.

.
.

29 Eylül 2015 Salı

ŞEHİR VE SANAT

Bugün Antalya'ya gelişimin 5. günü, yavaş yavaş hem eve, hem şehre, hem de iklime alışıyorum. Artık elektrik düğmelerinin yerini şaşırmıyorum, tabak almak için yanlış dolabı açmıyorum, gece tuvalete gitmek için uykudan uyandığımda farklı kapılara yönelmiyorum :) Öğleden sonra arkadaşlarla buluşmak için evden çıktım ve sevinerek otobüs hatlarının numaralarını da unutmadığımı gördüm. Otobüse binmeden önce bir bankadan para çekip başka bir bankaya yatırma girişiminde bulundum, bulunmaz olaydım. Para yatırdığım bankamatik önce birkaç kere paramı suratıma tükürdü, sonra da hem paramı, hem kartımı alıkoydu. İşin kötüsü para destesi para yatırma bölmesine sıkıştı, ne içeri gidiyor, ne geri alınabiliyor. Çaresizce debelendim durdum bankamatiğin başında. Sonunda bir kısmını kurtarmayı başardım, iki adedini de yırttım alırken. Kafam o kadar karıştı ki kaç para yatırdığımı bile hatırlayamadım, telefonda bildirim yaparken müşteri temsilcisine tahmini bir rakam söyledim. Bir süre sonra kartımı iade etti ama yatırdığım paralar bankanın deyimiyle "güvenliğim için" alıkondu. Şimdi en kısa zamanda hesabıma aktarılması için dua etmekteyim. Para yatırma hanesini yatay yapan yeni bankamatikler kahrolsun :)

Arkadaşlarla buluşma sonrası eve dönerken daha önce açılış haberini duyduğum fakat telaşla aklımdan çıkmış olan yeni sanat ve kültür merkezinin önünden geçtim tesadüfen. Ossaat aklım başıma geldi ve rotayı kırıp içeri daldım. Picasso ve Ara Güler sergisi vardı, aman da ne sevindim. "Picasso: Kadın ve Boğa-Doğduğu Evden Gravürler ve Seramikler" isimli eserlerden ve Ara Güler'in Antalya fotoğraflarından oluşan her iki sergi de pek güzeldi, gönlüm şenlendi. Sizi hiç ihmal eder miyim, tabii ki fotoğrafladım, buyrunuz:







Eserlerdeki kadınlar Picasso'nun yakın çevresindeki kadınlar imiş ama şu son tablodaki kitap okuyan genç kızda kesinlikle beni model almış, sanırım ergenlik çağımda Picasso ile komşu idik :)

 


Ve boğalar:







Bu boğa resimlerini Picasso 1945 yılının Aralık ayının ortasında başlamış ve 1946 yılının ocak ayı ortasında bitirmiş. Ben arada birkaç tanesini fotoğraflamadım. Tablolardaki realizmden sürrealizme geçiş aşamaları çok ilginç. Ve aşağıdaki eserin adı "Boğacıklı Bitki".


Derken sıra Ara Güler'in şahane Antalya fotoğraflarına geldi, ancak fotoğrafların camlanmış olması ve ışığı yansıtması nedeniyle düzgün çekim yapamadım. İdare ediniz :)




Daha önce ATSO (Antalya Ticaret ve Sanayi Odası) olarak hizmet veren binanın kültür ve sanat merkezine dönüşmesi harika bir olay olmuş. Emeği geçenler varolsun, böyle güzel sergilerin devamı gelsin...

26 Eylül 2015 Cumartesi

YUVAYA DÖNÜŞ

Vee mutlu son, Antalya'ya döndüm. 4 aylık ayrılık sona erdi; evime, kitaplarıma, kanepeme, balkona dallarını uzatan çınar ağacıma ve henüz göremediysem de Beydağlarıma kavuştum. Hava bize kıyak yaptı, esintili, kuru ve bunaltıcı değil, o berbat Antalya sıcakları savuşmuş sanırsam. Hala yaz ve daha bir süre yaz olmaya devam edecek gibi görünüyor. 

Yola çıkmadan önce her zamanki gibi yorucu bir hazırlık evresi geçirdim ve adetim üzre gece uyku tutmadı. Sabah erkenden yola koyulunca da bir süre Orhan Pamuğun son romanı tadında devam ettim. Kafamdaki tuhaflığa Sivrihisar'a kadar eşlik eden mide bulantısı da eklenince yolculuğun ilk etabı pek tatsız geçti. Yol üstü dinlenme yerlerinden birinde mola verip tuzlu sarı leblebi ve koyu çaydan destek alınca hem bulantıyı kovaladım, hem de uykuyu kaçırdım. Defalarca geçtiğim güzergah olduğu için adeta ezberlediğim yol görüntüleri yaz nedeniyle bozlaşmıştı ve arabanın camından göreceğim ilginç bir şey yoktu. Sandıklı'dan başlayan rüzgar değirmenlerini seviyorum ama, tepelerde kocaman çiçekler gibi boy veriyorlar. Geleneksel mola yerimiz İkbal'e erken saatte vardığımız için yemek yerine sucuklu tostları mideye indirip, ikinci çayları da yuvarladıktan sonra devam ettik. Antalya girişinde camı indirip korkarak kolumu uzattığımda sevinçle geri çektim, zira nem yoktu, sıcak da dayanılır düzeydeydi. İyi ki de öyleydi zira eşyaları eve taşır taşımaz temizlik faaliyetine giriştim. Bir başka sevindiren olay boş kalan balkona kumruların yuva yapmamış olması idi. 10 yıldır devam eden doğumhane olayına bu yaz ara vermiş olduk ve çok mutlu olduk. Zira geçen yaz neredeyse tüm öğleden sonrayı gübre temizlemek ve bit dezenfeksiyonu yapmakla geçirmiştik. Giderken balkon kapılarının altını da elime geçen çul-çaputla sıkıca tıkadığım için ev tozlanmamıştı bile. Tabii yine de belirli yerleri elden geçirdim, balkonları yıkadım, Ankara'dan gelen ıvır-zıvırı yerleştirip valizleri açtım, fare düşse kafası yarılacak buzdolabını doldurmak için alışverişe gittim ve hal böyle olunca akşam yattığım yeri beğendim. Geri kalan ufak-tefek işler zamanla hallolur, rutinime dönerim.

Araya yolculuk girince bayram olayını unuttuk doğal olarak, zaten gündem bayramı kutlanası olmaktan çıkardı. Yine de birarada olmak için bahanedir diyerek yola çıkmadan önceki akşam çocuklarla ve kızkardeşle topluca bir bayram yemeği yedik. Eve dönmek güzel olmasına güzel de en çok kızkardeşle buluşmalarımızı, gezmelerimizi, sohbetlerimizi, kahkahalarımızı özleyeceğim. 

Antalya yazılarında buluşmak üzere şimdilik hoşca kalın diyorum. Fotoğraf yol üstü rüzgar değirmenlerinden...


23 Eylül 2015 Çarşamba

ÇİÇEK GETİRENLERİNİZ ÇOK OLSUN


 Fotoğraf: Steve McCurry

Sabahleyin uykumdan kulağımda şu türkünün nameleriyle uyandım:

"Mert yanılır, namert kaçar yavri yavriiiii
Meydan gümbür gümbürlenir
Şahlar şahı divan açar
Divan gümbür gümbürlenir".

Pes dedim kendime, yapacak başka işin kalmadı, rüyanda er meydanlarında kılıç şakırdatıp cenk eyledin. Sonra hatırladım bu türkünün Köroğlu adına yakıldığını ve çocukluğumda sabahları arkası yarınlı skeçler halinde dinlediğim "Köroğlu" isimli radyo oyununa ait olduğunu. Tok sesli bir adam önce özet verir arkasından bölüm başlardı. Kahramanlık türküleriyle bir muhabbetim olmadığına göre çocukluğumu özlediğime karar verdim, tam da bayram arifesi ve tam da ana-baba evinde. Çok bunaldım-bunaldık-galiba ülke gündeminden, olur olmaz bahanelerle çocukluğun o tasasız, naif hallerine dönmek istiyorum. 

Köroğlu değilim ama karıncalarla savaş halindeyim bu ara, savaşmak istediğim en son böcek türüyle. Yıllardır kendileriyle bir muhabbetimiz yoktu, dağda bayırda rastlaşırsak selamlaşıyorduk en fazla. Bir gün, pat diye gelip yerleştiler mutfağa, sormadan, haber bile vermeden. Tamam severiz, kendi halinde, çalışkan arkadaşlardır, kimseye zararları yoktur, doğaya faydaları çoktur, değme inşaat ustasından iyi tünel kazarlar, en fazla bir ısırık atarlar kazara kolunuza bacağınıza gelip huylandıysanız, o da anında geçer. Bir iki kere piknikte tadına bakmışlığım da vardır farkına varmadan, fena halde acıdırlar, bunun dışında bir kötülüklerini görmedim ama tezgahın üstüne, eviyenin içine de hiç yakışmıyorlar yani, gidin kapının önünde oynayın. Kendi kendime böyle konuşaraktan çareler aramaya başladım, her sabah kalkınca tüm karınca familyasını büyük dedesinden en küçük torununa kadar eviyenin içinde görmek haliyle pek hazedilesi bir durum değildi. Kişt dedim gitmediler, yabancı dil kullandım, hoşt dedim yine gitmediler. Facebook'ta bilenlere danıştım, önerilen çarelerden en az zararlı olanların hepiciğini denedim. Pudra dediler, serptim. Tezgah Japon geyşalarına benzedi, karıncalar üstünde şekil çizdi.  Tebeşir dediler sürdüm, öğretmenken bu kadar içli dışlı olmamıştım tebeşirle, karıncalar okuma yazma öğrenesi oldu, yine gitmediler. Çamaşır suyu dediler ortalığı Ace'ye beledim, zehirlenesi oldum, 2 gün tatile çıktılar, 3. gün gittikleri yerdeki akrabalarını da toplayıp geri geldiler. Tezgahı kullanamaz oldum, hayvanlar "burası bizim, defol git" diyecekler neredeyse. Öldürmeye kıyamıyorum ama yapacak bir şey yok, kağıt havluyla toparlayıp atıyorum. Karıncaezmezlikten karınca canavarına dönüştüm. Tek çarem kaldı Antalya'ya dönerken ilaç yapmak, affetsinler beni, elimden geleni yaptım, iyilikten anlamadılar. Önümüzdeki yaz evde geniş çaplı bir karınca kolonisi bulmak istemiyorsam bunu yapmak zorundayım. 

Koca bir mevsimi devirdik neredeyse, pek hoş bir yaz olmadı. Önce yağmurlar, sonra sıcaklar, hepsinin üstüne tüy diken ülke gündemi derken sıkıntılı ve buruk geçti günler. 1-2 güne kadar Antalya'ya, evime döneceğim. Çok işim var halledilecek, toparlanmak, 4 ay boyunca her yana yaydığım eşyaları düzenleyip valizleri hazırlamak, evi kışa hazırlamak gerek. Yarın bayram ayrıca, içimden hiç bayram kutlamak gelmiyor. Daha huzurlu, barış içinde, gençlerin ölüm haberlerini almadığımız günlerde bayram sevinci yaşayalım diyorum, bir dahaki sefere Antalya'dan seslenmek dileğiyle hoşçakalın...

17 Eylül 2015 Perşembe

STEVE MCCURRY SERGİSİ'NDEN

O'nu hepimiz iri yeşil gözleriyle  objektife bakan Afganlı kız Sharbat'ın fotoğrafı ile tanıdık. Fotoğraf National Geographic dergisinde yayınlandıktan sonra çok ilgi görüp dünyanın en çok tanınan fotoğrafları arasına girmiş ve 2002 yılında derginin ekibi Sharbat'ın izini sürüp 3o yaşındaki halini bir kez daha fotoğraflamıştı. İşte ilk fotoğrafı çeken Amerikalı fotoğrafcı Steve McCurry'nin bugün itibarıyle Cermodern'de açılan sergisini Antalya'ya giderayak geziverdim. Fotoğrafların her biri ayrı ayrı güzeldi, karşısında saatlerce durulup seyredilecek kadar ilgi çekici ve bir hikayeye konu olacak kadar da anlamlıydı. Fotoğrafların çoğu Afganistan, Burma, Tayland ve Hindistan'da çekilmiş. Sergi 13 Aralığa kadar Pazartesi hariç her gün 15 lira karşılığı gezilebilir. Eh ben gezerim de Ankara dışındaki takipçilerimi mahrum bırakır mıyım, hâşâ. Aşağıda sizler için sergiden çektiğim kareler var, buyrunuz bakınız:



 













Hazır gelmişken alt salondaki Erkut Terliksiz'e ait "Canavar Terbiyecisi" isimli sergiyi de gezdik. Birkaç kare de oradan:






11 Eylül 2015 Cuma

GRAYSON PERRY SERGİSİ'NDEN

Günlerdir mutsuz, umutsuz, huzursuz seyredip duruyoruz ülkenin hal-i pür melalini. Günlerdir üzüntüden, çaresizlikten kahroluyoruz. Ne yapsak tadı yok ama bir şekilde ruh sağlığımızı korumak zorundayız diyerek bugün şöyle bir silkelenip Cermodern'deki "Grayson Perry" sergisini izlemeye gittik. Yaz başında İstanbul'da Pera Müzesi'nde izleyenler paylaşıp durdukça ağzımın sularını akıtmaktaydım, sonunda muradıma erdim. Gerçi Pera'daki kadar kapsamlı bir sergi olmasa da halıları görmek bile yetti. 

Greyson Perry İngiliz bir sanatçı, Londra'da yaşıyor. 2003'te Turner ödülü almış. Seramik, döküm, bronz, baskı ve halıcılık gibi geleneksel alanlarında eserler üretiyor. Eserleri de, kendisi de hayli ilginç ve marjinal. Sergi British Council aracılığıyla düzenlenmiş. Cermodern'de 8 Kasım'a kadar 15 lira karşılığı gezebilirsiniz. Ben emekli olduğum için 10 lira ödedim ve girdiğim sergi salonunda "Küçük Farklılıkların Kibri" adını taşıyan 6 büyük halıdan oluşan bir seriyle karşılaştım. Açıkcası İstanbul'daki serginin pek çok yerde tanıtım ve fotoğraflarını gördüğüm halde eserlerin halı olduğu gözümden kaçmış, ben büyük boyutlu tablolar bekliyordum, ince ince işlenmiş halılar karşısında hayranlığım tavan yaptı. Halılar 18. yüzyılda yaşamış ressam William Hoghart'ın "Bir Hovardanın Seyri" adını taşıyan 8 tablosundan ilhamla Perry tarafından tasarlanmış ve Belçika'daki Flanders Halıcılık tarafından dijital ortama aktarılarak dokunmuş. Hoghart 8 tabloluk serisinde cimri babasının mirasına konanTom Rakewell'in hovarda ve yoz yaşamının ardından yıkımını konu alır. 


Grayson Perry ise karakterin adını Tim Rakewell olarak değiştirir ve bu altı halıda Tim'in nasıl sınıf atladığını, çevresinde yer alanları, hırslarını ve sonunu yüzlerce obje yardımıyla ve bazı eski resimlerden ilham alarak anlatır. 


İlk halı "Kafeste Kavga Edenlerin Sesi" adını taşıyor. Tim'in büyükannesinin evidir mekan, annesi bebek Tim'i kucağına almış onu dışarıya çıkarmak için gelen arkadaşlarını bekler. Tim annenin elindeki akıllı telefonu almaya çalışmaktadır. Eşinden ayrılmış olan annenin erkek arkadaşları Tim'e bir futbol forması ve madenci lambası sunarlar. Tim eserde eski Rönesans resimlerindeki gibi 2.bir kez 4 yaşında olarak merdivenlerin başında görünür. Perry burada aşağıda gördüğünüz Andrea Mantegna'nın "Çobanların Secdesi" isimli eserine göndermede bulunur:


İkinci halı "Otoparkta Istırap" adını taşımakta. Tim'in annesi yeniden evlenmiş, üvey baba bir klüp şarkıcısıdır. 


Gönderme yapılan eserler Bellini'nin "Bahçede Istırap" tablosu ve Grünewald'ın "Isenheim Sunağı"dır. 



Üvey babanın arkasındaki tersane vinci haçın, Tim'in annesi ise Meryem'in yerine geçmiştir. Tim utançla kulaklarını tıkamakta, çantasından ilgi duyduğu bilgisayar dergisi görünmektedir. Sol tarafta küçük Tim dedesiyle oynarken sağ tarafta rektifiye arabalarıyla gençler bir sosyal klübün otoparkında görülürler. Tim ve ailesi yavaş yavaş sınıf atlamaktadırlar. 

"8 Numaralı Cennetten Kovulma" adını taşıyan 3. halıda Tim bilgisayar eğitimi almakta ve genç ve güzel bir kızla arkadaşlık etmektedir. Anne ve üvey baba sınıf atlamış, lüks bir semtte şık bir eve geçmişlerdir. Annesi ünlü şef Jamie Oliver'in hayranıdır. Tim ve kız arkadaşı aile ile bir tartışma yaşar ve gökkuşağının altından geçerek konuk bekleyen kızın ailesinin evine doğru yönelirler. 


Gönderme yapılan eser Masaccio'nun "Adem ve Havva'nın Cennet'ten Kovulması" adlı tablosudur:


Adem ve Havva'nın yerini Tim ile kız arkadaşı, yukardan bakan meleğin yerini ise çağdaş ikon Jamie Oliver almıştır. 

4. halıda Tim artık evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ve bir yazılım şirketi kurarak zengin bir adam haline gelmiştir. Bu halı "Virgin Anlaşmasının Müjdesi" adını taşımakta:


İş ortağı (sarı giysili olan) Tim'e şirketlerini satıp zenginleştiklerini anlatmakta, Tim'in eşinin ailesi sol tarafta oturmakta, büyük kızı oyun oynamakta, Tim ise  karısı telefonunda twit atarken küçük çocuğunu avutmaktadır. Masada zengin hayat tarzını gösteren ölü doğa, vazodaki zambaklar, iş arkadaşının yüz ifadesi Carlo Crivelli, Grünewald ve Robert Campin'in "Müjde" temalı eserlerine göndermedir. 


Duvardaki dışbükey ayna ise Van Eyck'in "Arnolfini'nin Portresi"ni hatırlatır:


"Üst Sınıf Çıkmazda" isimli 5. halıda Tim ve karısı yaşlanmaya yüz tutmuş, malikanelerinin bahçesinde gezinti yapar, köpeklerinin avladığı geyiği seyrederler. Paraları çoğalmış ama asla üst sınıfa yükselememişlerdir. Evlerinin etrafında ise "İşgal et" pankartları taşıyan protestocular gözlenmektedir:


Gönderme yapılan resim ise Thomas Gainsborough'un "Mr ve Mrs Andrews" isimli eseridir:


Ve son halı, "Ağıt". Tim bir araba kazası sonucu ölmüştür. Lüks arabası parçalanmış, gelen ekipler inceleme yapmaktadır. Tim'in ikinci ve genç karısı panik içindedir, üstü başı kanlı, pahalı çantası dağılmış, içindeki kapağında Tim'le ikisinin fotoğrafının bulunduğu "Hello" dergisi diğer eşyalarla birlikte ortalığa saçılmıştır. Çevredeki insanlar cep telefonuyla kazayı görüntülemektedirler. Tim'e yoldan geçen bir hemşire tarafından ilk müdahale yapılmış ama kurtarılamamıştır. Bacaklarının altındaki telefon ilk halıdaki annesinin telefonuna göndermedir ve Tim'in ağzından çıkan son söz de "Anne" olmuştur.


Gönderme yapılan eserlerden biri Van der Weyden'in "Ağıt" isimli tablosudur, kafatasının yerini telefon almıştır:


Evvet sevgili takipçilerim sizi bu sergiden mahrum bırakmamak için hiç bir fedakarlıktan kaçınmamış bulunmaktayım gördüğünüz gibi, sergiden daha detaylı bir sunum yaptım :) Ama siz yine de gidip halıların orijinalini görün hatta vaktiniz varsa bizzat sanatçı tarafından hazırlanmış belgesel videoyu izleyin. Ben fırsat bulamadım, önümüzdeki hafta bir başka sergi için gittiğimde izlemeye çalışacağım. Haydi kalın sağlıcakla, bir dahaki yazımı daha sakin, daha barış içinde bir ortamda yazabilmek dileğiyle...