.

.
.

22 Kasım 2024 Cuma

GİTTİK/GEZDİK/GELDİK 7-AMERSFOORT

Günlerden pazar ve Hollanda'daki son tam günümüz. Ev sahibimiz N.'nin bugün işleri var, bizimle gelemiyor. M. bize bir program yapıyor, Utrecht'e trenle yarım saat uzaklıktaki küçük bir kente gideceğiz: "Amersfoort"a. Adını sanını duymadığımız bir yer, acaba ne göreceğiz merakıyla biniyoruz sarı trenimize, yarım saat sonra iniyoruz Amersfoort Merkez İstasyonu'na. Öğrendiğimize göre bu istasyondan Hollanda'nın tüm şehirlerine tren seferleri yapılmakta imiş. Bir raysever olarak etrafa bir göz atıyor ve birkaç fotoğraf çektikten sonra istasyondan çıkıyoruz.

Tarihi şehir merkezine ulaşmak için yeni şehrin kaldırımlarını adımlıyoruz. Yeni şehrin mimarisi de çok güzel, birbiriyle uyumlu, renklerin iç açıcı olduğu binaların arasından geçiyoruz. Derken ayağım bir şeye takılıyor, nedir diye eğilince taşların arasında aşağıdakine rastlıyorum. Nemli nemli gülüyor bana:


"Bakın" diyorum M. ile kız kardeşe, "ne buldum". "Bu günümüz iyi geçecek, gülen surat bunu söylemek istiyor". Tabii ki kendisi benimle geliyor. Az ileride fotoğraf çektirirken bir de uğur böceği görüyorum, günden beklentim katmerleniyor. Ta ki birkaç metre ileride burnum kanayana kadar. Haydaa, işaretler tersine çıkıyor. Kardeşim burnumda yara olduğunu, nemi görünce silerken kabuğun düşüp kanadığını söylüyor ama ben bir süredir hafiften düzensizlik gösteren tansiyona bağlıyorum, sağlık konusunda her şeyin en olumsuzunu düşünen olarak. Kısa ve hafif bir kanama ama tadımı kaçırmaya yetiyor, çünkü burun kanaması nedir bilmeyen biriyim. Burnuma bir kağıt mendil tepiyor ve yürümeye devam ediyoruz. Tarihi şehrin sokaklarına girerken kanama duruyor, mendili atıyorum ama yüz ifadem değişmiş olacak ki kız kardeş beni önümüze çıkan ışıklı vitrini güzel şeylerle dolu kırtasiyeci dükkanına itekliyor, burası senin moralini düzeltir diyerek. Gerçekten de dükkan Ali Baba'nın hazine mağarası gibi, hepsini almak isteyeceğim şeylerle dolu. Her şeyi inceleyip sonunda aklımın kaldığı, bayıldığım bir 2025 ajandasını alıyorum. Tam sevdiğim gibi, içi çiçek resimleriyle dolu. Gülen suratlı yaprağı da doğum günümün olduğu sayfaya yerleştiriyorum. Şimdi şehri dolaşmaya devam, asayiş berkemal.

Amersfoort o kadar güzel ki şaşıp kalıyoruz. Kendine has bir karakteristiği var, yoğun turist kalabalığından uzak, sakin ve rahatlatıcı. Yine kanallar, yine güzelim taş ve tuğla evler, Orta Çağ'dan kalma yapılar, ağaçlar, çiçekler, yeşillikler ve tabii ki bisikletler:




 

Charlie'yi yanımda götürmediğimi düşünmeniz beni üzer, elbette ki her yere benimle geldi, Snoopy kıskanmıştır ama kusura bakmasın, Charlie'nin önceliği var 😀

Sokaklardan birinde şu seyyar büfeye rastlıyoruz, büyükannelerinin tarifiyle pofflu bişi satıyor 😂


Denemeden duramıyoruz tabii ki. Baba bizim lokmaya benzeyen yuvarlak hamurları ızgaramsı bir sacın üzerinde kızartıyor, kırmızı saçlı şirin ergen de onları şuruba batırdığı yetmiyor gibi üstüne bolca pudra şekeri serpiyor ve karton bir kapta tahta çatallarla sunuyor. Benim için fazla tatlı, bir tane yiyip kalanı ekürilerime bırakıyorum. 


Sonra tarihi kentin meydanına geliyoruz, çok sevimli, iç açıcı bir yer ve tek tük insan görüyoruz. 6 gün boyunca daldığımız kalabalıklardan sonra bu sakin, sessiz ortam iyi geliyor. Meydanı çevreleyen evlerse doyumsuz güzellikte.





Biraz dinlenip kahve içmek için meydandaki cafelerden birine oturuyoruz: "Alberts". Şık giyimli genç bir garson siparişlerimizi alıyor, ekürime filtre, bana latte. Yanında kavrulmuş fındıklarla geliyor kahveler. Dinlenmiş ve memnun kalkıyoruz kahveden ve cafeden, yine kendimizi Amersfoort'un güzelim sokaklarına salıyoruz, rüya alemi gibi bu küçük kent:










Aşağıdaki gözalıcı bina şehir müzesi, önünde bir kanal yer alıyor. İçeride bir çağdaş sanat sergisi vardı ama vakit kısıtlıydı girmedik. Amersfoort ayrıca ressam Mondrian'ın da şehriymiş ve adına bir müze varmış ama çok sonradan haberimiz oldu:


"Koppelpoort", Amersfoort'un Orta Çağ'dan kalma giriş kapılarından biri (Solda görünen kemerli, üzerinde şehrin arması olan), tarihi şehre buradan girip, buradan çıkabilirsiniz. Çıktığınız anda Eem Nehri'ni, nehri kapatan mekanizmayı görebiliyorsunuz. Fotoğraflar dışarıdan ve içeriden. Olağanüstü bir yapı:






Şehrin dışında muhteşem bir park ve parkın yan tarafında yerleşim yerleri, güzel evler mevcut. Park yemyeşil, sonbaharla sararan yapraklar yeşil zemini süslüyor. Park boyunca lüks malikanelere de rastlıyoruz. Yol kenarında tel örgülü minik kafesler var, bunların böceklerin üremesi ve beslenmesi için yapılmış yuvalar olduğunu öğreniyoruz. Oksijen ve rutubet eşliğinde yürüyoruz park boyunca:



Park içinde epey yürüdükten sonra solumuzda, bir yerleşim yerinde karşımıza şu heykel çıktı, arkadaşın Holstein türü bir inek olduğunu düşünmekteyiz. Kendisine bir reverans yapıp geri döndük ve bizi Utrecht'e götürecek trenimize binmek üzere istasyona yöneldik.


Bu yazı serisini burada bitirmek istiyorum ama bitirmeden önce son günümüzden de kısaca bahsedeyim. Çünkü kaldığımız evin arkasında yer alan ormanı andıran şahane parkta yaptığımız uzun yürüyüş de unutulacak gibi değil. Utrecht zaten yemyeşil, Hollanda'nın deniz dolgusuyla elde edilen ve dümdüz bir tepsi gibi uzanan arazileri bizim yokuşlu inişli şehirlere alışkın bünyemizde şaşırtıcı bir etki yaratıyor, dağların eksikliğini hissediyor insan. Fakat yürüyüşler bu nedenle pek yorucu olmuyor, aynı düzeyde yürü babam yürü 😃 Evin arkasından parka girip neredeyse şehir merkezine kadar yürüdük. Orada birkaç alışveriş daha yapıp yine yürüyerek döndük. Valizlerimizi toparladık. Tok sesli anonscuyu son kez dinleyerek otobüsle istasyona ulaştık, bizi uğurlamaya gelen M. ile vedalaştık, Amsterdam Schiphol Havaalanı'na giden sarışın trene son kez bindik ve yarım saat sonra Havaalanı'nın içine inmiştik. Binişi kartıydı, gümrüktü, bagaj teslimiydi, pasaport kontroluydu derken uçakta yerimizi aldık. Lakin kabin bagajı yüzünden tartışma çıktı. Hostesler çözüm getiremeyince alandan Hollandalı ekipler geldi, biraz tartışma bağırış çağırış derken boş koltuklara valizler bağlandı ve 10 dakika gecikme ile havalandık. Geceyarısını 2 saat geçe Esenboğa'ya inmiştik.

Sırayla: Utrecht'teki mahalle parkı:


Parkta son saatlerin tadını çıkaran ben:


Rengarenk yapraklar, birkaçı benimle geldi:


Schiphol Havaalanı dış hatlar salonu:


Mevsim nedeniyle ancak havaalanında görebildiğimiz laleler:


Ve son olarak bizi uğurlamaya gelen bir sürpriz konuk 😂


Yeni gezilerde buluşmak dileğiyle sizlere okuduğunuz ve yorumladığınız, Hollanda'da bizi konuk eden gençlere de ilgileri ve konukseverlikleri için bir kucak teşekkür...




21 Kasım 2024 Perşembe

GİTTİK/GEZDİK/GELDİK 6-ANTWERP

Belçika'yı Brugge ile sınırlı bırakacağımızı düşünmediniz umarım 😀 Kız kardeş Jules Verne'nin romanlarından aklında kalan Anvers'i (Antwerp, Antwerpen, hangisini isterseniz söyleyin. Kendileri sonuncuyu söylüyor) görmeyi çok arzu ediyordu, ee o zaman gitmek boynumuzun oldu borcu haliyle. 

Yine sabah erkenden kalkıp genizden gelen tok sesiyle ne dediğini anlamadığımız, durak isimlerini sayan görünmez adamı dinleyerek otobüs yolculuğumuzu yaptık ve bu kez yemyeşil Flixbus otobüsümüze Utrecht'ten bindik. Konudan kısa bir an saparak-Utrecht'te şehir içi otobüs duraklarının üstünde gördüğümüz yeşil otların hüdayinabit yetiştiğini sanmıştık, meğer böcekler için bir nevi yuva ve besin kaynağı olarak özel yetiştiriliyormuş-bilgisini de verip devam edeyim. Yaklaşık 1,5 saat sonra Antwerp'e ayak bastık. Saat 9.30 civarıydı ama Antwerp'de ya sayım günüydü ya da nükleer bomba atılıp herkes telef olmuştu. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Cumartesi günüydü gerçi ve insanlar uykudan uyanamamış da olabilirdi henüz. Nitekim açık bir cafe ve girebileceğimiz bir WC bulup oturana kadar sadece köpek gezdiren ve alışveriş arabasıyla zor bela yürüyen iki yaşlı adamdan başka kimseyi görmedik desem yeridir.

Yürüdük durduk boş sokaklar boyunca, duvarına tırmanmış bir örümcek adam olan çizgi roman dükkanına girdik, hani Belçika Tenten'in ülkesi ya, belki birkaç figür buluruz diye ama yoktu, bir yerde rastladık, onlar da son derece pahalıydı, "Mersi cınım" dedik, "biz evdeki eski çizgi romanlarını tekrar okuyalım daha iyi".

Sakin sokaklar boyunca hoşumuza giden yerleri fotoğraflayarak ilerledik, neredeyse tüm dükkanlar kapalıydı:



Sonunda tek tük insan görmeye başladık, neredeyse "Kara göründü" diye bağıracaktım.


Ve sonunda açık bir cafe bulduk, yaşasın, hem de kapıda yazdığına göre en iyi Belçika kahvesi buradaymış:


Kahvelerimizi içtik, ısındık, el kurulamak için küçük, siyah, pamuklu havluların olduğu (kullandıktan sonra masanın altındaki sepete atın yazan bir not vardı üstlerinde) ve bizden önce giren birinin eldivenlerini unuttuğu WC'yi kullandık, Antwerp'in sokaklarını arşınlamak için hazır hale geldik. 


Bu binanın adı "Boerentoren". 95.8 metre yüksekliği ile bir zamanlar Avrupa'nın en yüksek binası imiş. Artık değil tabii ki, adının anlamı "Çiftçi Kulesi".


Bu heykeller tarihi şehir merkezinde yer alan Katedral'de, Katedral'in yapımında çalışan işçileri temsilen yapılmış. 


"Our Lady Cathedral/Meryem Ana Katedrali"

Şimdi bakın ne göreceksiniz. Benim yaşımda olup da çocuk büyüttüyseniz bu çizgi filmi hatırlamamanız mümkün değil. İsmi "Flanderlerin Köpeği" idi. Nello adlı küçük bir çocuk, annesini kaybedince Antwerp'in bir kasabasında yaşayan büyükbabası onu yanına alır. Nello sütçülük yapan büyükbabasına yardım ederken bir gün dövülüp sokağa bırakılmış bir köpek bulur ve Patraş ismini verdiği bu köpekle kasabaya süt dağıtmaya başlar, bir yandan da Rubens gibi ressam olmak için hayaller kurar. Rubens'in tablolarını görmek için yukarıdaki Meryem Ana Katedrali'ne girer ve uyuyakalır. Kapılar açık kaldığı için de köpeğiyle birlikte donmuş olarak bulunur. Hatırladınız mı Nello ve Patraş'ı. İşte onların anısına Katedralin karşısına aşağıdaki heykeli yapmışlar, öyle sevimliler ki uzun süre başlarında dikilip izledim, oğlumla seyrettiğimiz günleri andım. 


Bandomsu bir ses duyuyor ve Grote Markt Meydanı'na yöneliyoruz. Ses aşağıdakilerden geliyor:


Burası tarihi Belediye Binası ve o gün bir nikaha ev sahipliği yapmakta idi, çalınan müzikten ve davetlilerin giyimlerinden düğün sahiplerinin Fas'lı olduklarını düşündük ama yanılıyor olabiliriz tabii ki.


Görkemli Belediye Binası, öndeki beyaz araç gelin arabası.

Belediye Binası'nın tam karşısında kahraman Brabo'nun heykeli var. Hikayeye göre gemilere yanaşıp kaptanları tehdit ederek para isteyen vermeyince de ellerini kesip Scheldt Nehri'ne atan bir dev varmış, bir nevi Deli Dumrul yani 😃 Ama kahramanımız Brabo (bir nevi Cüneyit Arkın) devin yaptıklarına dayanamamış, devle dövüşüp elini kesmiş ve nehre fırlatıvermiş. Öyle olmaz böyle olur işte, yaa dev efendi, senden büyük Brabo var. Meğer şehrin adı da buradan geliyormuş, "Hand werpen", yani "El fırlatan". Olmuş mu sana yuvarlana yuvarlana "Antwerpen" 😊 "Ayol ant verdim" demek geldi sık sık içimden. Şimdi lütfen alttaki fotoğrafa, kahraman Brabo'muza bakınız, fırlatıyor devin elini nehire:


Meydan çok güzel, çok kalabalık, çok hareketli. 16. Yüzyıldan kalma binalarsa muhteşem, o zamanlar tüccar loncalarının konutları olarak kullanılmakta imiş:




Grote Markt'tan ayrılıp nehre doğru yollanıyoruz. "Het Steen"i görmek niyetindeyiz ve görüyoruz da:



13. Yüzyılda Kale olarak inşa edilen Het Steen sonraları hapishane ve deniz feneri olarak da kullanılmış. Şimdilerde müze. Tipik bir Ortaçağ Kalesi görünümündeki Het Steen'de katlarda çeşitli sergiler var, ana müze ise ücretli, ücretli müzelere cüzdan prensibi olarak girmiyoruz, zaten kilisesi, katedrali, müzesi maşallah hepsi de ücretli. Terasa çıkıp kuşbakışı Antwerp'i gözlüyoruz, o bedava 😀 Resmin sol yanında gördüğünüz heykel kahraman Brabo'muzun elini kestiği dev imiş, buradan fark edilmiyor ama bacaklarının arasında korkuyla bakan insancıklar var 😊

Terastan bedava Antwerp görüntüleri, nehrin karşısında yeni şehir. Aslında oraya geçen bir yeraltı tüneli varmış ama dönünce öğrendik:



Het Steen'in yakınlarında çok güzel apartman kompleksleri var, hayran olduk.



Saint Paul Katolik Kilisesi

Ara sokakları keşfettikten sonra Tarihi Meydan'a geri dönüyoruz, birtakım hediyelik eşya dükkanlarını gezip ufak-tefek alışveriş yaptıktan sonra aç karnımızı doyurmaya niyet ediyoruz. Ben yine patatesten yana kullanıyorum oyumu, önünde uzun bir kuyruk olan Frituur No:1'den sossuz patates kızartması alıyorum. Ekibimdekiler daha cesur menülere el atıyor ve aşağıdaki hıncahınç dolu lokantadan uzun süre sabrederek midye/balık/patates şeklinde bir menüyü taam eyliyorlar, ben de her birinden birer tane tadına bakıyorum, onlara afiyet dileklerimi sunup patatesime dönüyorum. 


Eski şehirle vedalaşıp daha modern sokaklara çeviriyoruz rotamızı. Yol üstünde gördüğümüz kemerli bir geçit dikkatimizi çekiyor, meraklıyız ya dalıyoruz. Aa burası çok şirin bir sanat galerisi imiş, eski bir şapel ve küçük bir binada resimler, heykeller sergileniyor, yemyeşil bir bahçenin içinde bütün bunlar.


Sergileri geziyor ve bu küçük sürprizden memnun ayrılıyoruz oradan. Şimdi bizlere Nişantaşı'nı anımsatan, lüks mağazaların ve eski tip binaların yer aldığı Meir Caddesi'ndeyiz. Trafiğe kapalı ve son derece kalabalık. Derken bir waffle büfesi görüyor ve hemen alıyoruz, işe bakın ki yediğimiz en güzel waffle da bu oluyor:


Cadde boyunca kalabalığın seline kapılıp akıyoruz. Noel nedeniyle binalar ışıklandırılmış, hava kararınca görüntüler çekici hale geliyor:



Antwerp aslında bir elmas merkeziymiş ve biz bunu sonradan öğrendik. Bilsek hiç kocaman bir yüzük ya da gerdanlık almadan döner miydik 😂

Meir Caddesi'nin sonunda bizi bir sürpriz bekliyor: Antwerp Gar Binası. Aman tanrım bu ne heybet:


Işıkları yanınca daha da heybetli hale geliyor, yukarıdaki fotoğrafa yanda uzanan peronları alamadım üstelik. İçeri giriyoruz, muhteşem bir kubbe altında sıradan bir istasyon binası değil bir sanat eseri yatıyor.





Garın arka yüzü ve dönme dolap. Yolumuza devam edip Çin Mahallesine geçiyoruz. Uzak Doğuluların ve göçmenlerin yoğun olduğu bir mahalle burası. Bir Çin marketine giriyoruz, noodle paketleri yükleniyor Uzakdoğu yemeklerini seven kardeşim, bense "Amanın bunlar neler de yiyor" diye cahil cahil bakınıyorum. Pek aram yok çekik gözlü yemeklerle çünkü.

Otobüsümüzün vakti gelmek üzere. Antwerp maceramızı sonlandırıp yemyeşil Flixbus'umuzu beklemek üzere otobüs durağına gidiyoruz, az sonra geliyor kendisi. Görevli pasaportlarımızı kontrol ediyor ve yerleşiyoruz koltuklarımıza. Her birimiz ayrı koltuktayız, benim payıma upuzun, zapzayıp, uzun saçlı, sakallı bir genç düşüyor ama sadece 10 dakikalığına, otobüs hareket edince arka yandaki boş koltuğa geçiyor, ben de rahatça yayılıyorum belki uyurum düşüncesiyle ama arkamda oturan iki genç kız o kadar yüksek sesle sohbet edip o kadar çok kahkaha atıyor ki değil uyumak kafamı toplayamıyorum. Neyse ki yol 1,5 saat. Yorgun argın Utrecht'e ulaşıyor, önce otobüse, sonra eve kendimizi atıyoruz. Baybay Antwerp, sevdik seni...