.

.
.

19 Eylül 2024 Perşembe

ESKİŞEHİR, BİR KEZ DAHA / 19 EYLÜL

Dün kişisel tarihimizde onyüzmilyonbininci defa Eskişehir'e gittik, gitmelere doyamıyoruz, YHT sağ olsun 😀 İnsan defalarca gittiği bir şehirden her seferinde keyif alır mı? Alıyoruz işte, her yere ilk kez görmüş gibi bakıyor, mutlu oluyoruz. 

Aslında biletler Konya için alınmıştı, hoş oraya da defalarca gittik, YHT'den sonra ve Milattan Önce. Konya'nın bir ilçesinde yaşayan yakınlarımıza ziyarete giderdik, o zamanlar direkt vasıta yoktu, Konya üstü gidilirdi. Her seferinde Mevlana Türbesi'ne gidilir, etli ekmek yenir ve menzile giden minibüse yerleşilirdi. YHT seferleri başlayınca da günübirlik birkaç kez gidip geldik. Bu yıl da niyetliydik ama gideceğimiz gün hava o kadar sıcaktı ki, açık bilet yaptık biletleri ve sonra Konya'dan vaz geçip eski dost Eskişehir'e niyet ettik, pek de iyi ettik. 

9.50'de hareket ediyor trenimiz, 1 saat, 15 dakika sonra da Eskişehir Gar'ına iniyoruz. Tarihi gar binası restorasyonda. Nasreddin Hoca ve kazanı rengi biraz atsa da gelenleri karşılamaya devam ediyor, küçük kazanı birisi çalmış sanırım, eh doğuruyorsa ölür de değil mi Hoca? At kestanelerinin gölgelediği, çok sevdiğim caddeden şehir merkezine yürüyoruz. Porsuk Çayı karşımıza çıkınca da sola dönüyoruz. Bir şehrin içinde su varsa, deniz olur, göl olur, akarsu olur, o şehir canlanıp güzelleşiyor, yeşile çalan rengiyle sakince akan Porsuk da Eskişehir'i cazibe merkezi yapan unsurların başında geliyor. Kahve içmek için adresimiz hep aynı, Porsuk boyunca yürüyor ve Adımlar Kitap-Cafe'de mola veriyoruz. Bu kez üst kata çıkıyoruz, etrafa biraz da tepeden bakalım:

Sakin ol şampiyon, Venedik değil burası, Eskişehir. Ama gondollarımız ve çizgili tişörtlü, hasır şapkalı gondolcularımız var, Adalar boyunca sefa yaptırıyorlar binenlere, 15 dakikalığına Venedik rüyası görebilirsiniz. Vakt-i zamanında bizim de binmişliğimiz mevcut, bu kez seyirle yetiniyoruz 😊

Kahvelerimizi içiyor, dinleniyor ve haydi bakalım Odunpazarı'na diyoruz. Odunpazarı'na şimdiye dek farklı yerlerden gitsek de bu kez en kısa yoldan, Hamamyolu'ndan gitmeye karar veriyoruz. Geçen yıl farklı bir yerden gidelim derken hem yolu uzatmış, hem de şehrin çeperinde görülmeyecek ne varsa görmüştük 😂

Hamamyolu araç trafiğine kapalı, iki yanında mağazalar olan, çeşitli noktalarında çay bahçeleri açılmış, cıvıl cıvıl bir yer. Hem alışveriş, hem dinlenme, hem eğlenme imkanı sunuyor. Bazı sanatsal dokunuşlar da yapılmış. Sözgelimi şu kemerin altında ahşap heykeller ve bazı sanatsal objeler var. O heykellerin daha çoğunu birkaç yıl önceki gidişimizde Mozaik Parkı'nda görmüştük. Ufak tefek dekoratif dokunuşlarla ilginç hale getirilmiş cadde, şu ağacın dallarını saran metalik yapraklar, güvercinlerin su içtiği mozaikli havuz gibi:




Hamamyolu'ndaki çay bahçelerinin benzerlerini şehrin pek çok yerinde gördük, çoğunu belediye işletiyor ve fiyatları çok makul. Antalya'da ve Ankara'da en çok özendiğim şey benzeri çay bahçeleri. Keşke üçüncü nesil cafelere mahkum olmasak her seferinde, çocukluğumuzdaki gibi basit sandalyeli, masalı çay bahçeleri açsa belediyeler.

Hamamyolu'nun bitiminde Odunpazarı görünüyor. Karnımız acıktı ve bu kez niyetimiz yöreye uygun doyurmak. Çibörek yiyeceğiz anlayacağınız. Navigasyonu açıyor ve kız kardeşin daha önce yiyip memnun kaldığı çibörekçiyi arıyoruz. Navigasyon kadını bizi Çürükhoca Sokağı'na yönlendiriyor, sokağın ismi çok ilginç sebebini merak ediyoruz ama kimbilir nedir? Sokağa girer girmez görüyoruz Arasta Kırım Tatar Çibörek Evi'ni. Esasen pek sevdiğim bir şey değildir çibörek ama uzun zamandır yemediğim için istiyorum. Mekan temiz ve düzenli, sahipleri son derece ilgili ve saygılı. Et yemeyenler için peynirli de yapıyorlarmış, kıymayı pek sevmediğim için iki kıymalı, üç peynirli istiyorum. Her porsiyonda beş tane çibörek var. Gelen börekler daha önce yediklerime kıyasla çok daha güzel, yağı az, çıtır ve lezzetli. Yolu düşenlere tavsiyem olsun. Sonra merak ettiğimiz için menüde yazan Kırım Paklavasını istiyoruz 😃 Normal baklavadan şekli ve malzemesi biraz farklı, şeker yerine bal şerbeti dökülüyor ve üstüne fındık serpiliyor. Yemek fotosu paylaşmaktan çok hoşlanmasam da bir fikir olması açısından aşağıya ekliyorum her ikisini de:


Paklava 😀 ev baklavası kıvamından biraz daha sert bir yapıya sahip, yufkası kalın. Bal nedeniyle şerbeti hayli ağdalı. Görevli beyefendi çatalla kırıp elimizle yememizi önerdi. Öyle yaptık ama ben zaten baklavadan, hele de ev baklavasından pek hazzetmem, ağır ve şekerli gelir. Bir porsiyonu üç kişi paylaştık, hatta biraz da kaldı tabakta, fakat bu tarz şuruplu tatlı sevenler için ideal. Tadına bakmadık demeyiz.




Odunpazarı evlerinden görüntüler

Yemek sonrası OMM'da açılan "Ehlikeyif" isimli yeni sergiyi görmek içim Müze'ye gidiyoruz. Çeşitli sanatçıların eserlerinin yer aldığı sergide fantastik mobilya tasarimları yer alıyor. Bazıları çok ilginç ve güzel, bazıları çok saçma, bazıları eğlenceli ve bazıları korkunç (devasa bir akrepten tasarlanmış uzanma koltuğu mesela). En beğendiklerim arasında şunlar vardı:



Üst fotoğraftaki duvar halısı ve koltuk ile alttaki soyutlama Amerikalı tasarımcı Misha Kahn'a ait ve çok çarpıcı idi. En beğendiklerimin başında geliyorlar. Alttakilerin tasarımcılarını not etmemişim, kusuruma bakmasınlar:




Elbette ki en korktuğum hayvan olan akrep koltuğun fotoğrafını bile çekmeyip hızlı adımlarla uzaklaştım oradan 😀

Müze çıkışı birkaç ufak tefek hatıra eşya alarak bizi bekleyen Kocam Bey'in yanına, Odunpazarı'ndaki bir çay bahçesine gidiyor ve şırıl şırıl akan havuzun yanına, devasa ağaçların altına oturup sodalarımızı içerek dinleniyoruz:


Bu arada kız kardeş geleneksel simit ve talkan kurabiyesi alışverişimizi tamamlıyor ve tekrar Köprübaşı'na yönleniyoruz. Geldiğimiz yolu geri yürüyor, yol üstü satıcılardan tuhaf şeyler satın alıyoruz. Kız kardeş andız tohumundan bordo renkli, çok güzel bir minik tesbih alıyor mesela, hoşsohbet yaşlı satıcı ile biraz muhabbet ediyor ve yola devam ediyoruz. O da ne, bir dükkanın önünde şahane ekmekler var, almadan geçilir mi? Keşke valizle gelseydik diye gülüşüyoruz ve yorgun ayaklarımız ve dolu ellerimizle kendimizi tekrar Adımlar Kitap-Cafe'ye atıyoruz.


Çaki'ye benzeyen Güççük Prens'in hepinize selamı var 😂😂

İkinci kahvelerimizi içip biraz daha Porsuk Çayı havası alıyor ve gecikmeden Gar'ın yolunu tutuyoruz.



Önümüzdeki yaz görüşmek dileğiyle hoşça kal sevgili Eskişehir...


16 Eylül 2024 Pazartesi

ADIM ADIM ANKARA 5 (SARAÇOĞLU MAHALLESİ) / 16 EYLÜL

Geçtiğimiz hafta Cuma günü yeni bir keşif turuna çıktık Ankara'da. Cumhuriyet döneminin ilk lojmanları olarak inşa edilmiş olan Saraçoğlu Evleri'nin son halini görmek amacıyla yola düştük. Saraçoğlu Mahallesi ismini yapımına başlandığı yıl başbakan olan Şükrü Saraçoğlu'ndan alıyor. 1940 yılında üst düzey bürokratların konut sorununa çözüm olarak bir proje geliştirilmesine karar verilmiş ancak proje 1944 yılında hayata geçebilmiş. Projenin sorumluluğunu Nazi zulmünden kaçarak Ankara'ya gelen Alman mimar Paul Bonatz üstlenmiş ve evlerin temeli 29 Ekim 1944'de Şükrü Saraçoğlu tarafından atılmış, 1946 yılında bitirilip devlet görevlilerine tahsis edilmiş. Kızılay gibi şehrin kalbinin attığı, kalabalık, gürültülü bir lokasyonun çok yakınında yıllarca sakin ve yeşil bir mahalle olarak varlığını sürdürmeye devam etmiş.

Üniversitenin son yıllarında yakınlardaki bir devlet kurumunda çalışıyordum. Mesai bitiminde nişanlım beni almaya gelirdi ve Saraçoğlu Mahallesi'nin sakin, yemyeşil caddelerinden geçerek giderdik eve. Sonbaharda ayrı güzel olurdu. Devasa çınarlar ve meşe ağaçlarının yaprakları renk değiştirir, bazıları dökülür, hüzünlü ama güzel bir manzara sunardı. Öyle sessiz ve sakin olurdu ki sokaklar Ankara'da yaşadığınıza inanamazdınız. Yıllar içinde artan nüfusla o sessizlik ve sakinlik sona erdi ne yazık ki. Minibüsler o sokaklardan geçmeye, park yeri bulamayan sürücüler araçlarını caddelerine, sokaklarına park etmeye başladılar. Mahallenin eski havası kalmadı. Sonra evler boşaltılmaya başlandı, mahallenin istimlak edileceği söylentileri çıktı. Mimarlar Odası ile bir hukuk savaşı başladı. Bu süreçte boşalan evlerin pencereleri kör gözler gibi karanlık, bahçeleri ıssız, çökecekleri zamanı beklemeye başladılar. Ve sonra güzel bir şey oldu, dava kazanıldı ve esasen "Korunması gereken kültür ve tabiat varlığı" ilan edilmiş mahalle ve ağaçlar statülerini kesinleştirdiler ve bir restorasyon faaliyeti başladı. Ankaralılar olarak etrafı perdelenmiş mahallenin sonunun nasıl olacağını heyecanla beklemeye başladık. Bu yıl çalışmalar neredeyse bitirildi ve artık gidip görebilme imkanımız doğdu.

Kumrular Caddesi'ndeki asırlık çınarların gölgelerinden yürüyerek eskiden Namık Kemal Ortaokulu olan binanın yanından sola kıvrıldık ve önümüze yemyeşil bir mahalle serildi:

Aşağıdaki fotoğrafları Mustafa Taşkın'ın sitesinden aldım, Ankaralı olmayanlar için mahallenin eski halini görmeniz açısından:

İki fotoğraf buradan:

Çocukluğu, ilk gençliği bu mahallede geçen tanıdıklarım var, hepsi çok güzel anılarla anlatıyorlar. Orada yaşayanların yapılan değişikliklerden dolayı hüzünlenmelerini anlıyorum ama böyle bir restorasyona gidilmeyip yıkılabilir, yerine rezidanslar, AVM'ler dikilebilirdi daha çok betona ihtiyacımız varmış gibi ya da kendi haline bırakılıp zamanla çürüyüp gidebilirdi. En azından şehrin göbeğindeki kaostan birkaç yüz metre uzakta yeşil bir vaha haline dönüştürülmüş. Evet evlerin satış fiyatları ve kiraları çok yüksek ama zaten alım gücü yetmeyecek halk olarak onu da biz düşünmeyelim bir zahmet. Benim çocukluğumun, ilk gençliğimin geçtiği yemyeşil kırların ortasında yükselen güzelim sitemizin yerinde şimdi tek bir ağacın bile yeşermediği, beton yığını bir kazulet yükseliyor. O yüzden yine de buranın eski sakinlerini şanslı buluyorum, sonuçta lojmandı zaten, belli bir süre sonra ayrılmaları gerekiyordu, hiç olmazsa gelip ayak izlerini arayabilirler sokaklarında.




Havuz yoktu eskiden, yeni yapılmış.




Binalardan bazıları cafe ya da restoran olarak faaliyete geçmiş bile, birini de biz şenlendirdik. Kızılay civarındaki işyerlerinin çalışanları da öğle saatlerinde ufaktan ufaktan gelmeye başladılar. Onlar için çok güzel bir olanak, büroların sıkıcılığından bir saatliğine de olsa kurtulup yeşil bir nefes alabilirler. 


Çocuklar da düşünülmüş. Kısacası böyle yeşil ve düzenli kalmasını umarak memnun ayrıldık gördüğümüz ve gezdiğimizden. Ankara'daysanız ve hâlâ görmediyseniz gidip bir gezin derim...

13 Eylül 2024 Cuma

İSTANBUL, 3. GÜN / 13 EYLÜL

Her güzel şeyin sonu var, biz de geldik son güne. Güzel manzaralı terasta veda kahvaltımızı yapıp akşamdan hazırladığımız valizleri resepsiyona emanet ederek hesabı kapatıyor ve gitmeden bir de Beyoğlu diyerek Karaköy iskelesine yürüyoruz. Anadolu yakası güneşli, lakin Avrupa semalarında kara bulutlar var. Otelden çıkmadan şemsiye mi, şal mı ikilemi yaşayıp ağırlık olmasın diye tercihi şaldan yana yapmıştım, çok geçmeden pişman olacağımın henüz farkında değildim. Vapura biniyor ve bir daha nerede göreceğiz diyerek rüzgara rağmen açıkta oturuyoruz. Karşımızda tüm görkemiyle Haydarpaşa, geçen yılki sabahlığını çıkarmış, transparan geceliğiyle poz veriyor gelene geçene:

"Üşüteceksin, dikkat et" diyerek el sallıyorum, arkamdan "Sen kendine bak, birazdan yağmuru yiyince görürsün gününü" dediğine eminim 😀

Rüzgar saçlarımızı havalandırıyor, denizin yüzü kırışıyor, bulutlar kararıyor, aklım valizde bıraktığım şemsiyede. Yağmur sevmeyen biriyim ben, kapalı bir yerdeyken, tercihan evdeyken yağsın, sözüm yok ama dışardayken yağmura yakalanırsam ruh halim değişiyor, kurt kadına dönüşüyorum, nursuz ve mutsuz oluyorum, panikliyorum. Nitekim tehlike yaklaşıyor:



Ve vapur tam iskeleye yanaşırken iri iri damlalar düşmeye başlıyor. Koşturarak karşıya geçiyor ve sahildeki cafelerden birine atıyoruz kendimizi. 



Yağmur kaçağı iki sokak köpeği ve bir fotoğraf grubuyla birlikte yağmurun dinmesini bekliyoruz. Beklerken birer kahve içiyoruz, yandaki gruptan bir kadın getirdiği kahveleri masa arkadaşlarının üstüne deviriyor. Yağmurdan kaçarken kahveye yakalanmak deyimi gerçekleşiyor. Dışarda bir meczup ıslanmaya aldırmadan kıyı boyunca yürüyor, ıslak tenhalıkta İstanbul'u dinliyorum gözlerim açık.

Yağış hafifleyince kalkıyor ve Tünel'e yürüyoruz ama o da ne? Tünel yok. Vallahi de yok, billahi de yok. Sağa sola soruyoruz, tarif ediyorlar, yağmur tekrar başlıyor. İki adamın elinde şeffaf baston şemsiyeler, evde aynılarından 5 tane sıralı ama alayım hadi diyorum, saçma sapan bir fiyat söyleyince "Abartsaydın bari" deyip dönüyorum, arkamdan söyleniyor. Tarif edilen yere geliyoruz, Tünel yine yok. Kuş olup uçmuş sanki ve birden jeton düşüyor, Önünden geçip durduğumuz kapalı kepenk Tünel. Ne kadar ayıp, şu yağmurlu havada, üstelik Ankara'dan gelmiş konuklar varken kapı çekilip gidilir mi komşu? Niye kapalısın ayrıca, saat olmuş neredeyse 11.00. Çaresiz eski dost Kamondo Merdivenleri'ne yürüyor söylene söylene çıkıyoruz, daha doğrusu ben söyleniyorum, kız kardeş yağmur düşmanı değil, üstünde yağmurluk var, dizleri de orijinal (maşallah, hep öyle olsun) 😀 Biz tırmanırken yağmur duruyor, güneş çıkıyor, bir buhar banyosu hasıl oluyor bu defa, kendimi Antalya'da hissedip memleket özlemimi gideriyorum 😋 Saçlarımın tepesinden belime kadar sırılsıklam durumdayım, yağmur, nem, ter karışımı bir parfüm kullanıyorum 😂 Galata'ya erişiyoruz, Kule'ye bir selam çakıp İstiklal'e yönleniyoruz. Hava açtı, biraz kurusam keyfim yerine gelecek. Yol üstü Galata Mevlevihanesi'ne giriyoruz, lise yıllarıma dönüyor ve "Hihi ben bu okula atanamazdım ama torpilim vardı" diyen saftirik edebiyat öğretmenimizle birlikte Şeyh Galib'i anıyorum. Uzun zamandır aklıma gelmeyen "Sebk-i Hindi" akımını hatırlayıp gülüyorum. Kız kardeş hazirede mezar taşları arasında dolanıyor, ben etrafa bakınıyorum, bir çocuğunki kadar küçük mezarları olan kadınların ismini okuyorum. 

Mevlevihane çıkışı kendimi ilk gördüğüm güneşli kafeye buyur ediyorum. Pek de renkli, çiçekli bir mekan, dünyayı pespembe görmek için birebir. Kız kardeşi Botter Apartmanı'nı gezmesi için yolluyor, güneş alan bir masaya yerleşip kurumaya çabalıyorum.



Fuşya güllü masada sade kahvemi içip bir miktar kuruyunca keyfim yavaştan yerine geliyor. Tuvalete girip sağıma soluma kağıt havlular yerleştiriyor ve yanıma gelen kardeşle tekrar Casa Botter'e gidiyoruz, niyetim onu balkondan Cadde-i Kebir'e doğru fotoğraflamak, geçen yıldan benim var, neden onun da olmasın. Çekiyorum fotoğrafı, üstüne bir de selfie, o kadar cefa çektik gelmek için, sefasını sürelim madem. Sonra da çirkin restoreli Narmanlı Han'a girip ünlülere yılışıyoruz. Sağolsun Bedri Rahmi, Tanpınar Beyler ve Aliye Hanım hatırımızı kırmıyor poz veriyorlar bizimle 😊


İstiklal henüz tenha, Pazar mahmurluğu ve yağmurlu hava yerlileri caydırmış, mevcut nüfusun büyük çoğunluğu turist. Buraya ilk gelişimle şimdinin arasında 20 yıl var ve bir o kadar da farklılık. O güzelim dükkanlar, pastaneler, cafeler, kitapçılar yok olmuş. Kuzenle Markiz'de oturuşumuz geliyor aklıma, içim burkuluyor. Bir kitap almak niyetim, rutinimdir her gittiğim şehirden alırım, girdiğim iki üç kitapçıdan ziyade cafe özelliği ağır basan yerde çok satan saçmalıklardan başkası çarpmıyor gözüme. Sonra İş Bankası Resim Heykel Müzesi'ne giriyoruz, önce satış mağazasına dalıyoruz. Biz iki kardeş çok severiz müzelerin satış mağazalarını, burası da pek şükela. Karpuzlu bir magnet kapıyorum, tam buzdolabıma layık, kışın bakar yazı özlerim. Süleyman Seyyit Bey'in "Karpuzlu Natürmort"undan alıntı. İki de kartpostal, biri Galata Köprüsü'nden bakan kırmızı şemsiyeli bir kadın, tam bugünkü ruh halime uygun. Mustafa Nuri Paşa'nın "Galata Köprüsü" tablosundan bir detay. Kız kardeş biraz abartıyor ve büyükçe bir reprodüksiyon alıyor, çok güzel, bu arada sempatik satış görevlisiyle sohbeti koyultuyor ve orada kalış süremizi uzatıyoruz ve müzeyi gezmeyi bir dahaki gelişe bırakıp ayrılıyoruz. Acıktık, lokanta arayışındayız. İki yanlı sıralanan Koska'ların ve giyim mağazalarının arasından gözümüzün tuttuğu bir mekan bakınıyoruz. Sonunda "Otantik Anadolu Yemekleri" yazan bir yere giriyoruz, "Yer mi Anadolu çocuğu?" diyerek 😂 Ve yiyoruz, ısmarladığımız keşkek ve yuvalama çorbası gerçekten güzel. İlk kez içe sinen bir yemek yemiş oluyoruz üç günün sonunda. Saat giderek ilerliyor, Tünel'e geri dönüyoruz, bu sefer açık neyse ki, kendisine biraz sitem ediyor ve yandaki İstanbul Kitapçısı'na giriyoruz önce. Almak istediğim kitabı buradan temin ediyorum. Pek şirin bir şey, Ali Nazima Bey'in 2. Abdülhamit döneminde çıkan Maarif Dergisi'nde yayınlanmış kuşlar hakkındaki makalelerinin toplanıp yeniden basıldığı, resimlerle süslü "Kuşlar Kitabı". Sıkı bir fiyat ödüyorum ama pişman değilim Hakim Bey 😀

Tünel sabahki kabahatinden özür bile dilemeden bizi Karaköy'e bırakıyor, oradan vapura geçiyor, yorgun ayaklarımızı uzatıp önce klasik, sonra halk türküleri çalan müzisyenin nağmeleriyle Kadıköy'e ulaşıyoruz. Kadıköy Çarşı'ya girip Beyaz Fırın'dan yolluk karbonhidrat alıyor ve otele yollanıyoruz. İlk işim valizden kuru giysiler alıp üstümü değiştirmek oluyor, sonra da tekerlekleri tıkırdatarak Yeldeğirmeni cafelerinden birine "Leke Cafe"ye oturup kahvemizi içmeye başlıyoruz. Niyetimiz trene bir saat kala yürüyerek Söğütlüçeşme'ye gitmek. O sırada eski blogdaşlarımdan İlknur arıyor ve yerimizi öğrenip az sonra yanımıza geliyor. İki lafın belini de onunla kırıyoruz ve sağolsun bizi arabasıyla tren garına bırakıyor ki onca ıslanma ve yorgunluğun üstüne büyük lüks oluyor. Çok yaşa İlknurcum 💗

17.30'da vedalaşıyoruz İstanbul ile, tüm kaosunla seviliyorsun, biz var yine gelmek...



12 Eylül 2024 Perşembe

İSTANBUL, 2. GÜN / 12 EYLÜL

Kurduğum telefondan bir saniye önce gözümü açınca içimdeki saati kutlayıp fırladım yataktan. Hazırlanıp otelimizin harika manzaralı terasına çıkarak pişili kahvaltımızı yaptık. Söylemesi ayıp otelimizin kahvaltısı pek güzel ve geçen yıldan bu yana kalite ve çeşitte bir değişiklik olmamış. Alıştığımız ve sevdiğimiz için gittiğimiz lokantaların kalite-fiyat dengesizliğini saptayınca otelimize kendi cebimizden bir yıldız daha verdik. 



Manzaramızla daha yakından görüşmek için iskelenin yolunu tuttuk ve sevgili blogdaşım ve en tatlısından arkadaşım Macerakitabım'ın bizi alacağı noktada beklemeye başladık. Rotamız Çubuklu, İBB Miras'ın restorasyonundan geçen Silolar idi. Önceleri akaryakıt deposu olarak kullanılan siloların halka açılmış halini görmek için meraktaydık ve çok geçmeden yola düşmüştük bile. 

Uzunca bir yolculukla ulaştık Silolar'a:



Arabayı otoparka bırakıp Silolar'a çıkan merdivenleri tırmandık. Birkaç silo ziyarete açıktı, bir kısmı kütüphane, okuma salonu gibi amaçlarla kullanılıyordu. Ziyarete açık olanlarda digital sunumlar vardı:




Nereye bakıyor bu kadınlar 😊



Siloların bulunduğu alanda Beltur'un kafeteryası var, fiyatlar nisbeten uygun, çay-kahve, atıştırmalıklar bulunuyor, ortam düzgün ve temiz. Manzara da pek şükela 😊


Siloları dolaşıp, çayımızı-kahvemizi de içtikten sonra geri dönüş başladı, karnımız acıkmıştı, nerede yemeli diye düşünürken Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'nı hatırladım. Bir gelişimde kuzenlerle yemeğe gitmiş ve memnun kalmıştım. Haydi o zaman dedik ve Üsküdar'a gelince arabayı yine İspark otoparkına bırakıp lokantaya yerleştik. Ben alışkanlıklarına bağlı bir şahsiyet olarak geçen defa yediğim hünkarbeğendiyi tercih ettim, kardeş ve blogkardeş başka bir şeyler seçtiler, benim yemekten nispeten memnun kaldım ama diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Patlıcanlı pilav beklemiş, Çerkes tavuğunun tadı bir tuhaftı. Yemeklerin çoğu tabakta kaldı ne yazık. Ama tam yemeğe başlayacakken arkamızdan sarılan kollarla mutlu olduk, çok eski bir blogger olan ama blogunu kapattıktan sonra da bağlantımızın sürdüğü, abla-kardeş gibi olduğumuz sevgili S. rehberlik ettiği turistle orada yemekteymiş, tesadüfün iğne deliği. Sarıldık, sarmaştık, ayaküstü kısa bir sohbet gerçekleştirdik, bu da günün en tatlı sürprizi oldu. 

Yemek sonrası İstanbul seyahatinin ana sebebi olan buluşma için Kadıköy'e döndük. Blogger arkadaşların çoğu mekana gelmişti bile. Yaşadığı Almanya'dan geldiği tatilde günün organizasyonunu yapan canım C. ile ilk kez karşılaşacaktık. Bu tarz buluşmalara bayılan benim için çok keyifli bir toplantı oldu. Mekanımız aşağıda, balonsuz Balon Cafe 😀


Takip ettiğim, etmediğim, daha önceden tanıştığım, ilk kez buluştuğum 15 blogger birbirimizin ağzından lafları kaparak pek güzel birkaç saat geçirdik. Bir ara yağmur indirdi, terastan içeriye kaçtık. En tafsilatlı yazıyı organizatörümüz sevgili C. yazmış, link aşağıda:


Sohbetlere doyamadan akşam oldu, yeniden buluşma dilekleriyle ayrıldık. Umarım daha geniş kapsamlı bir buluşma en kısa zamanda gerçekleşir.

Akşam yemeği vakti gelince Kadıköy Çarşı'ya yöneldik. Çiya hemen her geldiğimizde uğradığımız ve çok sevdiğimiz bir mekandır, yine oraya gitmeye karar verdik. Hıncahınç doluydu lokanta ve büyük çoğunluğu yabancıydı. Seçtiğimiz yemeklerin yanına ekmek istedik ve epey bekledikten sonra yenmeyecek en kenarlar ve yamuk bir dilim kondu masamıza, kız kardeş görevli genç kızı çağırıp "Bunu mu layık gördünüz bizim masaya?" deyince suratını asarak yeni bir tabak getirdi, oradakiler de bayattı. Garsona söyleyince de "İki günlük olabilir" cevabını aldık pişkince. Hıncahınç dolu bir lokantada bayat ekmek nasıl oluyor, haydi oldu neden müşteriye verme gereğini duyuyorsun? Yediklerimizden bir şey anlamadığımız gibi son derece yüklü bir hesap ödeyerek ayrıldık ve Çiya'ya da bir daha uğranmayacağına karar verdik. Bir günde iki hayal kırıklığı lokanta ile neredeyse paramızla aç kaldık. İsim yapmış lokantaların nasılsa müşteri geliyor zihniyetinde olmasına çok canım sıkılıyor. 

Hazır Kadıköy Çarşı'ya gelmişken bari Baylan'a uğrayıp "Kup Griye" yiyelim dedik. Bizim İstanbul rutinlerimiz vardır her seyahatte tekrarladığımız ama bu gidişle yeni rutinler arayacak gibiyiz. Neyse Baylan'da kız kardeş kup griye istedi, ben bu sefer değişiklik olsun diye Adisababa'ya niyetlendim. Daha önce Adisababa'yı Üstün Palmie'de yemesem belki böyle oluyordur diyebilirdim ama maalesef bu sefer de bir kısmı tabakta kaldı. Hasılı bugün yenenler-kahvaltı hariç-hayal kırıklığı oldu.

Kadıköy Çarşı'nın kalabalığından çıkıp otele döndük. Üstümüzü değiştirip nefeslendik ve bu kez Yeldeğirmeni civarında bir akşam turu atalım dedik. Hareketli, neşeli sokaklardan geçip şunları görünce şaşırdık, niye hiç fark etmemişiz acep?


Adını Abdülhamit'in yaptırdığı 4 yel değirmeninden alan bir semtte bu değirmen taşlarının bulunmasından daha doğal ne olabilirdi ki, şimdiye kadar görmeyen gözlerimize sağlık 😀 Dolaşırken Söğütlüçeşme'ye gideceğimiz yolun rotasını da belirledik. Bir süre önce valizlerle gelip bir cafede mola verdikten sonra yürüyerek devam etmeye karar vererek döndük otele. Önce odalardan birinden gelen kahkaha sesleri, sonra dışardan gelen sohbet sesleri uzun süre uyumamızı engellediyse de bir süre sonra dalmışız, hatta gece yağan yağmurdan bile haberim olmamış.

Üçüncü ve son günde görüşmek üzere...