8 saati aşan ve cümleten sinirlerimizi zıplattığına emin olduğum elektrik kesintii eşliğinde toparlanmaya çalıştım. Toparlanma çalışmalarıma deli gibi indiren yağmur eşlik etti, sonra güneş çıktı. Ben yağmurdan bıktım, başka bıkan varsa elime mum diksin. Kısa bir süre için Ege kıyılarına kaçıyorum, umarım yağmur, soğuk ve elektrik kesintisinin bu durumdan haberi olup peşimden gelmez. 8 yıl önce evlat edindiğim ama kendisinin bundan haberi olup olmadığını bilmediğim fotoğraftaki zeytin ağacımı da kucaklamayı planlıyorum gitmişken. Belki gelincikler de açmıştır belli mi olur. Dönüşte görüşmek üzere, kesintisiz ve güneşli günler diliyorum...
31 Mart 2015 Salı
25 Mart 2015 Çarşamba
İŞTE ÖYLE BİR ŞEY...
Fotoğraf çok eski bir derginin kapağı, leylaklara (belki de sümbül elindeki ama ben leylak olarak kabul ettim) düşkünlüğümü bilen kızkardeş yolladı. Milli Kütüphane'de bir araştırma için tozlu dergileri karıştırırken rastlamış. Türkiye mecmuasının 10 kuruşluk 47. sayısı. Yılı çıkmamış fotoğrafta muhtemelen 40'lar ya da 50'lerin başı ve bahar aylarından biri, olasılıkla Nisan. Kadının saç modelinden tahmin edebiliyorum, annemin de benzer ondüleli saçlarla fotoğrafları var o yıllardan kalma. Dingin, ışıklı yüzü, gerçek olamayacak kadar biçimli, yay kaşları, huzurlu gülümsemesi o yıllara ışınlanma isteği uyandırıyor içimde. Bu tarz dergilerle büyüdüm aslında, apartman komşumuz Semra ablanın babası bir yerlerden bulup getirirdi bu eski dergileri. Koca ciltleri yüklenir, her bir sayfasında dakikalarca oyalanarak bakardım eski kadınlara, eski giysilere, eski reklamlara. Annem "La Famila" adıyla andığı bir dergiden bahsederdi, içinden patronlar, işlenecek kumaşlar ve iplikler çıkan. Pek özenirdim, keşke şimdi de olsa derdim. 12-13 yaşlarında bir kız için gereksiz bir özenti. Esasen ne çeyiz kafasına sahiptim, ne de bir an önce evlenmek gibi bir düşüncem vardı. Kitaplar arasında kaybolmuş, örgülü saçlı bir gözlüklüydüm ama ruhumun bir yanı domestik kalmış olmalıydı ki ortaokulda başladım ufak tefek dikiş işlerine, liseyi bitirdiğimde her şeyimi kendim dikebiliyordum (Şu anda söküğümü dikmeye üşendiğimi de belirtmeden geçemeyeceğim). Yaz tatillerinde hanım kızlar olarak elimize tutuşturulan kaneviçeler-ki her daim nefret ettim-çin iğnesi örtüler, tül işleri beni nakıştan ebediyen soğuturken dikişe olan hevesimi hiç köreltmedi. Nakış işlenen takımlar iki parçadan öteye geçemedi doğal olarak, kocaman, sıcak ve arkadaş dolu bir yaz iğnenin ucunda telef edilemezdi. Bahçeler, kırlar, sokaklar ve kitaplar beni beklerken annemin "bitir artık şunu" lafları havada uzun süre asılı kalıp sonra çaresiz yere düşüyordu. Hala kendi evimin ve annemin evinin çekmecelerinden, dolaplarından bu yıllanmış, yarım parçalar geçer elime, bakıp gülümserim. Güneşli bir balkon, kauçuk topla oynanan üç buçuk oyunu, merdiven altlarına çizilen seksek çizgileri, komşu kızı Hülya'nın adı gibi hülyalı bakışlarla söylediği "Hozalı gelin" türküsü, Ayşegül ciltleri, tatil kitapları düşer aklıma. Akşam üstleri İl Radyosu'nda yayınlanan "İstekler" programına "Delilah"ı çalmalarını isteyen bir mektup yazmayı düşlerim. Apartman önünde "istop" oynayan mahalle gençlerinin birbirlerine sataşmasını duymayı arzular kulağım, "Tomurcuk" hitabına kızan Mehmet'in topu Ayşen'e "koca g.tlü" diyerek atmasına gülmek isterim. Anneannemin kapısının önüne kadar uzamış kavağın fısıltısını hissetmek, kapı önlerinde gazete kağıdından külahlarda çekirdek çitlemek, camekanlı dolaplarda satılan "kenger sakızı"nı yumuşatmak için çenelerimin ağrımasına katlanmak, Vardar Pastanesi'nden kornet külahta dondurma yemek, Sipahi Kitabevi'nde harçlığımın yetmediği Almanca Bravo dergilerini karıştırmak isterim. Küçük şeylerle mutlu olmak ve kısacası gündemden uzaklaşmak isterim. Bunca yazılanın varacağı nokta da budur işte, kalın sağlıcakla...
20 Mart 2015 Cuma
KUŞ MASALI
Elektrik teline konuşlanmadan önce şu iki şapşi bizim mutfak balkonunda yapmayı planladıkları yuva için mekan bakıyorlardı. Geçen yıl Ankara dönüşü balkonu saran bit ve kaka olayından sonra birtakım tedbirler almak zorunda kalıp 10 yıldır devam eden kuş doğumhanesi hizmetini sona erdirdim. Lakin bunlar kuş oldukları ve bu nedenle de kuş beyinli oldukları için durumdan bihaberler. Hâlâ aktif olduğunu sanıp yer beğenmeye geliyorlar. Malum yeni evliler, maddi durumları kısıtlı, emlakçıya başvurmadan kendi imkanlarıyla bir yuva yapma derdindeler ama ben de Hilaliahmer Cemiyeti değilim arkadaş, yeterse yeter. Geçen yaz sonu balkonu temizleyeceğim diye saatlerce uğraştım, üstüne o toz zerresi minikliğinde ve jet hızındaki bitler tarafından ısırılıp üç gün kaşındım. Bereket yaşamıyorlar insan vücudunda, yoksa halimiz haraptı. O nedenle balkonda bir takım düzenlemelere gittim. Yuva yapılabilecek nitelikteki eşyaları yok ettim, bir süredir göz koydukları klima cihazının üstünü kalın naylonlarda doldurdum, saksılara fırıldak taktım, duvara dayalı merdivenin basamakları en sevdikleri mekan olduğu için her bir basamağa bir kutu koyup engel yaptım. O nedenle tüm çabalarına rağmen umduklarını bulamadılar. Onlar balkonda bakınırken ben mutfaktan gözledim. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
-Kız Şemsiye, sen buraya doğumhane dediydin ama pek benzemiyor.
-Ne bileyim Şemsi, büyük büyük nenemden bu yana tüm aile kadınları burada dünyaya getirmiş yavrularını, bana onlar tavsiye etti. Hatta annem beni şu merdivenin basamağından uçurmuş.
-Yahu baksana o merdivenin basamağına cafe açılmış, üzerinde Nestle Gold yazıyor.
-Alt katta da English Home var, burası AVM olmuş aşkitom, biz başka yere bakalım.
-Ah bak şurada bir bitki var, hep yeşillik bir mekanda bebeğimi kucağıma almak istemiştim, oraya baksak ya. Babaannem de babamı orada dünyaya getirmiş galiba.
-Kızım iyisin hoşsun da, oraya rüzgar tribünü dikmişler, elektriklerini beleşe getiriyor galiba bu uyanıklar, çarpılırız falan neme lazım.
-Aaa, bak yukarıda klima var, ay serin serin geçiririm kuluçka günlerimi, gel oraya yapalım yuvamızı Şemsicim.
-Sen dur aşkımın ilkbaharı, yorulma. Ben çıkıp bir bakayım.
Pırrrrrr....
-Yav bizde kısmet mi var Şemsiye, oraya da plastik ambalaj atölyesi açmışlar, giremedim bile içeri.
-Buralarda bir hortum yığını olacaktı, nereye gitti ki, ablam orada açmış gözlerini dünyaya, hatta ikizmiş, diğeri bitlenip ölmüş de annem pek üzüldüydü.
-Ben balkonun sahiplerini konuşurlarken duydum, annen galiba ishal olmuş, ortalığı batırmış temizlemeye uğraşırken çok kızmışlar, üstelik bitler onlara da saldırmış da biber gazıyla müdahale etmişler.
-Sen galiba çok TV izliyorsun Şemsi, ne biber gazı, haşere ilacıdır o.
-Her neyse, bu balkondan bize fayda yok Şemsiye, gidip başka mekan arayalım. Bu salaklar nasılsa yazın giderler balkon bize kalır, ikinci yavrumuz için uygun bir yer buluruz o zaman.
-Peki aşkım.
Pırrrrrr...
19 Mart 2015 Perşembe
GÜNÜN EN'LERİ
Bu sabah erken kalktım, kahvaltı dahi etmeden pazara yollandım. Pazarda günün stil ikonunu gördüm. Pantolonuyla hafif bir ton farkı olan bej takım elbisesinin içine parlak fuşya rengi kocaman kravat takmış, kravatıyla aynı renk iri bir karanfili sapıyla birlikte ceket yakasına iliştirmiş, üç tel kalmış saçlarını tepe kelinin üstüne yandan yatırarak briyantinlemiş emekli amcaya "Bizimlasın" bile diyemeden seçtiğim domatesleri bırakıp bakakaldım. O ak pak olmuş gür bıyıklarının altından sağa sola gülücükler savurarak kendinden emin uzaklaştı da satıcının araya sokuşturduğu ezik domatesleri bertaraf edebildim. Domateslerimle birlikte köylülerin sergi açtığı iki sokağa yöneldim. Bahçesinden topladığı yeşilliklerin yanısıra yine bahçesinden topladığı çiçekleri de satan hayli yaşlı satıcının tezgahına geldim. Baktım arpa çiçeği ve şebboy var. Antalya'da frezyaya arpa çiçeği derler ve saksılarda, bahçelerde yetiştirirler, çiçekçilerde satılanlardan biraz daha küçüktür ama çok daha yoğun bir kokusu vardır. İki demet arpa çiçeği istedim, çiçekleri uzatırken "şebboy da alsana" dedi. "Yok almayacağım şebboy" dedim, ısrar etti. Şebboy annemin çok sevdiği bir çiçekti ve kolonyasını çok kullanırdı, o yüzden şebboy kokusu bana annemi anımsatıp hüzünlendirir. Amca ısrarlarına devam edince bu açıklamayı ona da yaptım. Sen misin bunu söyleyen, adamcağızın bir ağlamadığı kaldı. "Vah benim hassas kızım, vah benim hayırlı bacım" diye dertlenmeye başlamasın mı, arpa çiçeklerinin parasını tezgaha atıp dar kaçtım. Arkamdan hala "bakar mısın ya, annesini hatırlatıyormuş, vah yavrum vah" diye söyleniyordu. Böylece ben de günün hassası ilan edilmiş oldum :) Daha fazla kimselerle muhatap olmadan günün sebzesi seçtiğim enginarı ve iç baklayı alıp kaçtım o sokaktan. Son anda çarkedip elma yanaklı bir teyzeden bir naneyle, bir demet yeşil soğan alarak tadı daha çok salatalığa benzese de önceden gözüme kestirdiğim çilek tezgahına doğru ters istikamette yola koyuldum. Çilekler ufak çaplı bir dolma biber boyutundaydı, kokuları bile yoktu, sadece görüntüleri güzeldi ama olsun. Tadına bile bakmadan alıp peynir alışverişimi yaptığım markete yöneldim. Bu market bir peynir Cenneti. Kendimi arpa ambarına düşmüş aç tavuk gibi hissediyorum oraya girince. Diyette olduğumdan her çeşite saldıramadım, mesela bayıldığım cevizli tulum peynirine için gitti ama elim gitmedi. Az tuzlu Ezine ve dil peyniri ile yetinip tatlı krizlerim için de hurma alarak çıktım. Eve geldiğimde hayli yorulmuştum. Kendime diyette ne kadar mükellef olabilirse o kadar mükellef bir kahvaltı hazırladım, çiçeklerimi suya koyup kahvaltının keyfini çıkardım.
Birkaç gündür bahara meyleden hava bugün biraz bulanık. Üşütmüyor ama sıkıntılı. Güneş arada "ce" dese de çoğunlukla buluttan yatağında istirahatte. Bulgar yazar Dimitri Dimev'in "Melek Dili" isimli kitabını çok beğenerek okuyorum. Şu adresteki blogger arkadaşın tavsiyesiyle almıştım, kendisine buradan tavsiyesi için teşekkür ediyorum. İki film izledim, biri sinemada izlediğim "Bir Varmış Bir Yokmuş", filmden ziyade Mert Fırat'ın seslendirdiği şarkılar ve müziklere bayıldım. Film düşüp bayılacak cinsten olmasa da izlenebilir nitelikte. İkinci film ise 2 saat süren ütü performansıma eşlik etti: "Kumun Tadı". Ütü yapmıyor olsaydım Timuçin Esen'in hatrına bile tahammül edemez yarıda kapatırdım ama ütü filmden daha sıkıcı olduğu için dişimi sıkıp sonuna kadar seyrettim. Ayrıca kendimi sokaklara atıp denize karşı arkadaşlarla kahveler içerek güzel havanın tadını çıkardım. Yukarıdaki fotoğraf da öyle bir günden. Baharınız çabuk gelsin...
16 Mart 2015 Pazartesi
"MELÂLİ ANLAMAYAN NESLE AŞİNA DEĞİLİZ"*
"Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir o karanfil
Gönlüm acısından bunu bildi
Düştükçe vurulmuş gibi yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler
Gönlüm ona pervane kesildi."
Edebiyatımızın sembolist şairi Ahmet Haşim'in dizelerini düşürüverdi aklıma vazodaki karanfillerin yanından geçerken burnuma vuran ıtırlı koku. Komik bıyığı, kalın kaşları ve kelleşmeye başlayan kafasıyla bir Salih Güney (Ergen yıllarımda en yakışıklı bulduğum jöndü kendisi-hala da öyle bulurum-Ahmet Haşim'le tanışmam da o yıllara rastlar) değildi doğal olarak. Lakin bu görünümüyle tezat teşkil eden adeta sihirli güzellikteki dizeleriyle gönlümü fethetmiştir. Ne zaman kıpkırmızı bir gün batımı görsem kendi kendime "Akşam, yine akşam, yine akşam/Göllerde bu dem bir kamış olsam" diye mırıldanırım. 70'li yıllarda ortaöğrenimini tahsil etmiş, benim gibi edebiyat dersi hastası kim varsa Ahmet Haşim'i ya çok sever ya da ders kitaplarında bu kadar çok yer aldığı için nefret eder. Ortaokuldaki "Ay! Ay! Yalancı ay! Zekadan harab olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli eden sensin" cümleleriyle biten "Ay" parçası unutulmazdır mesela. Nuriye örtmenim parçayı defalarca okutmakla yetinmez, bir de kitaptan deftere aynen yazdırırdı. Sayfalar dolusu "Metin Üzerinde Çalışmalar (ya da kısaca MÜÇ)" soru ve cevaplarını da unutmamak lazım. Hâl böyle olunca Ahmet Haşim beynimizin bir kıvrımına çıkmamacasına yerleşip kalıyor işte. Bir de "Görmek, Bakmak" vardı hatırlayanlara, oldukça faideli bir çalışma olmuştu benim açımdan, hala bakmaya değil görmeye çalışırım. Bir gün bir şiirini bulup yazmıştım defterime ders dışı bir kitaptan:
"Yorgun gözümün halkalarında
Güller gibi fecroldu nümâyan
Güller gibi sonsuz iri güller
Güller ki kamıştan daha nâlan"
Şiirdeki ses uyumu su şırıltısı gibi ahenkliydi. "Nâlan"ın anlamını Hülya Koçyiğit'in Nâlan rolünü oynadığı ve sevgilisi Ediz Hun'a "Nalan'ın ağlattığını Handan güldürecek" diyerek son nefesini verdiği filmin finalinden biliyordum. "Ağlayan" anlamına geldiğini bizzat senkronize ağlayarak öğrenmiştim. Sinemaya gitmeyi aylaklık olarak niteleyenler utansın. Fecrin gündoğumu olduğunu da bilirdik haliyle, bir "nümayan" kalmıştı anlam veremediğim. Sıra arkadaşım Binnur'la kafa patlatıp çözemeyince Nuriyanım'a başvurmaya karar verdik. Sorduk, başını geriye atıp tombul gıdısını göstererek derin bir nefes aldı ve "bilmiyorum" dedi. Hayal kırıklığı tabii ki, en sevdiğim dersin en sevdiğim öğretmeni niye bilmiyordu ki? Sözlükleri karıştırdım, ona buna sordum ve sonunda öğrendim, sonra da fena halde merak sardım eski Türkçe'ye, artık kimseye sormuyorum çok ender durumlar dışında. "Nümâyan", görünen, aşikar olan, parlayan demekmiş. Birkaç yıl sonra karşıma çıksaydı kelimenin sonundaki "âyan" ekinden rahatlıkla çıkarabılirdim anlamını.
Bir karanfilden nerelere geldim, gevezelik edesim varmış. Ahmet Haşim'den söz açmışken onun dizeleriyle bitireyim yine:
"Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak
Sular sarardı yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta
Eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisan-ı hafîdir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta"
*"O Belde" şiirinden
12 Mart 2015 Perşembe
SERGİLERDEN
Uzun zamandır tadı-tuzu yerinde bir sergiye gitme fırsatım olmamıştı, Süleyman Saim Tekcan'ın "At'nağme' Gravürleri" adıyla Antalya'da bir sergi açtığını duyunca hareketlendim. Prof. Dr. Süleyman Saim Tekcan'ın bronz at heykelleri ile pamuk elyafından kağıtlar üzerine özel gravür boyalarıyla yaptığı at baskıları renkleri ve görüntüleri ile izlenmeye değerdi:
Sergi Orkun-Ozan Sanat Galerisi'nde 11 Nisan'a kadar Pazar hariç her gün 10.00-18.30 saatleri arasında gezilebilir.
Gezdiğim ikinci sergi ise Fikret Otyam Sanat Galerisi'nde açılan "Eski Antalya Fotoğrafları" sergisi idi. 90 kadar fotoğrafı inceledikten sonra "keşke Antalya'da o yıllarda yaşasaydım" diye düşünmedim değil. Sergide fotoğraf çekmek yasak olduğu için sadece afişini ekleyebiliyorum. Aslında tam doğduğum gün ve yılda yağan karı belgeleyen bir fotoğrafta gözüm kaldı ama rica etmeme rağmen sergi düzenleyicisinden fotoğraf izni koparamadım :)
Sergi 29 Mart'a kadar açık, eski Antalya'yı merak edenler kaçırmasınlar...
11 Mart 2015 Çarşamba
FALAN, FİLAN, FİŞMEKAN
Hiçbir zaman evde hayvan beslemek gibi bir arzum olmadı, onlarla ilişkim "seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" şeklinde gelişti. Yakın zamana kadar yanaşamaz ve dokunamazdım bile ama Şuşu'nun kedisi Frida ve bir arkadaşımın artık ebedi uykusuna dalan köpeği Femina sayesinde bu duygumu yendim, hatta Frida'yı mıncıklama aşamasına bile geldim. Lakin Femina ile ilişkim başını okşamak düzeyinde kaldı. Köpeklerden hala çok korkuyorum, özellikle sokakta topluca gezen ve üstüme doğru yürüyen bir gruba rastlarsam hücceten gidebilirim gibi geliyor. Sanırım hatırlamadığım bir travmam var bu konuda, sokaktaki her köpeğin beni ısırma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyorum ama bunun için psikiyatriste falan gitme niyetim yok. Zaten halı diye aldığımız tüylü nesne köpek çıktı. O sayede yenerim fobimi diye düşünüyorum :)
Alınışı ayrı bir macera olan halımız eve girip oturma odasına yayılır yayılmaz köpek moduna geçti. Sürekli tüy döküyor. Bir ara veterinere götürüp tüy dökmeye karşı aşılatmayı düşündüm ama taşıma zorluğundan caydım :) Eskiyene kadar tüy dökeceğinden ve sonunda kendi kendine yok olup gideceğinden korkuyorum. Her gün süpürsem elektrik süpürgesinin haznesini dolduracak kadar tüy topluyorum. Biriktirip yastık, yorgan falan doldursam mı acaba? Kendisini köpek sandığı için ve renginden dolayı bir de isim koydum: "Fındık". Yakında ben odadan çıktığımda arkamdan geleceğini düşünüyorum.
Halı-köpeğim tüy dökmeye devam ederken henüz 6 aylıkken bir hamam natırının hunharca deldiği sağ kulak mememdeki delik yılların ardından kapanma sinyalleri gönderiyor. Her küpe takmaya yeltenişimde ufak çaplı bir savaş veriyorum. Sürekli küpe takan hatta "küpesiz çıkmam abi" diyecek kadar takıntılı bir insan evladı olarak küpe deliğinin meramını anlayabilmiş değilim. Ne dedin de yapmadım, aç-susuz bırakmadım, imitasyonlara yüz vermeyip altın-gümüş küpelerle besledim, derdin nedir nankör hain!
Yeteri kadar geyik yaptıktan sonra gelelim hafta başında izlediğim ve çok beğendiğim bir filme: "Çekmeceler".
Daha önce "Zenne" isimli filmlerini izleyip çok etkilendiğim Mehmet Binay ve Caner Alper'in gerçek bir öyküden hareketle yazıp yönettikleri "Çekmeceler" en az "Zenne" kadar etkileyici ve sert, bir o kadar da renkliydi. Tilbe Saran'ın anne, Taner Birsel'in baba rolünde çıkardığı harika oyunların yanında "Deniz"i canlandıran Ece Dizdar da son derece başarılıydı. Film oyuncu bir anne-babanın kızı olan Deniz'in öyküsünü anlatıyor. Spoiler vermek istemiyorum. Yer yer yüzünüze tokat gibi inen, sert bir filme hazırlıklı olarak gidin, +18 olduğu konusunda da uyarayım.
Antalya yarın Meteoroloji'nin haberini verdiği yağmurlardan önce bir erken baharı yaşıyor hafta sonundan bu yana, o nedenle mutluyuz kutluyuz, bir an önce temelli gelsin yerleşsin istiyoruz. Güneşiniz yakmasın, baharınız tez gelsin efendim...
7 Mart 2015 Cumartesi
"GÖKYÜZÜ GİBİ BİR ŞEY BU ÇOCUKLUK/HİÇBİR YERE GİTMİYOR"*
Nedense hep kışın bitmesine sayılı günler kalıp ilkbaharın kokusu havada titreşmeye başlarken düşüyor aklıma, sokak kapısı 6 komşununkiyle aynı ortak balkona açılan, arka balkonu Çiftlikten Anıt Kabir'e panoramik bir Ankara manzarasını kucaklayan, bize kocaman gelen küçük evimiz. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin en güzel günlerini geçirdiğim, artık yerinde kocaman bir moloz yığını olan o dört blok. Küçük bir salona açılan iki oda, buzdolabının bile sığmadığı bir minik mutfak, tuvaletten yarım bir duvarla ayrılmış banyo, hepsi o kadardı. Gönüllerimiz o kadar genişti ki hiç daralmazdık o evde. Bir odam bile yoktu, salon hepimizin yaşama alanıydı, odalardan biri annemle babamın yatak odası, diğeri ise gelmesi olası misafirlere tahsis edilmiş dört koltuklu, camlı büfeli bir müzeydi. Temizlenir paklanır kapısı çekilirdi, içeri girmek annemin vereceği vizeye tâbiydi. Salondaki somyalardan biri-kahverengi yeşil örtülü olanı-yatak odam, annemin çeyizinden kalma tahta koltuklardan birine monteli, babamın suntadan yaptığı portatif masa çalışma odam, "küçük divan" dediğimiz, salonun hemen girişinde duran minnak somya ise oyun ve okuma alanımdı. O minnak somyayı anneannemin komşusu Ağavni tantik vermişti bize. Ağavni tantik'e apartmandaki herkes Avniyanım derdi, kocası ve birlikte yaşadıkları biri evli 3 oğlu kuyumculuk yapardı. Yaşlanıp kocası öldükten, oğulları başka şehre göçüp yalnız yaşamaya başladıktan sonra anneannemi her ziyarete gidişimizde eline 52'lik iskambil destesini alır, terliklerini sürüye sürüye anneannemin dairesine gelir, "Var mısın bir parti Tık'a?" diye babamı iskambil oynamaya davet ederdi.
Bahar önce kokusuyla gelirdi o mahalleye, incecikten bir çiçek kokusu, güneş kokusu, su kokusu gibi. Gökyüzünün rengi değişirdi sanki. Sırtımızda hala paltolarımız olsa da bilirdim ki bir aya kalmaz babam elinde bir kesekağıdı çağlayla dönecek bir akşam işten. İşte o zaman baharın gelişi resmileşecekti. Henüz kaldırım kenarındaki ağaçlar yapraksızken sıcak bir iklimde meyvelerin olgunlaştığını düşünür umutlanırdım. Babamın bana olan sevgisi çağlada somutlaşırdı. Tuza banıp ağzıma attığım her çağla sevinç olarak dahil olurdu bünyeme. Sonra ağaçlar çiçeğe dururdu. Herhangi birimizin sırasına oturunca çorap lastikleri ve uzun pembe pazenden donunun konçları görünen, Türkçe öğretmeninden ziyade komşu teyzeye benzeyen tombul ve şirin Nuriye öğretmenden öğrenmiştim çiçeklenme sırasını. Sınıfın penceresini açıp derin bir nefes alır, "Yenimahallemiz ne güzel" kelamını ihmal etmeden "önce bademler çiçeklenir çocuklar" derdi, "ardından erikler, kavaklar pamuklanınca da kiraz çıkar". Al sana en hasından Türkçe hayat bilgisi. Okulun sarmaşıklı cephesine bitişik sınıfımız bahçe duvarının dibindeki iğde ağacına bakardı. Mis kokardı çiçekleri, bahar iyice şıngırdamaya başlayınca kimbilir sınıftaki hangi kıza aşık, baharla kanı kaynamış bir genç "El Cordobes"i ıslıkla çalarak geçerdi her gün aynı saatte. Herkes gözucuyla birbirini süzer, herkes aynı anda kızarırdı.
Apartmanın arkasındaki şantiye renklenirdi derken, papatyalar, gelincikler çıldırır, ballıbabalar taşların arasını mora boyardı. Pisipisi otları toplardık, tüylerini yolar, sapını bir umut yastığımızın altına koyardık dileğimiz olsun diye. Üzerinde kocaman bir kurukafa ile "ölüm tehlikesi" yazan trafonun önündeki betonda çift ip atlar, ölüme inat hayata asılırdık. Ve erik tezgahlarda yerini alırdı en çarpıcı yeşiliyle, erik mutluluk demekti, bahar demekti, sevinç demekti, çocukluk demekti. Ne zamanki erik dişlerimi kamaştırmaya başladı o zaman anladım büyüdüğümü. Yine de ne kadar büyüsem her bahar geldiğinde gönlüm bir kuş oldu o eve kondu. Yakındır kanatlanıp artık ev olmayan moloz yığınının üstünde kanat çırpması...
*Edip Cansever
6 Mart 2015 Cuma
BAHAR GELİRKEN
Sonunda güneş bahar ışıltılarıyla parlamaya, o farklı ışık görülmeye, o farklı koku duyulmaya başladı. Bu demek değil ki yağmur şakırdamayacak, şimşekler çakmayacak ve Antalya kendinden hiç umulmayan soğuklukta bir kaç gün daha geçirmeyecek. Olsun, sonunda bahara çıkacağız ya, ona da razıyız. Dün sabah evdeki olağan işlerimi toparlar toparlamaz öncelikle epeydir ertelediğim ve bu nedenle aynaya bakmak istemediğim bir zorunluluğu halletmek için kuaföre yöneldim. Kızlar saçımı boyayıp manikür yaparken ben duvardaki TV ekranından ilk kez "Kocamın Ailesi" dizisinin tekrar bölümlerini izledim. O bitince Sezgin Kaymaz'ın son kitabı "Bakele"den birkaç öykü okudum. Derken işim bitti, boyalı saçlarımı savura savura yürüyüşe çıktım. Hava mis, gökyüzü berrak, dağlar heybetli, her yer rengarenk idi, içim açıldı. Refüjlere dikilen laleler açmış bile:
Doğa uyanmaya başlamış, otlar yeşermiş, çiçekler topraktan başlarını uzatmış, çalılar çiçeklenmiş, oh içim açıldı:
Yürüyüşe parkın içinden devam ettim, falezlerden denize baktım, denize bakanlara baktım, dalgalara baktım, Bey dağlarına baktım, sahilde güneşlenenlere baktım:
Yorulunca yerleştim bir cafeye, kahvemi yudumlayıp arada sırada denize bir bakış fırlatarak "Bakele"den öyküler okudum:
Yeterince dinlenince hemen yakındaki müzeye gittim. Niyetim müze kartımı yenilemekti. Çabucak hallettim, baktım sergi salonunda ebrular sergileniyor, sergiyi gezdim. Sonra Müze mağazasına girip kendime Piri Reis haritası desenli bir yelpaze aldım, malum havalar ısınıyor artık, yelpaze acil ihtiyaç kategorisinde :) Müze bahçesinde dolaştım biraz, on yüz milyon bininci kez seyrettim taş oymalarını:
Ben müzeden çıkarken içeriye İdil Biret giriyordu, bu akşam senfoninin salonunda konseri var, bekleriz :)
Yürümelere doymadım, eve kadar yürüdüm, geçerken pazara uğradım, ne kadar ot bulduysam yüklendim, ilaveten bir demet mor zambak aldım. Kapıdan girdiğimde bir adım atacak halim kalmadıysa da mutluydum...
3 Mart 2015 Salı
ŞARKILAR, ANILAR, BEBEKLER, DİYETLER, ANNEANNELER, ANNELER VE DAHA NELER NELER...
Sabah kendimi zorla erken uyandırıp bir süredir dalgınlığımdan yararlanıp kan değerlerimde halay kuran kolesterol ve benzeri zararlıların yaptığım diyetle ne kadarını yok edebildiğimi öğrenmek için sağlık ocağına gittim. Geçen ziyaretimde çok basit bir testi bilemeyip "bu neymiş?" diye soran aile hekimimle tekrar muhatap olmak bahasına hem de. Galiba yıldızlarımızda bir uyumsuzluk sorunu var ki bu defa da testleri yazmadı. "1 ay önce yaptırmışınız zaten, 1 ayda değişmez bu değerler" deyip savdı beni başından. "Damar benim, kan benim, sağlık sigortası benim, keyif benim" ama sahip olduğum bu varlıklar yeterli değilmiş demek ki, "yetki de benim" diyen bir otoriteye saygısızlık etmeyelim diyerek kös kös döndüm eve. Yolda anneannemi andım, o her ay gidip "golusturunu ve şekerini" ölçtürür, sonuç kağıdını da akşam babam kapıdan girerken eline tutuştururdu. Şayet değerler normalse biraz bozulurdu, "hastalık imajı" her zaman önemli bir faktördür ilgi çekmek için. Yok eğer değerleri yüksek çıkmışsa bu defa da neleri yiyemeyeceği konusu gündeme gelirdi. Babam sıralardı: "Ana, et yasak, tereyağ yasak, hamur işi yasak". Anneannem sorardı: "Pastırma?" "O da yasak", anneannem sorardı: "Sucuk?". "O da yasak". Anneannem sorardı: "Zeradar, bi damlam yesem bile mi yasak?". Babam haini cevaplardı: "Yasak, hatta sen dünyada sucuk diye bir yiyeceğin olduğunu unut". Anneannem meyus köşesine çekilir, tesbihini çekerek gözlüklerinin üstünden televizyon izlemeye başlardı ama gözü bakar gönlü sucuk, pastırma, et, ekmek üzerine güzellemeler düzerdi. Üç gün yemez dördüncü gün "Biz koca öküze benzeriz, yemezsek çökeriz. Yenmeyecek olsa icat edilmezdi hem" diyerek alıştığı usulde devam ederdi, nur içinde yatsın.
Yolda simit fırınına denk geldim, hem de Ankara usulü, diyet kaçamağı yapmak bahasına daldım içeri. Simit aldım, yarım yemekti niyetim ama eve gelip de tartıya çıkınca gördüğüm -2 rakamla keyfim yerine geldi, tam simit yedim, 1 aydır süren diyete rağmen gram oynamayan kiloları ekarte ettim ya, sefam olsun. Eh ben diyetteyim yağsız-yavan yiyorum diye hane halkını da bu kadere mahkum edecek değilim ya, mutfağa yemek yapmaya girdim. Eksilen kilolarımın keyfiyle midir nedir soğan doğrama sırasında kendimi şarkı söylerken yakaladım. "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına"; annemin en sevdiği şarkı, benim çocuk yaşta ilk öğrendiğim şarkı. Gözümün önüne beş yaşım ve bir otobüs yolculuğu geldi. Yazları babamın akrabalarını ve annemin teyzelerini ziyaret için birbirine komşu Orta Anadolu şehirlerine giderdik. Konya aktarmalı bir Ulukışla yolculuğuydu sanırsam. Pencere kenarında oturuyor ve sağ yanımdan akan bozkıra bakarken içimden bu şarkıyı söylüyordum: "Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına". Kucağmda Konya çarşısından alınmış bir bebek, hazırolda duran mavi üniformalı şirin bir oğlan çocuğu. Babam adını "Mektepten gelmiş Memet" takmıştı. O kadar sevimliydi ki her zaman oynadığım parmak boyutundaki kolu bacağı hareketli plastik bebeklerin yerine bu yumuşak dokulu, bayağı büyücek bebeği tercih etmiştim. Sonrası biraz flu. O gece birilerinde kaldık, kimdi net hatırlamıyorum, sabah Ankara'ya doğru yola çıkmak için hazırlanırken bebeğimi bulamadım, bizimkiler ev sahiplerini müşkül duruma sokmamak için fazla tantana yapmadılar, yenisini alırız diye kandırdılar beni. Kimbilir giren-çıkan çocuklardan biri özenip almış mıydı yoksa bir yerlere girip gözden mi yitmişti bilinmez. Bir daha aynısından bulamadık tabii, günlerce yasını tuttum. Ne zaman "Kapıldım gidiyorum" şarkısını duysam önce annemi, sonra o bozkır manzaralı yolculuğu ve "Mektepten Gelmiş Memet"imi hatırlarım.
Bu da böyle bir an yoklayan bir anıydı, hafıza garip, ne zaman nerelere gideceği belli olmuyor ama benim şimdi ne yapacağım belli. Yabancı dilde Oscar adayı filmlerden birini daha, "Leviathan"ı izleyeceğim. Kalın sağlıcakla...
Not: Fotoğraf "Baharı beklerkene gözümün kökü sarardı" isimli çalışmamdan :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)