.

.
.

28 Eylül 2023 Perşembe

GÖREVLİ GÜNLER / 28 EYLÜL

Günlere ödev verme faaliyetim devam ediyor. Salı "Aşı" günüydü, Çarşamba "Kız kardeşle buluşma", bugün ise "Saç Boyatma". Ankara'ya geldim geleli saçlarımı kendim boyuyordum ama baktım ki istediğim netliği sağlayamıyorum kaptım boyamı, gittim kuaföre. Bir zamanlar yanımda boyamı götürüp 10 lira verdiğim işlem için bugün 200 lira bayıldım. Boya kuaförden olsa ne verecektim Allah bilir, üstelik kendi halinde bir mahalle kuaförü gittiğim yer. Dur bakalım, bir ay sonra kaça boyatacağız. 

Kuaförüm genelde boştur ama dünden randevu almıştım. Gittiğimde cep telefonunu kurcalıyordu, beni görünce kalktı, boyamaya geçti. Yıkama süresine kadar o yine telefonunu kurcaladı, ben yanımda getirdiğim kitabımı okudum. Dedim ya, kendi halinde bir kuaför, son derece yalın döşenmiş, gereksiz hiçbir dekorasyon malzemesi yok. İki ayna, iki kuaför koltuğu, bekleme için 2 koltuk daha, girişte bir masa ve muhtemelen hiç kullanılmayan ayaklı bir saç kurutma aygıtı, yanında da saç süpürmek için saplı fırça ve faraş. Duvardaki hiç kapanmayan ama sesi en kısık ayarda olan TV'yi de sayarsak hepsi bu kadar. Kitabın 60. sayfasına gelmiştim ki "Yıkayalım ablacım" dedi. Saçlarım yıkanırken içeri başında beş kişiye yetecek kadar kıvırcık saçı olan ufak-tefek bir kadın girdi. Motor takılmış gibi arka arkaya saçıyla ilgili olduğunu tahmin ettiğimiz bir şeyler söyledi. O kadar seri ve hızlı konuşuyor, aynı şeyi o kadar çok tekrarlıyordu ki anlamakta zorluk çektik ilk anda. Meğer röflesinin ön tarafı uzamış, kuaföre gitmeye üşenip evde kendi açmış ve tatsız bir renk oluşmuş, onu düzeltebilir miymiş? Mesele buymuş. Adamcağız benim saçımı mı yıkasın onun saçıyla mı ilgilensin bilemedi. "Otur ablacım da bakalım" dedi sonunda. Kadın oturduğu yerde de ardarda açıklamalarına devam etti, bir yandan da saçını sağdan, soldan, önden inceledi, eliyle arkaya topladı, toplayınca dipten çıkan siyahlarla saçı harap edip postekiye döndürmüş açık sarılar iyice belirginleşti. Elime bir makas alıp canlılığını yitirmiş saçları kesmek istedim ama sadece düşüncesiyle yetindim. Bana ne, herkesi saçı kendine. Saçım kurutulunca kuaförümü düzeltilecek röfle ile başbaşa bırakıp ayrıldım.

Kuaföre girerken yazdı, saçım boyanırken sonbahara dönmüştü hava, camekandan yere hızla düşen yaprakları izledim bir süre. Çıktığımda yağmur başlamıştı, şu an tekrar yaza döndük. Ankara sonbaharı geç bile kaldı zaten, mevsimler kaydığı için yaza devam diyor sanırım. Dün kız kardeşle Meclis Parkı'nda biraz dolaştık. Tamam dökülen yapraklar var ama at kestaneleri dışında da sonbahar belirtisi gösteren pek yok. At kestanelerim, bidenelerim kahverengileşmeye başlamış, henüz dikenli kabuklar çatlamamış ama açılıp tepemize düşmeleri yakındır:


Dün hava çok sıcaktı, parkın gölgesi bile yetmedi, pek de tadı yoktu, fazla durmayıp ayrıldık. Bulvara yakın şu devasa ağacı fotoğraflamadan edemedim ama:


Yarın yaklaşık dört yılın üstüne "Sinema" günü. "Kuru Otlar Üstüne" uzanıp NBC'ye not vereceğiz 😀 Haydi hayırlısı...

26 Eylül 2023 Salı

AŞI / 26 EYLÜL

Bu sabah gidip aşı oldum, grip aşısı. Bu üçüncü yıl. İlk yıl pandemiden burnumuzu sokağa çıkaramadığımız için grip olma şansımız(!) zaten olmamıştı ama aşıyı yaptırmıştık. İkinci yıl ise gerçekten sokağa da çıktığım halde grip geçirmedim. Ona güvenerek bu yıl da niyet ettim. Misafir sanatçı olarak ait olmadığım ama eve yakın olan Aile Sağlığı Merkezi'ne nefes nefese bırakan bir yokuş tırmanıp ulaştım. Önce karşıdaki eczaneye girip aşı olup olmadığını sordum, yok ama siz reçeteyi yazdırın biz isteriz, iki güne gönderirler dedi. İşi şansa bırakmadım, biraz ilerideki eczaneye girdim, varmış orada, hemen   Sağlık Merkezi'ne gittim. Şansıma en iyi anlaştığım doktor denk geldi, reçetemi yazması iki dakika sürmedi, eczaneye geri döndüm, aşıyı aldım, tekrar merkeze gelip koluma iğneyi yedim, afiyet olsun bana. Şimdilik bir sıkıntı yok, umarım ağrı, ateş yapmaz. 

Hemşire aşıyı yaparken okul yıllarında yapılan aşılar geldi aklıma. Kocaman enjektörlerin iğnelerini dahi değiştirmeden hepimizin koluna basarlardı aşıyı. Nasıl oldu da hepatit falan kapmadık şaşarım. Bünyemiz mi sağlamdı, hepatit vs bu kadar yaygın mı değildi bilinmez. Hem korkar, hem de aşıcılar gelse de ertesi gün okul tatil olsa diye beklerdik. Aşı günü okul koridorlarına yayılan o koku hâlâ burnumda. Ağlayanlar, titreyenler, saklananlar, kahramanlık yapıp ön sıraya geçenler derken koluna iğneyi yiyen işin evveliyatını unutup hemen tatil havasına geçerdi. Akşamına kol biraz şişer, hafif bir ağrıyla nazlanıp ödevsiz geçen bir akşamın tadını çıkarırdık. Okullarda hâlâ aşı yapılıyor mu? Yapılıyorsa da ertesi gün tatil etmiyorlar sanırım artık. 

Aşı işlemini tamamlayınca Kızılay'a doğru bir yürüyüş yapıp Dost Kitabevi'nde yeni çıkan kitaplara bakayım diye niyet ettim. Kitabevleri kusura bakmasın bir kere oradan alıyorsam beş kere internetten istiyorum. Bu devirde cüzdanları düşünmek zorundayız. Tam kitapçıya yanaşmıştım ki Bilgemin Annesi aradı, o da dışarlardaymış, kahve içmeyi teklif etti, eh kaçmaz tabii ki 😊 Ben Dost'ta kitaplara bakıp almayı düşündüklerimi fotoğraflarken geldi yanıma. Tam çıkarken defter reyonunda kapağında leylak olan bir deftere rastladım. "Keşke" dedim "daha önemli bir şey isteseydim". Zira aklımda kapağında leylak olan bir deftere denk gelsem de alsam isteği vardı, son anda karşıma çıktı. Defteri alıp Flamingo Pastanesi'ne yollandık, fiyatlar almış başını gitmiş demek yetersiz kalır, adeta aya doğru uçmuş. Bir bardak buzlu çay 120 lira (belki de daha fazlaydı) olur mu a dostlar. Maliyeti nedir ya bunun, pes! Biz buzsuz çay ve şekersiz kahve içtik, sonra da evlere dağıldık. 


Söz konusu defter ve çay yukarıdadır efendim, kalın sağlıcakla...

25 Eylül 2023 Pazartesi

KALE'DE BİR CUMARTESİ / 25 EYLÜL

Hafta sonunun Cumartesi olarak isimlendirilen gününde giyindik, kuşandık, kendimizi bir taksiye yerleştirdik ve Kale'ye müteveccihen yola düştük (müteveccihen sözcüğünü çok seviyorum, cümle içinde kullanmak istedim, itirazı olan varsa şimdi etsin, yoksa ebediyete kadar sussun😀) Böylece yıkımı ilkel bir şekilde devam eden karşımızdaki binanın tozundan, gürültüsünden bir süreliğine de olsa kurtulmuş olduk. 

Kale'de dolaşmayı severim, ara sıra gideriz kız kardeşle ya da arkadaşlarla ama bu defaki gidiş sebebimiz farklıydı. Bir serginin açılış kokteyline davetliydik ve serginin bizim için özel bir anlamı vardı:


Serginin adı "Cebeci-Sıhhiye Hattında Tıbbiyeliler" idi, Ankara Tabip Odası tarafından düzenlenen bir sergi idi ve serginin düzenleyiciliğini de Oda'nın basın sorumlusu olan bir arkadaşımız yapıyordu. Bizi ilgilendiren yönü ise şu idi:

Fotoğraf aile albümümüzden. Babam ve aşı şubesinde birlikte çalıştıkları doktor ve kimya mühendisi hanımefendiler Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün bahçesinde, Enstitü'nün kurucusu olan sağlık bakanı Refik Saydam'ın büstü önünde o günü ölümsüzleştirmişler. İyi ki, böylece yıllar sonra bize duygusal anlar yaşatan bir olaya sebep oldular. 1928 yılında kurulan Hıfzıssıhha Enstitüsü aşı ve serum üretiminin yanı sıra halk sağlığı konusunda da önemli çalışmalar yapılan bir kurumdu, ne yazık ki 1998 yılında aşı üretimi durmuş, 2011 yılında da çalışmalarına son verilmiştir. 

Babam yıllarca o kurumda çalıştı, önceleri aşı üretim bölümünde sağlık memuru olarak, sonra da yönetim kadrosunda Enstitü'nün genel sekreteri olarak. Kardeşimle benim çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz o güzelim taş binaların serin, gölgeli koridorlarında, aydınlık odalarında, laboratuvarlarında, leylaklar, çamlar ve Japon elmalarının süslediği yemyeşil bahçelerinde geçti. Adeta evimiz gibiydi, personelin çoğunu tanır, rahatça girip çıkardık. Babamın iş arkadaşları tarafından şımartılır, laboratuvardaki ocaklarda, beher içinde demlenen çaylar içerdik. Baharda babam kucak dolusu leylaklar getirirdi, leylak sevgim biraz da ondandır sanırım. Babam emekli olduktan ve kurum 80 sonrası tanınmayacak hale geldikten sonra bir daha gitmedik ama anılarımda hâlâ kunt taş binalar, sonraları Hıfzıssıhha Okulu olarak kullanılan yuvarlak cepheli, pembeye boyalı binanın üstündeki Temizlik Tanrıçası Hygenia kabartması, çiçek tarhları, yemeye bayıldığım ekşi Japon elmaları capcanlı durur. 

Sergide çeşitli aile albümlerinden toplanmış sağlık çalışanlarına ait fotoğraflar var. Görmek isterseniz 8 Ekim'e kadar Kale'deki Rahmi Koç Müzesi Sergi Salonu'nda gezebilirsiniz.

Sergi çıkışı gelmişken biraz civarda dolaşalım dedik ve kendimizi Pilavoğlu Han'ın renkli mekanlarında bulduk:


Elbette ki burada fotoğraf çektirdik, kaçar mı bizden 😀


Çiçeklerle ve sanatsal objelerle bezeli atölyeleri gezdik. Üst katlara daha önce hiç çıkmamıştım, meğer çok renkli ve canlı imiş, Pirinç Han'a rakip olacak kadar...


16. ya da 17. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen Han önceleri ticari amaçla kullanılırken Osmanlı'nın son yıllarında kadın ve çocuk cezaevi olarak kullanılmış, daha sonra odaları evsiz ve kimsesizlerin konaklamasına tahsis edilmiş. 20. Yüzyılın sonlarında ise tekrar ticari amaca dönmüş, üst katlar pansiyon, alt katlar deri atölyeleri olarak işlev görmüş. Günümüzde ise tamamen sanat amaçlı kullanılmakta, otantik, renkli ve keyifli bir mekan. 

Kaleiçi'nin hatırı kalmasın diyerek biz de içeri geçip hafta sonu kalabalığına karıştık. Pandemiden bu yana uğramamıştım iyi geldi. Sonra aşağıdaki arkadaşa veda edip eve yollandık:





22 Eylül 2023 Cuma

HAFTALIK / 22 EYLÜL

 Ne oldu şu bir haftada, kısa kısa yazayım:

-Storytel'de Aylin Balboa'nın sesinden "Bu Hikaye Senden Uzun Osman/Aylin Balboa", Emre Melemez'in sesinden "Kün/Sezgin Kaymaz", Bülent Yıldıran'ın sesinden ""Hayattan Sayfalar/Hüseyin Rahmi Gürpınar" kitaplarını dinledim. Kitap dinledim yazmak biraz komik oluyor ama dinledim işte. Aslında "Kün"ü okuyalı epey olmuştu, Konya şivesiyle konuşan köpek Çeto'ya bayılmıştım, sırf onun konuşmasını duymak için dinledim, Emre Melemez inanılmaz seslendirmiş, Storytel'iniz varsa kitabı okuduysanız bile dinleyin derim. 

-Konur Sokak'ta bir binanın üst katından kuşbakışı Yüksel Caddesi ile Konur Sokak'ın kesiştiği noktaya baktım. Minicik görünen insanlar ve "İnsan Hakları Heykeli" gözüme oyuncak gibi geldiler.


-Evin karşısındaki birkaç zamandır atıl duran yurdu yıkmaya başladılar ama o kadar kuraldışı bir yıkım ki tozdan, gürültüden bezdiğimiz gibi, ne kapı pencere açabildik, ne çamaşır serebildik. Cadde trafiğinin altüst oluşundan söz etmiyorum bile. Hele üst katların aniden zemine gürültüyle inişiyle boğulduğumuz toz bulutunu anlatamam:

Pencereden görüş mesafemiz, ki ben telefonu bulup çekene kadar toz bulutu nispeten dağılmıştı. 

-Dün kız kardeş ve arkadaşla buluşma yerine gitmek için dolmuştan inip karşıya geçtiğimde bahçe duvarına sarılmış bir sarmaşığın etrafında biteviye uçan beyaz bir kelebek ve kelebekle aynı yöne dönüp duran bir kadın gördüm. İlgimi çekti durup baktım, kadın bana dönüp, "Konuşuyor benimle" dedi, "anlaşıyoruz biz". "Doğrudur" dedim, ben de arasıra kedilere "Merhaba" derim ama kelebekle konuşmak pek aklıma gelmemişti, denenebilir 😊. "İyi günler" deyip yürüyordum ki kitap okuyup okumadığımı sordu, başıma geleceği tahmin etmiştim ama "Evet" demiş bulundum. "Şimdi kişisel gelişim diyecek" düşünce balonu daha kafamda patlamadan bingo! "Kişisel gelişim" dedi. "Yok yok, hiç okumam" diyerek topukladım, okumam çünkü, tahammül dahi edemem. Her ne kadar zamanında gayet masum anı-öykü kitabım "Mutfağın Hatıra Defteri"ni aklı başında kitabevi dediğimiz Dost kişisel gelişim rafında sergilese de 😃

-Kızlarla buluşana kadar bir süre yürüdüm, apartmanın birinde altlı üstlü iki dairede birinin adında kuş, birinin adında hindi bulunan iki isim tabelası gördüm, ne yalan söyleyeyim güldüm bu kanatlı apartmana 😀

-Sonra kız kardeşle Ankara'nın hiç görmediğimiz sokaklarına daldık, evlerin ve bahçelerin güzelliğine şaşarak yürüdük de yürüdük.

-Epeydir elimde sürünen "Kairos"u bitirdim, "Cam İnciler"e başladım...

Bir haftaya bu kadar yeter, değil mi?


18 Eylül 2023 Pazartesi

HAFTA DÖKÜMÜ / 18 EYLÜL

Bol hareketli bir haftayı geride bırakırken haftanın son günü aksilikle başladı. Kargalar kahvaltısını etmemişti ki klozetin musluğu greve gitti. "Kapanmıyorum arkadaş, keyif benim değil mi, var mı diyeceğiniz?" diye çemkirdi. Ellerim kızarana kadar çevirsem de Nuh dedi, peygamber demedi. Ee akan yalnızca su değil, ki o da önemli bir mevzu ama bizim cüzdandaki paralar da klozetin derinliklerinde kaybolmakta idiler. Kocam Bey girdi devreye, o yalnızca ellerini değil İngiltere asilzadesi anahtarları, torlayan vidaları, ker ker petenleri, pen pen penseleri de devreye soktu ama yok, akıyor da akıyor, biz başında bakıyor da bakıyor. Vanayı kapattık çaresiz ama bu sefer de gün boyu susuz kalacağız. Tekrar giriştik işe, bir şekilde kullanılamaz hale getirip kestik suyu. Kısacası greve giden musluğa lokavt ilan ettik. Pazar günü tamirci çağırmak da mümkün değil, aile içi hallettik, birkaç saat sonra oğlum gelip yepisyeni bir tane taktı, eskisi de inatlaştığıyla kaldı, adamı böyle yaparlar işte (musluğa verilen paraları ve harcanan işgücünü gündeme getirmiyorum, aman kulağına gitmesin 😀).

Günün ikinci vukuatı olarak 1973'ten bu yana aile evimizde ikamet edip çay-kahve içiminde kullanılan Kıbrıs menşeli kupalardan birini kırdım. Bunun üçüncüsü de gelir diyordum ama ikide kaldık, hayırlısı...

Geçen hafta bir aya yetecek kadar etkinlik içinde geçti. Bir önceki Cumartesi kız kardeşle rutin Ankara turlarımızdan birini yapmaya niyet ettik. Ulus'u seçtik bu kez, bazı yerlerin yenilenip restore edildiğini duymuştuk ama değişen pek fazla bir şey göremedik. Heykelin olduğu alan elden geçmiş, birtakım bitkilerle yeşillendirilmiş, Ulus İşhanı'nın da dış cephesi boyanmıştı, iç avlular ise eski hamam, eski tas pasaklılığında devam ediyordu. Belki zamanla başka değişiklikler de yapılacaktır. Benim çocukluğumda annemler Kızılay'dan çekinir, alışveriş için daha ucuz diye Ulus'a gelirlerdi. Şimdi işler değişmiş, bir simit almak istedim Heykel'in oradaki simitçi dükkanından 12 lira dediler, bari gidip Kızılay'da yiyeyim, daha ucuzdur dedim 😃

Baktık göze çarpan bir değişiklik yok yönümüzü İş Bankası Müzesi'nin arkalarına çevirdik, "Hazine Müzesi" yazan bir tabela görünce gezmek istedik ama kapalı imiş. Ayaklarımız bizi Hacı Bayram tarafına yönlendirdi, türlü çeşit dini malzeme satılan bir çarşının içine düştük. Epey oyalandık her türden insanın bulunduğu, kimsenin kimseyle ilgilenmediği çarşıda. Magnet ve ayraç satın alıp üst katta gördüğümüz bir kafeye konuşlandık. Hayli güzel dekorasyonu olan, iki tatlı genç kızın hizmet verdiği mekanda çok şık bir sunumla kahve içtik. Gidiş gelişlerimizde oturacak düzgün bir mekan bulamadığımız Ulus'a bir daha yolumuz düştüğünde buraya gelmeye karar verip ayrıldık. 



Söz konusu çarşıda bir esansçı dükkanının vitrini

Hacı Bayram'ın meşhur dönercisini es geçerek Hâl civarındaki fırından ekmek alıp yürüyerek eve döndük. Her ikimiz de bu ilginç rotadan memnun kaldık. 

Pazartesi günü pandemi yüzünden uzun süredir görmediğim iki arkadaşımla buluştum, denizsiz Ankara'da Route'un havuzuna bakarak sohbet ettik 😊

Bu yaz ilginç bir şekilde Blog ve İnstagram sayesinde edindiğim dostlarla buluşma yazı oldu. Kimiyle daha önceden yüzyüze tanıştığım, kimiyle ilk kez görüştüğüm arkadaşlarım yaz aylarıma güzellik kattılar. Blog sayesinden tanıdığım ama seçilmiş kız kardeş kontenjanına aldığım Bilge'nin annesi ise Ankara'daki demirbaşım benim, görüşemezsek telefonlaşırız. Salı günü önce onunla buluşup kahve içtik. İlginçtir ki kahve içtiğimiz mekanda bir başka Instagram dostuna rastladık. Daha doğrusu o bizi görüp geldi, kısa ama keyifli bir sohbet ettik. Sonrasında ise bir başka blog dostu ile buluşma vardı, artık yazmadığı blogunu çok severek takip ettiğim sevgili Qunegond. Ankara'da açılacak bir fotoğraf sergisi için başkentimize gelecekti ve ben bundan dolayı çok mutlu idim. 

Qune ile buluşup sergi açılacak mekanı da ziyaret ettik, bir alt salondaki "Sinemanın Büyüsü" sergisine de bir göz atmayı ihmal etmedik.




Çarşamba yine eski arkadaşlarla, yine Route'un havuzuna karşı sohbetle geçti. Ertesi gün ise kız kardeşle birlikte Qunegond'un da fotoğraflarının olduğu AFSAD'ın Çağdaş Sanatlar Galerisi'ndeki sergisinin açılışına gittik:


Qune'nin bulunduğu atölyenin sergisinin adı "Haksızlık" idi. Aşağıdakiler onun standından:



Bunlar da 6 Şubat depremi anısına:



Ertesi gün yine Qune ile bir kahve içip yemek yedikten sonra onu istasyona yolcu edip kendim de Ankara sokaklarındaki duvar resimlerine baka baka eve döndüm.




Hasılı güzel bir haftaydı, gelecek haftalardan da aynı performansı bekliyorum. Kalın sağlıcakla...

13 Eylül 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 9 / 13 EYLÜL

Geçen hafta zunkla şekerini yiyip okulun kapısından girmiştim yanlış hatırlamıyorsam. Eğer günlerden çarşamba ise Firdevs Öğretmen için o gün şiir günüydü. Her birimiz bir şiir hazırlayıp gelmek zorundaydık. Bu edebiyat türünden aldığım zevki Firdevs Öğretmen'in çarşambalarına borçluyum. Cahit Külebi'nin "Küçük Zerdali Ağacım" şiiriyle başlayan sevgim o gün bugündür aldı başını gidiyor:

"Kar yine başladı yağmaya
Küçük zerdali ağacım
Ne soran, ne arayan bulunur
İnsan nâçar kalmaya
.........."

İlginçti benim Firdevs Öğretmenim, çarşambaları şiire ayırdığı gibi cuma son derslerde de yüksek sesle kitap okuturdu. Herkes sıradan okul şarkıları öğrenirken Firdevs Öğretmenim'in dağarcığında Reşat Nuri Güntekin'den edebiyat dersleri aldığı "Kız Muallim Mektebi"nde öğrendiği şarkılar bulunurdu:

"Sonbaharın gamları ürküttü mü pek sizi
Terk edip bu diyarı, ağlattınız hep bizi
Solgun gökten ince bir bulut gibi aktınız
Altınızda titreşir, sizin coşkun bir deniz
Pek uzak mı nereye, ey semavî yolcular
Hangi ılık bâdiyeler, yolunuzu karşılar"

Göçmen kuşları bu şarkıyla yolculardık. İlkokul bitirme sınavında da (evet ilkokulu sınavla bitiren nesli tükenmişlerdenim ben 😊), herkes okul şarkıları söylerken biz "Bugün bize hoş geldiniz erenler" ile geçmiştik Müzik dersinin sınavını.  Bir Rumeli göçmeni olan öğretmenim Balkan Savaşı'nı anılarıyla anlatırdı bize, yaşı epey ileriydi, bizi mezun edip emekliye ayrılmıştı yaş haddinden. 

Her şey iyiydi, hoştu ama beslenme saatleri işkenceydi. Yarım saatlik beslenme teneffüsünde elinde galvaniz güğümle içeri giren sınıf arkadaşımız Sarı Süleyman'ın müstahdem babası, basmadan dikilmiş ağzı büzgülü süt torbalarımızdan gönülsüzce çıkardığımız bardaklara böcek ilacı kokulu, iğrenç tattaki süttozundan yapılma ne idüğü belirsiz sıvıyı doldururken burnumu tutmaya başlardım. Amerikan yardımı bu sözde sütten iki yudumu kusmamak için kendimi zorlayarak yutar, geri kalanı basmadan yapılma süt torbama boca eder, bir de evde annemden azar işitirdim. Firdevs Öğretmen'in en kötü yönü buydu, "O süt(!) mutlaka içilecek"ti, lamı cimi yok. Benim için de yapılacak bir şey yok, içemiyorsam ve çöp kutusuna boşaltamıyorsam yallah süt torbasına. Ne torbada hayır, kalır ne de sızan sütlerden önlükte...

Firdevs Öğretmenim'i diğer öğretmenlerden ayıran özelliklerden biri de birinci sınıfta okumayı söktüğümüzde yakamıza kırmızı kurdele takmamasıydı. "Çocuklarım birbirini kıskanmasın" derdi, gelgelelim bu defa diğer sınıfların yakalarındaki kırmızı kurdelelere özenirdik. Olsundu, o kadar kusur kadı kızında da olurdu. Hem sayfalar dolusu "Türkân, Müjgân, Agâh" yazarak "^" işareti kullanmayı öğrenmiştik ya. Benim şahsî bir özentim daha vardı, hiçbir zaman gerçek olmadı; 23 Nisan törenlerinde Stadyum'da, özel kostümlerle boy göstermek. Gösteremedim, içimde ukde kaldı 😊 Neyse ki bir 10 Kasım'da müdür odasındaki mikrofondan tüm okula hitaben "Atatürk" şiiri okudum da hevesimi biraz almış oldum 😃Onu da düzenli olarak aldığım "Çocuk Haftası" dergisindeki pek duyulmamış şiire borçluyum. 

İlginçti benim öğretmenim, yukarıda da belirttim ya, uzun paçalı pazen donlar giyer (oturunca eteğinin ucundan görünürdü 😊), naylon çoraplarının üstüne kaçmasın diye eski çoraplarından kestiği patikleri geçirirdi. Bazen derste "Ünzüle gelir misin?" diye arkadaşlarımızdan birini koridora çağırırdı, biz de ne oluyor diye merak ederdik, sonra Ünzüle'den öğrendik ki sutyeninin açılan kopçasını ilikletirmiş. Ünzüle bu işle görevli memur gibiydi 😀

Öğretmenimizin camdan bir şişesi vardı, onu ele geçirmek biz öğrencileri arasında statü sembolüydü. Çünkü musluktan akan kireçli ve klorlu suyu içemezdi, şişeyi kim ele geçirirse evinden memba suyu doldurup getirirdi. 5 yıl boyunca o şişeyi ele geçirebilmek için ciddi savaş verdim. Sonunda mezuniyetime yakın muradıma erdim. Büyük bir erinçle şişe elimde eve gittim. Komşumuz Faruk abi bizdeydi: "O şişe ne kız?" diye sordu. Gururla, "Öğretmenimin su şişesi, memba suyu doldurup götüreceğim" demek gafletinde bulundum. Faruk abi bizim apartmandan taşınana kadar benimle dalga geçti, her gördüğünde "Firdevs'e su götürüyor musun kız?" diye sorardı, çocukluk bu ya çok kızardım 😊


Leylak Hanım 5. sınıfın ilk gününde okula gidiyor. Önlüğü yeni dikilmiş, o yıl üretilen parlak, saten görünümlü kumaştan, kurdeleleri kafası kadar. Ayağında sandaletler, havalar henüz soğumamış, anneannesi bu sandaletlere "Şaplı sandalet" derdi ne demekse. Çantası da yeni, büyüdü ya artık, kutu çantalar yakışmaz. Aslında bu fotoğrafın belgesel niteliği var, hemen arkamda bir hallaç, yolun karşısında da kamyonetli sucu görünüyor, ikisi de artık nadirattan, hatta hiç yok. Yenimahalle'nin henüz yıkılmamış 2-3 katlı, bahçe içi evleri kaldırım boyunca sıralı. Kamyonetli suculardan önce at arabalı olanlar vardı, damacanalar hasır kılıflarda gelir, büzgülü basmadan elbise giydirilmiş toprak küplerimize boşaltılırdı. Bizim mahalleye iki marka su gelirdi, İnci ve Kavacık. Biz İnci alırdık. Neredeyse aileden olmuş bir sucumuz vardı, o kadar samimiydi ki bir seferinde yaz tatilinden yeni döndüğümüz için iyiden iyiye bronzlaşmış anneme, "Kız bu ne hâl, ateşten atlamış tilkiye dönmüşsün" demişti 😀

Firdevs öğretmenim, iğrenç süt tozları, arada bir verilen, yine Amerikan yardımı undan yapılma, gözleri kuru üzümden, ördek şeklinde çörekler, yavrukurt arkadaşlarımızın gösterileri, cumartesi günleri hoparlörden ünlü bir müzik adamının verdiği müzik dersleri, Yadigar Hanım'ın İngilizce kursları, Atatürk'e benzeyen gür kaşlı müdürümüz, koca elleriyle kızdı mı tokat atan Yurttaşlık Bilgisi öğretmeni, okulun bahçesinde açılan şehrin ilk Trafik Parkı, açılış günü yaya olarak rol alıp habire yürüyüşümüz, okul kütüphanesinin boynu sürekli eğri duran sıska, upuzun memuru, pazar günleri o kütüphanede 1 lira vererek izlediğimiz filmler, "Kötü Tohum", "Küçük Hanımefendi serileri", "Ayşecikler", kullanıldığını bir kez bile görmediğimiz koridordaki vitrinde kilitli Fen Bilgisi aletleri, özel günlerde söylediğimiz okul marşı, gözümüze kocaman görünen daracık koridorlar. Hepsi zihnimdeki ilkokul dolabının en nadide çekmecelerinde saklı...


8 Eylül 2023 Cuma

ANKARA, ANKARA. EY İYİ KALPLİ ÜVEY ANA!*

İki gün önce ani bir kararla iyi kalpli üvey anamı ziyarete karar verdim, bu kez Cermodern'deki sergi bahanesiyle. Bir süredir kendisini Sivas'la, Rize'yle, Batum'la, Eskişehir'le aldatmaktaydım, farkındayım. Gönlünü alayım dedim, ne de olsa üzerimde çok emeği var. 

Cermodern'i salonlarında açılan sergiler bir yana, bina olarak bile çok seviyorum, gel gör ki onu da ihmal etmiştim uzun zamandır, bu kez suç bende değil, pandemide. Son gidişim 2019 yılının Aralık ayı idi. Havanın biraz serinlemesini bekledim ve vurdum kendimi yaya olarak yola. Adliye'nin oradan sapıp hafif meyilli yokuşu tırmanmaya başladım. Kaldırım ve yol çalışmaları vardı, kepçeler, dozerler ve kafaları baretli işçilerle doluydu yol, arkamdan gelen araçlardan sakına sakına yeşil bir alana vardım. "Acaba" diye danıştım kendime, "bu yeşil alandan devam etsem beni Cermodern'e götürür mü? Cermodern görünüyor çünkü ileride". Kendim kendime cevap veremeyince o yeşil alanın kıyısında oturmuş cigara tüttürüp dinlenen iş yelekli, baretli iki görevliye yanaştım: "Buradan yürüsem Cermodern'e varır mıyım?". İkisi de yüzüme baktı, sonra biri, "Cermodern nere?" dedi. "Peki" dedim, yola çevirdim yine yönümü, arkamdan akıl verdiler: "Yoldan devam edin". Bir daha "Peki" dedim.

Epeyce ter döktükten sonra Cermodern'in bahçesine girdim sonunda. Beni "Su Perileri" karşıladı.

1924 yılında devrin belediye başkanı tarafından İtalya'dan getirtilen heykelin zaman içinde yer değiştirmekten başı döndü desem yeridir. Benim hatırladığım yıllarda Tandoğan Meydanı'nda idi. Ama öncesinde Demirtepe'den Kızılay'a, Evkaf Apartmanı Parkı'ndan Hacettepe'ye kadar taşınmış durmuş, sonunda Tandoğan'a yerleşip bir "Oh!" diyecekken metro çalışmaları nedeniyle kaldırılıp belediyenin depolarından birine konmuş. Metro inşası bittikten sonra da yerine çaydanlık-fincan zımbırtısı yerleştirilmiş. Hatırlayanlar "Su perileri nerede?" arayışına girdikten çok sonra, 2010 yılında restorasyondan geçip Cermodern'in bahçesine yerleşmiş. Yerine yakışmış, hele de CSO Ada'nın inşası bitip çevre düzenlemesi yapılınca daha da yakışmış. Bu yeşil alanı 4 yıllık uzaklaşma sürecim nedeniyle görmemiştim, Cermodern sonrası gezince çok hoşuma gitti ama önce azıcık sergiden bahsedeyim:


İtalya Büyükelçiliği ve Cermodern işbirliği ile gerçekleştirilen sergi "Bir Zamanlar Denizin Olduğu Yer" adını taşıyor. Yaklaşık 250 milyon yıl önce Asya, Avrupa, Afrika ve Avustralya kıtalarının ana hatlarını çizen süper kıta Pangea'nın doğusunda, antik Tethys Denizi'nin tabanını oluşturan geniş bir körfez varmış. 20 milyon yıl önce bu noktadan başlayarak dağlık bir manzara olan Dolomitler gelişmeye başlamış. Deniz çekilmiş ve yüzey şekilleri oluşmaya başlamış. Buradan hareketle sergiye katılan sanatçılar bu oluşumu eserleriyle sembolik olarak canlandırmaya çalışmışlar. Sergideki en ilginç çalışma Wil-ma Kammerer'in "Parlak Beyaz" isimli eseri idi:


Suyu anımsatan folyolara fanlarla hareket verilerek arazi yüzeyinin nasıl değiştiği anlatılmaya çalışılmış. Gerçekten ilginçti.


Arnold Mario Dall'O'nun karadaki bitki dünyasının gelişimini temsil eden çiçeklerinin önünde Aron Demetz'in ahşaptan oyulma insan figürü geçiciliği ve ekosistemin kırılganlığını sembolize etmekte imiş efendim. Biraz zorlayıcı ama ilginç bir sergi idi, bu bilgileri de serginin broşüründen aldım, sonuçta sanatsal bilgim bu kadarına yeterli gelmemekte.

Çıkışta Cafemodern'de kendime bir sütlü Americano ikram edip kalktım. Tankut Öktem'in eseri olan Abidin Dino'ya bir selam çakıp  Cermodern'le CSO Ada'yı birleştiren yeşil alana yollandım.


Aman ne güzel olmuş buralar, neden söylemiyorsunuz ayol, bunca zaman gelip gezerdim. CSO yeni binasının yamacındaki çimenliğe yayılmıştı insanlar. Yeni bina uzay üssü gibi, bakış açısına göre "Armadillo" hayvanına da benzetebilirsiniz 😀


Bu CSO


Bu da armadillo, benzemiyor mu 😂

Lakin şu detay çok hoşuma gitti:


Derin olmayan havuzun üstüne orkestra elemanlarının çalgılarıyla siluetlerini yapmışlar.



Şefsiz olmaz haliyle 😊 Aradan İller Bankası binasının yerine yapılan Melike Hatun Camii'nin minareleri, daha da yukarıda Ankara Kale'si görünmekte. 

Yeşil alan boyunca yürüyerek CSO'nun tarihi salonunun önüne çıktım. Bu binaya ilk gelişim ilkokulda iken olmuştu. Tüm okulu toplayıp "Peter ve Kurt" isimli senfonik masalı dinlemeye götürmüşlerdi. O kadar etkilenmiştim ki birkaç yıl önce 23 Nisan nedeniyle Antalya Senfoni Orkestrası çocuklar için Selim Bayraktar'ın seslendirmesiyle çalınca yüzlerce çocuğun arasına girip bir kez daha dinlemiştim 😂

Tarihi salonun bahçesinde Ahmet Adnan Saygun'un heykeli var, ne düşünerek elini öyle yaptılar bilmiyorum ama adamcağız cep telefonuyla konuşuyor gibi betimlenmiş: "Birader, bi dakika beni dinle, o parçayı bir kez daha gözden geçir, bana çok uzun gibi geldi sanki" 😀


CSO'nun yeni, eski binalarını seyran eyleyip Opera civarına çıktım. Bulvarın CSO'ya bakan tarafına konuşlandırılmış Cumhuriyet Parkı'na geçip ağaçların sağladığı serinliğe sığınarak Sıhhiye'ye doğru yürümeye başladım. Radyoevi'nin  karşısına denk gelen yerde rastladığım, Türk Halk Müziği'nin önemli ismi Muzaffer Sarısözen'e de bir selam çakarak devam ettim. 


Parkın sonu geldiğinde Sıhhiye'ye ulaşmıştım. Adımlarımı hızlandırıp eve doğru yönümü döndüm. Güzel bir yürüyüş oldu, her hafta bir Ankara yürüyüşü yapmaya karar vererek eve ulaştım. 

*"Oteller, Hanlar, Hamamlar İçin Sürekli Şiir/Cemal Süreya"


6 Eylül 2023 Çarşamba

ÇÜNKÜ HATIRALAR KUŞLAR GİBİ 8 / 6 EYLÜL

10 yılımızı geçireceğimiz yeni evimize taşındıktan bir süre sonra okullar açıldı, gururlu ve saftirik bir ikinci sınıf öğrencisi olarak her sabah kapımızı çalan Müyesser Teyze'nin torunu Yasemin ile okul yoluna düşüyordum. Yasemin benden büyük olduğu için o yıl mezun oldu, okul yollarına solo olarak devama başladım. Belirli bir ritüelim vardı, eğer o sabah harçlık olarak 25 kuruş yerine 50 kuruş kopardıysam önce Mustaa Bakkal'a uğrardım. Dükkanın dışını maviye boyatıp adını "Mavi Köşe" koysa da o mahalle arasında "Mustaa Bakkal"dı. Kel, tombik ve uyanıktı. Dükkanın yeri matematiksel bir konum arz ediyordu. Kaldırımdan yürüyüp kavşağa gelince sağa döneceğimize Mustaa Bakkal'ın bahçe kapısından girip eğri bir çizgi izleyerek diğer kapıdan çıkınca varacağımız noktaya daha çabuk varıyorduk, kısacası Pisagor Teoremi'nin uygulamalı olarak öğrenmiş oluyorduk. Bizim matematik alanındaki gelişimimiz Mustaa Bakkal'ın umurunda olmadığı için "Çimenlerimi eziyorsunuz" azarını her seferinde işitsek de  umursamıyorduk. Sonunda pes etti, dik üçgenin uzun kenarı gayrı resmi olarak yola dönüştü. 

50 kuruş harçlık alınca Mustaa Bakkal'a uğrama sebebim tüp çikolata idi. Beyaz üstüne kahverengi çizgileri olan bu alüminyum tüpün içinde dünyanın en lezzetli krem çikolatası vardı. Daha kapıdan çıkarken kapağı açar, tüpü biberon misali ağzıma alır, her lokmanın tadını çıkararak yürürdüm okula. Öyle denk getirirdim ki son lokma sınıfın kapısında biterdi. Ağzımda alüminyumla karışık çikolata tadı ile başlardım derse. Haliyle babam her gün 50 kuruş vermiyordu, simit 25 kuruştu, bu da bana yeterdi. Böyle günlerde üçgenin uzun kenarından geçip yola devam eder, iki sokak ötedeki apartmanın bahçe çitine dolanmış kuzu kulağı sarmaşığının önünde es verir, ağzıma o ekşimsi yapraklardan birkaç tane attıktan sonra ikinci hedefime ulaşırdım: "Karakedi Kitabevi". 

Bu fotoğraf yıllar sonra çekildi gerçi ama kırmızıya boyalı binanın kadraja girmeyen zemin katında, merdiven altına konuşlanmış minicik bir dükkandı Karakedi Kitabevi. İki cephesini merdivenin duvarı, dışa bakan iki cephesini de yapıldığı günden bu yana silinmemiş, kirloz camekanlar oluştururdu. İçeriye iki kişi zor sığardı zaten. Okula gittiğim her gün o kirli camekana yapışıp vitrindeki kitaplara bakardım. Sonra bir gün kuzenlerimden biri beni oraya götürdü ve Karakedi'den alınma ilk kitabımı hediye etti: "Lassie, Yuvaya Dönüş". Bir diğerini de epey para biriktirdikten sonra kendim aldım: "Döner Ayna/Halide Edip Adıvar". Her ikisi de hâlâ kitaplığımda. 

Yeni kurulmuş bir yerleşim yeri olan Yenimahalle'de isimleri ilginç birçok kitap-kırtasiye dükkanı vardı. Karakedi ilk göz ağrımdı, sonra Fujiyama. Buradan daha ziyade kırtasiye malzemeleri alırdım. Derken "Kanarya Kitabevi" girdi hayatıma. Karakolun karşısındaki bu karanlık, küçük dükkan ortaokul yıllarımın mabedi gibiydi. Her gün okul çıkışı adeta bir zorunlulukmuş gibi uğrar kimi zaman gerekli, kimi zaman gereksiz bir sürü şey alırdım. Kokulu silgiler, çiçek desenli kap kağıtları, süslü kalem başlıkları, kalem açmaktan ziyade oyuncak görevi gören kalemtraşlar ve kimi zaman kitaplar. Orta yaşlı bir karı-koca işletirdi bu küçük dükkanı, muhtemel ki emeklilik günlerinin ek gelir kapısıydı. Adını çiftin kanarya meraklısı erkek olanı koymuştu. Bir yılbaşı öncesi, çekiliş düzenlemiş ve kazanana sapsarı bir kanarya vaat etmişti ödül olarak. Bir ay boyunca her gün bir şey satın aldım, derdim kanarya değildi, zaten besleyemezdim ama başka güzel ödüller vardı. Sanırım katılımcılar içinde en yüksek alışverişi yapanlardan biriydim, yılbaşı ertesi çıka çıka en uyduruğundan plastik bir kalemtraş düştü payıma. O günden beri bu tarz çekilişlere itibar etmem. 

Kanaat Kitabevi ortaokulda Fen Bilgisi derslerimize giren bir emekli subayın dükkanıydı. İnsanın o yaşlarda aklı ermiyor haliyle, hep söylüyorum ya biraz da saftık sanırım. Bize verilen her Fen Bilgisi ödevinin malzemesi mutlaka Kanaat Kitabevi'nde satılırdı, kanaatkardı görüldüğü gibi sahibi, adı da oradan geliyordu muhtemelen 😂. Elimiz mahkum gidip alırdık ödeve konu olacak malzemeyi, ne güzel, bir taşla iki kuş vururdu örtmenimiz(!)

Ve sonunda gerçek bir kitabevi açıldı Yenimahalle'mize, "Sipahi Kitabevi". Postanenin tam karşısında, birkaç basamak merdivenle inilen, loş ve büyük bir dükkan. Her şey vardı orada, kitaptan deftere, kağıt bebeklerden dergilere kadar. Cennet gibiydi benim için. O yıllarda yeni çıkan, üzeri kadife benzeri bir malzeme ile kaplanmış giysileri olan kağıt bebekler için bir hafta aç kalabilirdim. Kaç tanesini aldım, alamadığım kaçında gözüm kaldı bilmiyorum. Sonra kitaplar, çocukluğumun son kitabı, Edmondo Amicis'in "Çocuk Kalbi" ve ergenliğimin ilk kitabı, V. Blasco İbanez'den "Baharlar Açarken". Kitabı tamamen şömiz ciltli kapağının üstündeki, çiçekli bir bahar dalının altında, elinde beyaz bir güvercin tutan sarışın kızın hatırına  almıştım. Ne Blasco İbanez'den haberim vardı, ne de kitabın çevirmeninin Sinan Cemgil'in babası Adnan Cemgil olduğundan. Karakedi'den alınanlar gibi onlar da hâlâ kitaplığımda 53. yaşlarının sefasını sürüyorlar. Sipahi Kitabevi'ne biraz da Bravo dergileri için giderdik. Bu Almanca gençlik dergisini okuyarak okul Almancamızı geliştirmekti amacımız. Lakin dergiler çok pahalıydı, Sipahi'nin sahibi bize eski tarihli dergileri yarı fiyatına verirdi. Mini etekli, elma yanaklı, sarışın Alman kızlarının fotoğraflarına imrenerek altyazıları sökmeye çalışırdık. 

Karakedi'nin vitrini önünde fazla duraklayıp bir kitabevi turu yaptırdım galiba sizlere. Kendimi kitapçıdan kurtardığımda yola devam eder, geçmem gereken ana caddede okul saatlerinde bulunan trafik polisinin biz çocukların geçmesi için taşıtları durdurmasını beklerdim. Sonrası kışın kar yağdığında çanta üstünde kayılan kısa bir yokuş ve okul kapısı. Ama durun, hemen girmeyelim, önce kapının karşısında sıralı salaş dükkanlardan birine gitmemiz lazım. Külahta leblebi tozu ve "Zunkla şekeri" denilen ne idüğü belirsiz ama çok lezzetli bir şeker satan, kokuların birbirine karıştığı bakkalı ziyaret edelim. Tanesi 5 kuruştan Zunkla şekeri alalım, kağıdını açıp mora çalan yumuşak şekeri  ağzımıza atalım ki dersler tatlı geçsin. Ağzıma dolan lezzetin ne olduğunu yıllarca düşündüm, sonunda dank etti kafama, incir tabii ki. Olsa da yesek...

Devamı haftaya gelsin mi?

4 Eylül 2023 Pazartesi

HAFTAYA BAŞLARKEN / 4 EYLÜL


İki gündür yağmur var Ankara'da, hava serinledi epeyce. Bugün sakin yağıyor, dün coşmuştu, yine caddemiz ırmağa dönüştü. Yerler akasya çiçeği ve yaprağıyla dolu, evlerin içine giriyordu esintiyle, yağmur hepsini yere yapıştırdı. 

Akşam kızlarımız bizi mutlu etti, onlar da hep mutlu olsunlar dilerim...

Planladıklarım tutarsa bugün elimdeki Monique Truong'un "En Tatlı Meyveler" kitabını bitireceğim. Storytel'de Kemal Tahir'in "Esir Şehir Üçlemesi"nin üçüncü kitabı olan "Yol Ayrımı"na başlayacağım. MUBİ'de "Mukavemet" filmini izleyeceğim. Patates yemeği ve erişteli yeşil mercimek çorbası pişireceğim. 

"En Tatlı Meyveler" güzel bir kitap. Bugüne kadar adını dahi duymadığım yazar Lefcadio Hearn'ün yaşamını hayatına girmiş kadınların ağzından anlatıyor. Önce yazarın uydurduğu bir şahsiyet olduğunu düşündüm ama araştırınca gördüm ki gerçekten böyle biri var. İlginç bir adam, son eşi bir Japon ve ömrünün son yıllarını bir Japon adı (Yakume) alarak orada geçiriyor. Buraya kadar tamam da kitap İletişim Yayınları'ndan "Ruhun Gıdası Kitaplar" dizisinden çıkmış. Bu başlıkta genellikle yemek ve sofra içerikli yayınlar var. Yazarın diğer kitabı "Dilimdeki Acı" da bu diziye dahil edilmiş ama her iki kitabın yemek ve sofra kültürü ile olan ilişkisi neredeyse yok denecek kadar az. Birinin kapağına Trabzon hurması, diğerine armut yerleştirilerek dizinin adına uygun olması sağlanmış sanırım. Bilemedim, belki beni bir aydınlatan çıkar. 

Neyse, ben şimdi gidip "Esir Şehrin Mahpusu"nun son bir saatini dinleyerek yemeklerimi yapayım. Haftanız güzel geçsin...

1 Eylül 2023 Cuma

AĞUSTOS OKUMALARI / 1 EYLÜL

Ağustos ayı onca gezip tozmaya rağmen verimli geçti dostlar 12 kitap okumuş, 4 tane de dinlemişim. Aslında daha fazla dinlerdim ama "Esir Şehrin İnsanları" 12 saate yakın bir kitaptı, epeyce vaktimi aldı. Ondan bahsedeceğim, şimdi okuduklarıma bakalım:

-Bir süredir Tuna Kiremitçi'nin polisiyelerine takılmış durumdayım, zira beklemediğim ölçüde keyifli idiler. Özellikle Komiser Perihan'ın ekibinin maceralarını okumak kadınlar için daha fazla hoşa gidecek bir unsur. Serinin üçüncü kitabı, "Tehlikeli Şarkılar"da Perihan'ın Bacılar Bölüğü iptal edilmek istenen bir rock festivalinin yapımcılarının ölümü üzerine katilin izini sürüyor. Polisiyeseverseniz okuyun derim. 

-"Ağaçname" Selçuk Demirel'in şahane çizgileri ve çizgilerle uyumlu aforizmaları ile bir koleksiyon kitabı olarak kütüphanelerde bulunması gereken eser.

-Esasen "Blacksad" serisi takip ettiğim bir çizgi roman serisi değildi, 5. kitap olan "Amarillo"yu tesadüfen aldım, çok da sevdiğimi söyleyemeyeceğim. 

-"Ayı" enteresan bir kitap. Çalıştığı enstitüye varlıklı bir aile tarafından bağışlanan evin envanterini çıkarmak için Kuzey Kanada'daki bir adaya giden Lou orada yalnız olmadığını gider gitmez anlar. Bağışı yapan ailenin bakımını yaptığı bir ayı vardır ve Lou o ayının da bakımını üstlenmek zorundadır. Önceleri ayıya ihtiyatla yaklaşan genç kadın çok geçmeden dostluk kuracak, hatta aşıkdaşlık bile edecektir. Konu çok aykırı ve cesur, bu bakımdan ilgi çekici olabilir ama ben kitabı genel olarak, konudan bağımsız sevemedim. 

-"Olive Kitteridge", huysuz ve tatlı kadın. Birkaç yıl önce dizi olarak izlemiştim. Kız kardeşim çok beğendiğini söyleyerek hem "Olive Kitteridge"i, hem de devamı olan "Olive Yeniden"i verince tekrar okumak şart oldu. Olive bir fenomen, huysuzluğunun yanısıra bilgece tavırlarıyla, yardımseverliğiyle, kocası Henry'ye yaptığı çıkışlarla, çalıştığı okulda ilgi duyduğu öğretmen ve onun kaza sonucu ölümünden sonra tuttuğu yasla, oğluyla ve gelinleriyle olan ilişkileriyle hem sevilen, hem de insanı iten bir karakter. İki kitaptaki öykülerin kimi Olive'in bizzat başından geçiyor, kimine de bir şekilde dahil oluyor. Çok seveceksiniz, okuyun derim...

-"Tütüncü Çırağı" herkesin elinde ve dilinde iken okumayı düşünmediğim ama ilgi dağıldıktan sonra elime aldığım bir kitap oldu. Franz 2. Dünya Savaşı'nın öncesinde yaşadığı küçük kasabadan Viyana'ya, tütün dükkanı işleten Otto Trsnjek'in yanına çırak olarak çalışmak üzere gider. Kısa sürede işine ve patronuna alışan Franz müşteriler arasında bulunan Freud ile de bir şekilde ahbaplık kurar. Lakin Nazizmin ayak sesleri duyulmaktadır ve çok geçmeden Freud da, Otto Trsnjek de bundan nasibini alacaktır. Franz'a gelince, eh spoiler vermeyeyim, okuyun öğrenin...

-"Çöl ve Tohumu" beni oldukça zorlayan bir okuma oldu. Kendisinden yaşça hayli büyük kocası tarafından boşanma isteği üzerine yüzüne asit atılan bir kadının iyileşme süreci ile bu süreçte kendisine refakat eden, alkol ve psikolojik sorunları olan oğlunun öyküsü anlatılıyor. Kitap intihar ederek yaşamına son veren yazarın kendi hayatından da izler taşıyor. Oldukça travmatik bir anlatı olan kitabı okumaya yüreğiniz dayanacaksa buyurun derim...

-"Sabahın Sözcükleri" bir Akgün Akova kitabı. Yazılarını, şiirlerini, fotoğraflarını aynı ölçüde sevdiğim yazar bu kitapta her sabah Instagram aracılığı ile bize yolladığı "Günaydın"ları ve daha fazlasını fotoğraflar eşliğinde toplamış. Yazarı tanımıyorsanız tanışmanız bu kitapla olsun derim...

-"Bir Kimya Meselesi" bu yazın kitabı gibiydi, sanal alemde kitap meraklısı olan pek çok kişinin elinde görünce "Ben niye okumayayım" duygusuna kapılıp aldım. İyi de etmişim, edebi anlamda çok muhteşem bir eser olmasa da akıcı, kolay okunan ama bir yandan da kadın hakları, eğitim, basın gibi konularda önemle mesajlar veren bir kitap. Keyifli birkaç gün geçirmenizi sağlayıp yaz günlerinizi güzelleştirecek bir öykü...

-"Eskiden, Çok Eskiden" insana Murathan Mungan'ın güzelim şiirini anımsatsa da ilgisi yok diyeceğim. Kendisi de İstanbul doğumlu olan Petros Markaris'in işbilir kahramanı Komiser Kostas Haritos bu kez tatil nedeniyle geldiği İstanbul'da intikam amaçlı seri cinayetler işleyen yaşlı Maria'nın peşine Türk komiser Murat'la birlikte düşüyor. Kitap bir polisiye olmakla birlikte aynı zamanda göç, tehcir, pogrom gibi nedenlerle Türkiye'yi terk etmek zorunda kalan azınlıkların da hüzünlü hikayesi. Ben yazarın diğer kitaplarını da okumuştum ama bunu ayrı bir yere koyuyorum, okuyun derim...

-Şu anda elimde bitmek üzere olan kitap ise ilk kez okuduğum bir yazarın, Esra Kahya'nın öyküleri: "Benim Rüyalarım Hep Çıkar". Öyküler biraz tekinsiz ama ilginç.

Gelelim dinlediklerime:


-Ağustosun ilk Storytel dinlemesi Dostoyevski'den oldu: "Kadın Budalası". Ne yazık ki kaybettiğimiz Bülent Yıldıran'ın nefis seslendirmesi ile tipik bir Rus romanı. Bir gece yarısı kahramanımızın kapısını eski sevgililerinden birinin kocası çalar. Sonrası çok sayıda kişinin dahil olduğu bir olaylar zinciri. Okusam sever miydim emin değilim ama Bülent Yıldıran'dan dinleyince mutlaka beğeniyorsunuz.

-Louis Aragon Cengiz Aytmatov'un "Cemile"sini "Dünyanın en güzel aşk hikayesi" olarak betimlemiş ama bana kalırsa biraz abartmış. Öykü neşeli, hayat dolu, güzel bir kadın olan Cemile'nin çok sevdiği "kiçine bala"sı tarafından anlatılıyor. Kiçine bala Cemile'nin pek de isteyerek evlenmediği askerdeki kocasının küçük erkek kardeşidir. Köyün tüm erkekleri savaşta olduğu için ürün kaldırılmasında ağır-hafif demeden tüm işler yaşlı, çocuk, kadın, erkek demeden ortaklaşa yapılmaktadır. İşte bu ortak çalışma sırasında Cemile askerden yeni dönen Danyar ile yakınlaşır. "Selvi Boylum, Al Yazmalım" filminin de esinlendiği söylenen-ki bence pek alakası yok-bu romanı ister okuyun, ister dinleyin derim. Cemil Büyükdöğerli seslendirmiş. 

-Mehmet Atay ne seslendirirse seslendirsin bir şarkı dinler gibi dinliyor ve gözümde canlandırıyorum. "Karabibik" Nabizade Nazım'ın 1890'da yazdığı ilk gerçekçi köy romanı olduğu için önemli. Kitap "Karabibik" ve başka birkaç öyküden oluşuyor. Atay'ın sesi ayrı bir güzellik katmış kitabı, bu tarz kitapların okunması ya da dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum. 

-Bu ayın en önemli kitap dinlemesi ise zamanında bir türlü fırsat bulup okuyamadığım Kemal Tahir'in "Esir Şehir" üçlemesinin ilk kitabı olan "Esir Şehrin İnsanları" oldu. Mazlum Kiper'in muhteşem seslendirdiği 11 saati geçik bir dinlemeyle kitabı daha önce okumadığım için pişman oldum. 1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkıp toprakları işgal edilmiş Osmanlı ile başlıyor kitap. Bir Osmanlı aydını olan Kamil'in bilinçlenmesi ile devam ediyor. Bugün ikinci kitaba başladım "Esir Şehrin Mahpusu". Ne yazık ki Mazlum Kiper seslendirmemiş bunu, ilk kitaptaki dinleme tadını alamıyor insan ama zamanla alışırım sanırım, zira bu da 11 saatlik bir dinleme olacak.

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle...