.

.
.

31 Mayıs 2025 Cumartesi

İKİDE BİR 3 / 31 MAYIS

Turgut Uyar, "Eylül toparlandı gitti işte/Ekim filan da gider bu gidişle" demiş ya "Acıyor" isimli şiirinde. Mayıs da toparlandı, gece yarısı gider. O da bazı arkadaşları gibi pek gönüllü değil aslında gitmeye, 31. günü de eda edeyim, öyle gideyim der baştan beri. İçlerinde en acelecileri Şubat, bir bakarsın var, bir bakarsın yok. "İki şekerli bir sade, hadi bana müsaade" der kaçar. Giden aslında ömrümüz, aylar falan milyonlarca yıldır oldukları yerde duruyor, isim koymaya pek meraklı olduğumuzdan süslemişiz işte takvim yapıp. Mayıs güzel isim aslında, yağmur ve bereketle ilişkilendiren bir Yunan tanrıçasından almış adını ama bir de sesteşi var ki, o kokuyor, pek sevimli bir şey değil. Baş harfini küçük yazarsak oluyor size inek pisliği, eh işinize gelirse, dilimiz böyle 😀 İşte size ikide bir, tanrıçadan inek pisliğine, hayatın şakaları.

Uzun zamandır sabahları 6.30 ile 7.00 arası uyanıyorum. 7'de almam gereken bir ilaç var, o nedenle beynimi örgütlemiş olabilirim ama esasen bu erken uyanmalar yaşlanma, haydi daha az incitici yazayım, yaş alma belirtilerinin başında geliyor. Zamanında biz yatakta uyumalara doyamazken anneannem sabahın alacasında tepemize dikilir, "Kalkın uşaaak, aş da sabahın, iş de sabahın" diyerek uyandırırdı. Aşı da, işi de sabahın köründe yapanlardan değilim ama illa uyanılıyor işte erkenden. Gelgelelim bu sabah 7 civarında otomatik olarak aralanın göz kapaklarımdan beynime "İlacını iç" komutu gitti gitmesine de kendime gelip ilaca ve suya uzanmam 15 dakikamı aldı. Sonrası yine baygınlık gibi bir uyku. Ara ara iç sıkıntısıyla uyanıp tekrar sızdım. Yataktan çıkacak mecali bulduğumda saat 10'du ve bu uzun süredir benim açımdan görülmüş bir şey değildi. Yorgunluğumu hala atamamış olmanın yanı sıra sağ olsun güzel ülkemiz bizi her gün yormaya devam ediyor. Belki de uykuda kalmak uyanıkken şahit olunacaklardan bir nevi kaçıştır. Tek derdimin annemin Hepatit C taşıyıcılığı ve oğlumun üniversite sınavı olduğu, evde, arabada, her yerde son ses Sezen Aksu şarkıları dinlediğimiz günleri nasıl özlemle anıyorum. Artık o şarkıların da eski tadı yok, yenilerin çok azını tanıyorum ve çok az şarkı bana hitap ediyor, eskiler de bir bir göçüyor ne yazık. 

Neyse bu kadar mızıltı yeter. Dün akşam CSO Ada'da sezonun son konserini dinledik, şahaneydi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası "Sirba Orkestrası"na eşlik etti. 2003 yılında kurulan orkestra çeşitli milletlerden elemanların bir araya gelmesiyle oluşmuş 9 kişilik bir grup. Klasik Batı Müziği ile Doğu Avrupa Halk Müziği'ni bir araya getirmeyi amaçlamış, pek de güzel etmiş. Cemi'i Can Deliorman'ın yönettiği konser çok coşkulu, Sirba Orkestrası'nın elemanları ise çok neşeli ve hareketli idi.



Fotoğraftaki balalayka sanatçısı Alexei Birioukov, çok sempatik biriydi, çok da ilginç bir çalış tarzı vardı, arada bir balalaykasını "Hoppaa!" diyerek havaya atıp tutuyordu 😊

Gecenin bir bölümünde konsere küçük bir ara verildi ve CSO'nun 46 yıllık klarinet-saksafon  sanatçısı Fethi Günçer'in emekliliği nedeniyle ufak bir veda konuşması ile veda dinletisi yapıldı. Sanatçı emeklilik hayatına ayakta alkışlanarak uğurlandı. Her müzisyenin arzu ettiği bir veda olsa gerek. 

Birkaç yıl önce yeni binasında hizmete giren, uzay üssü ile arı kovanı arasında bir görünüm taşıyan CSO Ada'mızın gündüz ve gece görüntülerini de paylaşarak İkide Bir'in üçüncü yazısına veda edeyim:



İç salonlar da çok güzel, darısı Antalya'ya diyeyim...

29 Mayıs 2025 Perşembe

İKİDE BİR 2 / 29 MAYIS

İkide Bir'in 2. gününden selamlar sevgili dostlar. Bugün geciktim biraz. Dün gece "mouse"m istifa etti. Epey dil döktüm aramıza geri dönmesi için ama Nuh dedi, peygamber demedi. Eh, fazla naz aşık usandırır, "Tak kablonu koluna, herkes kendi yoluna" dedim, sepetledim. Sepetledim sepetlemesine de sabah bilgisayarı açamadım tabii ki, laptop var tamam da Q klavye bana yaramıyor dostlar, yazma-çizme işlerini masaüstü pc'de hallediyorum canımın içi F klavyem ile. Yeni bir mouse edinene kadar akşam oldu, yazı yazmam da bu saati buldu. 

Sabah bilgisayarı açamayınca Storytel'e yüklendim. Bu ara "Sefiller"i dinliyorum, henüz 37 saatlik 1. Ciltteyim. Daha 35 saatlik 2. cilt var, sanırım Haziran sonunu bulur bitmesi. Sefiller'i bugüne kadar hep kısaltılmış baskılarından okudum, meğer bir derya imiş, her cümleyi hayranlıkla dinliyorum. Victor Hugo, sen neymişsin be abi! "Sefiller"i okuduğumu sandığım ilk kitabım "Kozet" idi, ben de ilkokul 3. sınıfta idim. Dayımla yengemin bize geldiği bir gün övünerek "Ben Sefiller'i okudum" demiştim. Gözleri hayretle açılmış ve inanmamışlardı haliyle. "Say bakalım kimler var?" diye sorunca Kozet ve Tenardiyeler'den öte geçememiştim haliyle. "Oo" dediler, "Hani Jan Valjan?". "O kim?" diye sorunca da, "Senin okuduğun Sefiller değil, Jan Valjan'sız Sefiller olmaz" diye gülmüşlerdi. Kısacası Sefiller'i okudum diye övünürken sefil olmuştum 😂 Yıllar sonra kitabı dinlerken Jan Valjan ismini duydukça dayımla yengemin kulaklarını çınlatıyorum. 

Dün Umut'u okuldan biz aldık, sonra da kız kardeşi de yanımıza katıp Botanik Park'a gittik. Parkın içinde yıllardır atıl duran ve yenilerde cafe ve satış mağazası olarak hizmete giren serayı görmekti niyetimiz. Parktaki iğde ağaçları açmış, mis gibi kokuyordu ortalık, ruhum şenlendi. Leylak kadar iğde ağaçlarını da özlüyorum Antalya'da, çünkü o da çok ender yetişiyor. 

Elinde dondurması ile seke seke giden Umut'un peşine takılıp Sera'ya yollandık. İçerisi çiçek ve sukulent doluydu ve çok sıcaktı, hele üst kat bildiğin hamam.



Çiçeklerin görünümleri çok güzel, fiyatları ise epeyce tuzlu idi, içerinin sıcağına daha fazla tahammül edemeyince dışarı çıktık ve yemyeşil ağaçlara bakarak yeni açılan cafede kahvelerimizi hüplettik. 




Bu alana girmek tehlikesiz ve keyiflidir yazıyor 😊


Atakule tepemizden bizi dikizlerken "Hava güzel, ortam güzel, kahve güzel, yine gelecek biz" dedik. 

İkide Bir'in üçüncüsünde buluşmak dileğiyle sevgiler...

27 Mayıs 2025 Salı

İKİDE BİR 1/27 MAYIS

Takipçilerimiz artık biliyor, sevgili Mindmills   yeniayla birlikte peşpeşe blog yazıları yayınlıyor ve takipçileriyle takip ettiklerini de kendisiyle birlikte yazı yayınlamaya davet ediyor. Bu davete koşa koşa icabet edenlerden biri benim malumunuz. İki yeniay dönemi her gün yazdık, bu kez blog sahiplerini zora sokmamak ve yeniayın İkizler burcunda olması adına iki günde bir yazı yayınlama kararı aldı, pek de güzel oldu, ben başlıyorum. Su çok güzel, siz de gelsenize 😂

Efendiiim, yeni serinin ilk yazısı Ankara çıkışlı. Bir önceki postta belirttiğim gibi Cuma günü şenlendirdik başkentimizi, bir kez tiyatroya gitmek dışında evden çıkmadım. Şimdilik balkondan yoğun trafiği, iyice uzayan akasya ağaçlarını, dün yağan yağmuru, yaz sıcağında bile kravatsız gelmeyen bürokrat tavırlı çiçekçiyi seyretmekle yetiniyorum. Yolculuk sırasında hırpalanıp ağrıyan ayak bileğimi buzlayarak, Nahit Sırrı Örik'in "Mehlika Hanım Ailesi"ni okuyarak, Prime Video'da "Mr&Mrs Smith" dizisinden 3 bölüm izleyerek, epeyce şeker patlatarak ve uzun oturarak geçirdim dünü, yorgunluğum bir nebze azaldı. Yegane domestik faaliyetim yemek yapmak oldu. Kocam Bey geldiğimiz gün eşyaları taşır taşımaz Ulus'a gidip çeri domates ve çilek fideleri aldı ve hepsini saksılara dikip balkona sıraladı. Umut'a pestisitli çilek yedirmemek muradımız, toplarken de keyiflenir en azından. Gelgelelim az evvel iki koca karga balkona pike yaptı, umarım Umut'tan önce kargalara yem olmaz çilekler 😕

Evvelki yaz karşımızdaki, uzun zamandır boş duran kız yurdunu yıkmışlardı günlerce tozu dumana katarak. Geçen yaz tek faaliyet arsanın önüne yerleştirilen "Komple Satılık ya da Kiralık Bina" levhaları oldu. Bu yıl ise geldiğimiz gün gece yarısına kadar bir kepçe ile arsa düzlendi. Şimdi de ölçü alan adamlar var ve yer delici bir makine faaliyete geçeceği zamanı bekliyor. Bu da hapı yuttuk demektir, yaz boyu gürültü ve toza muhatap olacağız, haydi hayırlısı. Antalya'da doymamışız gibi buraya da arkamızdan geldiler, betonlara gelesiceler 😡

Şimdi bir süreliğine izninizi rica edeceğim, kız kardeşle buluşup bazı işleri halledeceğiz. Yazının devamı akşama, görüşmek üzere hoşça kalın.

Vee geldim, 15 bin adım atmış, bir sürü yer görmüş olarak. İlk durağımız Soysal Pasajı oldu. Kız kardeş zemin kattaki bir tadilat terzisine pantolon paçası bıraktı, ben de yıllardır adım atmadığım Pasaj'ı kolaçan ettim. Oysa öğrencilik yıllarımızda neredeyse günaşırı uğradığımız bir mekandı. Şık ve kaliteli ürünlerin satıldığı mağazalarda dolaşır dururduk. O mağazaların neredeyse hiçbiri kalmamış ama onca sene sonra fark ettiğim bir şey oldu, sütunlardaki seramikler:


Pasaj'da işimiz bitince önce Cermodern'e yürüdük, Orada Frida Kahlo'nun hayatını konu alan "Kökler ve İzler" isimli digital sergiyi izledik. Bir miktar baş dönmesi yaratsa da güzel kotarılmıştı:



Özellikle Meksika'daki doğduğu şehirden görüntüler hayli sahici ve etkileyici idi, şehrin sokaklarında yürüdük adeta.

Cermodern'den Ankara Gar'ına geçtik. Bizler demiryolcu bir dedenin torunları olduğumuz için genlerimize işlemiş tren, ray ve istasyon sevdası taşırız. Ayrıca kız kardeşin bir etkinlik için oradaki binalar hakkında bir ön izleme yapması gerekiyordu. Gar binalarının çoğu birkaç yıl önce bir özel üniversiteye tahsis edildiği için evvelce yemyeşil bir bahçe içindeki kameriyelerde oturup yemek yiyip bir şeyler içtiğimiz mekana artık giriş yasak, sanırım lojman binaları da tahsis edilenlerin arasında. Bizim görmek istediğimiz mekan eski Gar Gazinosu idi. Pekçok ünlü sanatçının-Dario Moreno da bunlardan biri- sahne aldığı gazino binası artık bu işlevini yitirmiş, Demiryolları'na ait bir toplantı salonuna dönüşmüş. Ana Gar Binası'nın arka tarafındaki Gar Lokantası'nın yerine de bir zincir kahve dükkanı açılmış. Lokanta "Kule Lokantası" adıyla eski Gar Gazinosu'nun bulunduğu kuleli binaya taşınmış.


İşte şu bina, zemin kat eskiden Gar Gazinosu olan mekan, üst kat ise Kule Lokantası. Ayrıca yemyeşil bir bahçe içinde yer alıyor. Gelmişken lokantaya girip tadımlık ve denemelik bir şeyler yedik. Fiyatlar günümüze göre hesaplı olmasa da makul sayılır, mekan da şık ve ferah. 

Babam ayda bir Sıhhiye Tren İstasyonu'na gider ve raylar boyunca yürür, demiryolu lojmanlarında geçen çocukluğuna dönerdi bir nevi. Biz de babamızın izinden gidip bir süre yetecek kadar demiryolu havası aldık, mutlu olduk. 

"Pencerenin perdesini havalandıran rüzgar
Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar
Gir içeri usul usul, beni bu dertten kurtar"

Kulağımdan o buğulu ses hiç gitmeyecek. Grup Gündoğarken'den İlhan Şeşen'in seslendirdiği bu şarkının yer aldığı kaseti bir yaz boyunca dinlemiştik. Anılarımda o şarkı hep Kemer dönüşlerinin çam ormanlarıyla sarılı. Dilerim çam ormanlarının ferahlığıyla uyur, ömrümüze kattığı her nota için bin şükran...



26 Mayıs 2025 Pazartesi

HOŞ BULDUM / 26 MAYIS

Efendim, tahmin edeceğiniz üzere ferahlık olsun diye tebdil-i mekan yapıp Ankara'ya geldik. Öncesi de, sonrası da hayli yorucuydu, hâlâ dinlenebilmiş değilim. Yolculuk günü sabahın 4'ünde, saatin alarmına fırsat vermeden Kocam Bey tarafından uyandırıldım. Zaten toplamda 2 saat uyumuştum, mecburen kalktım. Son toparlanmaları yapıp yola çıktığımızda saat 5'ti. Sütçü beygiri modunda ara ara ayakta uyudum. Bucak civarında yol kenarında açmış gelincikleri görünce uykuya kış dedim. Arabadan inip birkaç poz fotoğraf çektim.


Günler süren yorgunluktan kaynaklı varis ağrılarım, uzun süre oturunca protezden kaynaklı diz ağrılarım ve ben eksik mi kalayım diyerek kendini gösteren huzursuz bacak sendromum elele tutuşup şişmiş ayaklarımın üstünde horon teptiler. Uzun zamandır yaptığım en tatsız yolculuk oldu desem yalan olmaz. Hava da inadına sıcaktı. Afyon'a yanaşırken son geçişimizde "Bir daha gelmeyelim buraya, kalite iyice düşmüş" dediğimiz için yine İkbal'de mola verdik. Adetimizdir, bir daha gelmeyelim dediğimiz yere mutlaka yine gideriz 😂 Arabadan inmeseydim mefta olacaktım, gözüm İkbal Mikbal görmedi. Çay içip birimiz tost, birimiz sigara böreği lüplettik, depoyu fulletip yola devam ettik. Geçtiğimiz en küçük ilçe bile betona kesmiş, yıllar sonra tarih kitapları bu içinde bulunduğumuz dönemi "Beton Devri" olarak adlandıracak sanırım.

Ankara'ya gelmeden yine adetimiz üzere Muhteşem Tesisleri'ne uğradık. Masalara gölge yapan güzelim salkım söğüdü üzerine kuşlar konup ortamı gübreliyor bahanesiyle kestiklerinden bu yana o tesise de gıcığım ama arka tarafında leylak ağaçları var onların hatırına itiraz etmiyorum. Lakin tek bir dal leylak kalmamış üzerlerinde, geçmiş zamanları, üzüntü ve muz kabuğu 😒 (Kim hatırlar bu sözcükleri?) Kocam Bey çaylanırken araba yıkandı, ben de satış mağazasını teftiş ettim, baktım fırından yeni çıkmış ekşi mayalı tam buğday ekmekler var, kendimize ve aile efradına kaptım birer adet. 

Başkentimize çirkin kapısından giriş yaptığımızda saat 13.00 idi. Yüklerimizi yukarı çıkardık. Niyetim hiçbir şey yapmadan bir süre yatmaktı ama içime sinmedi, mutfakta detaylı bir temizlik yapıp buzdolabını çalıştırdım. Odaları süpürüp ayak altını sildikten sonra da biraz dinlenmeyi hak ettim. Ertesi gün kız kardeş ve çocuklar geldi, hasret giderdik.

Ve gelir gelmez ağrıyan ayak bileğimi ciddiye almadan kendimi sanata verdim. Akün Sahnesi'nde İzmir Devlet Tiyatrosu'ndan bir ekibin "Anahtar" isimli oyununu izledim. Hem oyun, hem oyuncular oldukça iyiydi.


Oyunun başlamasını beklerken Akün anılarım canlandı. Malum önceleri sinema idi orası. Hatta açılışını "Hababam Sınıfı" ile yapmıştı. Kapının önünde sekiz çizen bir kuyrukta bekleyerek restore edilmiş "Rüzgar Gibi Geçti" filmini de orada izlemiştik. "Dersu Uzela", "Skandal", yenilerde çekilen "Society of The Snow"un ilk versiyonu "Hayatta Kalmak" ve adını hatırlayamadığım pek çok filmi izlediğim güzelim sinema. Son izlediğim film ise Jo rolünü Wynona Rider'ın oynadığı "Küçük Kadınlar" olmuştu. Akün'ün arka tarafında ise Çağdaş Sahne vardı, kimi zaman tiyatro, kimi zaman sinema salonu olarak kullanılırdı. Orada izlediğim filmlerden aklımda en net kalan film "Bedrana" idi. Şimdilerde "Şinasi Sahnesi" olarak Devlet Tiyatroları'na bağlandı o da. 

Tiyatro çıkışı eve yürüyerek döndüm ama yarı yolda sağanağa yakalandım, neyse ki bir çantacının vitrinine bakıyordum ve orada bekledim dinene kadar. Sonrasında güneş açtı ve ortalığı toprak kokusu sardı. 

Yeni başlayan haftanın güzel geçmesi dileğiyle kalın sağlıcakla...

21 Mayıs 2025 Çarşamba

HELLO MELLO / 21 MAYIS

9 gündür buralarda değilmişim, yok yazıldım sanırım ama mazeretim var asabiyim ben 😂

Geçen hafta ortası kısa bir tatil için çocuklar geldiler. Haliye öncesi-şimdiki zamanı-sonrası şeklinde çok yoğun günler geçirdik. Onları pazartesi sabah yolcu ettik ama ben daha dinlenemeden ortalığı toparlamaya, çamaşır yıkamaya ve hafta sonundaki Ankara yolculuğu için hazırlık yapmaya başladım. Daha bunun gidişi ve oradaki eve yerleşmesi var, kolaylık dileklerinize talibim anlayacağınız. Şu an perte yakın bir durumdayım dersem yalan olmaz. 

Valizler salonda açık vaziyette, içlerine son anda konacakları bekliyorlar. Dün gün boyu çamaşır yıkayıp ütü yapmakla, valiz yerleştirmekle, üzeri örtülmesi gereken eşyaları örtmekle (burada öyle vahim güneş ve sıcak oluyor ki perdeler çekili olsa bile koltukların renkleri solabiliyor, bu yıl Ankara'dan döndüğümde iki odanın tüllerini güneşten yırtılmış buldum, yenilemek için yazın geçmesini bekliyorum), karışmış dolap ve çekmeceleri düzenlemekle, araya bir tencere yemek sıkıştırmakla uğraştım. Amaa iki arada bir derede ne yaptım? Ayın 16'sında başlayan ve halen devam eden Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali için bir oyuncuk da olsa bilet aldım. Bensiz sanatsal etkinlik olur mu dostlar, siz söyleyin. Ve akşamına İtalya "Piccolo Teatro di Milano"nun "Re Chicchinella"sını izlemek için salondaydım. Bir çocuk masalından büyüklere uyarlanan bir oyun bu kadar mı güzel sahneye konulur, bu kadar mı güzel oynanır. Finalde de beyaz bir tavuk boy göstermesin mi sahnede? Gülmekten ağızlarımız, alkışlamaktan ellerimiz yoruldu. İzlemeseydim çatlardım zaten 😂 Aklım diğer oyunlarda kaldı ama kader utansın, bu yıl program çok yoğun, katılımcı ve mekan sayısı da çok fazla, en azından buna memnunum. 

Fuayede "Sahnede Bir Dünya" adıyla bir sergi açılmıştı. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda oynanan oyunların dekorları Behlüldane Tor tarafından küçük maketler haline getirilmiş, izleyenlere sunulmuştu. Çok hoş bir sergiydi. 

Gece ölü gibi serildiğim yataktan sabah elim ayağım şişmiş olarak kalktımsa da tam gaz devam ettim toparlanmaya. Bugün sırada mutfak vardı, yazın evde yiyecek bırakmaya gelmiyor. Bir sene o akılsızlığı yaptım, döndüğümde her boydan güve kelebekleri uçuyordu. Bir seferinde de baharattır bir şey olmaz demiştim, pul biber kavanozunda oluşmuş kurtçuklarla karşılaştım. Artık akıllandım, tuz, şeker ve makarna dışında ne varsa götürüyorum Ankara'ya. Hal böyle olunca raftan kavanozlar indi, torbalandı, kavanozlar makineye yerleşip yıkandı, makine boşaltıldı, bir fasıl çamaşır yıkandı, eşofman cebinde unutulan kağıt mendil nedeniyle delirmelik olundu, bir adet cam saklama kabı intihar etti, kırıkları dört bir yana saçıldı, toplamak için yarım saat harcandı, minik bir parça serçe parmağına yerleşmeye niyet etti, bereket çabuk farkedilip ekarte edildi derken oynatmaya az kaldı dostlar. Kendime bir mola bahşedip blog yazma işine giriştim, sonra da "Kral Kaybederse" izleyeceğim. Nisbeten kolayladım sayılır, ayrıca bir miktar dinleneyim, benimki de can sonuçta..

Meğer şehrimize Millet Bahçesi, Millet Bahçesi'ne de birtakım hoş cafeler açılmış da benim haberim olmamış. Şaşılası şey 😮 Bir arkadaş sayesinde test edip onayladım, ardından çocukları götürdüm, yarın da arkadaşlarla bir veda buluşması yapacağım.




Ve mahallemizden apartman arası bir güzellikle bitireyim, begonvil özledikçe bakarım. Bir sonrakine Ankara'dan seslenmek dileğiyle sağlıkla kalın...




12 Mayıs 2025 Pazartesi

HAFTA BAŞI / 12 MAYIS

Sabahın seherinde çıktım balkona oturuyorum. Dün temizleyip pakladık. Bu yıl balkon sezonu epey gecikti. Evin büyük balkonu batıya bakıyor ve yazın saat 12.00 ile 18.00 arası orada oturmak kabil olmuyor.  Ama kahvaltı ve akşam yemeği için ideal. Emekli olduğumuzdan beri yazları Ankara'da geçirdiğimiz için çok da dert değil, ilkbaharda ve sonbaharda keyifli oluyor, malum bir de çınarımız var, yeşerten, yabancı gözlerden koruyan ve kuş cıvıltılarıyla neşe veren. Kış boyu kullanmadık, mutfak balkonu ihtiyaç karşılamaya yetiyor. Dün "Vaktidir" dedim Kocam Bey'e, "haydi şu balkonu yıkayalım". Sıvadık paçaları, taktık hortumu, giriştik işe. Kumrular yokluğumuzda gübrelemişler de gübrelemişler. Öyle ki balkona tohum serpsen yeşerecek. Önce masa ve sandalyeleri temizledik, kurumaya bıraktık. Sonra belki bir saat zeminle uğraştık. Yorulduk ama iyi oldu, birkaç güne Umut Efendi gelecek, o balkon hastasıdır, yayılsın keyfince. Masanın örtüsünü de serince iş tamama erdi, hatta akşam yemeğini orada eda ettik. 

"Yenice eleğim, seni nereye gereyim" derdi annem, bizimki yeni değil ama yeni temizlenmiş olunca sabah gözümü balkonda açtım adeta. Çayı demledim, salatalık, domates, kuzukulağı ve avokado ile renklendirdiğim bir tabak hazırlayıp kahvaltı yaparken mahalleyi seyran eyledim. Hane halkının yüzde ellisi uykudaydı netekim 😂 Yaşlanmanın en önemli belirtisinin sabahın köründe uyanmak olduğuna iyice kâniyim artık, anneannem vakt-i zamanında sabah ezanı okunurken kalkar, namazını kılıp bizi dürterdi: "Kalkın, ne yatırsınız, aş da zabaaan, iş de zabaaan" diye. Kadın haklıymış. Gerçi Kocam Bey bu genellemenin dışında ama istisnalar kaideyi bozmaz.

Ortalık sessiz, ne anırarak telefonda konuşanlar, ne geçen araçlar, ne de bir seyyar satıcı. Sadece okula giden birkaç öğrenci. "Geldi bahar ayları/Gevşer gönül yayları" hesabı onların da ayakları geri geri gidiyor zaten, kiminin elinde acemice tüttürmeye çalıştıkları sigaralar, kiminde zorla çiğnemeye çalıştıkları bir simit. Gömlekleri pantolondan dışarı uğramış, ellerinde ne çanta, ne kitap. Bunların okulda dolapları mı var? Evde ders çalışılmıyor mu artık? Ben emekli oldum olalı sistem epey değişmiş sanırım ya da öğrenciler değişmiş. Okul vakti yanaştıkça gözden kaybolan öğrencilerin yerini içinde ekmek olan poşetlerle ileri yaş grubu alıyor. Hanım kahvaltı hazırlarken beyi taze ekmek almaya yollamış. Ben de kahvaltımı bitiriyorum bu arada, bir elime çayımı, bir elime kitabımı alıp ara ara sokağı izlemeyi de ihmal etmeden okuyorum. Kitabım şu:

 

Johann Sebastian Bach'ın "Goldberg Varyasyonları"nın bestelenme öyküsüyle başlıyor. İlginç aslında, 18. YY. da uykusuzluktan muzdarip Kont Kayserling saray bestecisi Bach'ı çağırır ve altın dolu bir kadeh karşılığında uykuya dalmasını sağlayacak bir beste yapmasını ister. Bunun üstüne Bach otuz varyasyondan oluşan bir arya besteler, bu varyasyonları klavsenle seslendirerek kontun uykuya geçmesini sağlayan kişi Johann Gotliev Goldberg'dir. Bundan hareketle bestenin ismi de "Goldberg Varyasyonları" adıyla anılır. Ben kitabı okurken arka planda Goldberg Varyasyonları'nın çaldığını da tahmin etmişsinizdir. Kitap bununla kalmıyor Beatles'den Rhotko'ya, toplama kampı müziklerinden The Who'ya, daldan dala atlıyor. Değişik bir deneme kitabı, severek okuyorum. 

Mahallemizde kentsel (daha doğrusu rantsal) dönüşüm hızla sürse de yine de ara sokaklarda pek rastlanmayacak kadar yeşillik ve ağaç var, bu da özellikle yeni yapılan devasa binaların sevimsizliğini bir ölçüde saklıyor. Balkonun baktığı cephelerden birinde iki apartman arası adeta orman gibi. Apartmanlardan birinin rahmetli sahibi hiç boşluk bırakmadan ağaç dikmiş iki bina arasındaki neredeyse bir metrelik toprağa ve zeytinden yeni dünyaya, incirden, narenciyeden selviye bir sürü ağaçla yeşertmiş göz hizamızı.

Sondaki selviyle selamlaşan neredeyse aynı boyda bir de bizim apartmanın önünde var. Serçeler ve Arap bülbülleri çınarı, kumrular selviyi tercih ediyorlar. Bize de cıvıltılarını dinlemek kalıyor. 

Sabah pusluydu hava, birkaç gündür bulutla uyanıyoruz, güneş epey nazlanıyor duvağını açıp mah cemalini göstermeye. Açınca da içeri kaçırıyor beni, çınarın taze yapraklarından birini koparıp kitabımın arasına koyuyor ve içeri geçiyorum. Bulaşık makinesini çalıştırıp yazıma kaldığım yerden devam ediyorum. 

Hafta sonu epeydir bekleyen ütülenecekleri halletmeye karar verince suya sabuna dokunmayan bir film aradım ütü yaparken izlemek için. Neşfilikis'de eski bir film buldum: "Allah Yazdıysa Bozsun". Başrolunde Gonca Vuslateri ve yüzüne aşina olup adını bilmediğim bir adam oynuyordu. Ben kafamı yormadan laf olsun diye izledim, ütüler de o arada bitti. Öğleden sonra da cila niyetine yine Neşfilikis'e yeni eklenen "Nonnas"ı seyrettim. O da sabun köpüğü idi ama en azından daha aklı başında bir şeydi ve sevdiğim gibi yemekler ve lokantalarla ilgiliydi. 

Dünkü Anneler Günü, annesiz ve çocuklardan uzakta geçse de çok da umursamadım. Umut'un Anneler Günü videosunu izleyip güldük, annesini banyoyu uzun yaptırdığı için seviyormuş. Ah çocukluk 😂

Yeni bir haftaya girerken hepinize sağlıklı, huzurlu, güzel şeylerin gerçekleşeceği günler diliyorum.

9 Mayıs 2025 Cuma

CUMA / 9 MAYIS

Her günü sansasyona gebe ülkemizde yeni bir sabaha uyandık şükür. Bugünün beklentisi uzaydan tepemize düşmesi beklenen uzay aracı ama ülkenin kendi içindeki gündemi o kadar yoğun ki tepemize değil uzay aracı gezegen düşse pek aldırış eden yok. Umarım ne bize, ne başka ülkelere zarar vermeden atlatılır bu olay, risk düşük diyorlar ama bilinmez ki? Aklıma Hüseyin Rahmi'nin "Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç"ı geldi. Kitap okuma hevesimin temel taşlarından olan Yenimahalle İlçe Halk Kütüphanesi'nin caddeye bakan "Yeni Çıkanlar" raflarından sabah çekip aldığım ve ikindi üstü bitirip iade ettiğim, bu erken iadelerden dolayı da sarışın görevliyi bezdirdiğim kitaplardan biriydi. Sanırım İnkılap Kitabevi idi, yeni basımlarını yapıyordu Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Halide Edip gibi yazarların. Su içer gibi okumuştum. Sonra Arkası Yarın'lardan birinde de dinlemiştik "Kuyruklu Yıldız"ı, anneannem fena heyecan yapmıştı "Ya düşerse" diye, sanki onun başına düşecek 😂

Dün semt pazarından alışveriş yapıp terden sırılsıklam eve döndük. Oysa hava sabah bulutlu ve serindi, öğlen birden bire coştu, güneş meydana çıktı ve ışınlarını saldı tepemize. Pazar dersen pazar olmaktan çıkmış, marketten pek farkı yoktu fiyat açısından. Bir de bu pestisit olayı insanı geriyor. Muhtemelen çoğu öyle ama ne yapabiliriz ki, eve geldim, çilekleri, kayısıları karbonatlı suya koydum, karbonatı fazla mı koydum, çok mu beklettim bilmiyorum, tadı değişti meyvelerin. Ağız tadıyla bir şey yenmeyecek artık. En son yediğim domatese benzer domatesin üzerinden yıllar geçti. Evlendiğim yıl Denizli'de kiraladığımız evi yerleştirmeye gitmiştik nikah öncesi, alt kattaki komşu bir tabak domates getirdi, köyden geldi diyerek. O domatesin lezzeti ve kokusu hala benimle, bir daha da öylesini yemedim. 

Pazar dönüşü terle ıslanmış giysileri değiştirdik mecburen, önce çamaşır, sonra bulaşık makinesini çalıştırdım, yıkananları astıktan sonra da bir film izleyeyim bari dedim. "Babygirl"i izlememiştim, bulup açtım, açmaz olaydım. Başlamışken bitirdim ama çok kötüydü bence. Nicole Kidman kendini emekli etse çok iyi olacak. Dolgu yapılmaktan robotlaşmış yüzünde içeri kaçmış gözleri beni korkutuyor, bakışları da bir tuhaf olmuş. Tenindeki o sürülüp de sonra düzleştirilmiş tarlalara benzeyen görüntü de keza. Yüzüne bakınca ürküntü ile karışık bir rahatsızlık geliyor bana. Estetiklerini aklamak ya da "Ben yaptırıyorum keyif benim size ne, karışmayın" demek istediği için senaryoya özellikle mi koydurmuş bilmiyorum ama filmin bir yerinde ergen kızı "Akvaryum balığına benzemişsin anne, yaptırma şunları" diyordu. O da, "Ben seviyorum, karışmayın" diye cevaplıyordu. Kısacası film kötüydü, hiç sevmedim. 

Çarşamba günü arkadaşlarla buluştuk yine Beachpark'ta. Bu kez asansörle indim sahile, asansörün gelişini beklerken de şu güzel manzaraları çektim:


Pazardı, çamaşırdı, filmdi derken yemek yapmaya üşendim, kısırla geçiştireyim bari dedim. Bizim evde sevilen bir yiyecektir. Lakin ne yaptım da öyle oldu bilmiyorum ama şunca yıllık ömrümde yaptığım en kötü kısır olduğuna yemin edebilirim. Bulgur aynı bulgur, salça aynı salça, ben aynı ben ama kısır bambaşka bir şey oldu. Bereket misafir yoktu, biz yine de lüplettik, telef olmasın di mi 😂 Kocam Bey'e "Kötü mü olmuş?" diye sordum, "Biraz benzemiş kısıra, ye gitsin" dedi.

Öğleden sonra yapacağım işler var, iyisi mi, bir kısır vakası daha yaşamadan gidip eli yüzü düzgün bir yemek yapayım da hazır olsun.

İyi hafta sonları diliyorum...


7 Mayıs 2025 Çarşamba

GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN* / 7 MAYIS

Gece üstümden üç-beş kere fırlattığım yorganı bu sabah itibarıyla kaldırıp nevresimini yıkamış ve asmış bulunuyorum. Üstelik anneannemin deyimiyle "zabaaan köründe". Battaniyeye geçeceğim ama bu Antalya için garip bir durum, bunca senedir bu şehirde yaşarım, Mayıs ayında yorgan vâki değildir, çoktan pikeyi örtmüş olurduk. Neyse vardır bunda da bir keramet. Zaten bu ara olup biten her tuhaf şeyde keramet araya araya ermiş olacağız yakında. 

Bir süredir kafamı kurcalayan sağlık sorunlarım vardı, doktora gitmekten nefret ederim. Çok evhamlı bir anne-babaya sahiptim. En ufak şeyde en ölümcül olasılığı düşünürlerdi. Kardeşimin de, benim de çocukluğumuz ve gençliğimiz onların peşinde hastane koridoru arşınlamakla geçti. Hâl böyle olunca da evham konusu bünyeye yerleşti, doktor-hastane konusu ise bünyeyi irrite eder oldu. Yine böyle doktordan kaçtığım ama kafamın içinde binbir olasılık devşirdiğim günlerden sonra "Yetti gari" dedim, "korkunun ecele faydası yok". Anında randevu aldım, sağolsun çok sevgili bir arkadaşım bana refakat etti (her sağlık sorunumda yanımdadır, hakkını ödeyemem) ve dün sabah gidip muayenemi yaptırdım. Ne gözümde büyütüğüm kadar sıkıntılı oldu, ne de korktuğum teşhisi duydum. Ankara'ya ertelediğim ufak bir ek işlem dışında sen sağ ben selamet. Şunu daha önce yapsana be kadın, binbir tilki dolandırdın beyninin içinde. Kafa o kadar karışık ki Hıdrellez bile aklımdan çıkmış. Memleket bir yandan, bünye bir yandan huni takmaya az kaldı. Bir kağıda üç satır dilek karalamıştım en harcıaleminden, onu bile çantada unutmuşum. Olsun ha çanta, hal gül ağacı, olacaksa olur. Yine anneannemi anarak "O da kuş, o da kuş" 😍

Doktordan rahatlamış olarak çıkıp güzel havayı da görünce, "Haydi Beachpark" dedik. Deniz, güneş, ağaçlar, çiçekler, çay, kahve ve hatta paylaşılan bir tatlı çok iyi geldi. Günler sonra bir "Oh!" dedim. Peki kahvemdeki telli turnaya ne dersiniz, hadi alçakgönüllülüğü bir yana bırakayım belki de zümrüd-ü anka 😂 Bu şekilde gelmedi, sütün köpüğünü karıştırırken çıktı ortaya, Hızır ile İlyas kahve köpüğümde kendini hatırlatmış olmasın 😊:

Hafta sonu ve hafta başı iki sanatsal etkinlikle geçti. Sezonun son gösterimlerini kaçırmak olmazdı haliyle. Aslında Mayıs ortası Uluslararası Tiyatro Festivali başlıyor. Ayağımıza kadar gelen şahane oyunlar gördük festival başladığından bu yana, geçen yıl da Macaristan, Polonya, İspanya ve Küba ekiplerinin muhteşem gösterilerini izlemiştik. Ne yazık ki bu yıl ufukta Ankara yolları göründüğü için varlığımla şenlendiremeyeceğim festivali 😋 Ama cumartesi günü Devlet Tiyatrosu'nda "Havada Yüzmek" oyununu, Opera Sahnesi'nde de "2. Genç Türk Koreografları Gecesi"ni kaçırmadım tabii ki. Her ikisi de izlemeye değerdi. "Havada Yüzmek" iki kadının sahne aldığı, gerçek yaşamdan oyunlaştırılmış bir gösterimdi ve oyuncular çok iyiydi, çok beğendim. Koreograflar Gecesi ise beklediğimin üstünde güzeldi. Yetenekli gençlerimiz var ve mutlu oldum. En beğendiklerimden dört tanesini buraya eklemek istiyorum. Kaynak: Buradan

 

Koreografisini Operamız baletlerinden Yağızhan Danış'ın yaptığı "Eşik" isimli gösterim en beğendiğim oldu.


"Alarga", açık denizde, yelkenli bir gemide küçük bir ailenin geçirdiği anları anlatan çok neşeli bir baleydi. Koreografi İstanbul DOB'dan Ayşe Aras'ın. 

Koreografisini İzmir DOB'dan Özge Güven'in yaptığı "In Light" isimli bale gösteriminde bir kaza sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olan balet Bora Acar Zöngür ile Çağla Öztiner dans ediyordu. Etkileyici bir izleme oldu.

Gecenin son ve en hüzünlü gösterimi ise Mersin DOB'dan Ergani Mahmut Akyol'un koreografisini yaptığı ve birkaç ay önce bir trafik kazasında kaybettiği  çello öğrencisi kızına adadığı "Dua" isimli eserdi. Çoğumuz gözyaşlarımızı tutamadık.

Bu güzel gece ile sezonu kendi adıma bitirdim, gelecek sezonda daha güzel eserler izlemek dileğiyle gün eksilmesin pencerenizden*

*ve gönül tanrısına der ki
pervam yok verdiğin elemden
her mihnet kabulüm
yeter ki gün eksilmesin penceremden
 
Cahit Sıtkı Tarancı


 


1 Mayıs 2025 Perşembe

MAYIS AYLARIN GÜLÜ(MÜ)DÜR* / 1 MAYIS

Mayıs ayının ilk yazısına, adına yakışır şekilde bayram gibi kutlanacak zamanlara ulaşabilmek dileğiyle tüm emekçilerin 1 Mayıs günü kutlu, huzurlu, barış içinde geçsin diyerek başlamak istiyorum. 

Mayıs ayı Antalya'da bile adına yakışmayacak kadar serin bir havayla giriş yaptı. Delik deşik bir uykudan zor bela uyanıp balkona çıktığımda karşı kaldırımdaki zeytin ağaçlarından dökülen kara tanelerin beneklediği asfalt gece yağan yağmurla ıslanmış, sonbahardan kalma işe yaramaz, inatçı sarı yapraklar da zeminde yerini almıştı. Doğu yönünde parlak bir güneş sahneden çekilmeyi, batıda ise yağmur yüklü kara bulutlar görev sırasını bekliyordu. Sokağın kedi kolonisi zulalandıkları yerde apartmanımızın kapısının açık bırakıldığı anı kollamaktaydılar. Kapı önündeki çam ağacının altına bırakılan su ve mama kendilerini aileden biri gibi hissettirdiği için her fırsatta apartmana dalmakta beis görmüyorlar, hele ressam paleti gibi alacalı bir tane var ki katlar arasında dolaşması yetmiyor gibi camlı giriş kapısına amonyaklı sıvısını fışkırtmaktan da hiç çekinmiyor. Kedi haklı bir yerde, apartmanın insan cinsinden gençleri sigara paketlerini, izmaritlerini, karton kahve bardaklarını akıllarına esen her yere fırlatmakta sakınca görmüyorsa, alacalı mırnav, "Ben de organik sıvımı bırakmışım, ne var bunda" diye düşünüyor olabilir.

Nisan ayı ülke dertleriyle hemhâl olarak geçti. Üzerimize yüklenen sıkıntıya mola vermek istediğimiz zamanlarda kitaplar, filmler ve sanatsal her türlü şey kurtarıcımız oldu. Bu ay yine çok fazla okuyamadım. Kafa bir şeylerle aşırı derecede doluysa okumaktan yeterince verim alınamıyor ne yazık, gözümün önünde danseden o kurumuş parçacık da bana bir çeşit ceza oldu bir yıldır:

Bu ayın en sevdiğim kitabı yeni tanıştığım mimar/yazar Ertuğ Uçar'ın "İstanbulin"i oldu. Çok geçmeden de bir başka kitabını, "Ayrılığın Haritası"nı da okudum ve onu da çok sevdim. "Annem" hüzünlü bir öykü idi, "Hüzünlü Kaplan" ise yıllarca üvey babası tarafından taciz edilen ve bu durumu 19 yaşında ifşa edebilen bir kadının yazdğı belgesel nitelikli bir yaşam öyküsüydü, nefretle okudum. "Sabır Taşı" Afgan edebiyatı örneği olarak ilginçti."Bahçede Hayatlar" ise keyifle okunan bir permakültür günlüğü oldu. Yenilerde bitirdiğim "Boş Dolaplar"a gelince, çok sevilen, çok tutulan, Nobel'li bir yazar olan Annie Ernaux'da bana hitap etmeyen bir şey var, aşırı ayrıntıya girmesi mi, paragrafsız cümleleri mi bilemiyorum, bir-iki kitabı dışında sevemedim ve sanırım artık okumam. Herkesin en önemli eseri olarak nitelediği "Seneler"i ise yarılayamadım bile. Artık kusur bende mi, yazarda mı onu bilemeyeceğim ama zevkler ve renkler gibi kitaplardan alınan keyif de tartışılmasın.

Bu ay ikisi kısa film olmak üzere eski ve yeni tarihli 12 film izledim. Ve ne yalan söyleyeyim kimilerinin harika oyuncuları olsa da hiçbirine düşüp bayılmadım. İlla ki birini seç derseniz "The Here After"i ilk sıraya koyabilirim. 

Ayın mutlu edenleri esasen bunlar oldu. "Ran"da Yurdaer Okur Nazim şiirlerini adeta üç boyutlu hale getirdi. "Aşk Listesi" oyunculukların zirve yaptığı çok hoş bir komedi idi, zevkle izledik ve çok alkışladık. "Don Kişot" kalabalık kadrolu, renkli ve neşeli bir bale idi. "Yalancı" aşırı diyaloglu, iki kişilik ve uzun bir oyun olduğu için beklediğim kadar keyif vermedi. 


Sadece iki dizi izleyebildim, zira ilk kez Kore dizisi izledim ve maşallah kendileri koridor yolluğu kadar uzundu, 16 bölüm ayın yarısını zaptetti zaten. Biraz kararsız yaklaşmıştım ama sevdim, özellikle son bölüm çok etkiledi beni. "İstanbul Ansiklopedisi"ni ise çoğunuz izlemişsinizdir, beğenen de var, yeren de. Ben kusurlarına rağmen beğendim. 

Ve Storytel'den dinlediğim dört kitap. Mübarek Kadınlar" sona doğru biraz sıksa da güzel öykülerdi. "Hyunam-Dong Kitabevi"ni yer yer severek dinledim, yer yer sıkıldım. Son iki kitaptan birincisi sade suya tirit, ikincisi ise bir polisiye idi. Her ikisini de seslendiren Murat Eken'i hatrına dinledim desem yalan olmaz.

Bitirirken Mayıs'ın gerçek anlamda ayların gülü olmasını dileyerek ayrılıyorum huzurdan:

*Mayıs ayların gülüdür
Taze bir çiçek dalıdır
İçerim ateş doludur
Mayıs'da gönlüm delidir.
 
Ruhun şâd olsun Sabahattin Ali