıp hayran oluyorum. Sabah "Sinekli Bakkal"ı bitirdim. Ortaokulda iken okumuştum, yıllar sonra hafıza tazelemek iyi geldi. Az evvel de Adalet Ağaoğlu'nun Dar Zamanlar Üçlemesi'nin ilk kitabını dinlemeye başladım. Esasen üçlemenin üç kitabını da iki kere kıraat etmişliğim var zamanında ama hem yazarı, hem de bu kitapları öyle çok severim ki bir kez de dinlemek istedim. İlk kitap "Ölmeye Yatmak", okuyanlar bilir kitap Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'nın bir küçük kasabasında düzenlenen müsamere ile açılır. Akşam yemeği hazırlarken dudağımın ucunda bir gülümseme ile dinledim. Aklıma öğretmenliğimin ilk yıllarında okulda düzenlenen bir eğlence gecesi için hazırladığımız koro geldi. Okulda müzik dersi yoktu o zamanlar (meslek lisesi stayla) ama Müzik Kolu vardı. Hal böyle olunca kolun görevli öğretmenleri öğretici, öğrenciler de koro elemanı oldular otomatik olarak. Biz iki arkadaştık, daha önce bir koroda faaliyeti olan arkadaşı koro şefi yaptık, ben de türkülerin öğreticisi oldum. Sonra eski bir öğrencimiz katıldı bize yardımcı olarak, çok ilginçtir ki Ticaret Lisesi'ni bitirip azmederek konservatuar kazanmıştı. Hem sazıyla türkülere eşlik ediyor, hem de bize bazı türküleri öğretirken destek veriyordu. Müzik Kolu'ndakiler otomatik olarak korist olduğundan içlerinde fena halde bet sesliler vardı 😂 Bet seslilerin en bet seslisinin babası savcı idi, boyu da hayli uzundu. O bet ses duyulmasın diye, hem de boyu çok uzun olduğu için koronun en arka sırasına almıştık.  Rahmetli müdürümüz statüye pek önem verirdi. Bir gün provayı izlemeye geldi. "Kerpiç Duvar Yan Uçtu" diye bir türkü öğretmişiz, arkadaşım onu yönetiyordu ki, müdür sahneye çıkıp "Dur" dedi. Koro durdu, savcının bet ses oğluna baktı, "Sen neden en arkadasın, gel bakayım öne" dedi, oğlanı en öne aldı, sonra koroyu yöneten arkadaşa döndü, "Buna solo söyletin" dedi. Ben sahne altında saç baş yoluyorum, çocuk zaten şarkı söylemiyor, arada gak gak der gibi ağzını açıp kapatıyor. Sadece ses kötü değil, ritm duygusu da yok. Ama olsun, babası savcı ya gerisi hikaye. Koroyu yöneten arkadaşı kenara itti, savcının oğluna "Geç bakayım ortaya, haydi söyle" dedi. Çocuk sözleri bile bilmiyor ki doğru dürüst, bakıyor öyle, bir de heyecanlandı garibim müdürün özel ilgisinden. Baktı çocuk söylemiyor aldı sazı eline müdürümüz, orkestra şefi gibi gibi el kol hareketleri yaparak kendi söylemeye başladı: "Kerpiç duvardan düştüm". Sözler yanlış, müdürün sesi savcının oğlundan da bet, sürekli tekrarlıyor, çünkü gerisini bilmiyor: "Kerpiç duvardan düştüm". Korodakiler gülecek gülemiyor. Baktı çocukta tık yok, döndü arkadaşa, "Bunu çalıştır, solo söylesin" dedi gitti. O gider gitmez çocuğu eski yerine aldık, "Aç kapa oğlum sen ağzını yeter" dedik. Bakın neler hatırlattı bana "Ölmeye Yatmak".

Yazıya başlamadan önce bir film izledim. Bu aralar gündemde olan "The Roses"i. Başrollerde Olivia Colman (ki bayılırım) ile Benedict Cumburlop (O soyadı yazmak çok zor) vardı. 


Filmin konusu çok matah değil ama benim derdim de filmin konusundan ziyade oyunculardı, ikisini birarada izlemek gerçek bir keyifti, şahaneydiler. Yalnız Oliviacığımızın kıyafetleri neden o kadar bol ve çirkindi bilemedim. 

Bu ayın üçüncü kitabını bitirmek üzereyim, "Buradan Bir Britt-Marie Geçti". Edebi anlamda çok müthiş değil ama esprili ve sevimli bir kitap, üstelik bazı bölümlerde de taşı gediğine koyuyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Bu ay kalın kitaplar okuyorum, o yüzden yavaş gidiyor. "Mutluluk İhtimali"ni çok beğendim, keza "Çalınan" şahaneydi. Irkçılık, azınlıklara yapılan baskılar, madencilik yüzünden bozulan doğa dengeleri, ren geyiklerinin yaşama alanlarına müdahale, iklimsel değişiklikler dünyanın başına dert. Sosyal devlet diye imrendiğimiz İsveç'in tanıdık bir ülkeyle bazı alanlardaki benzerliği de şaşırtıcı idi. 

Dün sevgili blog arkadaşlarım Bilge'nin Annesi ve Kitapçı Kedisi ile birlikteydim, günümü güzelleştirdiler. Sizin de gününüz güzel olsun...

Not: Robert Redford'un ölümünü öğrendim, gençliğimin en sevdiğim yabancı erkek oyuncusuydu. "Akbaba'nın Üç Günü" filmini izlerken yaşadığımız unutulmaz bir anı vardır. Gün içinde bir filmini izleyerek anacağım kendisini, toprağı bol olsun...

İkinci Not: "Ölmeye Yatmak" ilerledikçe akademisyen  Aysel'in ölmeye yattığı otel yatağından, yol üstünde bir jandarma erinin kucağına attığı leylak dalına baktığı bölüme geldim. Okuduğum zamanlarda belleğime almamışım, zira o zamanlar Leylak Dalı değildim. Bir paragraf boyunca bahsi geçti o leylak dalının.  Gülümsedim ve sonra kendi kendime dedim ki, bu Rutin Dışı yazıları benim için geçmişe dönüş ve tevafuk ağırlıklı oldu.

13 Eylül 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 9


Hızlı mi gidiyorum bilemedim, başlıkta 9 rakamını görünce şaşırdım. Aslında haftada 3 niyetindeydim ama fark etmeden fazla mı yazdım? Neyse fazla yazı göz çıkarmaz diyelim ve devam edelim.
Hafta ortası birkaç lise arkadaşımla buluştum. Bir tanesiyle orta 1'den bu yana arkadaşız, aralıksız sürdürdük bunca yıldır. Diğerleriyle ise, mezun olduğumuz lisenin 20 yıl kadar önce düzenlediği döner günü aracılığıyla irtibatlaşıp giderek sayıyı arttırdık. Sayımız otuzu buldu ama haliyle hepsiyle sık sık görüşebilmek mümkün değil, Ankara'da olan küçük bir grupla daha sık bir araya gelebiliyoruz. 

Buluştuğumuz mekanda biz sohbeti koyultup zaman zaman kahkahalar atarken yan masada oturan bir kadının bizi izlediğini fark ettim. Nitekim hesabını ödeyip kalktı ve yanımızdan geçerken "İyi günler Altın Kızlar" dedi. Kadına gülümsedim ama hiç tanımadığım, bizim hakkımızda fikri olmayan bir insanın yaftalamasından da rahatsız oldum. Sanki ömründe ilk kez bir restoranda oturan belirli yaşta kadınlar gördü, üstelik kendisi de yaş olarak bizim sulardaydı. Yaş bir kılıf bence, insanı niteleyen içindeki ruh ama bunu anlatmak çok zor geçelim. Bir keresinde de canım Sevda (Bilge'nin Annesi) beni bacağımda büyüyüp rengi koyulaşan ve korkunun ecele faydası olmasa da beni doktora gitmekten alıkoyan ne idüğü belirsiz zımbırtıyı göstermek üzere yakındaki özel hastaneye götürmüştü, evet, zorla götürmüştü. Bana kalsa evhamımla daha epey oturup ölmeyi beklerdim 😂 Latince ismini okuduğum an unuttuğum zımbırtıya cerrahın söylediği alıp biyopsiye göndermek gerektiğiydi. Bu işin hemen yapılmasına karar verildi ve ben ameliyat kostümlerimi giyip açılan odada Sevda ile sohbete daldım. Sonra hemşire içeri girdi, "Hangi bölge?" diye sordu, ben evin olduğu semti söylemek üzereyken Sevda atılıp "Bacak" dedi, ardından gülme krizine girdik. Hemşirenin tepkisi şu yönde oldu: "Ay ne tatlısınız Şen Dullar". Yok artık. Şen olmasına şeniz de dulluk ne alaka yahu, kocalar yanımızda olmayınca illa dul mu olacağız? Diyorum ya yaftalamak çok kolay, neyse bize gülmek için bir vesile daha çıkmıştı, zımbırtının biyopsi sonucu da iyi çıkınca unuttuk gitti diyeceğim ama arkadaş kendini unutturmuyor. Alt tarafı yarım leblebiden küçük bir oluşumu çıkarmak 45 dakika, yerini dikip kapatmak daha uzun sürmüştü. Meğerse kökü dışarda mihraklardanmış kendisi 😂 ayak baş parmağıma kadar mı uzandı nedir, dr uğraşıp durmuş köke ulaşmak için. Şimdi yerinde bir lira büyüklüğünde, eskilerin çiçek aşısı görünümünde bir damga var, torba ağzı büzer gibi büzüp atmış doktor. Tam anlamıyla kapanması 3 ay sürdü diyeyim de siz anlayın, her iki dizimdeki 20'şer santimlik protez dikişleri 15 günde kendini onardı da minicik şey canıma okudu 😀

Bir süredir sağ dizimde beni rahatsız eden ufak-tefek sıkıntılar vardı, Antalya'ya dönmeden imalatçısına bir göstereyim dedim. Ameliyatı yapan doktordan randevu almıştım, dün öğleden sonra gittik. Protez hikayem pandemi döneminde gerçekleştiği için doktorumu hiç maskesiz görmemiştim, yani yolda görsem tanımam. Dün ilk kez müşerref oldum yüzüyle. Kendisine önce şükranlarımı, sonra da şikayetlerimi sundum. Muayenede ters bir durum göremedi, bir de röntgen ve enfeksiyon yönünden kan tahlili isteyim, herhangi bir şeyi atlamayalım dedi. Önce kan verdim, genç ve hoş bir hemşire hiç uğraşmadan ve hiç acıtmadan buldu damarımı, kendisine de tebriklerimi sundum. Sürekli sunum yapıyorum gördüğünüz gibi 😂 Sonra dört yıl öncesinden hatırladığım labirentimsi bodrum kata indik, dizlerime poz verdirip cepheden ve profilden görüntülerini aldırdım ve sonuçlar gelen kadar hastane civarında turlamaya çıktık kızkardeşle. Sonra huzura kabul edildik, doktor kan sonuçlarımı gayet iyi bulup diz görüntülerimi açtı, gülmeye başladık. Zira protezlerimin görüntüsü aynı WC kapılarındaki levhalara benziyordu, klozette oturan bir şişman 😂 Bunu doktora söyleyip onu da güldürdük, Allah da bizi güldürsün. Sonuçta belirttiğim şikayetlere uyan bir anormallik görünmedi. Protezlerim gençliğini ve tazeliğini korumakta imiş, darısı bana. Dizlerime "Bak bir şeyiniz yokmuş, takırdayıp tıkırdayıp, ağrıyıp sızlayıp beni rahatsız etmeyin" diye tembih ederek döndüm eve.


Ankara'ya gelince çeri domates fideleri almıştık, normalde balkonda sivri biberden başka ürün alamıyorduk, geçen yılki biberler dolma çıkınca bari çeri alalım, Umut toplarken sevinir demiştik. Bu sefer de çeriler bildiğimiz domates çıktı. Epeyce de ürün verdi. Yukarıdakiler artık son demlerini yaşayanlardan. Umut her geldiğinde topluyor, sonra da saklama kabına koyup eve götürüyor 😀

Bu yazının rutin dışı da doktora gitmek oldu, neyse ki sıkıntılı bir durum yokmuş, buna da şükür diyorum,  Rutin Dışı 10'da buluşmak üzere hoşçakalın...

 

11 Eylül 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 8

 

Facebook'un ilk dolaşıma girdiği zamanlarda sosyal medya acemisiydik ve pek eğlenceli gelmişti platform. Bir sürü arkadaşımızın izini bulmuş, gruplara üye olmuş, fotoğraflar paylaşmış, oyunlar oynamış, mesajlar yollamıştık birbirimize. Lise arkadaşlarımın çoğuna Facebook sayesinde ulaşmıştım, hâlâ görüşüyoruz ne mutlu ki. Şimdiki laçkalık yoktu o zamanlar. Her an kapatmayı düşünüyorum ama bazılarıyla sadece o platformda ilişki kurabildiğim için onların hatrına bir kenarda tutuyorum, aklıma gelirse şöyle bir girip bakıyorum o kadar. Çünkü ortamda benim takip ettiklerim dışında herkes var, niye var onu da anlamıyorum. Hele o aptal saptal gruplar, bir oyuncunun rol icabı giydiği gelinlikle fotoğrafını koyup "Falancanın düğünü, tebrik etmez misiniz?" ya da ayrılalı neredeyse 10 yıl olmuş bir çiftin fotoğrafının altına "Mutlu evlilikleri sürüyor, maşallah deyin" paylaşımlarını görünce deli oluyorum. İki gün önce tiyatroculardan birinin gelinlikli görüntüsüne Melih Cevdet Anday'ın fotoğrafını ekleyip yanına da şimdiki eşiyle fotoğrafını koyup "İlk eşi-Son eşi" yazmışlar, Anday kadının ancak dedesi olabilir tabii ve ayrıca kimi koyduklarından haberleri yok. Hasılı Facebook deliler koğuşuna döndü diyeceğim de bugün gördüğüm bir haberle "Kedi olalı bir fare tuttu şükür" sözleri çıktı ağzımdan. 

Blogumun eski takipçileri bilir, ailecek başımızdan geçen, ölümden döndüğümüz bir sel felaketi yaşadık çok yıllar önce. Henüz 1,5 yaşındayken annem o yıllarda babamın görevi nedeniyle oturduğumuz Meriç'ten, Ankara'ya ailesinin yanına ziyarete gelmiş. O korkunç selin de tam o zaman geleceği tutmuş. Bugün Facebook'da rastladığım haber ve fotoğraf işte bu olayla ilgili, meğer 11 Eylül'müş o felaketin tarihi, unutmuşum. Uzun arayla aynı gün gerçekleşen İkiz Kuleler saldırısı kadar küresel olmasa da ülke için oldukça ağır sonuçlar doğuran bir felaket olmuş Hatip Çayı taşkını, 196 kişi ölmüş, pek çok kişi yaralanmış, yüzlerce ev yıkılmış, ulaşım ağları hasar görmüş. Yıkılan evlerden biri bizim de konuk olarak kaldığımız dedemin evi ve annemle ben evin önündeki at kestanesi ağacının üstüne zor bela tırmanarak kurtulmuşuz. Anneannem de bir başka ağacın üstüne tünemiş. Bizi, buz gibi sel sularında kulaç atarak ulaşan, bir yarışma için Ankara'da bulunan yüzücü gençler kurtarmış. Bir süre aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz çadırlarda kalmışız. Hayal meyal hatırlıyorum 1,5 yaşıma rağmen. Kızılay'ın yiyecek arabası gelince 11 yaşındaki dayıma seslenip "Ünal doş, papapa deldi, epek deldi" dediğimi anlatırlardı, kuru fasulye-pilav sevgimin o zamanla bir ilişkisi var sanırım.


Görsel: Buradan  Detayları merak ediyorsanız tıklayıp okuyabilirsiniz. Fotoğraftaki, sağdaki çadırlar ve önündeki o yol ara sıra rüyalarıma girer. Hayatımı borçlu olduğum at kestanesi ise hâlâ kutsalımdır, bunu beni tanıyan pek çok kişi bilir. 

Yeni bir kitaba başladım: "Çalınan". İsveç'in Kuzey Kutup Dairesi'ndeki topraklarda yaşayan ve ren geyiği üretimiyle geçinen, bizim Laponlar olarak bildiğimiz ama bu deyimden hoşlanmadıklarını kitabı okumaya başlayınca anladığım Sami halkı kitabın ana konusu. O halktan küçük bir kızın üzerinden anlatılan öykünün Netflix'de filminin olduğunu da yeni öğrendim, kitap bitsin hemen izleyeceğim. Çok iyi gidiyor, sanırım çabuk bitecek. 

Bu serinin yazısı çoğunlukla geçmişle bağlantılı oldu, sanırım benim Rutin Dışım geçmişe dönmekmiş. Şimdi izninizle çıkıp biraz yürüyeyim, hem de at kestanelerine tekrar teşekkür ederim...

8 Eylül 2025 Pazartesi

RUTİN DIŞI 7

Öncelikle kızlarımızı tebrik ederek başlayayım, onlar sadece filenin değil, gönlümüzün de sultanları, çok yaşasınlar, elleri dert görmesin, ayaklarına taş değmesin. 

Anneannem tarzı duamsı temenniden sonra gerçek bir rutin dışı yaptığım pazar gününden söz edeyim. Yazın kaldığımız aile evimizde 1,5'a yarım metre boyutlarında dolap mı, kiler mi, yüklük mü, sandık odası mı olduğunu hâlâ anlayamadığım bir bölüm var, kapısı ve üst tarafında da yine kapağı olan bir dolabı mevcut. Komşular ne amaçla kullanıyor bir fikrim yok, sadece eski bitişik komşumuz rahmetli Kifo oraya yorgan-yastık yığardı, yüklük gibi yani. Babam bu eve taşınmadan, yüklük, dolap, çekmece benzeri şeyler yaptırdığından bu mekanı kendine alet-edevat dolabı olarak ayırmıştı. Çok yetenekli bir adamdı. Elinden gelmeyen iş yoktu; her türlü tamiratı yapar, dikiş diker, ayakkabı onarır, hatta yapardı, kendine ayakkabı, bana ve arkadaşlarıma sandalet yaptığı vâkîdir gençliğimde. Son derece güzel maketler, çavdar sapından resimler üretir, mektupla mezun olduğu teknik resim kursundan kaynaklı müthiş teknik çizimler gerçekleştirirdi. Parmak yedirten lezzette turşular kurar, sofistike yemekler dener, çok güzel salatalar yapardı. Koltuk, sandalye kaplaması bile becerdiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Tabii bu işleri yaparken hayli dağınık çalışır, annemle kavgaları da hiç bitmezdi eylem süresince. Sadede gelecek olursam, babamın tüm bu işlerde kullandığı aletlere ev sahipliği yapan o dolap ölümünden bu yana-hatta daha öncesinde-bırakıldığı şekilde duruyordu, bizzat kendimiz de nereye koyacağımızı bilemediğimiz ıvır-zıvırı oraya atmakta hiç beis görmüyorduk. Lazım olan bir şeyi almak için kapısını her açtığımda "Şurayı bir elden geçirmek lazım" diye düşünüp alacağımı aldıktan sonra kapısını kapatıp gidiyor, eyleme geçmiyordum. Kısmet bugüneymiş, insanlık için küçük ama benim için çok çok büyük bir adım atarak öğlen itibariyle dolabı temizlemeye karar verdim. 

Üç saat boyunca belim, dizlerim, boynum, carpal tunnelli ellerim, alnımdan inen terlerin tuzundan yanan gözlerim "İmdaaat!" diye bağırdı ama hiçbirine yüz vermeden devam ettim. Üç battal, üç normal boy çöp poşeti dolusu ıvır zıvırın bir kısmı çöpe, bir kısmı kağıt toplayıcılar için konteyner yanına gönderildi tarafımdan. En az bir düzine yıllardır giyilmediği için kurumuş ayakkabı, babamın ayakkabı tamirinde kullandığı tahta kalıplar, deri ve kumaş parçaları, lazım olur diye üstüste yığılmış koliler, eski dergiler, gazeteler, içinde binlerce paslanmış çivi, vida, pul vs olan kiloluk peynir tenekeleri ve buna benzer bir sürü gereksiz eşya dolaptan tahliye edilip çöp konteynerini boyladılar. Tüm rafları silip temizledim. Gerçekten işe yarayacak malzemeleri elden geçirip düzgün bir biçimde yerleştirdim. Bu arada diz protez ameliyatı günlerimin yıldızı Aliye isimli yürütecime de bir merhaba demeyi ihmal etmedim, hâlâ  duran mor kurdelesi ve çiçeğiyle tekrar lazım olmaması dileğiyle onu eski yerine yerleştirdim. Bir süre eşlikçim olan Füreya isimli bastonum ise Antalya'da. Tüm bu kargaşa ve kıvır zıvırın içinde karşıma iki de sürpriz çıktı. Biri şu:



Artık çok eskimiş ve yıpranmış, içinin yeşil keçe kaplaması babam tarafından yolunmuş olan bu ahşap kutu çocukluk günlerimdeki evcilik oyunlarımın bir numaralı malzemesi idi. Sağ yandaki bölmeden sol yanda da bir tane vardı, babam onu da halletmiş. Babam mevcut eşyalar ve giyim malzemeleri üstünde değişiklik yapmaya bayılırdı. Kazak alır, önünü boylu boyunca kesip fermuar dikerek hırkaya dönüştürürdü, hediye gelen tişörtün göğüs cebi yoksa etek ucundan parça kesip cep yapardı. Yakalı gömlekleri yakasıza çevirir, yakasız tişörtlere eski bir kazağın lastiğinden kestiği parçayla yaka yapardı. İlginç adamdı vesselam. Bu kutu benim bebeklerimin evi idi, iki oda-bir salon, kapak kısmı da teras. Mutfak, banyo neredeydi derseniz onlar hayalimde tabii ki. Evi döşer, parmak boyundaki bebeklerimi yerleştirir ve saatlerce kendi başıma evcilik oynardım. Uzun yıllar tek çocuk olduğum için kendimi oyalamayı gayet iyi becerirdim. Bebekleri ergenlik çağında bırakınca babam kutuya el koyup ayakkabı boyası kutusu yapmıştı, ayakkabılığın üst rafında dururdu bir zamanlar, sonra hurdaya çıkmış belli ki, dolapta unutulmuş. İşin tuhafı ben de unutmuşum, görünce bir tuhaf oldum. Bir kenara ayırdım, cilalayıp içini kaplayacağım ve Ankara'daki dikiş malzemelerime kutu olarak kullanacağım. 

Bulduğum ikinci şey ise beni ağlattı. Annemin ben çocukken devam ettiği biçki-dikiş kursundaki defteri. Genç kızlığında mahalle arasındaki kurslara giderek terziliği öğrenmiş aslında annem ama işi daha teknik hale getirmek için o yıllarda Kız Meslek Liseleri bünyesinde açılan iki yıllık Pratik Kız Sanat Okulu'na devam etmişti. Öğretmeninin ismini bile hatırlıyorum, Azade Hanım. Annemin acemi el yazısı ve elleriyle pelur kağıdından kesip yapıştırdığı patronları görünce hem anılarım canlandı, hem burnumun direği sızladı, sayfaları biraz ıslattım gözyaşlarımla. Bir hafta sonra 20. ölüm yıldönümü, bu bir tevafuk olsa gerek.


Alt sağdaki kol biçimine "Uçurtma kuşlu kol" denirdi, aradaki dörtgen parça uçurtma kuş oluyor. Benim çok komiğime giderdi bu deyim ve anneme "Bana uçurtma kuşlu kolu olan gömlek dik" diye takılırdım. Tüm bu minik patronlara bir vakitler annemin elinin değmiş olması duygulandırdı beni. Defteri saklanacaklar arasına aldım ama aynı torbadan çıkan, o yıllarda dikiş öğrenmenin araçlarından olan Pfaff giysi kalıplarını attım.

Dolap tenhalaştı ve pırıl pırıl oldu dostlar, bu başarımla gurur duyup önümüzdeki hafta da annemlerin gardrobuna el atmak niyetindeyim. Haydi bakalım, bana kolay gele...