Annem çocukları sokaklarda neşeli, keyifli gördü mü, "Bahara salınmış kıriler gibi" derdi. Kıri "eşek yavrusu, sıpa" demek. Koca gözlü bir sıpayı yeşil çimenlerin üstünde zıplarken görmek isterdim doğrusu. Bunun yerine testte negatifi gördüm ve kendimi sonbahara saldım. Hoş sonbahar demek ne derece doğru, tartışılır. Antalya burası ve hala yaz. Hava sıcak, insanlar denizde, ağaçlar, otlar yemyeşil, çiçekler rengarenk. Sonbaharı hatırlatan tek şey kızarma hazırlığındaki Amerikan sarmaşıkları ve uçlarından kuruyan çınar yaprakları. Bir de şu adını bilmediğim, hüdayinabit çalılar:
İlk gün falezler üstünde, denize nazır bir cafeye konuşlandık ve kendimizi ödüllendirdik. Kaplan desenli bir yavru kedi vardı ortalıkta gezinen. Sonra birden anne kedi ağzında iki dilim salamla şimşek gibi atıldı ortaya, sağa baktı, sola baktı, masaların altını kontrol etti ve sonunda yavru kaplanı bulup ağzındaki salamı ona sundu. Tüm cafe onları seyrettik, pek firaklı bir görüntüydü.
Ertesi gün Covid nedeniyle geciken grip aşımı yaptırmaya gittim, önce aile hekimine uğrayıp "Yaptırmam caiz midir ya hekim efendi?" dedim, icazet verince günlerdir eczanede bekleyen aşıyı alıp sağlık merkezine geri döndüm, eli hafif bir hemşire tarafından aşılandım. Sonra da arkadaşımla buluşma saatim gelene kadar mahallemin sokaklarında turladım. Bugüne kadar farkına varmadığım bahçeler, evler, dükkanlar gördüm, dibimizde bir otel bile varmış, şaşakaldım.
Vee aylar sonra pedikürcüme uğradım, gariban ayaklarıma kıyak çektim. Sonra da parkta yürüyüş yaptım. Miss gibiydi...
Ağaç mineleri coşmuş, parkın her yanında allı morlu serilmişlerdi. Yıllar önce, Antalya'ya ilk kez kamp nedeniyle geldiğimizde çiçeklere hastalık derecesinde tutkun anneannem bunlara bayılmış, bir tanesini kökleyip yanında Ankara'ya götürmüştü. Balkonunda bir tenekeye ektiği dal neredeyse ağaç boyutlarına gelmişti. Ölümünden sonra evini boşalttığımızda balkon kapısından geçirip içeriye alamamıştık, o derece büyümüştü. Kendi haline bıraktık balkonda, sahibiyle birlikte onun da varlığı silindi yeryüzünden. O yüzden her gördüğümde annennemi yanımda imiş gibi hissederim.
Parkta iki tur attım, cesaretimi toplayıp, dizlerime tembihler edip merdivenlerden Falezler'in alt taraflarına indim. Her yer çok pisti, çekirdek kabukları, bira ve cola şişeleri, plastik poşetler, pet şişeler, kahve bardakları dört bir yanı sarmış. Keyfini yapan çöpünü arkada bırakıp gitmiş. Ah halkımızın iflah olmaz bencilliği, şu manzaralara reva görülenler...
Dün Falez Park'a yürüdük Kocam Bey'le. Cam Piramit'te Kitap Fuarı açılmıştı ama girip gezmek içimden gelmedi. Hem Pazar günü kalabalığı, hem evdeki okunmayı bekleyen kuleler, hem de internet sitelerindeki indirim daha fazla olduğundan kişisel tarihimde ilk kez bir Kitap Fuarı cezbetmedi beni. Onun yerine parkın içinde turladık, müdavimi olduğumuz gözlemeciye uğradık, gün batımını seyrettik, döndük eve.
Katıklı ev hapsinden kurtulmam şerefine gezmek dışında film ve dizi izleyip kitap okudum. Şu aralar Netflix'de çok adı geçen "Cici", "The Good Nurse" ile "Anadolu Leoparı"nı seyrettim. Sonuncusu pek parlak değildi ama Uğur Polat'ın oyunu ve çocukluğumun mekanlarından, artık dağılmış AOÇ Hayvanat Bahçesi'nde çekilmiş olması durumu kurtardı. GAİN'de "Cezailer" diye bir dizi izliyorum, "Andropoz"u izleyip bitirdim ve E. Günaydın'ın hep aynı rol, hep aynı ses tonu halinden sıkıldım. Ha bir de "Hotel Portofino" dizisini izledim, konu bilindik ama Portofino manzaraları ve oyuncuların kendileriyle giysileri o kadar güzeldi ki, çok keyif aldım.
Kitapları ve Storytel'den dinlediklerimi bir dahaki postta detaylı anlatacağım, o zamana kadar güneşli geçsin günleriniz...