28 Eylül 2020 Pazartesi
28 EYLÜL (EVLER EVLER-SON)
26 Eylül 2020 Cumartesi
26 EYLÜL (EVLER EVLER 5)
Yenimahalle'den sonra taşındığımız ve hala ara sıra kaldığımız evimizi ilk yazıda yazmıştım, eh bu durumda Ankara evleri bitmiş oluyor ve ben yeni bir hayata yelken açıyordum. Yaşamımda bir sürü ilk başlıyordu; evlilik, yeni bir iş, farklı bir şehir. Başlangıçta yadırgasam, özlemim çok yoğun boyutlara ulaşsa da bir süre sonra şehre alışıp sevmiştim, hala zaman zaman ziyarete gider, özlem gideririz.
Denizli'de oturduğum ev bir daha öylesini görmediğim tuhaflık ve çirkinlikte idi. Daha önce bir kez yazmıştım, o yazıyı buraya tekrar ekleyeceğim. Aslında çok daha fazla şeyler yazabilirdim ama uzatıp başınızı şişirmek istemiyorum, bu kadar bile yeterince fikir verecektir.
25 Eylül 2020 Cuma
25 EYLÜL (EVLER EVLER 4)
Geçen yazımdaki minik evi kürkçü dükkanına dönerek terk etmiştik, geride çok güzel anılar bırakarak. 1957'deki büyük sel baskınında evi yıkılan anneannem sel felaketzedeleri için yapılan ve "Seylap Evleri" olarak anılan dört blokluk sitedeki evine yerleşmiş, hatta biz de iki yıla yakın onunla birlikte yaşamıştık. Bir yıllık aradan sonra aynı sitedeki bir başka bloğa kiracı olarak taşınıyorduk. C Blok 16 Numara. Bu eve ne zaman ve nasıl taşındık, hafızamdan tamamen silinmiş, muhtemel ki yine bir Eylül günü, okullar açılmadan olmuştur taşınma. Taşınmayı hatırlamıyorum ama evi görmeye gidişimiz gayet net aklımda. Ev sahibi Denizlili idi ve kirden kararmış duvarları, pislik içindeki zeminiyle evini öve öve bitiremiyordu. Hatta salonun tavanından sarkan kolları küf tutmuş, fanusları kırık yampiri avizeyi de evin demirbaşı olarak sözleşmeye ekletmeye çalışmıştı. Avizenin sadece tavana raptedilen oymalı pirinç tutamağı sağlamdı, babam taşınır taşınmaz avizenin bu kısmı dışındaki her yerini çöpe atmış, kendi avizemizi o tutamağa bağlamıştı. Şimdi başımı kaldırıp baktım da, bana selam verdi, o günden bu yana bizimle birlikte yaşamaya devam etmiş 😃 Biz evi gezerken birkaç komşu olaya dahil olmuş, bizden önceki kiracıların ne kadar pis ve mendebur olduklarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Balkonlardan halı silkerlermiş, alttaki çamaşırların üstüne su dökerlermiş ve ne derece doğru bilemedim ama lazımlığa işeyip bahçeye serperlermiş, çünkü çok kalabalıklarmış, tuvalet sırası gelmezmiş. Maşallah daha taşınmadan her türlü magazinel bilgiyi almış, bol gıybet mevzuu çıkacağından emin olmuştuk 😃
Sonra taşındık; büyümemde, hayata bakışımda, insani ilişkiler geliştirmemde, dostluğu ve fedakarlığı tanımamda çok büyük katkıları olan bu Babil Kulesi benzeri, ülkenin her köşesinden çok karakterli, çok değişik yapıda insanların oturduğu kocaman binaya. Bir nevi komün hayatının içine girdiğimizin henüz farkında değildik. Sosyal konut mimarisiyle yapılmış 4 katlı, 24 daireli, her kattaki 6 dairenin kapısının aynı ortak balkona açıldığı, yüksek ve dar pencereli, ön taraftan Yenimahalle, arka taraftan Ankara panoramasına açılan manzarasıyla ferah ama küçücük daireler o zaman bize saray gibi geniş gelirdi. Üstelik bir çocuk için ideal bir konuma sahipti, binanın dört bir yanını çevreleyen kocaman bahçe, sitenin arkasında yer alan göz alabildiğine kırlık alan, önünden geçen ana cadde hem hayata karışmaya, hem hayattan kendini soyutlamaya müsaitti. Şahane bir çocukluk geçirdim orada.
21 Eylül 2020 Pazartesi
21 EYLÜL (EVLER EVLER 3)
Sonbahar ekinoksunun gerçekleştiği bu Eylül gününde yıllar önce başka bir Eylül günü taşındığımız evimizi anlatayım istedim. "Günler kısaldı, Kanlıca'nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları" demiş ya Yahya Kemal, umarım bize de önümüzdeki sene Çankaya'nın ihtiyarları olarak "Ya geçen sonbaharı ne biçim geçirmiştik, virüs canımıza okumuştu" diyerek hatırlamak kısmet olur. Başkentimizde durum pek vahim zira, Leylakınız kendini eve kapatsa da endişesi bitmiyor. Her neyse, biz gelelim konumuza.
Anneannem inşaatı bitip ölene kadar oturacağı kendi evine taşındığında biz de onunla birlikte yerleşmiştik yeni binaya, bir nevi ön hazırlık olmuştu birkaç yıl içinde aynı sitede kiracı olarak 10 senemizi geçireceğimiz daire için. Anneannem ve iki dayımla (dayı sayısı ikiye çıkmıştı, zira İzmir'de Hava Harp Okulu'nda okuyan dayı da okulunu bitirmiş, teğmen rütbesiyle aramıza katılmıştı) 1,5 yıl kadar yaşadıktan sonra artık çekirdek aile haline dönüş yapmaya karar vermiş ve yine Yenimahalle'de, anneanneme yakın bir sokakta küçük bir ev kiralamıştık, bir yıl oturduğumuz bu evde geçen günleri anılarımın en nadide köşesinde saklarım.
Eylül başıydı, çok da fazla olmayan eşyamız dayımın ayarladığı askeri bir kamyona yüklenmiş ve taşınacağımız apartmanın önüne yanaşmıştı. Bir yandan anneannemin elime tutuşturduğu elmayı yiyor, bir yandan eşyaların taşınmasını izliyordum ki önüme pat diye biri atladı, "Betonumuzu çatlattınız salak!" diye bağırdı. Karşımda gözlerinden ateş fışkıran bir ergen duruyordu, korktum, sindim. Cevap alamayınca daha da sinirlendi, ağzını tavşan gibi oynatarak elma yiyişimi taklit etti. Olay mahallini anında terk edip annemin eteğine sığındım, gözlerimi de kamyonun ağırlığına dayanamayan şaplı betondaki ince çatlağa diktim, biraz da suçlandım. Ergenin adı Tayyar'dı, aynı apartmanın ikinci katında ailesiyle oturuyorlardı, bir süre sonra pek anlaşıp ahbap olacaktık. Hatta yıllar sonra bindiğimiz taksinin sürücüsü olarak karşımıza çıkacak ve tüm ısrarlarımıza rağmen para almayı reddedecekti ama o gün gözümü fena korkutmuştu.
Ben çatlağın bir fay hattına dönüşüp dönüşmeyeceğini inceleyedurayım eşyaların taşınması sona erdi, zaten kayda değer bir şey yoktu. Ev zemin kattaydı ve sokak kapısı bahçeye açılıyordu ki bu benim için şahane bir şeydi, varsın minnacık olsun, sonunda biz bizeydik ya. Aslında daire zemin kattaki çok büyük tek daireden bölünerek kiraya verilmişti, duvarın birinde daima kilitli duran ve bizi ev sahibemiz Kayserili Gül Hanım'dan ayıran bir kapı vardı. Gül Hanım... Bunca yıl geçti, ne yüzünü, ne halini tavrını, ne de ondan duyduğum çekinmeyi unuttum. Sanırım apartmanın tamamı onlarındı, kocası bakkal dükkanı işletirdi ama orada oturduğumuz bir yıl boyunca adamın yüzünü belki de hiç görmedim. Gül Hanım apartmanın tek hakimiydi. Kavruk denecek kadar esmer, zayıf ve sinirli bir yapıya sahip, hep yüksek sesle, dobra dobra konuşan bir kadındı. Annemle çabuk anlaştılar, benle asla ama beni çeken şey biri yaşıtım, diğeri iki yaş büyüğüm kızlarıydı. Bir yıl boyunca şahane arkadaşlık geliştirdik.
Yeni evimize o zamanlar bana cangıl gibi gelen minicik bir bahçeden giriliyordu, arka cephe bize aitti yani. Birkaç ağaç, meyve vermeyen bir asma, sağda solda otlar, hüdainabit birkaç çiçek bahçemizin florasını oluşturuyordu. Ve harika bir oyun alanıydı. Aşağıdaki fotoğrafları 43 yıl aradan sonra ziyaret ettiğimde çekmiştim, şaşılası bir şey, apartman yerli yerindeydi, bahçe biraz kendinden geçmişti, gerçi kıştı, o sebepten olabilir.
Apartman bu, biz otururken öndeki o parmaklıklı, kocaman demir kapı yoktu. Çatlattığımız şaplı beton zeminden geçip küçük bir kapıdan bahçeye girerdik.
Bahçemiz, o zamanlar eşya yığınları yoktu tabii ve ağaçları hep yemyeşil hatırlıyorum. Elbette ki kış mevsimi geçirdiğimize göre bu halini de görmüşüzdür.
Fotoğraftaki dış kapıdan küçük bir antreye girilirdi, sol tarafa mutfak vazifesi gören bir tezgah ve bir lavabo eklenmişti. Annem oraya perde asıp antreden ayırmış, tezgahın üstüne pirinç gövdesi pırıl pırıl parlayan, yanması için pofidi pofidi pompalanması gereken bir gaz ocağı yerleştirmiş, duvara da tabak-çanak için bir raf asmıştı. Henüz tüpgaz zamanı gelmemişti. Antreden sofaya geçiliyor, sofanın iki yanında da sağlı-sollu iki oda bulunuyordu. Sofa sürekli kullandığımız mekandı, bir somya, bir masa, birkaç sandalye ve annemlerin evlendiklerinde borç harç aldıkları, üzerlerinde boyutlarına uygun bordo halılarıyla katlanır dört tahta koltuk. Aslında evliliklerinin ilk yılında bunlar da yokmuş ama ben doğduktan sonra biraz ayaklanıp da ortalıkta dolaşmaya başlayıp yer sofrasına koydukları tencerelerin, tabakların içine büyük bir zevkle girince bir masa ve o dört tahta koltuğu almak zorunda kalmışlar. İnanır mısınız, o tahta koltuklardan biri hala benim evimde, boyaları yenilenmiş olarak durur, az kahrımızı çekmemiştir. Orada geçirdiğimiz kış mevsiminde kabakulak olmuştum, iyileşene kadar ağrıyan boğazımla sofadaki somyada yatmış, babamın getirdiği hikaye kitaplarıyla avunmuştum: "Zevzek Guguklu Saat", "Deve Yavrusu Çinçan", "Tekir ile Mekir" 😀Bazen de babam bir süre devam ettiği Hukuk Fakültesi'nin sınavlarına hazırlanır, Roma Hukuku kitabının sayfalarını yüksek sesle okur, ben de dinlerdim. "Corpus, Iuris, Civilis külliyatını neredeyse 7 yaşında hatmediyordum 😀
İki yandaki odalardan biri yatak odası, diğeri de yerdeki bej rengi, pembe göbekli Isparta halısı ve babamın iki arkadaşıyla bir heves açıp birkaç aya kalmadan kapattığı sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpa ile neredeyse boş misafir odasıydı. Eşyamız az, ev minicik olsa da sanırım sadece ben değil, annem ve babam da hayatlarının en güzel bir yılını o evde geçirdiler. İlk kez çekirdek aile olarak başbaşa kalabilmiştik. Ve kısa süre sonra ilkokula başlamıştım, Allahım okul ne kadar güzel bir yerdi. Sanırım şapşallığım o zamandan kalma, yahu okulun neresini güzel bulur daha ilk günden bir çocuk 😃Geniş bir ana cadde ve bir sokak geçiyor olsak da okul eve yakın sayılırdı. İlk gün annemin diktiği pileli siyah önlüğüm, boynumu kesen kolalı pikeden bebe yakam, kafamdan büyük kurdelem ve kutu şeklindeki kahverengi çantamla annem götürmüştü okula.
17 Eylül 2020 Perşembe
17 EYLÜL (BİRTAKIM ŞAPŞALLIKLAR)
Daha önce de yazmıştım, pandemi sürecinde bugüne kadar hiç olmadığım kadar sakar ve dalgın oldum. Benden mi kaynaklanıyor yoksa eşyanın tabiatı mı öyle bilmiyorum ama keyifsiz ve gergin olduğum kesin, bu da gündelik hayatıma yansıyor.
Dün sabah kahvaltı hazırlığına giriştim, birtakım gelişmelerden dolayı canım sıkkındı. Bizim evde birlikte kahvaltı alışkanlığı emekliye ayrıldığımızdan beri yok, hatta çalışırken de yoktu, zira ders saatlerimiz farklı olur, evden aynı anda çıkamazdık, eşimin dersi erkense akşamdan ona bir tepsi hazırlar, kendim de ayaküstü bir şeyler atıştırırdım yola çıkmadan önce. Emeklilikte iyice gevşedi kahvaltı işi, ben tipik bir kahvaltı manyağıyım, ömrümün tüm öğünlerini kahvaltı ederek geçirebilirim, eşimse tam tersi üç-beş zeytin yer kalkar genellikle. Yatılı misafirimiz olmadığı sürece ben uyanır uyanmaz kahvaltımı yaparım, eşimse geç kalkar ve hazırladığım kahvaltıdan birkaç lokma alıp sona erdirir ilk öğününü. Neyse kendi kahvaltımı hazırladım, eşimin kahvaltısına haşlamak için yumurta koydum, tepsimi alıp adetim üzere sabah gezintimi yapmaya bilgisayarın başına kuruldum. Çayımı tazelemek için mutfağa gittiğimde yumurtanın çatlayıp patladığını, taşan suların ocağı söndürdüğünü farkedip kendime mi, yumurtaya mı kızsam diye bir süre düşündüm. Sonra ikisinden de vazgeçip pencereyi açtım, ocağı sildim, patlayanı attım, yeni bir yumurta koydum, çayımı aldım içeri gittim. Beş dakika sonra mutfağa geri döndüğümde bu yumurtanın da aynı akibete uğradığını gördüm, birileri yumurtalarıma "çatla da patla" diye beddua etmiş galiba. "Azmettim, bu yumurtayı pişireceğim" dedim ve dolaptan yeni bir tane çıkarıp bu defa ısınsın diye tezgaha bıraktım. Ve üçüncü denemede pişirebildim. Kendimi tebrik edip yeni bir kitaba başlamak üzere kanepeye yayıldım. Niyetim Sefa Önal'la yapılan nehir söyleşiyi okumaktı, lakin puntolar o kadar küçük, kitap o kadar kalındı ki, bir süreliğine caydım. Tableti alıp oyun oynamaya koyuldum. Günlerdir atlayamadığım leveli yine atlayamayınca onu da fırlattım bir kenara. Tekrar kitaba dönüp kuleleri karıştırmaya başladım ve polisiye okumaya karar verdim. YKY'den çıkmış bir polisiyede karar kıldım: "Rom Kokteyli/Elmore Leonard". Açtım, başladım okumaya, 2. sayfada sıkıntı bastı, caydım. Kitaplıkta okumadığım bir kitap çarptı gözüme, ona niyetlendim: "Büyülü Şehir/Edith Nesbit". 15. sayfaya kadar zor dayandım, onu da fırlattım. "Bari gidip yemek yapayım" dedim, evde doğru dürüst malzeme kalmamış, mercimekli pilava karar verdim. Tam soğanları doğradım, kavurmak için ocağa koydum kapı çaldı. Sanal marketten ısmarladığım şeyler gelmiş, artık ahbap olduğumuz tombik, yüzünün üst yanı (alt tarafı maskeden dolayı hiç görmedim) oldukça sevimli görünen delikanlı poşetleri kapının önüne koydu, bahşişini aldı gitti. Bu arada yanan soğanların kokusu burnuma geldi. Poşetleri alamadan mutfağa koşturdum, soğanlar da sabahki yumurtaların yanında çöp kovasında yerine yerleşti. Yemek işine ara verip poşetleri yerleştirmeye karar verdim. Birini alıp balkona götürdüm, diğer ikisini alırken poşetin birinin ağzı açıldı, "Aaa o da ne?". Yemyeşil ve şipşirin bir karpuz bana selam veriyor. E ama ben karpuz istemedim ki, poşeti biraz eşeledim, cipsler, sosisler, kuruyemişler, hardal, ketçap vs vs. Haydaa, birisi parti yapacakmış ve kurye işleri karıştırmış. Satış fişi benim, ürünler başkasının. Fişin alt taraflarında bir telefon numarası buldum, çalar açılmaz. Marketin sitesine girip 444'lü bir numarayı aradım, neyse çok bekletmeden müşteri temsilcisine bağladılar, derdimi anlattım. "Kapatın ben sizi arayacağım" dedi, gerçekten de 10 dakika sonra ilgili birimi uyardığını belirterek geri döndü. Çok geçmeden de tekrar aranıp özürleriyle birlikte poşet değiş tokuşuna geleceklerini bildirdiler. Az sonra bizim tombik geldi, özür üstüne özür diledi, isim benzerliğinden karışıklık olmuş dedi. Gidecek kişinin adı Nurten'miş, bir harf yüzünden onca telefon trafiği yaşamışım. Aklıma bir anım geldi, yıllar önce kardeşimi görev yaptığı fakültede ziyaret etmiştim, oda arkadaşının adı Nurten'di. Tesadüf o gün İngiliz bir arkadaşı ziyarete geldi, Nurten beni tanıştırınca İngiliz çok şaşırdı, bir bana, bir Nurten'e dönüp "Ooo Norşın, oo Nortın, Norşın, Nortın" diye epey eğlenmişti şaşkın. İşte benim paketler de Norşın'a geleceğine Nortın'a gidivermiş.
Günü 2 yumurta patlatıp bir soğan yakarak (şunu da söylemeden geçemeyeceğim, pilava mercimek diye buzluktaki maş fasulyesini koymuşum, çaktırmayın), kayıp poşetlerin peşinde koşarak, kitap beğenmeyerek geçirdikten sonra Murathan Mungan'ın son kitabı "Hamamname"de karar kıldım. Laf aramızda kitaba son derece solgun ve sevimsiz bir kapak yapmışlar, daha eline alırken insanın hevesi kaçıyor. Zaten hamam da sevmem ben, ne diye aldımsa, netice itibarıyla onu da beğenmedim. Koca günü toplam 20 sayfa okuyamadan kapatıp yatmaya gittim. Lakin başucu etajerinin üstü boş kalınca içime sinmedi, kalktım kuleleri biraz daha kurcaladım ve "Birlikte Yaşamanın Yolları" diye bir kitap alıp yatağa geri döndüm. Yazarı Camilla Bordas diye biri ve ben gündüzden devam eden şaşkınlığımla "Kamile Bordaş" diye okuyup, "Aa kadın Türk asıllı Fransız galiba" diye salaklıktan kaynaklanan bir milliyetçilik yaptıktan sonra ayıldım. İnsan Fransızca ismi Türkçe okur mu yahu, ne oluyor bana? Neyse bu kitabı beğendim ve yaptığım hatayı affettirdim sanırım Kamile, ay pardon Camilla 😃
14 Eylül 2020 Pazartesi
14 EYLÜL (EVLER EVLER 2)
Bütün gün evde kitap, tablet, telefon, kanepe, mutfak arasında geçen vakitte kazara Twitter'e bakar ya da TV'de haberleri izlersem güç bela topladığım moralim anında yerlere yapışıyor. Beni ancak şuraya yazmak bir parça avutuyor. Yazalım o zaman, günlük, anı, yorum, kitap ne olursa, yeter ki corona olmasın. Evlerle başlamıştık evlerle devam edelim...
Dedem genç denecek bir yaşta ölünce 12 yaşında haşarı bir oğlanla yalnız kalan anneanneme destek olmak için 3 yıl kadar onunla birlikte yaşadık. Babamın görevi nedeniyle bulunduğu, bebekliğimin ve iki yaşımın geçtiği Meriç ve Karapınar'daki evleri haliyle hatırlamıyorum. İlk anılarım anneannemin yanına taşındığımız evden kırık dökük. Bahçede tıslayarak beni kovalayan komşunun kazları, tahta koltuğun eğimli kolçağında yürüttüğüm yeşil robotum, bebeğime güya elbise dikmek için alıp düşürdüğüm dikiş iğnesinin dayımın ayağına batması, anneannemin bu nedenle kopardığı küçük kıyamet, duvarda gördüğüm ve ödümün koptuğu kocaman peygamber devesi, hepsi bu. Sonra o ev yerine Site Yurdu yapılacağı için istimlak edildi ve geçici bir süre için oraya yakın bir semtte, eski tip bir binanın ikinci katına taşındık. Orada anılar daha net. İlk arkadaşımı orada edindim: Gülcan. Hemen önümüzde yer alan, bahçe içindeki tek katlı bir evde oturuyorlardı, bir sürü ağabeyi vardı, hiçbirinin ne yüzünü, ne adını hatırlıyorum, hatta her gün evlerine uğradığım halde Gülcan'ın yüzünü de silik. Sabah kahvaltımı yapar yapmaz her akşam babamın düzenli olarak getirdiği parmak çikolatanın işaret parmağımın tırnağıyla düzeltip parlattığım altınını alır, Gülcan koleksiyonuna ilave etsin diye kapılarını çalardım. Altın biriktirirdi Gülcan, altın dediğim de parlak çikolata kağıtları işte ama bizim için çok kıymetliydi. Bir sürü çocuk vardı mahallede, çoğunun ayağında yandan madeni tokalı plastik ayakkabılar. Çok imrenirdim, öyle imrenirdim ki bir gün ağlayıverdim bana da alın diye. Annemi kızdırdı bu isteğim ama anneannem araya girip ikna etti, pazardan bir çift de bana alındı, tokası parlak sarı, çirkin bir gri, üstelik kazık gibi sert, son derece rahatsız ama ben çok mutluydum. Bir de delikli plastik çantam vardı, ayakkabım ayağımda, çantam kolumda bir rüküşlük abidesi olarak epeyce dolaşmıştım. Yüzlerini hatırlamasam da komşuları hatırlıyorum, alt katımızda oturan genç adam ve ona yardımcı olmak için köyden gelen kızkardeşi Cennet. Babam ona nerede rastlasa ezgili bir maniye başlardı: "Nereye de gidiyon kız Cennet/Suya da gidiyom len Memmet" 😃Yan binadaki komşunun babasından Allah'tan korkar gibi korkardım, sevecen, kendi halinde bir adamdı aslında ama görünüşünde sert, otoriter bir hava vardı, daima takım elbise giyer, kalın kırçıl kaşları gözlerini örterdi. Adamı sokağın başında bile görsem soluğu evde alırdım. Çok üzülürdü benim bu halime ama kimse ikna edememişti onun korkulacak biri olmadığına. Çaprazımızdaki evde oturan aile kuru temizlemecilik yapardı. Mahallede idrar biriktirdikleri ve dükkanda giysilerdeki lekeleri çıkarmak için kullandıkları dedikodusu dolaşırdı. Eh amonyağa para vermektense 😃
O sokakta oturduğumuz kısa sürede aklımdan çıkmayan iki olay yaşadık. Bir gün sokaktaki elektrik direklerinden birinde bir arıza oldu, ekip geldi tamirat için. Gençten bir görevli direğe tırmandı, tamir etmeye uğraşırken birden direkten düştü, cereyana kapılmıştı, kurtaramadılar. Hiç unutamadım o olayı, küçük bir çocuk için büyük travma aslında. Bir başka gün şiddetli bir yağmur yağdı. Evin biraz arkasında akan bir dere vardı, o yağmurla dere taştı ve hayli büyük boyutlu bir sele sebebiyet verdi. Annem ve anneannem Hatip Çayı sel felaketinden kurtuldukları, anneannemin evi o selde yıkıldığı ve çok büyük zayiat verildiği için olaydan çok etkilendiler. Buna rağmen niye beni de alıp o derenin kıyısına, seli izlemeye gittiler hala anlam veremiyorum. Kudurmuş gibi akan derenin içinde arabalar, inekler, koyunlar, ev eşyaları sele kapılmış yuvarlana yuvarlana gidiyordu, inanılmaz bir şeydi. Hala düşünürüm bu bana hayalimin oynadığı bir oyun muydu, ben mi uyduruyorum diye ama annemlere teyit ettirdiğime göre gerçekti demek ki.
Öğle uykusu mecburiyeti vardı, nefret ederdim, annem zorlardı, ben inatlaşırdım. Sonra anneannem gelirdi, "Oh kızım, hadi uyu, kalkınca çocuk bahçesine götüreceğim" der kandırırdı beni. Uyurdum, uyanınca da gerçekten elimden tutar çocuk bahçesinin yoluna düşerdik. Giderken mutlaka seyyar koz helvacıya uğrar "kuşlubaş" alırdık. "Kuşlubaş" kağıt helvaya ortasındaki kuş kabartması yüzünden benim taktığım isimdi. Bir seferinde alnıma salıncak çarpmış, kanlar içinde kalmıştım, anneannem çığlık çığlığa ortalığı birbirine katmıştı. Annem sinema delisiydi, hafta içi, hafta sonu demez hemen hiçbir filmi kaçırmazdı. Saray Sineması'ydı sanırım Hamamönü civarında, en çok oraya giderdik. Pembeye boyalı bir salondu, genelde balkonda otururduk, perdenin iki yanında minyatür tarzında yapılmış biri tef çalan, diğeri oynayan iki kadın resmi vardı. Çocuk aklımla nereden duyduysam o resimlere bakar, "Çingen çalar, Kürt oynar" sözünü bu resimlere bakıp mı söylediler acaba diye düşünürdüm. Yahu sen 4 yaşındasın, nene gerek sosyolojik analizler 😃 Bir keresinde yine bu sinemada o yılların ünlü oyuncusu Orhan Günşiray ve Nurhan Nur'un oynadığı bir filmin galasına denk gelmiştik, her iki oyuncunun etrafında müthiş bir kalabalık yığılmıştı, tezahürat dersen gırla gidiyordu. Kimbilir hangi filmdi.
Seldi, elektrik çarpmalarıydı, geçirdiğim kızıl ya da kızamıkçık şimdi hatırlamadığım hastalıktı, dayımla didişmelerimizdi, sinemaydı, çocuk bahçesiydi derken bir çırpıda geçip gidivermişti o semtteki konukluğumuz. Anneannemin ve diğerlerinin sele giden evlerine karşılık yapılan site bitmişti ve artık oraya taşınacaktık. Bir sonbahar günü yüklendi yine kamyon, düştük başka bir evin yoluna...
Devamı başka bir yazıya olsun...
5 Eylül 2020 Cumartesi
5 EYLÜL (EVLER EVLER)
Ankara'daki vaka artışları beni sokaktan iyice alıkoyarken evde tavana bakma süremi de arttırdı. Bu tavan seanslarından birinde bu eve Eylül ayında taşındığımızı hatırladım ve bunca yılın sonunda bir kutlama yazısını hak eder o zaman, hem de benim ve evin kişisel tarihine bir not düşmüş oluruz dedim.
Liseyi bitirmiştim, üniversite sınav sonuçlarını bekliyordum, ev de 2 yıldır benim liseyi bitirmemi ve taşınmamızı bekliyordu. Ramazan o yıl Eylül'e denk gelmişti, ben dahil ailecek oruçluyduk. Eşyaları getiren kamyonun şoför mahallindeki yolculuk bitip de indiğimizde ilk gözüme çarpan yan binanın alt katındaki kebapçı vitrini olmuştu. Camekanda muhtelif yazılar vardı: "Kıymalı pide", "Kuşbaşılı pide", "Kaşarlı pide", "Lahmacun" ve hiç sevmememe rağmen tepsi tepsi baklavalar. O anki acıkma duygumu hala hatırlarım. Ankara'nın 60'lı yıllar mimarisine ve soba ile ısınmaya göre planlanmış bir evdi yeni evimiz. At koştur denilecek tarzda bir salon buzlu camlı kırma kapılarla güya ikiye ayrılmıştı. Bu buzlu camlı, kırma tabir edilen kapılardan uzun süre kurtulamayacaktım, zira evlenip gittiğim Denizli'de mecburiyetten tuttuğumuz evde bir değil iki tane camlı kapı vardı. O kırma kapılar yaz gelince çıkarılıp bir kenara konur kış gelince ısınma sorunundan dolayı tekrar takılıp sıkı sıkı kapatılır, koca salonun loş ve karanlık bir bölümüne mahkum olurduk, tâ ki doğal gaz gelip de kat kaloriferine geçene kadar. O yıllarda Ankara'da hava kirliliği had safhada idi, bulunduğumuz semt çukurda kaldığı için kirlilik çok daha fazla hissedilirdi. Balkona çamaşır asmak mümkün olmadığı için camekanla kapanan bölümü çamaşır kurutma yeri olarak kullanırdık kış boyu ve hatırlarım sabah donmuş olarak alırdık çoğunu, Ankara ayazı o yıllarda daha bir yakıcı imiş.
Evi kısa sürede yerleştirmiştik ama alışma sürecimiz o denli kısa olmayacaktı. Komşuların aile gibi olduğu, adeta komün hayatı yaşadığımız bir yerden taşınmıştık buraya. Annem yeni evine, yeni eşyalarına rağmen çok mutsuzdu, her fırsatta ağlıyordu. Üç yaşındaki kardeşimse taşındığımız apartmanın yegane küçük çocuğuydu ve 24 dairenin tamamı tarafından bir prenses muamelesi görürdü. Onca ilgiden sonra tahtından edilmiş Prenses Süreyya'ya dönmüştü ve annem ağladıkça o da eteğine yapışıp "Kendi evimize gidelim" diye gözyaşlarıyla katkıda bulunurdu. Sanırım hayatından memnun olan bir ben vardım, salonda her akşam kendime yatak yapmaktan, kalabalık içinde ders çalışmaktan, kafam atınca sığınacağım bir mekan aramaktan kurtulmuştum. Virginia Woolf gibi "kendine ait bir oda"m vardı artık. Onlar ağlayadursun ben odamı dekore etmekle, kitaplığımı yerleştirmekle meşguldum. Ayçiçeği desenli perdeler dikmiştim balkona açılan pencerelere, her sabah neşeyle uyanıyordum. Yanımızdaki eski görünüşlü apartman kendisine Aptulla Efendi, karısına da Aptulla Teyze dediğimiz huysuz, cimri, pasaklı bir adama aitti. Odamın pencereleri Aptulla Efendi'nin kendi oturduğu dairenin mutfak balkonuna bakıyordu. Balkon demek ne derece doğruydu bilmiyorum, isten rengi kararmış, paslanmış eski eşyaların depolandığı bir nevi ardiye idi, mutfağın tozlu pencerelerinden kirden rengi değişmiş perdeler sarkar, arasına balkona çıkan Aptulla Teyze yıkanmasa da olurmuş diyeceğimiz kirlilikte çamaşırları rastgele asardı. Fotokopiyle çoğaltılmış kadar birbirine benzeyen üç tane çocukları vardı Aptullagillerin, iki kız, bir oğlan. Kırmızı saçlı, çilli, solgun benizli. Üçü de son derece asosyaldı, son derece pasaklıydı, son derece tuhaftı. Sadece en büyükleri, benimle yaşıt olan biraz daha normale yakındı. İşin tuhafı zaman içinde üçü de iyi üniversitelerde, başarılı yüksek tahsiller yaptılar, üstelik üçü de devrin en iyi kolejlerinden birinden mezundular. Lakin mühendislik okuyan oğlan apartmanın en üst kattaki merdiven boşluğu penceresine ayaklarını dışarıya sarkıtarak oturup avaz avaz şarkı söyleyebilir ya da karşıdaki yurtlarda kalanlara İngilizce dersi vermeye gittiğinde pencereden sarkıp 5 bina ötedeki kardeşlerine seslenebilirdi. En küçükleri olan kız balkonda kendi kendine konuşup elindeki ekmekleri parçalara bölerek balkondan aşağı rastgele fırlatabilirdi. Aptulla teyze çamaşır günlerinde kiracılarından birini çamaşır makinesinin kendine saldırmaması için bekçi olarak çağırabilirdi. Adams Family halt etmişti yani yanlarında. Bir gün o eve davet edildim evin en büyük kızı tarafından, yaşıttık ve zaman zaman balkonda karşılaştığımızda birkaç cümle sohbet ediyorduk, zaman zaman da okullarımız aynı yönde olduğu için yolda karşılaşıp birlikte yürüyorduk. "Hayır" diyemedim ama hemen yan apartmandaki daireye ayaklarımı sürüyerek adeta bin yılda ve son derece gönülsüzce gittim. Yerdeki halının gerçek rengini anlayamadım, oturduğum koltuktaki lekeler üstüme yapışacak gibiydi, ikram olarak gelen vişne suyunun içinden ağzıma giren şeyin sinek olduğunu düşündüğümde bayılacak duruma gelmiştim, neyse ki maydanoz yaprağı imiş. Tüm bunların üstüne ilk ziyaretim son ziyaretim oldu haliyle. Ahbaplığımız balkondan balkona devam etsindi.
Annem ağlayadursun taşındıktan kısa bir süre sonra bayram geldi. İkinci gündü sanırım zil çaldı, kapıyı açtığımda bir çift hareli yeşil göz çarptı ilk anda gözüme, arkasında da yuvarlacık, kel bir kafa. Ellerinde bir kutu baklava ile bayram ziyaretine gelmişlerdi kapı komşumuz Kifo ile Mehemmed Ammi. Taşındığımız gün vitrinindeki yazılarla açlığımı zirveye çıkaran kebapçının sahipleri idiler. O lokanta kapanana kadar bayramlarda özel künefe ve baklavalarımız, ara ara da kebaplarımız eksik olmadı, Kifo bir gece uykusunda, Mehemmed Ammi de karısının hasretine dayanamayıp birkaç ay sonra ardından ölene kadar yıllar yılı has komşumuz oldular. Kapı zili çalar, yılların yıprattığı yüzünde hâlâ mücevher gibi parlayan yeşil gözleriyle Kifo'nun başı uzanır, "Kele bir lehme kısır katem de yeyek mi?" ya da "Ben bi dartılam sizde" derdi, maksat kısır ya da terazi değil yalnızlığını gidermekti. Tartıya her çıktığında aldığı kiloları döşlerinin büyüklüğüne verir, çok yağlı yiyorsun dediğimizde "Eveli bizim melmekette kasap eti yavsız verirse kötü et veriyor diye deniştirirdik" derdi. Kısır kattığında onlara giderdik, duvarı kaplayan, her bir rafı dantelli örtülerle süslü, çoğu Kilis'in kaçakçılar çarşısından alınmış tabak çanakla bezeli vitrinlerine karşı oturur, "hemenem bir lehmede katılmış" kısırlarımızı yerdik. O vitrinin en nadide elemanı aile boyu bir termostu. Kifo ona "Homini" adını takmıştı, Tülden, fırfırlı bir elbisesi vardı Homini'nin, bizzat Kifo dikmişti. Homini yıllarca en üst raftan, bir kere bile çay ikramında bulunmaya gönül düşürmeksizin, bir kraliçe gibi ev halkını ve gelen misafirleri seyretti.
Annem yeni evde ilk ahbabını edinmişti ki çok geçmeden ikincisi teşrif etti; Eminanım Teyze. Bütün çocukları Almanya'da çalıştığından yalnız yaşayan, ufacık-tefecik, huysuz, aksi, şüpheci bir ihtiyar. Çıkarıp ortaya bir anahtar koydu, "Bu benim evin anahtarı, alın sizde dursun, başıma bir iş gelirse girip bakarsınız" dedi. İlk kez gördüğü, evveliyatını bilmediği bir komşuya anahtar emanet etmek de hani bilmem ki, hepimizde bir huzursuzluk yarattı. "Şimdilik dursun" dedi babam, "ben ayrı bir anahtarlık alayım ki belli olsun, ondan sonra alırız". Maksat unutturmaktı, zaten bundan sözettiğimizde diğer komşular "Zinhar" dediler, "o her gelen komşuya anahtar emanet eder, sonra hırsız tutar, sakın kabul etmeyin". O anahtarı asla almadık ama Eminanım teyze evin demirbaşı oldu, her akşam çıkıp gelir, yaz günü bile olsa üşüyorsa kapıları kapattırır, kış günü terliyorsa açtırırdı. İşin mi var, gezmeye mi gideceksin anlamaz, mazeret belirtsen küser. Her akşam aynı çile, Eminanım teyze ağırlamaca. Sonunda bir yol bulduk, gece saat 10 dedi mi yatmak adetindeydi, bir süre sonra anladık. Kolunda saati olmadığından bize sorar, "10" dedik mi, "Saat on, yatağa kon" der kalkar giderdi. İşimizin olduğu ya da bir yere gideceğimiz zamanlarda "Aa saat 10 olmuş" derdik, "Saat on, yatağa kon" deyip giderdi. Babam pazara giderken bazı sebze ve meyveleri ısmarlar, geldiğinde babamın söylediği fiyatın doğruluğunu araştırmak için pazara giden bütün komşuları gezerdi. Sonunda artık kendini idare edemeyecek duruma gelince Türkiye'ye yerleşen çocukları yanına aldı, saat 10 ziyaretleri de bitti.
Annemin çevresi giderek genişliyordu; merdivende ayak tıkırtısı duyar duymaz kapısını aralayıp kenardan ya da göz deliğinden dikiz yapan Hafizanım, uzun boyu, ince endamından dolayı taktığım isimle Basketbolcu Teyze, elinden düşmeyen sigarasıyla Neriman Hanım hepsi kısa sürede Yenimahalle'yi unutturup annemin gözyaşlarını dindirecekti. Kah bizde, kah onların evlerinde kabul günleri, gezmeler, Hafizanımın kimselere layık göremediği oğluna görücü gitmeler derken annem kendi habitatını oluşturmuştu. Bense Ankara ayazında bir türlü ısınmayan kuzeye bakan kendime ait odamda gündüzleri Aptulla Efendi ve Şürekasının balkon maceralarını izleyip akşamları sadece ayaklarımı sıcak tutabildiğim elektrikli soba eşliğinde ders çalışıyor, kitap okuyordum. Kitaplığım giderek doluyor, boş vakitlerimse Kızılay'daki yüncülerden alınma yumaklarla örgü örerek ya da Burda ve Samanyolu dergilerinden çıkarılmış patronlarla dikiş dikerek değerleniyordu. Taşındıktan beş yıl sonra yeni bir hayata açtım yelkenleri ve ilk kez evimden ayrıldım doğdum doğalı, evlilik rüzgarı Denizli'ye attı beni ama bu ev hayatımdan hiç çıkmadı. Neler gördü neler onca yılda, kahkahalar, göz yaşları, toplantılar, eğlenceler, mutsuzluklar, tartışmalar, barışmalar, endişeler, hastalıklar, şifa bulmalar. İki kez gelin yolcu etti, üç kez cenaze. Sonuncusu evi öksüz bıraktı, bir daha da iflah olmadı zaten. Şimdi ıssızlaşmış ve giderek eskiyen eşyaları, yıpranan duvarları, öksüren boruları, solan renkleri, yitirilen komşuları ile yazları bize ev sahipliği yapıyor, elimi attığım her şeyde iyi ya da kötü bir anıyı aklıma düşürerek. Taşındığımızda boyumuzu az geçen ağaçlar apartmanlara tepeden bakıyor, leylakların fışkırdığı bahçeler otomobillere yenik düşüp otoparka çevrildi. Sinirlendi mi rengi bordoya dönen kırmızı yüzlü Ahmet amcanın bakkalı defalarca el değiştirdi, şimdi boş. Her birinin ayrı anısı olan cadde üstü dükkanlar (fotoğrafçı, pastane, kuruyemişçi, eczane) birer birer kapanıp kiralık oto yazıhanelerine dönüyor. Aptulla Efendi'nin eski binasını çoktan müteahhit kaptı, sevimsiz bir kazulet dikildi yerine, artık kendime ait olmayan odanın manzarasında kimselerin görünmediği, perdeleri sıkı sıkı örtük cam balkonlar var. Sabaha kadar işleyen trafik, neredeyse günaşırı yapılan polis çevirmeleri, gece boyu açık çiğköfteciden gelen gürültüler, motorlu kuryelerin patpatları uykuyu bölüyor. Şehirler gibi caddeler, sokaklar da kimliğini kaybediyor. Ankara'nın seçkin bir semti olarak taşındığımız yer avamlaşmadan payını bolca alıyor. Her şey gibi anılarımız da yavaş yavaş yok oluyor.
Buraya kadar gelebildiyseniz tebrik ediyor, coronanın uğramadığı güzel bir hafta sonu diliyorum (coronayı cins isim gibi yazdım ki kendini bir mok sanmasın 😂)...
1 Eylül 2020 Salı
1 EYLÜL (AĞUSTOS OKUMALARI)
Efendim, Leylak Dalı gururla sunar, üzerime serpilmiş ölü toprağını şık bir hareketle silkeleyip özüme döndüğüm için mutluyum. 8 aylık dönemde okumayı planladığım kitap sayısını 1 Eylül itibariyle gerçekleştirmiş bulunuyorum. Şimdi diyeceksiniz ki tek derdin bu mu, yoo başımızın üzerinde pandemi gibi kocaman bir Demokles kılıcı sallanırken tek derdim okuduğum kitap sayısı olamaz elbette ama bunlar da benim kişisel, küçük mutluluklarım. En azından her zamanki rutin alışkanlıklarımı gerçekleştirebilmenin keyfini yaşıyorum. Ağustos ayı 17 adet kitapla sona erdi, toplamda 80 kitaba ulaştım ki, yıllardır düzenli olarak okuduğum her ay 10 kitap hedefime de böylece kavuştum. Eve kapandığımız şu dönemde insanı-en azından ben insanı-mutlu eden okumaktan başka ne var ki?
Gelelim kitaplara: