.

.
.

30 Kasım 2010 Salı

SANAT AŞKIYLA DOPDOLUYUM:)

Bugün hafta sonunda sergisini gezdiğim Japon sanatçı Naomi Yoshida'nın "Su mürekkebi atölye çalışması"na katıldım. Erken gitmişim, önce Çağdaş Sanatlar Merkezi'nin giriş katındaki Sanat Cafe'de kendime bir çay ısmarladım. Geçen yılki gelişlerimde burası sıradan bir çay ocağı görünümündeydi, şimdi düzenlemiş ve çok hoş bir hava yaratmışlar. Beyaz deri kaplı iskemlelerin üstünde ressamların imzaları var mesela. Aydınlatma elemanları ünlü ressamların tablolarının desenleriyle oluşturulmuş. Tavan lambaları Rönesans çağı figürleriyle süslenmiş. Duvarlarda çok hoş seramik panolar, sanat akımlarını tanıtıcı posterler asılı. Masa üstlerindeki servislerde ressamların hayat öykülerini okuyabiliyorsunuz. En ilgincide menüde yer alan yemek adları. Birkaç tanesini yazayım mesela:
-Picasso'nun kahvaltı tabağı
-Paganini keman çalmadan önce yumurta yerdi
-Beethoven hergün çorba içerdi
-Bach burger
-Vivaldi'nin dört mevsim salatası
-Maksim Gorki ana yemekleri
-Fredrich Chopin tadında
Ayrıca hoparlörlerden çok hoş bir klasik müzik yayını yapılıyor, çayımı içene kadar "Küçük Bir Gece Müziği" ve "Türk Marşı" eşlik etti bana. Bir dahaki sefere özellikle burası için gelip Vivaldi'nin Dört Mevsim Salatasını yemeyi planlıyorum:)

Sonra Atölye'nin başlama saati geldi ve toplandık Naomi Yoshida hanımın etrafına. Siyah kaptaki mürekkep kömür mürekkebi imiş, kalıp halinde bir kömür suyla karıştırılıp eritiliyor. İnceli kalınlı fırçalar önce suya sonra mürekkebe batırılarak ışık-gölge ayrımı yapılabiliyor. Tabii el alışkanlığı isteyen birşey bu. Desenler suyu hemen emen özel bir pirinç kağıdı üstüne yapılıyor.

Naomi Yoshida işin tekniğini gösteriyor öncelikle bize, alışkın ve usta bilek hareketleriyle 5 dakika içinde bir bambu dalı çiziverdi.

Naomi Yoshida ve atölyeye katılan sanat aşıklarını (!) görmektesiniz.


İşte bu iki müthiş eser de benim yaratıcı yeteneğimin ıspatı. İlki ilkokul yıllarımı yadetmek için çizilmiş peyzaj, güneş ve uçurtma uçuran çocuk eksik kusura bakmayın, sırada çok kişi vardı fırçayı elimden kapmak için bekleyen. Alttaki ise açmaya çabalayan azman bir kasımpatı, sapını daha uzun yapacaktım ama kağıt yetmedi:))

Herşey bir yana değişik ve zevkli bir deneyim oldu, cümleten memnun kaldık. Darısı başka atölye çalışmalarına...

29 Kasım 2010 Pazartesi

SUUU...

Bu kupada ne var?
Su
İçmem lazım
İçemiyorum, içemiyorum, içemiyorum
Su içmenin kolay yolu var mı?
Hem su iyidir değil mi?
İçmeliyim, içmeliyim, içmeliyim...

28 Kasım 2010 Pazar

HAFTANIN SONU

Hafta sonundan yararlanıp bu defa kızkardeşle uzun bir yürüyüş yaptık. Amacımız uzun süredir her geçişimizde nereye çıktığını merak ettiğimiz Çankaya civarındaki merdivenli sokağa tırmanıp merakımızı girmekti. Ama öncesinde yolüstünde bulunan Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Galerisine uğramayı ihmal etmedik, ilgimizi çeken bir fotoğraf bir de resim sergisini gezdikten sonra yolumuza devam ettik. Yukarıdaki kolaj "Uzun Yolların Yolcuları: Romanlar" isimli fotoğraf sergisinden. AFSAD'ın öncülüğünde yapılan çalışma "Me Romis Sinom" yani "Ben İnsanım" üstbaşlığıyla çeşitli fotoğraf sanatçıları tarafından romanların gündelik hayatlarının fotoğraflanması ve kendi ağızlarından anlatılması şeklinde gerçekleştirilmiş ve çekilen fotoğraflardan 115 tanesi sergiye konulmuş. Kolaja tıklayıp büyüterek bakmanızı öneririm, zira çok hoş fotoğraflar var.

İkinci sergi Japon sanatçı Naomi Yoshida'nın "Su Mürekkebi Sergisi" idi. Geleneksel bir Japon resim sanatı olan su mürekkebi sanatı, su mürekkebi ve sulu boya kullanılarak yapılıyor imiş. Yukarıdaki de sanatçının "Mor Salkımlar" isimli eseri.

Sergiden sonra epeyce yokuş tırmanıp merak ettiğimiz merdivene ulaştık, onca yokuşun üstüne soluya soluya bir de merdiven tırmandık ve gördük ki hiçbiryere çıkmıyormuş, çıka çıka bildiğimiz Paris Caddesi'ne gelmişiz. Babamın anlattığı bir anekdot geldi aklımıza, bir arkadaşı dağcılığa heves etmiş bir tarihte, bir grup sırt çantaları ve diğer dağcılık malzemelerini yüklenip binbir güçlükle tırmanmışlar bir dağa. "Buraya başka çıkan var mıdır, ilk biz geldik galiba" diye sevinirlerken tepeye erişince ne görsünler çoluk çocuk bir kalabalık piknik yapıp eğleniyorlar. Meğer dağın öbür yüzünde çok kolay çıkılabilen bir yol varmış. Bizimki de o hesap oldu, "merak kediyi öldürür" diye boşuna dememişler, bizi de öldürmese de süründürdü onca yokuş ve merdiven.


Bu hafta sonuna sadece yürüyüş değil iki de film sığdırdım, ikisini de çok beğendim. "Cairo Time" ve "An Education". "Cairo Time" kocası Birleşmiş Milletler'de görevli bir kadının Kahire'de onu ziyareti sırasında yaşadıklarını, kocasının onunla ilgilenmekle görevlendirdiği yardımcısı ile arasında doğan duygusal yakınlaşmayı enfes Kahire görüntüleriyle sunuyor bizlere. Tareq rolündeki Alexander Siddig'in karizmasını da yabana atmamak gerekir filmi ilgiyle izletme konusunda.

"An Education" ise 16 yaşında bir liseli kızla 30 lu yaşlarını süren eğlenceye düşkün, girişken, karizmatik bir adam arasındaki yakınlaşmayı ve bundan doğan aile ilişkilerini konu alan hoş bir film. Bu hoşluğa Jenny rolündeki Carey Mulligan'ın gamzelerinin daha da arttırdığı sevimliliğinin katkısı büyük.

Şimdi tembelliği bırakıp kalkmam ve gelecek konuklarım için hazırlık yapmam lazım. İnsanın kendisinin yiyemeyeceği pasta ve börekleri yapması pek keyifli birşey olmasa da, kolay gelsin bana...

Not: Haydarpaşa Garı'nın bu yangından en zararla kurtulmuş olması en büyük dileğim...

27 Kasım 2010 Cumartesi

TAHTA KOLTUKLU MİM

Bu mim sevgili Müge bacımdan paslandı bana. Konu "Anılarınızla, anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı" olarak belirlenmiş. Bir mimden ziyade bir içdöküm gibi geldiği için keyifle yazmaya karar verdim. Lakin şu anda geçici olarak içinde bulunduğum ev anne-baba evim olduğu için her köşesi anılarla dolu, yazsam bu post bitmez. O nedenle kendi evimi ve eşyalarımı düşündüm İlk aklıma gelen fotoğraftaki tahta koltuk oldu. Kendimi bildiğim ilk andan beri bu tahta koltuklar hep hayatımda oldu. O zamanlar doğal ahşaptı ve üstü cilalıydı. Anılarımda hep mutlulukla hatırladığım bahçeye açılan minik evimizde, oturduğumuz odada dururdu. Annem sevgiyle bahsederdi onlardan; yeni evli bir çiftken, evlerini ilk kurduklarında doğru dürüst oturacak bir sandalyeleri bile olmadığını, sonra bu koltukları aldıklarını ve onları çok sevdiğini söylerdi. Kimileyin o zaman gözüme bir orman gibi görünen, yıllar sonra o evi arayıp bulduğumda küçüklüğüyle hayal kırıklığına uğratan bahçeye çıkarılırdı ılık yaz gecelerinde oturmak için. Beni o zaman çok korkutup şimdi hatırladıkça güldüren bir anının kahramanlarından biri olmuşlardı bahçeye çıkarıldıkları bir günde. İlkokula yeni başlayacaktım, çok güzel bir yaz gecesiydi, yemek bahçede yenmiş ve ortalığa yemek sonrası rehaveti çökmüştü. Yıldızlarla dolu gökyüzünü ve içerdeki, babamın niyeyse "mısır makinesi" diye isim taktığı, tepesine sık sık yumruk vurulması gereken radyodan yükselen şarkıları hatırlıyorum. Bir ara içeri girdim, tekrar bahçeye çıkmak için kapıya geldiğimde babamın koltuğunda minik parlak karelere ayrılmış garip bir yaratığın oturduğunu görüp dehşete kapıldım. Attığım korku dolu çığlıkla koltuktan fırlayan garip yaratığın babam olduğunu farkettiğimde ise bu defa o parçaların dağılıp döküleceğini ve babamın yokolacağını düşünerek bir çığlık daha çıktı boğazımdan. Işık yanan yan odadan koşup gelen annem ve bahçeden nasıl geldiğini bilemeyen babam beni sakinleştirdiklerinde olay anlaşıldı. Annemin ışığını yaktığı odanın penceresinde asılı el örgüsü perdenin kare kare deseni babamın üstüne yansımış ve ben çocuk aklımla bir dehşet senaryosu yazıvermiştim. Bu anı ne zaman hatırlasam kahkahalarımı tutamam ve hep merak ederim perdenin üstündeki gül desenleri de babamın üzerine aksetmiş miydi acaba?

O koltuklar sonraki yıllarda taşındığımız evlere de bizimle birlikte geldiler. Bir tanesi benim ortaokul yıllarında çalışma koltuğum oldu, babam üstüne portatif olarak takılıp çıkarılabilen sunta bir masa yapmıştı, kollarına yerleştirir ders çalışır, sıkıldığım zamanlarda da üzerine yazılar yazar, resimler çizerdim. Öyle bir zaman geldi ki masanın üstünde en ufak boş yer kalmadı, babam çareyi koltuğu ve masayı siyaha boyamakta buldu. Ben yinede yazıp çizmeye devam ettim, başkaları görmüyordu ama ben biliyordum ya.

Ailem şu anda içinde bulunduğum eve taşınınca koltuklar ıskartaya çıktı, gerekince kullanılmak üzere katlanıp balkona kaldırıldı ama ben bir tanesini alıkoyup odama yerleştirdim. Ayçiçeği desenli bir minderle perdelerime ve yastıklarıma uyum sağlayıp kurumlu kurumlu bir köşeye yerleşti ikbale ermiş cariye hesabı ve evlenene kadar da o köşeden kıpırdamadı. Ben evden gelinliğimle ayrılırken de yanına bir arkadaşını alarak bana eşlik etti, hala benimle ve ne kadar eskirse eskisin onlardan ayrılmaya niyetim yok. Baktıkça annemi, o koltuklara sahip olmanın ona verdiği heyecanı, bahçeli minik evimizi, üzerinde uykusuz gecelerimin izi olan okul yıllarımı ve daha pek çok anıyı canlandırıyorum gözlerimde. Onlar benim bunca yıllık yaşamımın şahidiydiler, bundan sonra olmaya da devam edecekler diyerek Yılmaz Odabaşı'nın dizeleriyle bitireyim.
"........
kendini bir bıçak gibi ışıyan yeni güne bağışla
yürü, arkana bakma ama umursa
bazen anılara en çok yakışan elbise
birkaç damla gözyaşıdır, unutma..."*

Şimdi bu mim Asuman'a, Lale'ye, Kara Kitap'a, Buğday Tanesi'ne ve Balkahve'ye paslıyorum. Tabii arzu ederlerse...

* Sakla Yaralarını Kalbim/Yılmaz Odabaşı

26 Kasım 2010 Cuma

BİR YÜRÜYÜŞ EYLEYELİM*

2 saatlik bir yürüyüşten az önce döndüm. Ankara'da hava kapalı, karanlık ve serin. Yağmur geldim geliyorum diyor ama bütün bunlara rağmen benim yürüyüşüm keyifliydi. 2 saatlik sürenin 1,5 saati tempolu yürüyüşle, yarım saati ise sergi gezmek ve alışverişle tamamlandı. Yukarıdaki fotoğraf "Sonbahar Biterken Ankara Parkları" serisinden efendim, Abdi ipekçi Parkı, tıklayıp büyütürseniz parkımıza sonbaharın kattığı güzelliği daha iyi görebilirsiniz. O atkestanesi ağacının altındaki ada benim öğrenciliğimde çok şirin bir çay bahçesiydi, güzel anılarım vardır orada, şimdi bomboş duruyor, keşke tekrar açılsa öyle bir yer.

İki sergi gezdim yürüyüş rotamın üstünde olan, ilki Çankaya Belediyesi'ne ait Galeri Kara'da açılmış olan Diana Blok ve Gabrielle Le Roux'un fotoğraf ve desenlerinden oluşan "Bizim Aracılığımızla Görmek" ve "Afrikalı, Gururlu ve Transgender" isimli sergiydi. Her iki sanatçının da insan hakları, ayrımcılık, feminizm ve cinsel kimlik farklılıkları konusunda çalışmaları var, sergi de cinsel kimlik farklılıklarını ele alan fotoğraf ve desenlerden oluşuyordu ve bu açıdan oldukça ilginçti.

İkinci sergi Ankara'nın çok sevdiğim eski binalarından birinde, eski Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati evinin restore edilmesiyle oluşturulan Mustafa Necati Kültür Evi'nde açılmış olan Sema Gürsoy'a ait "Keçe Tasarım Sergisi" idi. Çok beğendiğim çalışmalar gördüm özellikle lale ve gül desenli panolar harikaydı. Fotoğraf çekme arzuma sergi sahibi sıcak bakmadığı için fotoğraf ekleyemedim oysa Nedukcuğum senin için birşeyler çekmek isterdim doğrusu.

Yol boyunca çok eğlendim ben, bir sürü değişik şey görüp farkettim. Karşımdan gelen sarışın ve çok şık hanımın boynundaki turkuaz taşından yapılmış lale formlu kolyede gözüm kaldı mesela. Tuna Caddesi'ne açılan sokakların bu kadar sakin, bu kadar "çılgın kalabalıktan uzak", bu kadar eski Ankara gibi kalabilmiş olmasına şaştım. Yanyana dizilmiş simit ve dürüm saraylarına ve orada oturmuş en ucuzundan karın doyurup vakit dolduran 657'den emekli kral ve kraliçelere bakıp hüzünle gülümsedim. Simit gibi en halk tipi, en ucuz yiyeceğin sunulduğu bir mekan neden "Saray" olarak adlandırılır acaba, bir nevi aşağılık kompleksi mi? Bu bana hep şirin mi şirin, tombul, hamarat, kalender, anaç bir ev hanımının süslenip püslenip büyük bir şirketin genel müdürü yapılması gibi gelir hep, öyle iğreti, öyle saçma. Neyimiz saçma değil ki zaten. Sonra türkü barlardan süzülen enfes bir melodiye kulak kabarttım "Gönül Dağı'nı çalıyordu içerde biri kulağıma kaval gibi gelen nefesli bir çalgıyla. Yüksel Caddesi yine kalabalıktı, rengarenk şallar, deri cüzdanlar, eski kitaplar, ev yapımı mumlar satılan tezgahlar müşteri bekliyordu. Çiçekçilerin yanından geçerken burnuma sümbül kokusu çarptı ve birden çok sevindim. Bahara ne kalmıştı şurada, topu topu koskoca bir kış:)

* "Bir yürüyüş eyleyelim" Pir Sultan Abdal'ın "Gelin Canlar Bir Olalım" deyişinden bir dize. Belki hatırlayanınız vardır, Küçük Ağa dizisinde Çolak Tahir'in diline takılmış bir türküydü ama o "Bir yürüyüş eyleyelim" dizesini "Bir gülü düş eyleyelim" şeklinde hatırlardı hep.

25 Kasım 2010 Perşembe

UZAYIP GİDEN O TREN YOLLARI

"Uzayıp giden o tren yolları
Açılıp sarmayan yarin kolları
Uğurlar kızları, nazlı dulları
Bir beyaz mendilin sallanışını
Unutmam o gece ağlayışını
Silemem coşmuşum gözüm yaşını
Uzayıp giden o tren yolları
Açılıp sarmayan yarin kolları"

İki gün önce Cebeci tren istasyonu boyunca yürüyüş yaptığımdan beri bu şarkı dilimde. Kulağım öyle aşinadır ki zaten, çocukluğum süresince annemden yüzlerce kere dinlemişimdir. Benim annem evde sürekli şarkı söyleyen bir kadındı, doğal olarak ona çekmişim. Yataktan kalktım kalkalı "Uzayıp giiideeeen o treeen yollaaaarı" diye çığrınıp bilgisayar başında avarelik ediyordum ki birden içimdeki en kuytu köşeye gizlenmiş domestik ruh el salladı. Aldırmadım önce, bu defa "Haydi şimdi bütün eller havaya" moduna geçti, başımı çevirdim. Iıh, taktı ya bir kere bana, dürttü bu defa, "Kalk, mutfağa git". Emir büyük yerden, çaresiz dediğini yaptım. Şimdi kırk yılda bir gelen misafir kapıdan çevrilir mi, domestik ruhumuzu en iyi şekilde ağırlamak boynumuzun borcudur.

Kendimi mutfağa ve yiyeceklere adadım takriben iki saat süreyle. Önce Temel Reis'le Safinaz'ın kulaklarını çınlatarak ıspanak pişirdim. Hem de iki çeşit, biri bana (kendimi yeniden yapılandırma sürecindeyim övünmek gibi olmasın), diğeri hane halkına. Nohut ve kuru fasulye ıslattım sonra da haşladım, poşetlere yerleştirip buzluğa attım. Bulaşık makinesini boşaltıp mutfağı düzenledim. Bilumum kışlık ot-çöp çaylarımı kavanozlara yerleştirdim. Kendimle gurur duymadan önce kendim için bir de çorba yapmaya yapmaya karar verdim: "Kırmızı olsun 5 lira fazla olsun çorbası". Tabii ki ismi bu değil, ben uydurdum. Tarifi sevgili Nunu'ya ait, denedim ve çok sevdim, yeniden yapılanma sürecime uygun ve lezzetli. Giriştim çorbayı pişirmeye, bir de güzel öykü uydurdum, hem de sizin için fotoğrafladım.

Şimdi efendim, üç kızılderili arkadaş beyazların gelip kendi topraklarında altın aramalarına fena halde içerlemekte imişler. Arkadaşlardan "Uzun rugan çizmenin topuğuna değen taş" isminde olanı "Hasır şapkanın tepesine düşen yağmur damlası" adını taşıyanına bir öneride bulunmuş akşamüstü Kankırmızı Bar'da sinirotu kokteyllerini içerken: "Ugh, birader neden biz altın aramıyoruz da bu işi beyazlara bırakıyoruz". Diğeri "Haklısın demiş, bizim onlardan neyimiz eksik, soluk benizlilerden alalım bu altın tekelini." Üç arkadaşın en şişmanı ve en kısa boylusu olan "Bostan çitine asılı bandana" da uygun bulmuş bu öneriyi. Hemen bir plan yapmışlar, yanlarına dördüncü arkadaş olarak aşırı vejeteryanlıktan dolayı kızılderililikten yeşilderililiğe dönüşmüş "Çayır çimen geze geze oldum ben bir geveze"yi de alıp yola düşeceklermiş ki evcil hayvanları Soso ile Sasa peşlerine takılmış. Üç arkadaş çok koktukları için onları yanlarına almak istememişler ama Sasa'nın "Sarmısağı gelin etmişler 40 gün kokusu çıkmamış" şeklindeki veciz atalarsözüne aldanıp dahil etmişler küçük kafileye.

Çölü geçecekleri için yanlarına iki galon su almayı da ihmal etmemişler. Uzun süren çöl yürüyüşünden sonra kasabanın istasyonuna gelip Sheriff denen herife görünmeden kendilerini buharlı trene atmışlar.

Trenden iner inmez yakalamış onları anafor. 4 kafadar ve evcil hayvanları Soso ile Sasa bir burgu gibi dönerek birbirlerine karışmışlar.

Anafordan kurtulduklarında öyle perişan durumdalarmış ki altın aramaya takatları kalmamış. Altın arayıcılarının kasabasının hemen yanına salaş bir lokanta açıp "Kırmızı olsun, 5 lira fazla olsun çorbası" satmaya başlamışlar tas tas. O günden beri bu çorbayı içen altın buluyormuş. Kimbilir belki bizim Kızılderililer de şimdi bir restoran zincirinin sahibi olmuşlardır Kaliforniya'da:)

Not: Çorbanın normal tarifi için bakınız: Bir Dut Masalı
Ve burada da Abdullah Yüce'den "Uzayıp Giden O Tren Yolları"
Fotoğraf: Cebeci Tren İstasyonu/Ankara

24 Kasım 2010 Çarşamba

HER SONBAHAR GELİŞİNDE, SARI SARI YAPRAKLARLA...

"Keyif Evi" sonunda bitti. Ben de güne kendime Öğretmenler Günü hediyesi olarak aldığım yeni kitabımla, David Boratav'ın "Beyoğlu'nda Fısıltılar" romanıyla başladım. Kitabın yanında gördüğünüz mavi renkli kokoş örümcek hanımın adı "Halime", o da kızkardeşin hediyesi. Bir de pembe güneş gözlüğü var ki görmeye değer, takınca çıtır mı çıtır oluyor. Yakında kendisine bir "Sosyeteye takdim partisi" düzenleyeceğiz :)

Dün Ankara'da sıkı yağmur vardı, buna rağmen ben yine attım kendimi sokaklara. İlk kez yağmurda yürümekten bu kadar zevk aldım ve tuhaftır ki ilk kez sonbaharı bu kadar keyifle karşılayıp izlemeye doyamıyorum. Yağmur dallarda son demlerini yaşayan yaprakların çoğunu toprakla buluşturmuştu. Ankara sokakları güz renklerine bürünmüş, bozkıra özgü o boz görüntüsü kaybolmuş adeta iyi bir estetik cerrah elinden çıkmış geçkin kadın gibi tazelenip güzelleşmişti.

Kimi ağaçlar sapsarı olmuşlardı, ilginçtir ki yanlarından her geçişte limon yemişcesine ferahlamış hissediyorum kendimi. Gözlemlediğime göre dökülmeden önce kavak yaprakları tam sararıyor, bir de asmalar. Meşe yaprakları kahverengimsi bir renk alıyor ama görünümleri çok estetik oluyor. Ankara'nın ortasında yeşil bir vaha gibi kalan Saraçoğlu Mahallesi'nin sokakları meşe yapraklarından bir yorganla örtülmüş.

Kumrular Caddesi'nin kadim çınarları da kaldırımlara konfeti gibi yağdırmış el ayasına benzeyen yapraklarını. Ankara'nın simgesi, benim sevgili ağacım atkestaneleri ise kocaman yapraklarını rengarenk bir ressam paletine çevirmiş göze, gönle şenlik olsun diye.

Kısacası yağmur bugün sonbahara ve Ankara'ya çok yakışmış.

Bu fotoğrafsa Salı akşamı çekildi. Kim demiş Ankara'nın en güzel yanı İstanbul'a dönüşüdür diye. İstanbul'un güzelliğine lafım yok ama Yahya Kemal sağ olsaydı da, bizim şehrimizi bir de bu sonbaharda görebilseydi keşke...

Not: Öğretmenler Günü kutlamalarınız, beni duygulandıran güzel sözleriniz için bir kez daha teşekkür ediyorum, iyi ki varsınız.

DÜNYANIN BÜTÜN ÇİÇEKLERİNİ DİYORUM


İtiraf etmem gerekir ki öğretmenliğe pek gönüllü başlamadım, çalıştığım uzun yıllar boyunca da "Bu tam benim mesleğimmiş, iyi ki seçmişim" demedim. Daha büyük bir zevkle yapabileceğim başka meslekler olabileceğini sonraları farkettim ama öğretmenlik yaptığım her anın da hakkını vermeye çalıştım. Öğrencileri çocuğunmuş gibi benimsemek, sanırım işin özü burada yatıyor. En haylazının yüzüne karşı kızıp arkasından gülümsedim, en tembeline düşük not verip eve gidince üzüldüm. Binbir anı biriktirdim; bazısı güzel, bazısı acı, bazısı neşeli, bazısı hüzünlü. Eğitim sisteminin iyice suyunun çıktığı bir dönemde elveda dedim öğretmenlik yaşantıma ama öğrenciler hep hayatımda kaldılar. Kimi zaman yıllar ötesinden gelen bir telefon, kimi zaman bir not, kimi zaman bir ziyaret, facebooktan bir sesleniş, yolda arkamdan koşan ayak sesi, boynuma sarılan bir çift kol, pazarda torbama atılan iki elma, girdiğim bankanın gişesinde gülümseyen yüz, uzattığım parayı geri çeviren dolmuş şoförü, resmi dairelerde bir imza olarak çıktılar karşıma. İyi ki öğretmen olmuşum dedirttiler bana. Onca yılın getirdiği bu en büyük ödülü yakama taktım mutlulukla.

Öğretmenliğin bu ülkede hakettiği yere ve öneme ulaşması dileğiyle hayatıma bir şekilde dahil olan öğretmenlerime şükran duygularımı iletiyor, tüm öğretmen arkadaşlarımın Öğretmenler Günü'nü kutluyorum...

23 Kasım 2010 Salı

KONMA BÜLBÜL KONMA NERGİS DALINA

Mevsimin ilk nergislerini aldım dün, derin derin içime çektim mis kokusunu...
Neler neler hatırlattı.
Önce Denizli, nergis her zaman Denizli'dir benim için. Aileden ilk ayrılık, kendine ait ilk ev, evliliğin ilk yılı, yeni bir meslek, yeni bir ortam, yeni insanlar. Ne mutlu ki hala hatırladıkça yüreğimi titreten iyi insanlar ama ille sıla özlemi. Her köşede, en çok da bugün bile rüyalarıma giren Şeytan Pazarı'nda satılan nergisler. Her sokağa çıkışta bir demet almak, koklamak, kokladıkça evi ve aileyi daha bir özlemek. Önce de yazmıştım galiba, o yüzden nergis hep hüzün kokar bana.
Sonra sömestr tatillerinde gidilen İzmir. Denizi kız, kızı deniz kokan İzmir. Yağmurlu günlerde ıslak kaldırımlarda nergis satıcıları. Satın alıp halama götürmek. Yanmayan kaloriferler, Körfez'in nemiyle karışık soğuk salonda burun deliklerime dolan nergis kokusu. Halamın soğuğu kıran esprileri, sıcaklığı. O hayat dolu kadının geçirdiği beyin ameliyatı sonrası pekçok şeyi hatırlamamasının sızısı var içimde şimdi.
Son olarak Nergis abla. Çocukluğumun deli-dolu, sarışın, minyon komşu kızı. Adı Nergis'ti ama ben onu hep kapılarının önündeki akşam sefalarıyla özdeşleştiririm.

Peki size neler hatırlatır nergis? Başlıktaki türküyü dinlerken anımsarsınız belki...

22 Kasım 2010 Pazartesi

BAYRAM BİTTİ, GEÇMİŞ OLSUN

Gece tam yatmaya hazırlanırken başlayan şiddetli diş ağrısı nedeniyle sıkı bir ağrı kesicinin himmetine sığınmak zorunda kaldım. Sol alt çenemde birbirinden huysuz iki kardeş azı var, 5 yıldır ergenliklerini tamamlayıp akılları başlarına gelmeyen. Normale dönmeleri için götürmedik psikolog-pardon diş hekimi-bırakmadım. Dolgu yapıldı olmadı, siniri alındı olmadı, tekrar elden geçirildi, kaplandı ama hala huysuz hala huysuz. Tek çare çektirip köprü yaptırmak ama iki yanlarındaki sağlam dişlere kıyamadığım için bir süre daha böyle kavga-döğüş idare edeceğim galiba. Hayatta en imrendiğim insan türü diş problemi olmayan insan türü. Ben ayda bir diş hekimine gitsem ağzımda yapılacak epeyce iş bulur.

Her neyse sabah yoğun ağrı geçmiş ama dişin alttan alta dürtmesi devam ederek kalktım yataktan. Genellikle şu eskilerin "nevazil" dedikleri durumlarda artıyor bu ağrı, üzerinize afiyet ben de kış boyu nevazil durumlarında dolandığım için diş de memnuniyetle eşlik ediyor bu şenliğe. Esasen nevazil nezlenin çoğul hali sanırım ama halk arasında daha değişik bir anlamda kullanılıyor, ben de onu kastediyorum naçizane:) Ağrıyan dişimi kullanmamaya çalışarak mütevazı kahvaltımı ettim. Ekmeğin üstündekini tereyağ sanmayın, light Labne kendileri. Eşlik eden biberler ise balkon bahçede hala direnen biber fidanından koparılma. "Keyif Evi"ni okumaya devam, adı gibi keyifli bir kitap, şu eski klasiklere benziyor. Biraz Rus romanları, biraz Jane Austen kitapları tadında. Tek sorun küçük puntolarda basılmış olması, okuması zorluyor insanı.

Dizim de, kendim de biraz normale döndüğüm için 3 gündür hareket halindeyim sokaklarda. Cumartesi günü sonbahar kılığını giymiş Kurtuluş Parkı'nda yaptığım harika yürüyüşten sonra dün de bir arkadaşımla Tunalı taraflarında seyran eyledim. Lakin bir gün önceki havaya aldanarak ince giyinmişim oldukça üşüdüm. Yine de güzel bir gündü, dönüş yolunda girdiğimiz mağazada bulduğum "Snoopy" desenli nevresim takımı ise günün bonusu oldu.

Az evvel pencereden baktım, bolca yaprak uçuşuyor heryerde, tam Yahya Kemal havası:

"Artık ne gelen, ne beklenen var
Tenha yolun üstünde rüzgâr
Teşrin yapraklarıyla oynar."

Evet Leylak kaçar; pişirilecek yemek, okunacak kitap, izlenecek film var. Blogun kapısı açık ama uğrayın, bekleriz...

21 Kasım 2010 Pazar

HÜZÜN Kİ EN ÇOK YAKIŞANDIR BİZE

Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız

Biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan

ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız

Biz, ey sürgünlerin Nazım'ı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
Gerek acının teleğinden ve gerek
lacivert gergefinde gecelerin

şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız

Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız...

Hilmi YAVUZ

20 Kasım 2010 Cumartesi

BAYRAM SAYIKLAMALARI 3

Pazar gününden beri süregelen katıksız ev hapsime dün son verdim, zorunlu bir alışveriş için vurdum kendimi Ankamall yollarına. Bindiğim metro vagonu bayram nedeniyle son derece tenhaydı. Karşımda Max Frisch'in "Homo Faber" isimli kitabını dikkatle okuyan bir kız oturuyordu. İçimden kendisine takdir duygularımı yolladım. Yanında oturan çiftin kadın olanı kitap okuyan kızı aşikar bir merakla incelerken kocası da parmaklarına doladığı tesbihi sürekli çevirerek sağı solu kesmekteydi. Sol yanımda sarı saçları krapeyle kabartılmış yaşlı bir hanım bir yandan alçak sesle kendi kendine konuşuyor, bir yandan da başını öne sallayarak konuştuklarına onay veriyordu. Bir ara konuşma ve onay faaliyetine ara verip dikkatle bana bakmaya başladı. O kadar ısrarla baktı ki tanıdık olabileceğini düşünüp ben de ona bakmaya başladım hatta lisedeki matematik öğretmenime bile benzettim, neredeyse soracaktım, sonra matematik öğretmenimi hiç sevmediğimi hatırlayıp caydım. Neme lazım, sonra sahiden o çıkar da nefret ettiğim trigonometriden sınav yapmaya bile kalkıverir, belli mi olur? Bu kadardık işte; Max Frisch okuyucusu kız, tesbihli adam, meraklı karısı, matematik öğretmeni(?) ve ben. İki durak sonra elindeki spor gazetesini okuyarak bir adam daha bindi, sayı değişmesin diye diğer durakta da ben indim.

Nisbeten erken bir saatte gittiğim için alışveriş merkezi tahminimin aksine oldukça tenhaydı. Birkaç mağazaya girip çıktıktan sonra yemek katına geçtik birşeyler atıştırmak için. Yanımızdaki birkaç masaya 12-13 yaşlarında erkek çocuklar oturmuşlardı, önce ilgimizi çekmedi, sonra saç modellerine takıldık. Hemen hepsinin saçları bolca jölelenip şekillendirilmişti ve aynı elden çıkmış gibiydi. Daha dikkatli bakınca bir kısmının Down sendromlu, bazılarının ise konuşma özürlü olduğunu anladık ve başlarındaki görevli genç kızla muhtemelen müstahdem olan adamı farkettik. Belli ki bir yurdun öğrencileriydiler ve bayram nedeniyle gezmeye getirilmişlerdi. Görevliler biri dışında hepsine Coca Cola ve döner dürümden oluşan yiyecekler alıp dağıttılar. Sadece bir tanesi önüne konan 3 sefertasındaki yemekleri son lokmasına kadar sıyırarak yedi. Muhtemelen özel bir diyeti vardı, sonra anladık ki yemek sonrası sinemaya götürülecekler. İçlerinden yaşça biraz daha büyük göstereni yemek sonrası diğerlerine kağıt peçete kullanarak ağızlarını nasıl sileceklerini gösterdi. Sakin sakin karınlarını doyurdular kendi aralarında kendilerine has dilleriyle sohbet ederek ve biz içimizde ince bir sızıyla ayrıldık yanlarından. O kavruk görünüşlü, basit giyimli, yalnız yavrular düzen içinde yemeklerini yiyip o kadarcık şeyle mutlu olmaya çabalarlarken etrafta dolaşan onlarca süslü çocuk ailelerine şımarmakla meşguldu. Hayat hiç adil değil ne yazık ki.

Aklımız o bir grup çocukta, kalan alışverişi de tamamlayıp bayramın son saatlerini geçirmek için gelenlerle iyice kalabalıklaşan AVM'yi terkettik. Yukarıdaki fotoğraf Erdil Yaşaroğlu'nun bir mağazanın vitrinine yaptığı yılbaşı konseptli düzenleme...

Not: Galiba sonunda bayram bitti:))

19 Kasım 2010 Cuma

BAYRAM SAYIKLAMALARI 2

Bayram müthiş bir sükunet içinde geçiyor. Kitap, kahve, bilgisayar üçlüsü eşlik ediyor bu sakinliğe. Apartman neredeyse boş, bayramlaşılması gereken büyükler de şehir dışında olunca arife gününden bu yana evden dışarı çıkmadım. Bayramlaşıp şeker istemek için çocuklar ve kapıcı bile gelmedi. Kısacası kapıyı çalan olmadı dünden beri. Aha, tam bu cümleyi yazıp noktayı koydum, kapının zili zırladı pardon bizim zil kibar, "Für Elise"yi çaldı. Saat kaç biliyor musunuz? 23.45. Kalbim gümbürdeyerek koşturdum, açtığımız kapıda kimse yok, aşağıya baktık, bir kafa uzandı. Kusura bakmayacakmışız, anahtarını unutmuş. Yuh dersem ayıplamazsınız değil mi aziz ve muhterem okuyucularım. Girişteki boş dairenin sahibi, tanımam bile. İnsanlardaki rahatlığa bak.

Kapı deyince aklıma bir kapı hikayesi daha geldi. 5 yıl önceydi, annem hasta, hastanede yatıyor. Başında kalıyorum, fırsat bulunca eve gelip 1-2 saat dinlenip dönüyorum. Yine bir gün ziyaret saatinden yararlanıp eve geldim, evde kimse yok. Anahtarı çıkardım tam kapıya takacağım aklıma geldi, kilidin üstünde o zamanlar minik bir delik vardı. Bakınca içerisi görünüyor mudur acaba diye gözümü bir dayayayım dedim. Dayadım dayamasına da gördüğüm görüntüyle şok oldum, tam göz hizamda bikinisinden taşmış bir çift iri göğüs duruyor. "Yanlış gördüm galiba" diyerek gözümü oğuşturdum, tekrar baktım, evet hem de hayli bronzlaşmış bir çift göğüs. "Selamunkavlen" diyerek hafif tırsık kapıyı açtığımda neredeyse gülmekten merdivenden yuvarlanacaktım. Gördüğüm bir çift bronz iri göğüs portmantoda asılı Zeki Triko'nun karton poşetinden bana gülümseyen sarışın bir dilbere aitti.

Yukarıda bizim mahallenin bayram halini görmektesiniz. Dakikada 50 arabanın geçtiği caddemizi böyle ıssız görmek de varmış, tuhafıma gitti, sayım gününde gibi. Ha Şenizcim, bu arada bildireyim, ağaçtaki çorabımsı-havlumsu nesne sonunda düşmüş. Sen sağ ben selamet.

Eh, artık bugün şeytanın bacağını kırıp sokağa çıkacağım inşallah. Haydi cümleten tekrar iyi bayramlar (böyle de uzun bayram dünyada görülmemiştir, bayramlaş bayramlaş bitmiyor:).

17 Kasım 2010 Çarşamba

BAYRAM SAYIKLAMALARI


İnsan bir şekilde dalıyor içine bu bayram denilen şeyin. İster istemez bazı hazırlıklar yapmaya başlıyorsun. Ben de Arife günü bir yandan hazırlanıp bir yandan ardımda bıraktığım az sayılmayan bayramları geçirdim aklımdan. Kimi zaman bir olay, kimi zaman bir görüntü, kimi zaman bir sözcük geldi geçti şu hafıza denen yamalı bohçadan. Saimekadın'daki çok kısa süre oturduğumuz evimizin önünde bir grup yaşıtım çocukla sevine sevine dolaştığım görüntü hatırladığım ilk bayram görüntüsü, 5 yaşında falan olmalıyım, anneannemin annesi tedavülden kalmış bir 5 kuruşluğu harçlık diye vermişti bilmeden, para kesesinin nerelerinde kaldıysa, bir de onu unutmadım, tuhaf öncesi hiç yok. Sonra komşu kapısı çalmalar başlıyor, kimi şeker, kimi mendil veriyor. Bir kere para geçti elime, arkadaşım erkek Fatma Özden'in annesi Fikriye teyze koymuştu avcuma elini öpünce. Oysa ben çok utangaç bir çocuktum, uzun yıllar kimsenin elini öpmedim daha doğrusu utandığım için öpemedim. Herkes beni yabani, saygısız, kural dışı olarak niteledi ama kimse utandığımı aklına getirmedi. El öpmenin neyinden utanırdım ki, haydi sevmeyebilirsin-ki hala sevmem-ama utanmak niye, bunun psikolojik bir açıklaması olmalı. Her neyse, ben o aile büyüklerinin bile elini öpmeyen çocuk git sen arkadaşlarınla komşu kapısı çal, ellerini öp. Zaten çok da uzun sürmedi, bir daha da gitmedim. Radyo var anılarımda en çok; "Hoşgeldin evimize/Şiir oldun dilimize Bayram gecesi" şarkısı var "Yurttan Sesler" korosundan. Karagöz-Hacivat temsilleri var Hayali Küçük Ali'den. Babamın bayram namazından dönmeden yataktan kaldırılışım ve onun elinde balonla eve gelmesi bir Bayram rutini. Kömürlüğe kapatılan koyunların melemesi kulaklarımda, bıçakları bileyen iğrenç masatlar var nefretle hatırladığım. Arkadaşlarım Filiz ve Vildan kardeşlerin beyaz kabartılı bir kumaş üzerine kocaman kırmızı güllü bayramlıkları nedense aklımda kalmış, annem perdeye benzetmişti, kih kih :) Ayaklı küçücük kadehlerde sapsarı parlayan muz likörleri, babamın iş arkadaşı bir hanımdan öğrenip yıllarca her bayram evde yaptığı çikolatalı, hindistancevizli toplar, uzun süre kuyrukta beklenip doldurulan Eyüp Sabri Tuncer'den alınmış limon kolonyaları, anneannemin pek sevdiği, benimse nefret ettiğim İzmir'li kolonya Altın Damla, kararmış tavalarda kavrulup pirinç değirmenlerde öğütülen çekirdek kahvenin mis kokusu, yemeği hep reddettiğim kavurmalar, komşuların kapıya getirdiği veya bizim komşuların kapısına götürdüğümüz kurban etleri çocukluğumun unutulmazları. Karşı komşumuzun şaşaa ile alıp bahçeye bağladığı dana ve kesmeden önce yanında artistik pozlar vererek fotoğraf çektirmesini gülerek hatırlıyorum, aile albümünde baş köşeye yerleştirip bakanlara "bu da arkadaşım dana" diye tanıştırdığını düşünmüştüm muzırlıkla. Ha bir de eniştemin çalınan kurbanlığı vardı.

Daha yazsam uzayıp gidecek bu yazı, en iyisi hepinize tekrar iyi bayramlar diyerek bitirmek. Buyrun alın, artık geride kalan bayramlardan bir hatıra bunlar da, annemin el emeği örtünün üstünde annemin yıllanmış şekerliğinden bir çikolata. Bayram anılarınız bol olsun...

15 Kasım 2010 Pazartesi

İYİ BAYRAMLAR

Bayramınız kutlu, ağzınız tatlı, sağlığınız yerinde, keyfiniz daim olsun...

13 Kasım 2010 Cumartesi

HIMFPF&%?"...

Hasta Leylak ne mi yapıyor?
Bol bol öksürüyor, hapşuruyor, ilaç içiyor, uyukluyor, "hiç halim yok" diye mızıldanıyor, yatarken "Firmin" okuyup kalkınca "Ratatouille" izliyor. Hasılı "Fareli Köyün Hasta Kavalcısı" rolünde.
Dürülüdürülüdürülüüüüü...

12 Kasım 2010 Cuma

KIRILMACA, DÖKÜLMECE, SEVİNMECE

Başlıkta da yazdığım gibi kırılıp dökülmekteyim. Yok, kibarlıktan değil hastalıktan. Boğazımda dünkü zımparanın izleri, sesim ergen erkek çocuğu sesi gibi hörlek, başımın içinde "Hanımın Çiftliği"ndeki fabrikanın ıskartaya çıkardığı didilmiş pamuklar, kulaklarımda sürekli bir ırmak sesi çağıldıyor, sırtım, kolum, bacağım dayak yemiş gibi, hasılı kendimi yukarıdan seyrediyorum sanki, kafam karman çorman. Bayram algınlığına yakalandım:)

Bedendeki bu aksaklıklara rağmen ruh kelebek kanadı çırptı sabah kapıya gelen kargocuya en cızırtılı sesimle "Benim" deyip kimliğimi uzatırken. O andan beri de kah yatarak, kah oturarak "Hümanist, entel bir serseri" ile o kitap senin bu kitap benim dolaşıp her birinden birer ısırık alıyorum.

Nice yaşanmışlıklara tanıklık etmiş bir ağacın fındıklarından yiyorum. Hayır öyle kaseler dolusu değil, 10 tane sadece.

Aslında çok isterdim şu lokumlardan birini üzerindeki pudra şekerini yüzüme gözüme bulaştırarak ağzıma atmayı ama çelik iradem izin vermedi. Ben de çocukluğumun bayramlarına, Hacı Bekir'den alınma şeker kutularına, anneannemin "iki kavrulmuş lohun"larına ve binbir renkli akidelere doğru küçük bir düşsel yolculuk yapıp geldim.

Ve farkettim ki fotoğraftaki çiçeği her geçen gün daha çok seviyorum.

Bu türkü bir tık ile o çiçeğe gitsin...

11 Kasım 2010 Perşembe

BOĞAZ AĞRISI, HAFİYELİK, SOSYETE, MİM, FALAN FİLAN

Sabahtan beri boğazımda yoğun bir faaliyet var. Birkaç tane usta ellerinde rendelerle sürtüp duruyorlar bademciklerimi, öylesine bir yanma, bir gıcık, bir yutkunamama durumu. Yahu günlerdir evdeyim, hava güzel bu neyin nesi anlamadım. Üstelik nezle de geliyorum diyor farkındayım.

Aman, ne kadar çok yakındım yahu, geçelim bunu. Bu ara süper dedikodulu, tam magazinsel bir anı kitabı okuyorum çerez niyetine: "Bir Oyun Gibi Yaşadım/Nihal Acar". Kafa dağıtmak için birebir, arada bir yaparım ben bunu çok eğlenceli olur. Bir zamanlar kızkardeşle Haftasonu gazetesi alırdık, sonra da günboyu okuyup kahkahalarla gülerdik. Epeydir almıyorum yahu, sosyeteyle olan bağımı kaybettim. Ben takip etmeyeli kimbilir kimler evlendi, kimler boşandı, kim kimi aldattı, ayın rüküşü kim, şıkı kim, uzak kaldım uzak. Dur ben yarın gidip bir Şamdan Dergisi alayım:)

2-3 gündür değişik bir yazma faaliyeti içindeyiz birkaç blog birlikte. Önderliğini Sanat Notları yaptı. Katılmak isteyenleri sıraya koydu ve bir öykü başlatılıp belirli bir yerde kesildi. Sıradaki devralıp yazmaya başladı, şimdi 6.bölümü bitirdik-ki onu ben yazdım-devamını merakla bekliyoruz. İşin ilginç yanı ikinci bölümden sonra öykü polisiye-gerilim tarzına dönüştü. Bakalım yazdıkça neler çıkacak. Okumak isterseniz Sanat Notları'na buyrun.

Yazımı bitirirken bir "Mim" daha cevaplamak istiyorum. Sevgili Müge yollamış, nasıl hayır derim; kadıncağız üzgün zaten, Frenk yavrusu gitti, ıssız kaldı otağı:) Mimin konusu "Çantanda ne var bacım?". Bakalım ne varmış:

-Herzaman, daima, kesinlikle fotoğraf makinesi
-Cüzdan
-Anahtar
-Cep telefonu
-Küçük cep defterim
-Kalem
-Bazen 10 tane, bazen hiç oradan buradan toparlanmış ambalajlı ıslak mendil
-Ayrıca kağıt mendil
-Saç fırçası
-Ruj
-Birsürü buruşuk yazar kasa fişi
-Başağrısı ilacı, pastil
-Çanta büyükse kitap
-Ve dahi aklıma gelmeyen birşeyler daha...

Tamamdır sanırım, oricinal birşey de yokmuş gördüğünüz gibi, tipik kadın çantası işte. Bari ben de Kara Kitap ve Buğday Tanesi'ne yollayım mimi.

Haydi, kaçtım ben...


10 Kasım 2010 Çarşamba

ORNİTORENK Mİ? O DA NE?

Günboyu dilime takıldı şu yukarıda gördüğünüz hayvanın ismi: ORNİTORENK. Yok bu diz ağrısı yaramadı bana, abuklamaktayım. Oturdum ornitorenk, kalktım ornitorenk, yedim ornitorenk, gezdim ornitorenk. Kuaföre gittim saçımı boyatıyorum, adam soruyor: "Nasılsınız?" Neredeyse cevaben "Ornitorenk" diyeceğim, o derece yani. Sonunda indirdim Google'dan muhteşem görüntüsünü ördek gagalı mahlukatın, rahatladım. Bir tane alıp beslesem mi acaba, ya da Frenk'in yerine Müge'ye yollasam o beslese. Şirin ama değil mi? Canıım, adını ne koysam acaba, neyse Müge koysun nasılsa o besleyecek:)

Ornitorenk sabuklaması dışında sabah 9.00'da kendimi balkona attım. Niyetim sirenler çalınca saygı duruşunda bulunmak hem de caddenin o andaki durumunu gözlemek. Ben bunu hep yaparım, annemin mezarının başında Fatiha okurmuşcasına huzur verir bana bu ufacık saygı gösterisi. Ve bugün üzülerek gördüm ki o dakikada onlarca arabanın geçtiği, üç öğrenci yurdunun olduğu koca caddede ne insanlar, ne de araçlar siren sesine kulak bile asmadılar. Yalnızca 34 plakalı bir özel otomobil sağa çekti, içinden inen iki adam siren sesi susana kadar saygı duruşunda bulundu. Koca caddede iki adam ve balkonda kırmızı eşofmanı, taranmamış sabah saçları ile ben, trajikomikti sanki. Bunun lokal bir durum olduğunu düşünerek avunmaya çalışıyorum, diliyorum ki öyledir.

Dizim birkaç gündür daha iyice ya şımardım yine attım kendimi sokaklara. Önce saçlarımı boyattım. Benim saçlar paulownia ağacı gibi, ayda neredeyse üç santim büyüyorlar, 15 günde ayrım yerinden yaşımı ortaya çıkaran bir ipucu görünüveriyor. Üç hafta olmamışken gittim yeniden boyaya. Az konuşan, üstelik alçak sesle konuşan, üstelik pepeme olan ve bir de ağır işiten kuaförümle iletişim kurmam o kadar zor ki. Onun söylediğini ben anlamıyorum, benim söylediğimi o duymuyor. Neyse ki saç modelimi de, saçımın huyunu suyunu da öğrendi de fazla konuşmaya gerek kalmıyor. Saçım bir dahaki uzamasına kadar homojenize hale getirildikten sonra Tunalı Hilmi Caddesi'ne doğru bir yürüyüş yaptım ve bir aya yetecek kadar krapeli platine saçlı hatun gördükten sonra o yakınlardaki, kuzenlerimin cafe-barına uğradım. Kuzen dediysem benden hayli küçükler. Uzun zamandır görmediğim küçüğüyle karşılıklı çay içip hasret giderdik ve ben yüzüne baktıkça ölen dayımı görüp öyle hüzünlendim ki, benzerliği inanılmaz. Dayım benim ağabeyim gibiydi, hem yaş farkımız az, hem de uzun süre aynı evlerde oturduk, ne çok kavga ederdik küçükken. Bir ay sonra genç yaşta gideli 8 sene bitecek, ne diyeyim rahat uyusun. Anneannem ve annem bu dünyada olduğu gibi öbür tarafta da şımartıyorlardır nasılsa onu.

Efendim ortnitorenkli günü sonlandırırken hepinize sevgiler yollamaktayım...

BİZDEN BİRİ ATATÜRK


Sevgiyle, özlemle...

Vardar Ovası; O'nun içinde kalan özlemleri için dinleyelim.