.

.
.

30 Kasım 2017 Perşembe

ZAMANI GELDİ



Aslında bu yıl yapmaya hiç niyetim yoktu. Yılbaşı ruhunun zerresi içimde uyanmamıştı ve pek uyanacak gibi de görünmüyordu. Ki bilenler bilir-bu da kendimle ilgili bilgi olsun-en sevdiğim kutlama günü yılbaşıdır ve kutlanacak bir şey varsa kutlanmalıdır felsefesine sahibim. Gel gör 2017 öyle bir yıl oldu ki ne gidişini kutlayacak, ne yenisinin gelişine sevinecek hal kalmadı, Ferdi Özbeğen'in deyimiyle "Dizlerimde derman/Kandilimde yağ bitti".Gelen daha mı kötü olur, yüzümüzü bir nebze güldürür mü bilmiyorum ama bu likör 7-8 yıldır gelenek haline getirdiğimiz, Beste'nin tarifiyle yapıp kararlaştığımız bir günde birbirimizin sağlığına açıp içtiğimiz bir içecekti. Yapması ayrı keyif, içmesi ayrı keyif, paylaşması apayrı keyifti. Ama diyorum ya bu yıl hiç canım çekmedi, Beste ısrar etmeseydi niyet eder miydim bilmiyorum. Gel gör ki bu da dahil nice güzel tarifi sayesinde denediğimiz, bu geleneğin yaratıcısı, ta uzaklardan bize ses veren, renk katan Beste "Haydi ama" deyince katılmamak imkansız oldu, dün akşam da bir çırpıda yapıverdim. Eh dile kolay 7 yıldır yapıyoruz, artık otomatikleşmişim. İlk yaptığımızda gidip 100 gram çekirdek kahve almıştım, dün akşam son taneyi kullandım. Her seferinde tavada bir fasıl kavurup tazeliyorum. Bu yıl portakallar biraz gecikti sanki, hala kabukları tam kalınlaşıp turuncuya dönemedi. Hafif yeşilli-sarılı iki portakal girdi kavanoza, iki portakala da 40'ardan 80 adet kahve çekirdeği saplandı. 2 kaşık da içine ilave edildi. Aslında Beste'nin ana tarifinde şeker miktarı daha fazla ama ben tatlı sevmiyorum likörde, o yüzden azalttım. 2 yemek kaşığı esmer, 2 yemek kaşığı beyaz şeker kullanıyorum. Esmer şeker karamelize bir koku ve hoş bir renk veriyor, o yüzden kullanılmalı. Bu kavanozda 2 portakalın üstünü 70'lik votka tamamen dolduruyor. Önemli olan portakalın-ya da portakalların-üstünün tamamen votka ile kapanması. Bu aydınlık ortama poz vermek için geldiler, fotoğraf çekimi sonrası ışık almayan bir yerde uykuya yatırdım. Aralık sonu görüşmek üzere diye de vedalaştım. 3 hafta ile bir ay arası içilecek kıvama geliyor. Daha tatlı seviyorsanız şeker miktarını arttırabilir, şekerin erimesi için arada kavanozu sallayabilirsiniz. Tadına baktığınızda acı geliyorsa arada şeker eklemenizde sakınca yok. Aşağıdaki linki tıkladığınızda likörün ve ritüelin yaratıcısı Beste'nin orijinal tarifine ulaşabilirsiniz:


Bu linkte de tarifi ilk kez denediğimizde benim uydurduğum öyküyü okuyabilirsiniz: 


Haydi yapacak olanlara afiyetle...

29 Kasım 2017 Çarşamba

HAFTA ORTASI

Dünü atladım zira markete gidip alışveriş yapmak dışında dişe dokunur bir eylem gerçekleştirmedim. Ha bir de akşam yemeğinden sonra Kitap Fuarı'nda Zafer Algöz'e imzalattığım "Haşırt Dı Bilekbord"u okudum, ara sıra gülümsemek ve birkaç eski oyuncuyu anmak dışında bir numarası yoktu, zaten yatana kadar bitti. 

Bu sabah erken uyandım, kahvaltımı yaparken çamaşırlar yıkandı. Hava güzel ve güneşliydi, onları balkon ipinde salınmaya bırakıp Netflix'e yeni eklenmiş romantik bir film izledim, yaklaşan yeni yıla uygun, pek latif görüntüleri olan, suya sabuna dokunmayan çağdaş bir Külkedisi öyküsü: "Noel Prensi".


1,5 saatliğine gevşedim gevşedim, dünya pek güzel, pek dertsiz bir yermiş, şatolarda yaşayıp balolardan baş alamıyormuşuz gibi izledim. Rızza kim, Manadası nere, neyse ohalim çıksın buhalim, filandı fişmekandı yokmuş gibi Avlonya (mıydı?) krallığında yayıldım. Oh, sefam olsun. Hep kahır, hep kahır, hep kahır, yetti be 😀

Sonra da giyinip şuraya gittim:

 
Devrim Erbil'in İstanbul'u resmettiği tablolar şahaneydi:






Sergi sonrası arkadaşımla çay-kahve içip akşam ettik. 45 dakikalık otobüs yolculuğunu ayakta ve elimde ağır bir poşetle sona erdirdim. İndiğimde dayak yemiş gibiydim. Eve dar attım kendimi. Lakin hala enerjim varmış ki yemek zamanına kadar geleneksel yeni yıl likörünü de hazırlayıp aradan çıkarıverdim. Onun fotoğrafı ve hala bilmeyen varsa tarifi de yarına kalsın. Artık dinlenmek ve kitabımı okumak istiyorum. Hoşça kalınız efendim...

27 Kasım 2017 Pazartesi

HAFTA BAŞI

Tıkalı burun, gıcıklı boğaz, kazan kafa ve öksürük halinden dolayı zorla kalktım yataktan, itiraf edeyim saat 10.00'a geliyordu, buradan Saçaklı'ya bir selam çakayım, ve melodili olarak "yalnız değilsiniiiiz" diyeyim. O sebeple kahvaltı saatim de gecikti, hafifleme programım sekteye uğradı, öğle öğünüm uçtu falan filan. Baktım boğazımdaki gıcığın da ayarı kaçmakta, ani bir kararla giyindim ve yağmur çamur dinlemeden taksiye atlayıp hastaneye gittim. Hastane dediysem Devlet Hastanesi değil elbette, oralara öyle destursuz gidilmez. Bu arada şimdi aklıma geldi yahu, hissikablelvuku halleri midir nedir, sabah eşimin telefonu çaldı. İsim yok, bilinmedik bir numara, kendisi uyuyordu ben açtım. "Alo" diyen kadın sesine rağmen "Nazmi abi meraba" dedi karşıdaki. "Kim abi?"
"Nazmi abi benim".
"Sen kimsin, hoş o da önemli değil, zaten ben Nazmi abi değilim, yanlış numara". 
"Pardon ama dur kapatmayın bişi sorcam"
"Buyrun"
"Hastaneden randevu almak için kaç numarayı arıyorduk?"
"Zıkkımın kökü numarayı, danışma mıyım ben be", demedim tabii, kibar bir Nazmi abiyim ben, "Hiçbir fikrim yok" deyip kapattım sadece. Sonra da randevu telefonunu bilmediğim için özel hastaneye gittim 😀
Müracaat bankosunda elimi öptürmem gerekiyordu. Sistemdeki ağırlıktan dolayı elim ölçüm aletinde beş dakika kadar bekledi. Bu arada benden evvelkinin elini oraya koymadan önce tuvalete gittiğini, burnunu karıştırdığını, avcuna hapşurduğunu düşünerek iğrenç senaryolar oluşturdum. Neredeyse kusmak üzereydim ki alet elimi öpebildi, bunca pis senaryonun üstüne "Berhüdar ol" demek içimden gelmedi, gittim doktorun kapısının önüne, ışıklı tabelayı göreceğim bir yere konuşlandım. En kalabalık doktoru seçmişim, kendisi zaten her zaman gittiğim dr olur, demek ki herkesin her zaman gittiği doktormuş. Diğer dahiliyeci sinek avlıyordu zira. Kapıdaki yoğunluğa bakınca yakında sıramın gelmeyeceğini tesbit ettim, tam karşısında oturduğum sensörlü ana kapı da her açıldığında içeriye soğuk ve nemli hava üfleyince birkaç tur attım koridorda. Kayda değer bir şey yoktu, geri gelip yerime geçtim. Yanımda karısıyla oturan yaşlı adam ciğerlerini hastanenin zeminine bırakmak üzere iken çağırıldı neyse ki, yoksa o ağzını kapatmadığı için ben ağzımı, burnumu fularımla tıkamaktan boğulacaktım. Zaten eve gelince fular da dahil üstümde ne varsa makineye tıktım. Aşağı yukarı yarım saatlik bir bekleyişten sonra girdim doktorun yanına, evvelki yıl atlattığım zatürreden sonra en ufak üşütme ve öksürükten korkuyorum. Neyse ki doktorum ciğersel geçmişim hakkında bilgi sahibi, rahatlattı beni, ah bu Antalya'nın nemli havası. Önemli bir şey yokmuş, reçetemi aldım çıktım. Niyetim arkadaşımın kızının eczanesine uğrayıp ilaçları almak, biraz da kahve sohbeti yapmaktı ama durakta ağaç oldum otobüs beklerken gelmedi bir türlü. O sırada berbat bir yağmur indirdi, caydım, eve gitmeye karar verdim. Sen misin eve gitmeye karar veren, onca beklediğim otobüs geldi önümde durdu. "Yemin ettim bir kerre dönmem geri" şarkısını çığırıp Behiye Aksoy'un ruhuna gönderdim ve binmedim. Evin önünden geçen otobüs geldi az sonra, bindim oturdum, inene kadar karşı koltukta oturan kıvırcık kızıl saçlı, minnak kızla sessizce işaretleştik, acaip şirin bir şeydi. Sonuçta şu an evdeyim ve eğer bunu okuyorsanız az evvel bu postu girmiş bulunuyorum. İşim bitince gidip kahve yapacağım ve Algan Sezgintüredi'nin son kitabı "Süperben"i okuyacağım. Kendinize dikkat edin, grip nezle olmayın, tıp merkezleri bile rezalet durumda, herkes tıksırıp öksürüyor, sağlam giren hasta çıkıyor...


Söz konusu fotoğraf tıp merkezi civarındaki fışkiyeler, sarı yarpaklar, yeşil palmiyeler, kara bulutlar ve çirkin apartımanlar olmaktadır, saygıyla duyurulur...

26 Kasım 2017 Pazar

HAFTA SONUNUN SONU

Nerde kalmıştık, ha Öğretmenler Günü olmuştu, biz de tekaüt öğretmenler olarak "körler sağırlar, birbirini ağırlar" hesabı üç arkadaş buluşup Kitap Fuarı ziyareti gerçekleştirmiş, öncesinde de yemek yiyip kahve içmiştik, eh yeter bu kadar tekaüte :) Kitap Fuarı'nın açılış günüydü, çok kalabalık ve çok karman çormandı, fazla durmadık. Şöyle bir göz atıp çıktık, ben daha sonra bir kez daha gelmeyi planlamıştım, onu da bugün gerçekleştirdim ama o konuya daha sonra gelelim. Öncesinde dün Opera Sahnesi'nde izlediğim Guiseppe Verdi'nin "Aida" operası var ki gerçek anlamda görsel ve işitsel bir şölendi. İşin esasında opera biraz riskli bir seyir, kimi zaman çok uzun ve çok ağır tempolu olabiliyor. Biraz çekinerek gittim ama iyi ki gitmişim, üç saat boyunca soluksuz izledim. Müzikler, kostümler, dekorlar, ışık ve sahneye konuş şahaneydi. 









Bugün nezlem iyice artmıştı aslında, sabah kazan gibi bir kafayla, hapşurup tıksırarak  uyandım ama aklıma koymuştum bir kere kitap fuarına gitmeyi, kahvaltımı yaptım, ilacımı içtim, kitap kokusu şifadır dedim ve yola düştüm. Fuar yeni yapılan Kongre Merkezi'nde açıldı bu yıl. TÜYAP'ınki kadar kapsamlı olmasa da, önemli yayınevleri katılım yapmasalar da kitaplı bir ortamda olmak her şeye rağmen güzel oluyor. TÜYAP Antalya'da üç sezon kitap fuarı yaptı aslında, hele ilki pek kapsamlı, pek güzeldi ama sonuncuda meşhur Antalya yağmuru gürleyip Cam Piramit'in tavanından akan sular kitap standlarını havuza çevirince olay bitti 😀 8 yıldır sürüyür Konyaaltı Belediyesi'nin açtığı fuar, önceleri büyük bir çadırın içinde, daha sonra Cam Piramit'te ve son olarak da yeni açılmış Kongre Merkezi'nde ziyarete açıldı. Oldukça erken bir saatte gittiğim için henüz nefes alabilecek kadar hava ve rahatça geçebilecek kadar boşluk vardı, zaman ilerledikçe ikisi de azaldı. Önce şöyle genel bir tur attım, kafamda almayı planladığım üç kitap vardı, üçünü de bulamadım, onların yerine on tane başka kitapla çıktım mekandan. Zaten beni kitapçıya sokmasınlar, boş çıktığım vaki değildir. En dişe dokunur yayenevleri YKY, T.İş Bankası, Bilgi, Kırmızı Kedi, Everest, Doğan Kitap, Aylak Adam ve İnkılap idi ama bunlar da kısıtlı çeşitte kitapla katılmışlardı. İletişim, Metis, Ayrıntı, İmge gibi önemli yayınevleri yoktu. Beni en çok Aylak Adam Yayınları memnun etti, hem yüzde 50 indirim, hem de geçen yılki fuarda aldığım ve 50'ye yakın sayfası boş çıkan kitabı söylediğimde aynı kitabı hediye etmeleri hanelerine ekstra puanlar yazmamı sağladı. Hediye edilen dışında Macar Edebiyatı'ndan üç kitap olarak ayrıldım standdan.


İnkılap Yayınevi standında Zafer Algöz ve Can Yılmaz kitaplarını imzalıyorlardı. Gelmişken uğradım, kitaplarını alıp imzalattım ama yayınevini de hem orada kınadım, hem de burada kınıyorum. İndirim sıfır, sebep imza imiş, ilk kez böyle bir şey duydum. İmzadan önce ödeme yapsaydım kesinlikle almazdım.


Kırmızı Kedi standında İnci Aral'ın imza günü vardı, kendisini çok severim, aslında iki kez imza gününe katılmışlığım, hatta birinde tenha olduğu için uzun uzun sohbet etmişliğim de vardı ama yine de görmeden geçmek istemedim. Tüm kitaplarını okuduğum için evden yanımda getirdiğim kitabını imzalattım, küçük bir sohbet ettik. Derken arkamda sıra yüzünden tartışmalar çıktı, haliyle sohbeti fazla uzatamadık. Bir kolumda pardesü, bir elimde ağır kitap poşetleri, omuzumda çanta hamal modunda dolaşmaya devam ettim.





Ders kitapları, fasarya kitaplar, yemek kitapları, kapağı süslü içi boş kitaplar, klasikler, tarih kitapları vs vs çeşit çeşit standları arşınlayıp bir instagram fenomeni olan ve ironik yazılarına bayıldığım Hihieved'in kitabını imzalayacağı İndigo Kitap standına ulaştım. Hande Birsay gelmiş ve imzaya başlamıştı. İki sanal alem insanı olarak kaynaştık, imzalaştık, küçük bir sohbet gerçekleştirip fotoğraf için poz da verdikten sonra artık yapacak işim kalmamıştı. Eve gidip hastalığıma devam edebilirdim. Ama Hande Birsay'ın ne kadar sempatik ve canayakın bir insan olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Zaten kendiyle dalga geçebilen insanlara bayılırım. Kitabını da keyifle ve yüzümde kocaman bir gülümseme ile okuyacağıma ve kendi perişan taze annelik günlerime döneceğime eminim. 

Çıkışta Kırmızı Kitap standında "Fuara Özel 5 lira" yazısına denk gelince mecburi bir mola verip üç kitabı daha ağır poşetlerime ekledim ve resmen kaçtım oradan, zira kendimi kontrol edemiyordum. Kapıdan çıkarken gözlerim yuvalarından uğradı, giriş kapısındaki kuyruk uzun bir S çizip taa ilerdeki karşı kaldırıma kadar uzuyordu. Türkiye'de bu kadar insan okumaya meraklıysa istatistikler yalan söylüyordu, istatistikler doğru söylüyorsa bu insanlar burada ne arıyordu? Derken anlaşıldı, uğramadığım alt katta Yılmaz Özdil imza şeettiriyormuş, herkeşler oraya gidiyormuş. Ah edebiyat, vah edebiyat diyerek beni eve ulaştıracak otobüs durağına müteveccihen (bu kelimeyi seviyorum arada bir kullanmam lazım :) yola düştüm. 



Otobüs beni biraz bekletti, sonunda geldiğinde neyse ki oturacak yer vardı. 70+ yaşlarında, topluca, muhafazakar giyimli bir teyzemin yanına oturdum. Teyzem az sonra beni şaşırtacaktı, çantasından çıkardığı telefonunu açtı, ekranda beliren resimde hayli yaşlı bir adam göründü, üstünde ise "Aşkım" yazıyordu. Bastı ve konuşmaya başladı, eşiymiş. Bu vesileyle telefonumda sadece nüfus cüzdanındaki adıyla kayıtlı olan kocamdan özür dilerim 😀

Not: Şunu yazmayı unutmuşum, ben T. İş Bankası Yayınları'nın yalancısıyım, Türkay Şoray 10 liraya düşmüş bilginize  😋

24 Kasım 2017 Cuma

KÜÇÜK MUCİZEME


Hayattaki en büyük şanslarımdan biridir şu arkada soluk hayaliyle görünen kadın, elimde başka fotoğrafı da yok zaten. O yüzden pek kıymetlidir bu fotoğraf biraz hasar almış olsa da. Gelenek gibi her öğretmenler Günü'nde koyarım bunu ve anarım o minnak, demode giyimli kadını. İyi ki onun sınıfına denk geldim, yoksa kişiliğim, birikimim, arka planım çok eksik kalırdı. Huzurla uyu Firdevs öğretmenim, belki hissedersin ne bileyim, Öğretmenler Günü en çok sana kutlu olsun...

Aşağıdaki mektubu "İmza Ben" kitabı için bir minnet ifadesi olarak yazmıştım öğretmenime, bir kez daha ekleyeyim:


"O Eylül günü annemle birlikte sınıfın kapısından içeri girip sizi gördüğümde hayatımda bu kadar önemli bir yer tutacağınızı asla tahmin edemezdim. “Dünyanın en büyük küçük mucizesi çok gençken iyi bir öğretmene rastlamaktır. Büyük mucizelerse yalnız kutsal kitaplarda bulunur” cümlelerini okuyacaktım yıllar sonra Buket Uzuner’in “Şiir’in Kız kardeşi Öykü” kitabında. Kitabın kapağını kapatıp gözlerimi duvarın boşluğuna çevirmiş ve o Eylül gününü anımsamıştım. Evet, benim küçük mucizem 60 yaşlarında, seyrek saçlı, demode giyimli, sıradan bir kadındı. Okulun, çoğunun saçları sarıya boyalı, göz makyajları kuyruklu, sivri topuklu pabuçlar ve şık döpiyesler giyen kadın öğretmenler topluluğu içerisinde göze bile çarpmazdınız Firdevs öğretmenim; öyle sade, öyle gösterişsizdiniz. Lakin içinizdeki cevheri fark edebilmek için süslü kılıflara ihtiyaç yoktu, sınıfınızda birkaç gün geçirmek yeterli olmuştu. Annem beni tahtası kararmış sıralardan birine, babamın arkadaşının kızı alyanak Feyza’nın yanına oturtup Feyza’nın annesiyle birlikte bahçeye inmişti. Merakla bakıyordum etrafıma, hoşuma gitmişti okul ortamı. İçine kapanık bir tek çocuktan sınıfın Çalıkuşu’nu yaratmanıza henüz vakit vardı, ilk derste sadece isimlerimizi sormakla yetinmiştiniz. Beş saati arka arkaya kâh şarkı söyleyip kâh şiir okuyarak geçirip dağıldığımızda annem hâlâ bahçede, Feyza’nın annesince esir alınmış bir şekilde bekliyordu. Eve birlikte dönmüştük ve ben ertesi günü iple çekmiştim tekrar okula gidebilmek için. Annem götürmüştü yine ama bu defa Feyza’nın annesine görünmemek için hemen geri dönmüştü. Ben bir hafta sonra kendi başıma gidip geliyordum okula ve Feyza ya da annesi sizin sadeliğinizden pek hoşlanmamış olsa gerek o şık öğretmenlerden birinin sınıfına naklolmuştu. Bilselerdi ki onların da 1. Sınıf yaşındaki çocukları Firdevs öğretmenin sınıfında eğitim hayatlarını sürdüreceklerdi 5 yıl boyunca. 

Çok çabuk öğrendik okumayı ama diğerlerinin aksine kırmızı kurdele takmadınız yakamıza, yılsonunda okuma bayramı yapıp kurbağa kılığına falan da girmedik. Hiçbir 23 Nisan geçit törenine tek bir öğrenci alınmadı sınıfınızdan, hiçbirimiz de bunu dert etmedik. Bir nevi izole edilmiştik sanki, kendi bayramımızı kendi aramızda kutladık, okuma öğrenince bize dağıttığınız hikâye kitaplarıyla ödüllendirildik, oynana oynana sakıza dönmüş rontların yerine kimselerin bilmediği şarkılar öğrettiniz. Utangaç gülümsemelerle söyledik yalnız bizim sınıfın bildiği “Biz Şen Köylüleriz” türküsünün “Kızlar kızlar kızlar, candan hoş kızlar/Gözleri can dolu gönlü hoş kızlar” bölümünü. Ve hâlâ müthiş bir keyifle ve ince bir hüzünle söylerim bugüne kadar kimselerden duymadığım “Gece” şarkısını:
“Gün battı masmavi bir sis, sardı dağları gizlice
Her taraf inlerken sessiz, indi karanlık gece
Artık ışıklar yanıyor, uzak belirsiz evlerde
Rüya gören sahillerde periler oynuyor”

Yalnızca şarkılar değildi ayrıcalığımız, biz tarihi de herkesten farklı yöntemlerle öğreniyorduk. Rumeli çocuğuydunuz, 10 yaşındayken bizzat yaşadığınız Balkan Savaşı’nı anılarınızdan dinledik, Kız Muallim Mektebi’nde Reşat Nuri Güntekin’in öğrencisi olmanızın farkıyla sevdirdiniz bize Türk Edebiyatını. Çalıkuşu’nu sınıfta okuduktan sonra “Çalıkuşu” oldu takma adım, her Çarşamba bir ders ayırdığınız için bunca bağlandım şiire. Hiç katı disiplin görmedik biz, sıra aralarında dolaştık, derste bağıra çağıra konuştuk, kimseye bir fiske bile vurmadınız; ne yaramaz Ahmet’e, ne tembel İrfan’a. Annesi köyde olduğu için babasıyla okulun bodrum katındaki küçücük bir odada kalan müstahdemin oğlu, sınıf arkadaşımız sümüklü sarı Süleyman’ı da aynı içtenlikle kucakladınız, öğretmen arkadaşlarınızın öğrenciniz olan bakımlı, özenli çocuklarını da. 

Hâlâ sizin öğrettiğiniz yöntemle yaparım limonatayı, hâlâ sizden öğrendiğim atasözlerini kullanırım. Öğretmenimiz değil yakınımızdınız sanki; gülerek hatırlarım her zaman, musluklardan akan klorlu suyu içemezdiniz, bir şişeniz vardı memba suyuyla dolu. Bizim için kutsaldı adeta, eve götürüp doldurmak için yarışırdık. Sık sık inerdi çoraplarınızın lastiği, çekiştirirken kah öğretmenimiz olurdunuz, kah anneannemiz.

Mezuniyet sınavında da bizim sınıf farkını göstermişti, herkes okul şarkıları hazırlarken biz bağıra çağıra “Bugün bize hoş geldiniz erenler” türküsünü söylemiş, Aile Bilgisi sınavı için de yukarıda bahsettiğim limonatayı hazırlayıp diğer öğretmenlere sunmuştuk. Sizi son görüşüm okulun son günü olacaktı. Yaş haddinden emeklilik dilekçenizi vermiş ve hep orada yaşama hayali kurduğunuz İstanbul’a yerleşmiştiniz bile biz diplomalarımızı müdürümüzün elinden alırken. Bir tek o zaman kırıldım sevgili öğretmenim size, diploma töreninde yalnız bıraktığınız için. Sonraları peşinize çok düştüm ama ulaşamadım. Şimdi başka bir âlemdesiniz; sevgim, minnetim ve özlemim oralara ulaşıyordur umarım. İyi ki benim öğretmenim oldunuz, huzurla uyuyun…"

Tüm hakeden öğretmenlerin günü kutlu olsun...

23 Kasım 2017 Perşembe

PERŞEMBENİN GELİŞİ

Dün akşamki konserin verdiği mutlulukla başımı koyduğum yastıktan tıkalı bir burun, kazan gibi bir kafa ve kırık dökük bir bedenle kalktım. Grip, soğuk algınlığı ya da nezle her ne ise kapıyı zorluyor ama açmak gibi bir niyetim yok, beni dinlerse tabii. Zira gidilecek konserler, gezilecek sergiler ve hepsinden önemlisi çok kapsamlı olmasa da bir kitap fuarı var. İlla gelecekse daha etkinliksiz bir zamanda buyursun, alır elime kitabımı devrilirim kanepeye. 

Konser demişken, pek latif, pek eğlenceli ve pek nostaljikti. Piyano festivalinde piyanosuz bir konser olsa da müthiş bir performans izledik, bilhassa çelloda Çağ Erçağ ve kırmızı şalvarı, bej rengi yeleği ile konsepte uygun giyinmiş orkestra şefimiz Hakan Şensoy harikaydı. Tabii Antalya Senfoni Orkestrası'nın ve "Senfonik Anadolu Rock"a gitar, perküsyon ve tuşlu çalgılarla eşlik eden elemanların da hakkını yemeyelim, hepsi birlikte şahane bir dinleti sundular. Bilhassa "Hatasız Kul Olmaz"a yapılan düzenleme başlıbaşına bir senfoni gibiydi, soluksuz dinlediğimi itiraf edeyim, ki Orhan Gencebay sevmediğimi daha önce söylemiştim. Yıllarca Erkin Koray'ın sesinden dinlediğimiz "Arap Saçı" orkestranın ve çellonun yaptığı segâh makamındaki taksimlerle beni benden aldı. Ve "Dönence", şef Hakan Şensoy introya çocukluğunu taşımıştı, bizi de çocukluğumuza ve ilk gençliğimize götürdü. Konserin son iki parçası Cem Karaca'dandı. "Resimdeki Gözyaşları" ve "Namus Belası", daha fazlasını söylememe gerek yok herhalde. Melih Kibar'ı da anmadan geçemeyeceğim, şef "Çoban Yıldızı"nı "abimle benim şarkımdı, kendim için seçtim" diyerek çaldırdı, biz de Eurovision'lu yıllara döndük. Hasılı salondan çıktığımızda keyiften esrimiş, pek de duygulanmıştık.


 
Hem ışık durumu, hem de sahneye uzaklık nedeniyle pek net çıkmadı fotoğraflar, ayrıca fotoğraf çekmektense konseri sindire sindire dinlemeyi tercih ettim, bu ikisini de parçaların aralarında çektim zaten. Lakin uyarılara rağmen insanlar pek çok şarkıyı kayda aldılar, telefonlarını mıncıkladılar, flaşla fotoğraf çektiler. Tam önümde oturan kabarık kıvırcık saçlı iki kadın başbaşa verip sürekli sohbet etmeselerdi çok iyi olacaktı ayrıca, her ikisi de saçından tutup "Ayrılın be, evde konuşursunuz, konseri dinleyin" dememek için zor tuttum kendimi içimdeki edepsiz canavar arada uyanıyor böyle, neyse ki eyleme geçmeden zaptediyorum 😀 Yanımda oturan pek postmodern görünümlü iki gençten biri de "gitar solosu yeterince duyulmadı abi, ben alkışlamam" diyerek protest tavrını ortaya koydu, yetkin müzik adamı sanırım kendisi 😀

Şimdi gidip adaçayı, ıhlamur falan içeyim, limon yiyeyim ki aklım başıma gelsin biraz. Tüm öğleden sonrayı da ismi su ısıtıcısına benzeyen yazarın (Ketil Bjornstad) okurken Ikea koridorlarında dolaşıyormuş hissi veren (Kobberhaugytta, Einar Skjak, Stortorget, Lijordek gibi isimler geçiyor, haksız mıyım 😉) kitabını okuyarak geçireyim. Zira yarın hem Örtmenler Günü, hem de Kitap Fuarı açılışı, toparlanmam lazım. Hoşça kalınız, müziksiz kalmayınız efenim...

22 Kasım 2017 Çarşamba

CEHARŞENBİH

Yine bir gün atladım ama neyse ki öğretmen de atladı, başöğretmen zaten ortalarda yok, yıllık izne çıktı galiba :) Ne yapayım sabahtan yazacak olursam yazacak bir şey olmuyor, akşam yazsam herkes uyumaya gidiyor okuyan çıkmıyor, en iyisi biriktirip yazmak.

Evvelsi gece Antalya'nın altı üstüne geçti fırtınadan. Sabaha kadar uludu doğa. Sıcak iklimde yaşamayanlar tepede günısı denilen kazuletle yaşamayı bilmezler. Güneş enerjisiyle sıcak su sağlayan bu sistem özünde faydalıdır, doğal yoldan ve sözde maliyet masrafı dışında masraf etmeden sıcak su sağlar ama ikide bir çatlar patlar. Sızıntı yapar, hatta bazen şarıl şarıl akar, sahibi alt katlarda oturuyorsa sistemdeki kaçaktan haberi olmaz, hele de yazlıkçı ise üst katta oturanların vay haline. Onlar sadece şişmiş su faturası ve tamir masrafı öderken, şarıl şarıl akan sular bir süre sonra çatıdan sızıp üst kattaki evlere akmaya başlar, duvarları nemlendirir, badanaları kabartır. Bir seferinde bayram nedeniyle 5 günlüğüne Ankara'ya gitmiştik, döndüğümüzde evin salon duvarları Damlataş Mağarası'ndan hallice idi, yer döşemesi kabarmış, odadaki nem düzeyi o kadar artmıştı ki müzik seti bile çalmaz olmuştu. Sebep üstümüzde oturan ve kendileri de bayram için memleketlerine giden ailenin çatlayan günısı deposu idi. Şarıl şarıl akan su ne derece aktıysa üst katı geçip bizim eve bile ulaşmayı başarmıştı. Allahtan karşı komşu farkına varıp vanalarını kapatmış da bu kadarcık zararla kurtarmıştık. İşte bu kod adı "Günısı" olan arkadaşlar fırtınalı havalarda nefesli ve vurmalı sazlardan oluşan bir senfoni orkestrasına dönüşüyorlar. "Vınnn", "Tak tak tak", "Vuuu", "Güm güm güm" sesleri arasında uyumaya çalışıyorsunuz. Hele bir de alt ya da üst komşunuzun pencereleri panjurlu ise yeme de yanında yat. Bir nevi viyolonsel etkisi de ekleniyor orkestraya. Evin dibindeki çınar ve selvi de artan hışırtılarıyla coloratur soprano olarak renk katıyorlar konsere. Böyle bir uykusuz gecenin sabahında güneşli ve ayaz bir havayla yüzyüzeydik dün. Öğrendik ki bazı yüksek yüksek tepelere kar yağmış, eh oralara ev kurmasalarmış, aşrı aşrı memlekete de kız vermeselermiş değil mi 😀 Annem ben evlenip başka bir şehre yerleştiğimde 5 yıl kadar bu türküyü söylemişti de o sebeple repertuarımda ilk sıralarda yer alır 😀

Ev camlardan giren güneş nedeniyle sıcacık, dışarısı ise esen poyraz nedeniyle fena halde üşütücü idi. Bizzat denedim, iki adet kargo göndermem ve markete uğramam gerekiyordu. Sıkı sıkı giyindim (sıkı dediysem sweatshirt üstü polar, burası Antalya, abartmayalım), PTT şubesine girdim. Başıma geleceğin farkındaydım aslında, mekan yine çok kalabalık ve klimasız Ağustos ev içi gibiydi. Poları çıkardım çıkarmasına ama yine de ter tanelerinin saçlarımın arasından ve sırtımdan aşağı inişlerini engelleyemedim sıra bana gelene kadar. İşlem bitince polarımı giyip dışarıya çıktığım anda esen rüzgar muşamba gibi yapıştırdı üstümde ne varsa sırtıma. Koştura koştura markete gittim, mübarek sokaklar uğultulu tepeler gibiydi ama karşıma çıkan bir Heathcliff olmadı kader utansın, tek gördüğüm marketin sebze tartıcısı kel oğlandı. İşimi bitirip eve döndüğümde hem sırılsıklam terli, hem de fena rüzgar yemiş haldeydim. Acilen bir Aspirin alıp koca bir kupa da adaçayı içtim. Bir süre sonra tekrar hazırlanıp bu defa sinemaya gitmek üzere çıktık evden. Aynı rüzgarı bir daha yememek için taksiye bindik. Taksi feci havasızdı, gideceğimiz yer uzak olsaydı kokudan boğulabilirdim, fularımı burnuma sararak zor bitirdim yolu. Radyoyu açtı şoförümüz ama "Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali" düzenleyicilerinin konuk olduğu bir sohbet programına denk gelince kanalı değiştirdi anında, halbusi ben dinlemek istiyordum. Geçtiği kanalda klasik müzik yayını vardı, ondan da derhal uzaklaştı, epeyce aradıktan sonra Orhan Gencebay'ın bir şarkısına denk geldi, sabitlendik. Kokuya ilaveten Orhan Baba, tadından yenmez bir yolculuk oldu, keşke şehirlerarası gitseydik. 

Biletimizi aldık ve kompleksin en küçük salonuna konuşlandık, iki kişiydik zaten. Ben ve kocam. Film de şuydu:


"Beginner", ismine bakıp yabancı sanmayın. Genç bir ekibin çektiği ve başrolünü Güven Kıraç'ın oynadığı bir yapım. Güven Kıraç'a bayılırım. Filmde 60 yaşını geçmiş, tek arzusu İngilizce öğrenmek olan bir taksi şoförünü canlandırıyordu. Daha fazla detayla spoiler vermek istemiyorum, belki izlersiniz ama sıcak, samimi, keyifli bir filmdi. Koca salonları kapatan ve haftalarca vizyonda kalan diğer filmlerden daha çok beğendim. Sinema işletmesi bu filmleri "Festival Filmleri" adıyla gösterime sunuyor ve aynı günde farklı seanslarda üç değişik film oluyor. İzlemesi de, saatini denk getirmesi de zahmetli kısacası ama biliyorsunuz ki son yıllarda bizim ülkede kalite prim yapmıyor. 

Film çıkışı yemeği de dışarda halledip döndük eve. Yine rüzgarlı ama dünkü kadar gürültülü olmayan bir geceden sonra bugüne erdik. Senfoni orkestrası yerini oda orkestrasına bırakmıştı diyebiliriz. Ortalık güneşli, rüzgar durmuş, gökyüzü berrak, Bey Dağları kalemle çizilmiş gibi net. Bugün akşama kadar evdeyim, biraz okumak istiyorum, iki aydır hızım düştü zira. Akşama ise Piyano Festivali kapsamında Hakan Şensoy'un yönettiği, çelloda Çağ Erçağ ve gitarda Nurkan Renda'nın solist olarak yer aldığı "Senfonik Anadolu Rock" konserine gideceğim. Senfonilere doyamadım anlayacağınız. Yarınki blog yazımda yer veririm artık konsere, gününüz güzel geçsin...

20 Kasım 2017 Pazartesi

GELDİM, GELDİM :)

Ooo iki gündür yazmamışım, yetkililer görmesin :)

Bugün üç güzel şey oldu, sabah grip olacakmış gibi kalkan bünyeyi iyileştirdi. Önce uzun zamandır görmediğim bir arkadaşım aradı, Antalya'ya geldiğini ve uygunsam kahve içmeye geleceğini söyledi, uygun olmasam bile uygun hale gelirdim, o derece yani. Ardından Kitapyurdu'ndan sipariş ettiğim kitapları getirdi kargo görevlisi, etti mi sana iki. Üçüncüyü ise biliyor ve bekliyordum. Geçen hafta gelen bir mailden dolayı. TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu'ndan bir yapımcı aramış ve "Hayatın Sesleri" programında kitabımla ilgili bir söyleşi yapmak üzere telefon konuğu olup olmayacağımı sormuştu. Önce çok şaşırdım, kitabı ve beni nasıl bulduklarını sordum, Milliyet Kitap ekinde yayınlanan bir tanıtımdan kitabı, sosyal medya aracılığı ile de beni bulmuşlar. Haliyle kabul ettim ve pazartesi günkü programa katılmak üzere sözleştik. Öğleden sonra konuklarım geldi, onlarla sohbet ederken de programdan telefon. Yan odaya geçip canlı bağlantı ile kitap üzerine sorulan soruları cevapladım. Sonra da konukların yanına döndüm. Ne dedim, nasıl yayınlandı bilmiyorum, konuşmaya başladım mı kendimi unuturum zira :) Bir süre sonra kaydı bana yollayacaklar, o zaman dinlerim artık. Anneannemin deyimiyle ahir vaktimde meşhur olacağım galiba :))))

Cumartesi günü hava çok güzeldi, öyle ki kısa kollu ile çıktım evden. Antalya'ya yerleşen sanal alem arkadaşlarımdan biri ile bir buluşma yaptık, bol sohbetli, güzel manzaralı, sıcak bir buluşma idi, gençlerle arkadaş olmak şahane, sayelerinde gençleşiyorum. Eve dönerken de epeydir uğramadığım parkta güzel bir yürüyüş yaptım, henüz bu parka sonbahar gelmemiş. amerikan sarmaşıklarındaki birkaç kırmızı yaprak dışında ağaçlar hala yeşil. Akşam Ian McEwan'ın "Fındıkkabuğu" kitabını bitirdim, ilginç bir konuydu, bir fetüsün ağzından cinayet öyküsü okudum. Yazarın her kitabı kendine özgü zaten, seviyorum. Pazar günü niyetim gün boyu tembellik etmekti ama ufak tefek işler bile akşama kadar beni meşgul etti. Çamaşır yıkadım, bulaşık makinesi boşalttım, mutfağı toparladım, salonda oraya buraya atılmış ıvır zıvırı yerlerine yerleştirdim. Yatak çarşaflarını, yastık kılıflarını değiştirdim. Bu arada yastık kılıflarımdan biri kayıp, içinizde gören var mı :) Kendime öğlen için bol otlu peynirsiz omlet yaptım. Bir hafifleme çabam var, umarım başarıyla sonlandırırım. İncir çekirdeğini doldurmayan bu işler için sürekli devindim ve bol miktarda terledim. Ter satılabilen bir şey olsa yemin ederim trilyonerdim. Sonunda oturabildiğimde ise yazın "Müzik Uğruna" isimli kitabını okuyup çok beğendiğim Norveçli müzisyen ve yazar Ketil Bjornstad'ın Türkçe'de basılmış diğer kitabı "Düşüş"e başladım. Hafta sonu bu şekilde bitti. 

Guguruk'u soracak olursanız her fırsatta içeri girmek için çabalıyor, cumartesi günü mutfağa dalmış dolanırken beni görünce kaçtı. Sonradan farkettim masa örtüsündeki gübreyi :) Sayesinde artık balkon kapısı açamaz olduk. Ne diyeyim, canı sağolsun. Aşağıdaki fotoğraf cumartesi günü parktan:

 


17 Kasım 2017 Cuma

HAFTA BİTERKEN

Guguruk'u bugün yine mutfaktan içeriye girme teşebbüsünde yakaladım. Üstelik gelmesin diye kapıyı aralık bırakmıştık. Meğer uçarak değil yürüyerek geliyormuş manyak :) O aralıktan poposunu sallaya sallaya bir girişi vardı ki görecektiniz, sanırsınız babasının evi. Hoş babasının olmasa da dedelerinin evi sayılır, kaç tanesinin dünyaya gelişine şahit o balkon ama içeride ne işin var kardeşim. Yok yok kitap seviyor bu, en yakın halk kütüphanesi bile biraz uzakça olduğundan bizim evdeki kitaplık kolayına gitti. Heryeri gübrelemese sakıncası yok, gel oturalım, çay kahve içer, dedelerinden, onların dünyaya geliş serüvenlerinden konuşuruz. Arada kısır falan yapar ikram ederim, seviyor bu cinsler kısırı. Lakin arsız, denk geldiği yere bırakıyor artıklarını, o yüzden cıss, balkondan gerisi yassah hemşerim!

Mevsim değişikliği alerjik öksürüğümü azdırınca esasen bugün doktora gitmeye niyet etmiştim ama doktorum pazartesiye kadar izinliymiş, ben de benzer bir etkinlik yapayım dedim, sinemaya gittim 😀
Juliette Binoche'ye bayılırım (Çelınç gereği kendimle ilgili bilgi bu olsun), "İçimdeki Güneş" de bugün vizyona girince düştük yola:


Gelgelelim beklediğim gibi çıkmadı film, sevdim desem yalan söylemiş olurum. En güzel yanı 50'li yaşlarını süren Juliette Binoche'un yıpranmamış görüntüsü idi, gülümsedikçe içim açıldı. Lakin film pek açmadı. Orta yaş bunalımındaki ressam, dul ve tek çocuklu Isabella'nın sürekli değişen aşklarını, buna paralel seyreden hayal kırıklıklarını ve gözyaşlarını izledik. Önce koca göbekli, sevimsiz iri yarı bir bankacı, ardından nisbeten yakışıklı ve daha genç bir tiyatro oyuncusu, arada sırada ziyaretine gelen kel eski kocası ve son olarak canlıdan çok ölüye benzeyen son sevgilisi. Hepsi üzdüler güzelim kadını, hoş kadın da üzülmeye teşne idi ya orasını fazla karıştırmayalım. Son sahnelerde Gerard Depardieu çıktı ortaya, medyum muydu, falcı mıydı, terapist miydi pek keşfedemedim ama o perdeyi kaplayan kocaman görüntüsüyle o kadar uzun konuştu ki fenalık geldi. Hasılı kelam bugün filmi değil ama Juliette Binoche'yi seyretmiş olarak çıktım salondan. 

Şimdi sıra İstanbullu Gelin'de, gidip İpek'e ve kaynanalara biraz çemkireyim. Keyifli hafta sonlarınız olsun efendim...

16 Kasım 2017 Perşembe

SABAH GÜNLÜĞÜ

Sabah bilgisayarı açtığımda Firefox "Bir dakika" dedi, "kendimi yeniliyorum, birazdan karşınızda olacağım". Nitekim az sonra buyurdu geldi, her şeyin yeri değişmiş. İşin yoksa bir de buna alışmak için çabala. Ne yaptın yani, iki sekmenin yerini değiştirmişsin. Rutini bozan saçma eklemeleri sevmiyorum. Sayfa yenilemek için sürekli ekranın sağına hamle ediyor, hatta bazen farklı bir şeyi tıklıyorum. Neyse buna da alışırız, neye alışmadık ki.

Az evvel kapı çaldı, çok sinirli bir kargocuydu gelen. Daha önceki siparişimde eksik gönderilen kitabı getirmiş, tek kitap için üçüncü kata çıkmış olmaktan dolayı mutsuzdu. E ne yapayım yani, git derdini Babil.com'a yan. Ben bile farkında değildim o kitabın eksik geldiğinden. Gönlünü aldık "Kusura bakmayın" falan diyerek. Neme lazım, zaten netameli bir şube, kızdırmaya gelmez, kargolar uzay kara deliğinde kayboluverir ya da geciktirip meletirler sonra. Bu da benim şansım, posta dağıtıcısı da ayrı bir cins, ağzından hiç eksik etmediği sigarasının dumanını suratıma üfleyerek "Sana ne çok posta geliyor" diye kafa tutabiliyor, hele taahhütlü postalara hiç tahammülü yok, "Şunu normal yollasalar da yukarıya çıkmasam" diye söylenir. Hem samimiyiz, hem atarlı. Nerede o eski postacı amcalar, liseyi bitirdiğim yıl başka bir semte taşınmıştık. Adamcağız üniversite sonuç formumu arayıp bulup yeni evde elime teslim etmişti. 

Dün bir haftadır aklımda olan üç işi bitirdim, basit şeylerdi aslında ama üşengeçlik basit, karmaşık dinlemiyor. PTT şubesine uğrayıp yurtdışındaki bir arkadaşıma kitabımı yolladım, umarım sağ salim gider. Yasemen'e, Belçika'ya 5 günde ulaşmış olmasından dolayı umutluyum. Sonra duvara asılmak için bekleyen ikisi yeni, biri eski üç duvar tabağını kargoyla gelen asma aparatlarına sarmalayıp yerlerine yerleştirdim. Asma aparatı bulmak ayrı bir sıkıntı, sorduğum hiçbir züccaciyecide (ay bu kelime beni öldürür, söylemesi ayrı dert, yazması ayrı) bulunmuyordu. Sonunda yine internet imdadıma yetişti, "Gitti Gidiyor" sağolsun, 24 saatte ulaştı elime. Duvarım şenlendi böylece. Son olarak da çerçeve için bekleyen resimleri alıp camcıya gittim. Gittim derken evin dibinde zaten, düşünün ne kadar ihmalkarım. Çerçeveci beni sevinerek karşıladı, "Ooo yenge nerelerdesin sen, taşındınız mı yoksa?" dedi. Düşünün ne zamandır uğramamışım. "Yok" dedim, "Duvarlarda yer kalmadı, pek çerçevelik durum olmuyor o yüzden, bunları da bir yerlere sıkıştıracağım işte". "Yaşa yenge" diyerek coşkuyla cevap verdi, "Elalem duvarına çivi çakmıyor, boş duvar mı olur hiç". "He" dedim, "pansiyon gibi, hiç hazetmem boş duvarlardan". "Hah yenge, ne güzel dedin, çok zevklisin valla" diyerek mesleğine yaptığım katkıdan dolayı hem gazladı beni, hem de bir miktar iskonto yaptı :)

Ve son olarak, az evvel Guguruk'u salonda dolaşırken yakaladım, ben girince kendini kütüphanenin üstüne dar attı:


Bu çocuk kitap mı seviyor, kendini kedi sanıp bizim eve kapılanmak mı istiyor, atalarının balkonumuzda doğmuş olmasından ötürü genetik mirası mı çekiyor, yoksa tuvalet olarak kullanmaya en uygun mekan olarak mı görüyor bilemedim. Zira yine sehpanın üstünü nadide atıklarıyla onurlandırmış. Kumaş zemin kullanmadığına şükrettim. Balkon kapısını ardına kadar açtım ama çıkmayı beceremiyor, sürekli pervaza çarptı, korktu. En sonunda eşim yakalayıp balkona bıraktı ama bu arada epey tüy ve telek bıraktı ardında. Ne olacak bu Guguruk'la halimiz bilmiyorum. Atıklarını bırakmasa girsin, gezsin, çıksın diyeceğim ama iki seferdir kuş pisliği temizliyorum eşyaların üstünden. Açık kapı bırakmayacağız anlaşılan. Haydi kalın sağlıcakla...

15 Kasım 2017 Çarşamba

DELİL



Fotoğraftaki 3 adet tüyü bu sabah mutfağın balkona açılan kapısının önünde buldum. Yine bir girişimde bulunulmuş ama kapı aralık olduğundan dalamamış içeri arkadaş. Ne olacak halimiz seninle? Hem artık sana bir isim koymak şart oldu, yakında nüfusumuza kaydettireceğiz gibi görünüyor. Kız mısın, erkek misin bilemiyorum, zooloji bilgim o denli gelişmiş değil, o zaman anonim bir isim bulmalı diyeceğim ama gönlüm Guguruk'dan yana. Artık kız isen de, erkek isen de kabul eyle, sana kısaca "Gug" diyebilir miyim kuş kardeş? Yalnız bir ricam var, kabul arada eve girip bir dolanıp gideceksin, yalnız çok rica edeceğim kitapların tepesine yuva yapmaya kalkma, o zaman külahları değişiriz. O döktüğün tüyleri bizzat elimle yolar, seni de pilav üstü yaparım...dersem de inanma ama zaten sen böyle bir terbiyesizlik yapmazsın değil mi entellektüel kumru olarak. Ha bir de farkına varmadım sanma, dün salonda otururken dikkatimi çekti, pazar günü benim olduğum odaya gelmekle kalmamış salonda da küçük bir tur atmışsın. Klozet olarak kullanacak yemek masası sandalyesinden başka bir şey bulamadın mı yani? Hem de az buz değil, günlük bilançoyu boca etmişsin kumaşın üstüne. Silip çıkaracağım diye elim, bileğim koptu. Üstelik hala da hafiften izi kaldı, çamaşır suyu mu üretiyorsun o minicik midende bilmem, bıraktığın yer ağarıyor. Bak bir daha yakalarsam affetmem, senin hatırına sandalye yüzü değiştiremeyeceğim. Edebinle gir, çık. Aksi halde balkon sınırlarından öte geçme. Yüz verdik diye şımarma, astarını vermeyeceğim gibi bozuşuruz ayrıca. Haydi kal sağlıcakla, gelmeden önce de mümkünse kapıyı çal ya da üç defa "Guguruk" de...

Kendimle ilgili bilgi: Böyle sık sık kuşlarla muhabbet ederim :)

14 Kasım 2017 Salı

SİNEMALI SALI

Kumru ziyaretiyle geçirdiğimiz pazar gününün ardından dün de arkadaşı mutfağı kolaçan ederken yakaladım. Zeminde pıtır pıtır yürüyordu. "Aaa ama sen çok oldun, ya gel bizimle yaşa, ya dışarda kuşdaşlarınla" dedim, cevap olarak vücut dilini kullandı "Pırrr!" dedi, uçup gitti. 

Öğleden sonrayı arkadaş ziyaretinde geçirdim, akşam da her zamanki gibi, yemek ye, çay iç, bilgisayar, TV başında oyalan ve yat uyu. Buraya kadar rutin dahilinde geçip gitti ama asıl macera yatarken başlayacakmış. Kitabımı alıp yatağa doğru giderken birden gök gürlemeye, şimşek çakmaya başladı ama ne gürlemek. Sokakta parkeden cümle arabaların alarmı öttü, ben bomba atıldı sandım, saniye sektirmeden gelen şimşekle de "amanin yıldırım düşüyor" moduna geçtim. Ardarda belki 15-20 dakika bir yandan gürledi, bir yandan çaktı ve sonra öyle bir indirdi ki gök yere yapıştı sanırsınız. Karşı caddeyi göremedik, sanki önüne sudan bir duvar dikilmişti. Balkon giderlerini ve pencere denizliklerini kontrol edip yatmaya gittim, yağmuru durduramayacağıma göre yapacak bir şey yoktu. Çok geçmedi, sanki o gürültüyü çıkaran başkasıymış gibi sakinledi hava. Meğer o sürede Finike'de hortum çıkmış ve ortalığı perişan etmiş. Antalya yağmuru bu, yıllardır alışsak da korkutuyor.

Bugün yine sinemaya gittim: "Umudun Öteki Yüzü". Finli yönetmen Ari Kaurismaki filmde Finlandiya'da hayatları kesişen iki insan üzerinden mülteci meselesini konu almış. Suriyeli araba tamircisi Khaled ile, karısını ve işini terkedip restoran açan Wikström'ün öyküsü çok ilginçti. Yer yer kara mizahla kahkaha attıran film aslında göç, mültecilik, işsizlik, ırkçılık gibi günümüz sorunlarını işliyor. Filmde yer alan tüm bireyler, özellikle Finlandiyalılar bir tuhaf, robot gibiler, gülmüyorlar, soğukkanlılar, durgunlar. Yer yer çeşitli şekillerde müzik yapan gruplar bile robot gibiler. Değişik bir filmdi, Berlin'de Gümüş Ayı almış, durağan temposuna rağmen izlediğime memnun oldum. 


Film çıkışı arkadaşın almak istediği bir kitap için hemen yan taraftaki D&R'ye girdik. "Kıymetli Şeylerin Tanzimi"ni sormaktı niyetimiz. Orası kitapçıdan ziyade süpermarket olduğu için önce bizimle ilgilenebilecek bir görevli aradık, birisi lütfedip geldi. Kitabın adını söyledik, bilgisayar ekranını açmak için epey uğraştı, bir türlü açılmadı sistem. Sonra açıldı, bu defa ismi yanlış mı girdi bilmem, bulamadı. Bulamamasını öyle bir kitabın varolmamasına bağlayarak standlardan birinde duran ve kendisine hayli meşgul görüntüsü veren havalı görevliye seslendi: "Küçük Şeylerin Tanzimi diye bir kitap hatırlıyor musun?". Sözkonusu arkadaş gözlerini kıstı, bir süre düşünür gibi yaptı ve sonra elindeki kalın kitabı havada şık bir pirüet çizdirerek standın üstüne fırlattı, kasılarak cevap verdi: "Yoo hatırlamıyorum".  Zaten öyle bir kitap hiç varolmadı, biz uydurduk, derdimiz size angarya yapıp olmayan kitabı aratmak, değerli zamanınızdan çaldık, affeyleyin, hatta elinizdeki kitabı kafamıza atın. Kitapla uzak yakın ilgisi olmayan kişiler niye kitapçıda çalışır? Haydi çalıştı, niye biraz kendini geliştirmez. Bunun daha makul, daha kibar bir cevap verme biçimi yok mudur? Sonuçta kitap bulunamadı. Bir süre önce de aynı mağazada yanından geçerken çantamın değdiği bir görevli kız, daha ben "pardon" demeye fırsat bulamadan "Oha!" demiş, kasada söylediği lafı yüzüne vurduğumda da "siz de çarpmasaydınız, özür dileseydiniz" diye üste çıkmıştı. Gelgelelim kader utansın, mahkumuz bu D&R'lere, bütün güzel kitapçılar birer birer kapanıyor çünkü.

Eve dönerken gökyüzünde yine bulutlar birikmeye başlamıştı, yarın ne olur bilemem ama sanırım pastırma zamanı da yavaş yavaş geçiyor. Önümüz kış galiba :)))

12 Kasım 2017 Pazar

PAZAR KUMRUSU

Aslında bugün yazmaya niyetim yoktu. İki parti çamaşır, bir parti bulaşık yıkayıp domestiklik kotamı doldurmayı ve ardından film dizi izleyip kitap okumayı planlıyordum. Rutin, tembel bir pazar günü yani. Ama sonra bir şey oldu, günün sürprizi gibi, günün uğuru gibi, gülümseme gibi bir şey; eve kuş girdi. Evet şapşal bir kumru yolunu şaşırıp mutfak balkonunun açık kapısından önce mutfağa, sonra sağa kırıp antreye, bir sağ daha yapıp oturduğum odaya gelmiş. Nasıl sessizce gelmiş anlamadım, hiç farkında değilim. Duyduğum çıtırtıyı komik ama karnım gurulduyor sandım. Sonra tesadüfen başımı çevirdim, gördüğüm manzara şu:


Şaşkın şaşkın etrafa bakan bir kumru, sanki daha yavru. Yol, yöntem bilmediğinden belli ki acemi. Bunun büyük büyük büyük dedesi bizim evin müdavimiydi, Parmaksız Salih. Bir ayağının tek parmağı eksikti, oradan tanırdık. Sabahları balkonda kahvaltı yaparken masaya konar peyniri, akşam yemeğinde ekmeği didikler, ardından da kafayı kaldırıp dalga geçer gibi yüzümüze bakardı, öylesine aileden biriydi. Sonra biliyorsunuz kaç nesil bizim balkonda dünyaya geldi, o yüzden aşinalar bize, genlerine yerleşti, bu salak da o genlerden kaynaklı daldı galiba içeriye 😀 O kadar pusulayı şaşırmıştı ki ne yapacağını bilemedi, oradan oraya uçmaya başladı. Gidip pencereyi ardına kadar açtım çıksın diye ama yok. Sanırım İl Halk Kütüphanesi'ne gidecekmiş adresi karıştırmış, kitaplığın her bölümünü ayrı ayrı ziyaret etti:



En sonunda da talih kuşu olarak başıma kondu 😀


Nasıl sevimli, boncuk gözlü bir şeydi sormayın, neredeyse evlat edinecektim ama arkadaş sokak kuşu, evde beslenmez, biraz da şapşal. Çıkış yolunu bile bulamadı, kaç kez pencerenin pervazına konup kanat çırptı sayamadım, 5 santim aşağı uçsa çıkacak. Sonunda başardı çıkmayı ama 10-15 dakikalık sürede bana günün en güzel sürprizini yaptı. Uğurdur diyorum, inşallah öyle olur.

Hazır yazmışken dünkü tiyatrodan da bahsedeyim. "Riviera/Sayfiye" isimli bir oyun izledik Devlet Tiyatrosu Sahnesi'nde. Emmanuel Robert Espalieu yazmış. Çaptan düşmüş eski ve ünlü bir oyuncu parlak günlerini rüyalarında görüyor ve hep o günlerin hayaliyle yaşıyor. Tipik bir melodram. Ben zaten iki gündür uykusuz, üstelik önceki gece antiallerjik bir tablet içip yattığım için halen ayılamamış durumdayım. Oyun da sıkıcı mı sıkıcı, utanarak itiraf ediyorum ki ara ara uyudum. Emeğe saygım sonsuz ama epeydir seyrettiğim en tatsız oyundu. Yine de izleyeni bol olsun, tiyatro hayatımızda hep var olsun  diyor ve kaçıyorum...

11 Kasım 2017 Cumartesi

CUMBUR CEMAAT CUMARTESİ

Dün yazamadım, daha doğrusu fırsat bulamadım, oldukça hareketli bir gündü. Sabahın rutin işlerinin ardından bilgisayar başına oturduğumda kızkardeşimin "İstanbullu Gelin" üzerine yazdığı bir yazıyı gördüm. Tam da akşam yeni bir bölümünü izleyecekken, saptamalarının doğruluğuna şapka çıkararak okudum ve akşam o yazının ışığında izledim diziyi. Link aşağıda, okumak isteyen olursa tıklasın:


Öğleden sonra Şener Şen'in son filmini görmek üzere sinema yollarına düştük. Şener Şen'i ülkemizin tüm sinema oyuncuları içinde tek geçerim (Hadi biraz da Uğur Polat'a prim vereyim :).  "Muhsin Bey" hayatımın filmidir, defalarca izlesem bıkmam, çiçeklerle konuşarak suladığı sahneyi her izleyişimde tüylerim diken diken olur, sakin ses tonu kulağımdan çıkmaz. (Bu da kendimle ilgili bilgi olsun.) Bu sebepten ve kendisini uzun  zamandır sinema perdesinde göremeyip özlemiş olmaktan dolayı ilk günden izlemeyi kafama koymuştum. Erken çıkmışız evden, önce parktaki müdavimi olduğumuz gözlemecide çay içtik, sonra sinemanın önündeki cafede kahve. Gerekli sıvı miktarını mideye gönderdikten sonra salona girdik. 20-30 kişi kadar vardı salonda, ilk gün ve alakasız bir seans olması nedeniyle normal hatta fazla bile bulduk, tek başıma film izlediğimi bilirim ben. 


 Film 2,5 saat kadar sürdü. Öncesindeki ve ara sonrasındaki reklamları ve verilen 15 dakikalık arayı da sayarsanız 3 saati geçen bir süre o salonun içinde oturduk, ben bunaldım. Filmin bu kadar uzun olması gerekli miydi, konunun bu kadar klişe olması gerekli miydi, Rutkay Aziz'in hala o şiir okur tonunda konuşması gerekli miydi, yağmur efektinin bu kadar yapay olması gerekli miydi ve daha bir sürü şey gerekli miydi bilmiyorum ama cidden sıkıldım. Tamam izlenemez, çok kötüydü, ne biçim film falan demiyorum ama sanırım Şener Şen-Yavuz Turgul ikilisinin birlikteliğinden doğan daha önceki filmlerin beklentisiydi beni sıkan, vasat bulduran. Yoksa içinde yeter ki Şener Şen olduğunu bileyim Recep İvedik filmi bile izleyebilirim. Giderek çıta düşüyor sanki, Muhsin Bey'den Yol Ayrımı'na hafif meyilli bir yokuştan aşağı iner gibiyiz ya da ilkin en güzel oluşu sondaki güzeli beğenmemizi engelliyor mu desek? Bir tutukluk vardı sanki oyuncularda, Çiğdem Selışık Şener Şen'in annesi rolünde çok teatral geldi bana, Rutkay Aziz'in konuşma tarzına oldum olası akıl erdirememişimdir zaten, burada iyice abartmıştı. Mert Fırat bile-ki kendisini çok beğenirim-sanki kerhen oynuyormuş gibiydi. Filmin en önemli karakterlerinden Besim'de-oynayan kişiyi ilk kez görüyorum-bir oturmamıştık vardı. Konuyu inandırıcılıktan uzak bulmam önemli değil, sonuçta bu bir hayal perdesi ve her şey o perdede hayat bulabilir ama Şener Şen'i bile sevemedim bu filmde. Beni bir tek Nur rolünde ışık saçan gözleriyle Tilbe Saran mutlu etti. Hasılı üzerine toplumculuk sosu serpilmiş, şiirlerle, kitaplarla süslenmiş, yanında vicdan ekiyle servis edilmiş bir hanedan öyküsü izledik. Ha izlenir mi izlenir ama benim beklediğim film bu değildi. Ayrıca siz bana bakmayın, ben biraz mızmızımdır, bu filmin seyircisinin çok olacağına da eminim.

Çıkışta yemeği de orada halledip geldik eve, sırada İstanbullu Gelin vardı. TV hane halkının diğer üyesinin tekelinde olduğu için laptoptan izledim. Fırat Tanış'ın oyunculuğuna bir kez daha hayran, dizide canlandırdığı karaktere de bir kez daha gıcık oldum. Kaynanalar ise hafazanallah evlerden ırak. Gelinleri kollarından tutup "Manyak mısınız kızım siz, işiniz var gücünüz var, kolunuzda altın bileziğiniz var, gençsiniz güzelsiniz, koca diye aldığınız Özücan'la sayko Adem için bu kadınların kahrı çekilir mi, varın gidin soğan ekmek yiyin, bunlara müdanaa etmeyin" diyesim geldi 😀 Bunca beter kaynananın içinde bir de daha beter gelin İpek var ki onun tek çözümü fare zehiri zaten 😀😀😀

Kalın sağlıcakla...