.

.
.

28 Haziran 2024 Cuma

SERGİLER, GÜNAHLAR, FİLMLER VS / 28 HAZİRAN

 Ankara'daki ikinci haftam iki etkinliğe ev sahipliği yaptı, üçüncüsü yarın, onu bilahare yazarım. Ara sıra "Biletini Al" sitesini kurcalıyor ve işime gelen, günü saati denk düşen bir faaliyet var mı diye bakıyorum. Cermodern'de gerçekleşecek bir sergi çarptı gözüme, adı "7 Zamansız Günah/Hieronymus Bosch Dijital Sergi Etkinliği" idi. Nedir, nasıldır ararştırırken kız kardeşe sordum, meğer o gitmiş, ilginç olduğumu ve gitmemi söyledi. Ben de Bilgeninannesi'ne teklif ettim, ok. dedi, aldık biletleri. Öncesinde yemek yiyip kahve içtik, diz protezlerimin 3. yaşı şerefine bir dilim pastayı paylaştık, fazlası bünyeye zarar, sonra da atladık taksiye Cermodern'e dedik. Direksiyondaki genç şoför demez mi, "Orası neresi?" diye, hiç gitmemiş. Tarif etmesine ettik ama arkadaş biz taksi sürmedik ki ömrümüzde, bize yaya yolu tarif ettir. Bir sürü ters yola girdi çıktı, neden sonra akıl ettim de navigasyonu açtırdım, uyanık mıydı, saf mıydı bilemedim. Neyse bu uzun ve maceralı yolculuk sonucunda ulaştık Cermodern'e. İki misli fiyata aldığımız birer şişe suyu dikip sergi saatini beklemeye başladık.

Hieronymus Bosch 15. ve 16. yüzyıllar arasında yaşamış Hollandalı bir ressam. Pek çok eserinin yanısıra "Dünyevi Zevkler Bahçesi" ve "Yedi Ölümcül Günah" tabloları en ünlüleri olarak biliniyor. Sergi de bu tablolardan ilhamla hazırlanmış. Bosch'un tablolarına çağdaşı ressam Brughel'in şiirleri de eşlik ediyor. Kibir, şehvet, haset, oburluk, açgözlülük, tembellik ve öfkeden meydana gelen, güncelliğini günümüzde de koruyan 7 günah Bosch gibi resim yapabilmek üzere eğitilmiş yapay zeka tarafından bugüne uyarlanmış, dijital ortama aktarılmış. Bu ön bilgileri aldıktan sonra sergiyi izleyeceğimiz salona alındık. Soğutma sistemindeki arıza nedeniyle fırından hallice salonda buram buram terler dökerek seyre başladık. 


Karartılmış salonda önce zeminden tavana yükselen görüntülerle Bosch'un resimlerini izledik. Sonrasında Bosch'un resimlerinden hareketle yapay zeka tarafından gerçekleştirilen "7 Zamansız Günah" görüntüleri yansıtıldı duvarlara. 


Kibir


Şehvet


Haset


Oburluk


Açgözlülük


Tembellik


Öfke

Esasen çok ilginç bir sergiydi lakin salonun aşırı sıcaklığı, yeterince ön bilgi verilmemesi, görüntülerin çok çabuk değişmesi arzu ettiğimiz verimi almamamızı engelledi. Yine de dahil olduğum için memnunum. Alttakiler de çekebildiğim, Bosch'un yine yapay zeka tarafından günümüze uyarlanmış bazı tabloları:




Bu yapay zeka bizim fena halde canımıza okuyacak gibi geliyor ama hadi neyse 😂

Haftanın ikinci etkinliği Başka Sinema kapsamında, uzun zaman sonra sinemada izlediğim bir film oldu: "Sheyda/Şeyda". Avustralya yapımı bir film ama İran'lı bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. 


Boşanmak istediği baskıcı kocasının zulmünden kaçıp kızıyla birlikte sığınma evine yerleşen Şeyda'nın öyküsüydü film. Görüntüler çok tanıdıktı, olay eğitim amacıyla geldikleri Avustralya'da geçiyordu, salondaki herkes kadındı ve bazı sahnelerde aynı tepkileri vererek izledik. Denk gelirseniz kaçırmayın derim...

Hafta sonunuz keyifle gelsin...






26 Haziran 2024 Çarşamba

LİKÖRDEKİ RUH / 26 HAZİRAN

Likör adı verilen bir içeceğin varlığını öğrendiğimde 4-5 yaşlarındaydım, işin sıvı kısmından ziyade taneli kısmıyla tanışmış olsam da. Anneannemin yeni taşındığı apartmandaki dairesinde kısa süreliğine onunla ve dayılarımla yaşıyorduk. Aynı sel felaketinde evleri yıkılan üç Ermeni komşusu vardı. Bitişikte oturan, komşularının "Avniyanım" diye hitap ettiği Ağavni Tantik, köşe dairedeki Valentin Teyze ve ikinci kattaki Takuhi Teyze ile kızı Olga Abla. Olga Abla'dan ip atlamayı, Ağavni Tantik'ten "Tık" oynamayı (bir çeşit iskambil oyunu), Valentin Teyze'den de vişne likörünü öğrendim.

Valentin Teyze'nin kızı Elizabet yaşıtımdı, hemen her gün evlerine gider, Elizabet'in o yıllarda pek kimselerde olmayan saçlı bebeğine başrolü verdiğimiz evcilik oyunları kurardık salondaki somyanın üstünde. Balkonlarından güneşe konulmuş, içinde koyu kırmızı bir sıvının olduğu kavanozlar eksik olmazdı. Ara sıra o kavanozlardan çıkardığı vişne tanelerini yememiz için bize verirdi Valentin Teyze. Damağımda hala hatırladığım pek hoş bir tadı olan vişneleri bitirmeye fırsatımız olmazdı pek, yavaş yavaş mahmurlaşır, bir süre sonra evcilik oyunumuzu sonlandıramadan sızar kalırdık somyanın üstünde. Kavanozdakilerin likör olduğunu ve alkolle kurulduğunu böylece öğrendim ama bizim evlerde hiç yapılmayan bu şeyin Valentin Teyzeler'de neden bu kadar çok yapıldığını öğrenmem için yıllar geçmesi gerekecekti. 

Bir süre sonra anneannemden ayrılıp aynı sitede bir başka bloğa kiracı olarak taşındık. Zaten Elizabet ve ailesi de İstanbul'a göçmüşlerdi. Babam bir gün elinde bir kutuyla geldi. Merakla açtığım kutunun içinde gökkuşağı renklerinde onlarca minik şişe vardı. Tekel'in-o yıllarda İnhisarlar İdaresi denirdi-ürettiği likörlerin eşantiyonları idi bunlar. Babam ne münasebetle bulup getirmişti hiçbir fikrim yok. Orijinal şişelerin minyatür boyutları içinde renk renk likörler. İçmek yasak, bakmak serbest. İşlek hayal gücüm için şahane malzemeler. Büfeye dizdik rengarenk, gün geçmiyordu ki karşılarında büyülenmeyim. Likör hayatıma tekrar girmişti. Şişesini en sevdiğim böğürtlen, rengini en sevdiğim nane, en merak ettiğimse altın likörü idi. O şişeler yıllarca oyunlarıma malzeme olarak bizimle yaşadılar. Hiçbirini açmadık, babam bayramlarda bazen nane, bazen muz likörü alır, evde mevcut 3-evet yazıyla da üç-minik ayaklı kristal kadehe doldurup çikolatin eşliğinde misafirlere ikram ederdi. 

Sonra yine taşındık, minyatür likörlerimiz  o kargaşada ne oldu bilmem, babamın çikolatinlerine de likör eşlik etmez olmuştu. Derken büyüdüm, kendi evim oldu, sıcacık bir deniz şehrine taşındım. Likör hayatıma çok ender girer olmuştu ta ki blog açana ve Fransa'da yaşayan çok marifetli bir blog arkadaşı edinene kadar. Beste bir yılbaşı yaptığı "Kahveli Portakal Likörü"ne hepimizi imrendirip bunu bir gelenek haline getirmemizi sağladı. Birçok blogdaş Kasım başında kahve tanelerini portakala saplayıp tarifteki gibi votka içine yatırıyor, Aralık sonunda ise açıp yılbaşı günü önceden belirlediğimiz saatte, belirlediğimiz bir olayın şerefine gıyabımızda kadeh kaldırıp içiyorduk. Bu böyle 5-6 yıl sürüp sonra tavsadı. Ve derken araya pandemi girdi.

Silva Özyerli ile bir arkadaşım aracılığı ile sanal ortamda tanışmıştık. Şahane bir aşçı olmasının yanısıra yemek kültürü konusunda da bir derya olan Silva Hanım bu marifetlerine ilaveten olağanüstü güzellikte likörler yapıyordu. "Amida'nın Sofrası" isimli kitabında Diyarbakır yemek kültürünü ve yemeklerini anlatan yazarın o kitabını büyük bir zevkle okumuştum. Oldum olası yörelerin yemek kültürleri ilgimi çeker. Likör uzmanlığını da öğrenince tatmak istedim. Aramızda sanal sohbetler başladı, hatta bana ince bir jestle yaptığı leylak reçelini yolladı. Sonra likörlerinden tattım, sabırsızlıkla da yazmayı planladığı likör kitabını beklemeye başladım. Kitabın basıldığı haberi Ramazan Bayramı öncesi geldi ve elbette ki ilk satın alanlardan biri bendim ama okumak bir diğer bayrama nasip oldu. "Amida'nın Ruhu" adıyla çıkan kitapta sadece likör tarifleri değil, yine Diyarbakır'ın likörsüz gerçekleşmeyen adet ve ritüelleri de Silva Hanım'ın okuyanı duygulandıran üslubuyla anlatılıyordu. Yas zamanları hariç her kutlamaya, her özel güne, düğüne, doğuma, bayrama, seyrana, dost meclislerine likör eşlik ediyordu. İşte o zaman anladım Valentin Teyze'nin neden o kadar çok likör yaptığını, üstelik yazarın annesi Zora'nın usulüyle yaptığını. Spirit (Ruh) kelimesinden hareketle, ispirto yani alkole de "Roh" deniyordu Diyarbakır'da, likörün bir ruhu olduğunu da öğrendim.

Anlatılanların pek çoğunda kendimi buldum, gözlerim yaşardı, çocukluğumun bağlı-bahçeli, hep birarada geçirdiğimiz güzel günleri anımsadım. Aynı Diyarbakır gibi Niğde'nin de kaybolan değerlerini, güzelliklerini, yeşil bağlarının bahçelerinin yerini alan beton yığınlarını düşünüp vahlandım. Gelenekleri, görenekleri, adetleri bunca benzer halkların neden bunca ayrıştırıldığına bir türlü yatmayan aklım yine şaşaladı.

Kitabının son yazısında şöyle diyor yazar:

"Benimki nineden toruna, anneden evladına bir mektup, bir el verme, bir lezzet yolculuğu hikayesi. Kuşaktan kuşağa akan nine şefkati, ana kucağı sıcaklığı ve kokusu belki de.

Bıkmadan, usanmadan, yürüyor, gidiyorum... Arıyorum... Kaybettiğimiz lezzetler bulmaya, yine yeniden hayatın içine ve merkezine taşımaya çalışıyorum. "

Bu upuzun yazı kitabın son sayfası ile bitsin:


Amida'nın Ruhu/Diyarbakır'dan İstanbul'a Likörlü Hayat

Silva Özyerli
Aras Yayıncılık/2024

19 Haziran 2024 Çarşamba

ANKARA ANKARA / 19 HAZİRAN

Bitmeyen bayram yapmışlar, bugün son muydu?

Bu kez tam "Bayram gelmiş neyime?" modundaydım. Zira sıcak, Kocam Bey'in son göz kontrolleri ve yolculuk öncesi toparlanma telaşı birbirine karıştı, bayram aklıma bile gelmedi. Şunca senedir Antalya'da yaşarım, sıcağını iyi bilirim ve nefret ederim ama ilk kez Haziran ayında bu kadar beter bir sıcağa maruz kaldım, kaldık daha doğrusu. Normal şartlarda elimde yelpaze, vantilatör açık (klima alerjim var açmıyorum) kanepeye serilir, off, poff diyerek kitap okumaya çalışırdım ama ne yazık ki iş çoktu, öyle serilme, tembellik falan yapamadım. 

En sıcak günlerde hastane yollarına düştük, bir gün kontrol, ertesi gün ameliyathane koşullarında dikiş alınması derken kuruyup gazel olduk. Hele birinde evde bir şey kalmamış, pazara uğrayalım dedik, demez olaydık. Sokaktan üç-beş derece düşük ama en azından gölge evimize vardığımızda benim siyah tişörtüm griye dönüşmüş, Kocam Bey de atlet-tişört altından berbat pişik olmuştu. Boğaz aşkına mefta olacakmışız neredeyse 😂 Ertesi gün ameliyathanede işimiz bitip servisin kapısına çıktığımızda ise tam anlamıyla şok geçirdik. Öyle bir yağmuru kışın görmemiştik, ağaçların dalları yaprakları kırılıp yerlere düştü, ortalıkta ne varsa devrildi, gökten yağmur değil şelaleler döküldü. Yarım saat sonra her şey bitti, güneş çıktı ve sıcaklık TV'nin dediğine göre 16 derece düştü ama öyle bir nem oldu ki düşmese de olurmuş. 

Güneşin bizimle resmen alay ettiği bu süreçte ben bir yandan evi ve kendimi seyahat moduna sokmaya çalışıyordum. Eşyaların üstünü ört, valizleri çıkar, eline geçeni içine at, mutfakta ne kadar erzak varsa paketle, zira dönüşte hepsini böceklenmiş bulacaksın. İnanmazsınız geçen yıl sadece baharatları bırakmıştım, döndüğümde hepsi kullanılamaz haldeydi, bu defa onları da ekledim götürüleceklere. Hasılı son derece yorucu bu toparlanmalı haftaya yine bir doktor kontrolü, gözlükçü ziyareti, iki-üç film ve kitap sığdırmayı başardım. Bayramın birinci gününü valizlerim ve poşetlerimle bayramlaşarak geçirdikten sonra ikinci gün sabaha karşı 4'te sıfır uykuyla yollara düştük. Sanırım bugüne kadar yaptığım en berbat yolculuklardan biriydi. Uykusuzluktan gözlerim yanarak, yorgunluktan bel ağrısı çekerek, stresten huzursuz bacak sendromuyla didişerek tükettim onca yolu. Bizim istikamet tenhaydı ama yan şeritte "Akın var Akdeniz'e akın, Akdeniz'de pişmemiz yakın" durumları vardı, acıdım vallahi kendilerine. Hoş onlar klimalı otellerden sıcak kumlara, oradan çorba denizlere dalacaktı ama yine de kıyamadım 😂

İkbal'de mola verdik çay içip kahvaltı edelim diye, orası da insan kaynıyordu. Şortlu terlikli amcalar, çakma sarışın, şişme dudaklı ablalar çoğunluktaydı. Çiğ sucuklu tost sırası sekiz çizdiği için apartman boyutunda birer su böreği alıp köpüre köpüre yedik, üstüne de iki duble çay gönderince gözümüz biraz açıldı, devam dedik. Ben biraz uyukladım sonrasında Bayat-Sivrihisar arasındaki bitmeyen yolda. Gözümü açtığımda Nasreddin Hoca "Naber kız?" dedi, sonra ekledi: "Burası dünyanın merkezi". Yaşına hürmeten "Hadi ordan!" diyemedim ama içimden güldüm:

Sivrihisar'ın çıban çıkarmış yüzlere benzeyen testere dişli dağlarını görünce biraz rahatlıyorum. Ne de olsa sonrası kısa sürüyor. Ankara istikametine dönünce İkbal'de bulamadığımız patatesli ekmeği Muhteşem Tesisleri'nde aramaya karar verip saptık tesise. Amanın o ne? Burası İkbal'den de kalabalıktı. Bütün masalar dolmuş, boş olanlar toplanmamış, kirli tabaklar yığılı. Bir kısım insan girişteki çimlere yayılmış piknik yapıyor. Baktık ekmek burada da yok, atladık arabamıza devam dedik. Ankara'ya aşağıdaki şanlı kapıdan giriş yaptığımızda saat öğlen 12.00'yi gösteriyordu:


Başkentimizin eklektik mimarisinin Ayhan Sicimoğlu hesabı "Hastasıyım". Göğü delmeye çalışan cam gökdelenlerimizin yanındaki soğan kubbeli giriş kapımız gözlere şenlik. 

İşte böyle arkadaşlar, eşyaları eve çıkarıp bir temiz uyku çektik ondan sonra. Dün bütün gün de buradaki evi temizledim. Nedir benim günahım?

Bitmek üzere olan bayramınızı kutluyorum, Ankara günlerinde görüşmek dileğiyle sevgiler yolluyorum. Sepet sepet yumurta, yorum yapmayı unutma 😂

Not: Günlerdir o kadar yoğun, o kadar koşturma hallerindeydim ki gelen yorumları bile onaylamamışım fark edip. Affedin, ancak bugün onay verip cevap verebildim...

12 Haziran 2024 Çarşamba

MURAT SOYDAN / 12 HAZİRAN

 Murat Soydan ölmüş...

Yeşilçam filmleriyle büyüyen bir kuşağız biz. Her Cumartesi-Pazar Seyran Sineması'nın önünde kuyruğa girip kadınlar matinesine bilet alan çocuklarız, önden gönderiliriz ki biletler bitmeden alınsın, anneler de evdeki işlerini bitirince gelsin. Sonra da Seyran'ın lambri kaplı, pembe aplikli, eğimli salonundaki vinylex minderli ahşap koltuklarına kurulup bazen kahkaha atıp bazen de çaktırmadan ağlayarak perdedeki filmi seyredelim. Seyran'a annelerle, Alemdar'a ise babalarla gidilirdi. Alemdar'da yabancı film oynardı çoğunlukla, ahşap zemin haşeratlara karşı sık sık mazotlanırdı, o koku annemde baş ağrısı yapardı, o yüzden sevmezdi Alemdar'ı. Sonraları eve yakın Güneş açıldı, daha modern, daha şık bir salonu vardı, yönümüz oraya çevrildi ama Seyran'ın matineleri yine de popülerliğini kaybetmedi. Murat Soydan'ı da en çok o perdede izledik, sadece izlemekle kalmadık bizzat gördük de.

Görsel: Buradan

 Güzel mimarisiyle Seyran Sineması

İlk gençlik yıllarımın en popüler dergisiydi "Ses Mecmuası". Neredeyse pelur kağıdı gibi incecik yaprakları olurdu, sinema ve müzik aleminin en havalı haberlerini o dergiden alırdık. Yılda birkaç kez yarışmalar düzenlerdi Ses, "Artist Yarışması" en bilineniydi ama zaman zaman da okuyucularına yönelik etkinlikler yapardı. Bir dönem sevilen oyuncularla çay daveti diye bir etkinlik başlatmıştı. Her ay ya da belki her hafta, hatırımda kalmamış zaman aralığı, bir ünlü oyuncu belirleniyor, okurlar talepte bulunuyor ve çekilen kurada çıkan okurun evine o ünlü kişi çaya gidiyordu. Biz de imrene imrene okuyorduk ki o da ne? Enn sevdiklerimizden biri Yenimahalle'deki bir okura çaya geliyor. Tabii ki Murat Soydan. O yıllarda şöhretinin zirvesinde, biz gençler de ölüp bitiyoruz (gerçi ben Kartal Tibet'çiydim), sadece bizler mi annelerimiz daha da hayran. Annelerin yaşı en fazla 40 ama biz onları çok yaşlı bulup bu hayranlığa şaşıyoruz. Kadınlar belki Murat Soydan'dan da küçük ama işte onlar anne 😂

Etkinlik gününe kadar muhtemelen tüm Yenimahalle heyecan içindeydi. O zamanlar daha TV bile tam girememiş evlere, yegane eğlence aracımız sinema, besin kaynağımız da Yeşilçam. İç çamaşırlarının rengine kadar biliyoruz neredeyse oyuncuları, o yüzden Yeşilçam'ın en meşhurlarından birinin İstanbul'dan kalkıp Ankara'ya, üstelik halkın arasına gelmesi büyük olay. Hop oturup hop kalktık ve sonunda beklenen gün geldi. Yenimahalle girişinde, bir sitede Murat Soydan'ın gideceği ev. O zamana kadar o civara sirk geldi, tel cambazı geldi, falcı geldi ama ilk defa bir ünlü geliyor. Toparlandık gittik, heyecan ve merakla bekliyoruz gelsin, ortalık ana-baba günü, ocağının altını kapatan, dükkanının kepengini indiren gelmiş, Murat Soydan bekliyor. Anneannem bile üşenmedi, "Ben pek severim o oğlanı, Vural'a benzer (Vural dayım oluyor)" diyerek dizlerini tuta tuta katıldı aramıza. İki saat kadar bekledikten sonra siyah bir Chevrolet İmpala göründü. Arka sağda Murat Soydan. Açık pencereden tebaasını selamlayan bir kral gibi bakıyor. Arada el sallıyor, pek istekli görünmedi gözüme ya da bana öyle geldi. Ne bekliyorduysam artık, sanki inip hepimizi tek tek öpecek 😂 Görüp göreceğimiz de o oldu zaten, araba ziyaret edilecek evin önüne yanaştı, aktörün içeri girdiğini bile göremedik. Olsundu, arabanın camından olsun görmüştük ya, el sallamıştı ya, bu dedikodu bize bir hafta yeterdi en azından. Zaten dönüş yolunda başlandı "Kaşı şöyleydi, gözü böyleydi" değerlendirmeleri. 

Bugün sosyal medyada öldüğünün haberini ve gençlik yıllarındaki fotoğraflarını görünce ince bir sızıyla o günü hatırladım. Gençliğimizin tuğlalarına harç koyanlar birer birer gidiyor, o tuğlalar düşüyor, temelimiz sarsılıyor. Ne diyelim her devrin bir sonu var, huzurla uyusun Murat Soydan...

10 Haziran 2024 Pazartesi

DİŞ AĞRISIYLA GELEN / 10 HAZİRAN

Üç gündür ağrıdığını unutan ve efendi efendi takılan dişim evvelsi gece saat 3'te çıldırdı. "No'luyoruz yahu?" diye uyandım uykumdan. "Hani aft ağrısıydı, hani sakinlemiştin, niye coştun?" dediysem de cevap vermedi, ağrımaya devam etti. Haliyle tekrar uykuya geçmem mümkün olmadı, ağrı kesici de almadım ki ağrı devam edecek mi, geçici mi saptayım. Mecburen aldım kitabı elime, kalan 50 sayfayı bitirdim ağrılı ağrılı. Sabaha karşı biraz hafifleyince kalktım yataktan, ne yapsam diye bir an durup düşündüm. Sonra gidip çay koydum. Mahalle halkı uykuda, gece 3'te balkonda yüksek sesle sohbete devam eden karşı bina komşusu ve şürekası bile yorgun düşüp uyumuş. Kendime bir kahvaltı tabağı hazırlayıp kuruldum bilgisayarın karşısına ve "2023'ün en iyi 50 filmi" listemde olan filmlerden birini MUBİ'de bulup açtım: "Sanki Her Şey Biraz Felaket". Esasen filmin kendisi felaketmiş. 2'si erkek, 2'si kadın, her fırsatta zırlayan dört gencin varoluşsal sorunlarını izlemek için 1,5 saat kaybettim, kendim ettim kendim buldum neyleyim 😃50 film arasına torpille mi girdi nedir? Bir tek iyi tarafı vardı ki gülümsetti beni. Babam bir tekerleme oyunu bilirdi, yeni tanışıp biraz samimiyet geliştirdiği herkese yapardı. "Şimdi bak" diyerek iki elinin parmaklarını açar, "cani, cani, cani, vips, cani, vips, cani, cani, cani" diye her parmağına sırayla vurur ve karşıdakinden aynısını yapmasını isterdi. Karşıdaki "Şimdi bak" kısmını dikkate almaz, cani, cani, cani diye parmaklarına vurmaya başlar, babam keyifle gülüp "Olmadııı" derdi. Zaten yüzlerce kişiye yaptırdı, bir tanesi bile "Şimdi bak" kısmını söylemedi. Filmdeki kızlardan biri de arkadaşlarına yaptırıyordu, yine "Şimdi bak" kısmı atlanıyordu. Uzun zamandır bu oyunu bilen birine rastlamamıştım, filmde görünce babamı andım. 

Film bittiğinda saat daha 8.30'du. Boşuna "Erken kalkan yol alır" dememişler. Aklıma bir süredir ütülenmeyi bekleyen giysiler geldi, hazır henüz hava fazla ısınmamışken kurdum ütü masasını, Allah ne verdiyse ütüledim de ütüledim. ütülerken de Storytel'den Stendhal'in "Kırmızı ve Siyah"ını dinledim. Julian Sorel Paris'e geldi, bir markiye katiplik yapıyor şimdilerde. Ütü bitti, çalışma azmim bitmedi, odalardaki dağınıklıkları toparladım, elektrik süpürgesini açtım, her yeri süpürdüm. ıslak zeminleri sildim. Gel gör ki sıcaktan mütevellit oluşan koyun kokusunu gideremedim, zira halılar kokuyor arkadaşlar bu şehirde. Bende de çıplak zemin takıntısı vardır, yaz sıcağında bile halı toparlamam. Malum Ankara'da büyüdük, sıcak ve nem gibi bir derdimiz olmadı, o zamanlar küresel ısınmamıştık henüz. Efendi efendi devam ediyorduk hayatımıza. Halılar evin demirbaşıdır, dünya dönmeyi durdursa onlar yerinden kaldırılmaz bilirdik. Hele kar yağdı mı, annem arka balkondaki tertemiz karları halının üstüne serper, sonra da bildiğimiz ot süpürge ile haldır huldur süpürürdü, halı parlar, ortalığı da mis gibi kar kokusu sarardı. Yazları Niğde'ye, büyük teyzenin bahçesine giderdik babamın izin zamanlarında. Büyük teyze ve kuzenler yaz gelince kışlık evlerini Adana'nın sıcağından kaçıp gelen yaylacılara kiraya verir, hemen yakındaki  kocaman bahçenin içine yapılmış yazlık evlerine taşınırlardı. Kimi zaman kışlık evden bir eşya gerekirdi. Genellikle en büyük kuzenle iki yanı kavaklık olan ince patikadan yürüyüp eve ulaşır, kiracıları selamlayıp özel eşyaların kapatıldığı kilitli odaya girerdik. Benim için o oda Ali Baba'nın hazine mağarası gibi bir yerdi. Her seferinde bir ganimetle çıkardım, kimi zaman kuzenlerin küçüklüklerinden kalma bir boncuk, bir broş, kimi zaman bir kitap, kimi zaman bir nikah şekeri kutusu. Bir seferinde bizim kuşağın değişmez İngilizce ders kitabı, Gatenby'nin "A Direct Method English Course"unun Türkçe yardımcı kitabını bulmuş ve orada geçen tatil boyunca Mr. ve Mrs. Smith'in maceralarını okumuştum. 

Evin kapısından girince şaşalardım. Birkaç tane kadın olurdu her zaman, muhtemel ki akrabalar ya da komşular ortak tutuyorlardı evi. Genellikle hepsi iri yarı, şalvarlı, başları rengarenk yazmalı kadınlar olurdu bunlar, sedirin üstüne bağdaş kurup otururlardı. Yerlerde halı olmazdı ve fakir olduklarını düşünüp üzülürdüm. Halıların kiracılar gelmeden toplandığını, Adanalıların zaten sıcaktan kaçtıkları için halıya ihtiyaç duymadıklarını, zeminin beton değil ahşap olduğunu hiç aklıma getirmezdim ki, çocukluk işte. Yaz sıcağı, halı ve Adanalılık aklımda öyle bir üçleme oluşturmuş ki nerede bir halısız ev görsem "Bunlar Adanalı galiba" diye düşünürdüm 😃 Ne zamanki Antalya'ya gelip yazın nemli sıcağında halıların mis gibi koyun koktuğunu farkettim Adanalılara hak verdim 😃

Kışlık evin hazine mağarasından aparttığım ganimete ek olarak mutfağa da uğrar, "Elmalık" denen zemin altı deposunun kapağını açar, orada gözlere ziyafet bir yığın halinde yatan antep fıstıklarından bir avuç alıp cebime doldurur, öyle ayrılırdım oradan. Büyük teyzelerin Niğde'nin bir köyünde fıstık bahçeleri vardı ve mahsul toplanınca paylarına düşen o depoda muhafaza edilirdi. Kavrulmamış olurdu ama ben Antep fıstığının her türlüsünün hastasıydım. 

Bu fotoğraf 2019'dan. Yıllar geçmiş aradan, kışlık ev de (sarı olan) bizim gibi yaşlanmış, hâlâ oturan var mı bilmiyorum. O penceresi parmaklıklı odada ne çok anı biriktirdim. Geride görünen çok katlı binanın yerinde ise yemyeşil bahçe uzanırdı dönümlerce, arada da kavaklıklar. 

 
Çocukluğumun yemyeşil Niğde'si fotoğraftaki gibi bir beton ormanına dönüşmüş. Kale tepesinde bir duvara oturmuş şehre kuşbakışı bakan o küçük çocuk ne düşünüyor acaba?

Not: Diş ağrım beni üzmekten vaz geçti, umarım geri gelmez...


6 Haziran 2024 Perşembe

HAFTA ORTASI / 6 HAZİRAN

Terden yapış yapış uyandığım iğrenç bir Antalya sabahında C'ciğimin paylaştığı şu Oscar'lı kısa film yüzümü gülümsetti. Kendi ırkımıza da ırkçılık yapabilmemiz mümkünmüş 😂

Antalya Haziran başında kendi sıcaklık rekorunu kırma konusunda yoğun çalışmalar yapmakta. Gölgede 42 olan sıcaklığı varın bir de güneşte hesaplayın siz. Tamam bu derecelere alışkınız da bunlar Temmuz ve Ağustos'un müfredat programında idi, daha Mayıs'ı yeni arkada bıraktık yahu insaf. Ankara'ya gidişimin geciktiği bir zamana rastlaması da enteresan tabii 😊

Sıcak falan ama kendimi dışarı atmaktan da vazgeçmiyorum ne hikmetse. Birkaç gündür rahatsız eden bir diş ağrım var, geçer diye bekledim ama baktım olmuyor diş hekimimden randevu aldım. Muayene etti ve dişte bir problem olmadığına kanaat getirdi, ağrılı olanın yanında oldukça besili bir aft oluşmuş, ona bağladı. Bakalım, aft iyileşene kadar bekleyeceğiz, geçmezse vaziyet karanlık, kanal dolgusu gerekebilir. Şimdilik nisbeten stabil. 

Diş hekimi ile işim bitince kartımdan üstüste iki kere para çeken cafe ile görüşmek üzere mekana gittim, durumu gözlerine soktuğum halde son derece lakayt davrandılar. 3 gün oldu bekliyorum para iade edilsin diye, olmadı bu sıcakta tekrar gidip tepelerine bineceğim. Sinirle çıkmıştım oradan ama yan taraftaki mekanın begonvilleri antidepressan etkisi yaptı:

 
Sanat sakinleştirir dedim ve sıcağa aldırmadan Antalya Kültür Sanat'taki Gülseren Südor Sergisi'ne gittim nostaljik tramvaya atlayıp ve karşıma ne çıktı:

Canımın içi at kestaneleri. At kestaneleriyle olan muhabbetimi bilen bilir, bilmeyenler bilenlere sorsun, bir daha yazmayayım. 

Bu yalın resmi çok sevdim, telefon renkleri tam anlamıyla aksettirememiş aslında, orijinali çok daha güzeldi. 

Gülseren Südor ve eşi ressam Teoman Südor

Güzel bir sergi gezip klimalı mekanda ferahladıktan sonra cehennem sıcağına çıktım tekrar. Arkadaşımla buluşmak için sözleştiğim yere doğru yürüdüm. Kalekapısı'nda araç trafiğine kapalı, alışveriş mekanlarının yoğun olduğu bir yol var, kaldırım boyu manolya ağacı dikili. Hepsi açmış, öyle güzeller ki, fotoğraf tam aksettiremese de dayanamayıp çektim:


Dondurmacının önünde sözleşilip de dondurma yemeden gidilir mi? Yedik tabii ki, acaip ne varsa dondurması var bu dükkanda. Yeşil erik ve nar aldım bu sefer, fotoğraf daha önceden sanırım bögürtlen ve mandalina idi buradaki:

Günün geri kalanı her biri ayrı çeşit ilginç garsonların hizmet ettiği bir mekanda kahve sohbetiyle geçti, dondurma üstü gıybet gıdası almış olduk 😂.

Dün bütün gün kendimi eve kapattım, zira dışarı çıksam fırın kebabı olmam işten değildi. "Green Border" isimli uzun bir film izledim. Geçen yılın en iyi 50 filmi sıralamasında yer alıyordu. Mülteci sorunları üstüne çekilmiş film Polonya-Belarus sınırında yaşanan tüyler ürpertici ve çok etkileyici olayları konu alıyordu. Bir yandan sıcak, bir yandan filmin verdiği iç sıkıntısı ile kendimi mutlu ettim, aferin bana (!) Sonra kalkıp balkonu yıkadım ama balkon içeriden daha sıcaktı, odaya dönüp "Keder" isimli, Bulgar bir yazarın kaleme aldığı öyküleri okudum. Hepsi 88 sayfa idi zaten çabucak bitti.

Fatma Karanfil ölmüş, çok üzüldüm. O da, ben de çok gençken o çıtı-pıtı, doğal güzelliğine bayılırdım. Huzurla uyusun, gençliğimizi renklendirenler birer birer gidiyor.

Şimdi müsaadenizi rica edeceğim. Kocam Bey'in göz kontrol randevusu için hastaneye gitmemiz gerekiyor, sıcakta çok mutlu eden bir olay haliyle. Umarım olumlu sonuçlarla döneriz. Kalın sağlıcakla...

NOT: Tarihe bakınca hatırladım. Bugün blogumun 15. doğum günü imiş. Ömrümde yaptığım en verimli işlerden biridir benim için bu blogu açmak. Bana şahane dostlar kazandırdı, çok şey öğretti, yeni insanlar, yerler tanımamı sağladı, yazım kabiliyetimi arttırdı, şahane paylaşımlara sebep oldu. O yüzden kendisine, kendisini var ettiğim için de kendime müteşekkirim. Çok yaşa Leylak Dalı, ömrün uzun olsun...







3 Haziran 2024 Pazartesi

MAYIS DÖKÜMÜ / 3 HAZİRAN

Son derece çabuk ve bir o kadar da faal geçen bir ay oldu Mayıs. Eş-dost buluşmaları, sahilde kahvaltılar, yaylada gecelemeler, festivaller, tiyatrolar, konserler, filmler, kitaplar derken bitiverdi gitti. Gözdeki sıkıntı bitmedi ama üstüne bir de dündenberi inceden inceden kendini hissettiren bir diş ağrısı eklendi hayırlara vesile olsun 😕

Kitaplarla başlayalım, okuyamama konusundaki makus talihimi yendim sonunda, sağ gözümün önünde uçup duran tırnak büyüklüğündeki gölgeye rağmen dokuz kitapla kapattım bu ayı:

-Ayın ilk iki kitabı Uzakdoğu kökenli oldu. Hişaşi Kaşivai isimli yazarımızın yemek üzerine yazdığı iki kitabını ardarda okudum. Esasen ikisi birleşip tek kitap olabilirmiş, aynı konuda birbirinin devamı idi zira, o nedenle de sona doğru biraz bıktırıcı oldu. "Yemek Dedektifleri" ve "Şefin Menüsü" adını taşıyan bu kitaplar Japonya'da geçiyor. Mütevazı bir lokanta, hem yemek çıkarıyor, hem de ayrı bir bölümde geçmişte yedikleri bir yemeğin izini süren müşterilere hizmet veriyor. Fikir güzel, iki kitap anlamsız, tadında bıraksalar iyiymiş. Okuyacaksanız ilk kitap yeterli...

-Nehir söyleşi ve yaşam öyküsü okumayı severim. İşin içinde biraz dedikodu olursa da daha çok severim 😂 Rutkay Aziz'le yapılmış bir nehir söyleşi (!) diye aldığım "Sahnede Yaşamak" bırak nehiri dere bile olamazdı. adeta bir broşür, zahmet edip kitap diye basmışlar. İçinde yazanları herhangi bir derginin birkaç sayfasında okuyabilirsiniz zaten, cebime ve gözüme zarar, ben ettim siz etmeyin...

-"Erkeksiz Kadınlar" İranlı bir yazarın birarada yaşayan farklı mesleklerden beş kadını konu alıyor, kadın özgürlüğünü konu aldığı için de İran'da yasaklanmış. Çok övülen bir kitap ama ben beklediğimi pek bulamadım. 

-Rebia Arif İzmirli bir kadın yazar ve "Kadın Tipleri" isimli tek kitabını 1935 yılında yazmış. Kadın gazeteci Sencan'ın hemcinslerini tiplere ayırması ve bundan bir kitap çıkarmasını anlatıyor. Konu ilginç olsa da anlatım kuru geldi, sevemedim...

-Bu ayın en keyifle okuduğum iki kitabından biri oldu Veronica Raimo'nun "Yalan Dolan"ı. Yazar kendi yaşam öyküsünden hareketle büyüme, özgürleşme ve aile hikayelerini esprili ve kıvrak bir dille anlatmış.  Okuyun derim...

-"Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye", itiraf edeyim ismi şiirsel geldiği için satın aldığım bir kitaptı. Kafamda kurduğum hikayeden çok farklı bir şey okudum.  Kayıp yakınlarının öykülerinin peşindeki Asaf ile ölü bedenleri ailelerine ulaştırmaya çabalarken etik olmayan işlere de bulaşan Hanip'in öyküsü darladı beni biraz...

-"Malma İstasyonu" daha önce "Hayatta Kalanlar isimli romanını okuyup çok sevdiğim Alex Schulman'ın yeni kitabı. Malma istasyonu'na giden bir trende değişikzaman dilimlerinde seyahat eden bir baba-kız, bir karı-koca ve bir kadın, kaderleri ve yaşamları içiçe geçmiş insanlar. Düğüm Malma istasyonu'nda çözülüyor. Schulman ilk kitabıyla yükselttiği çıtayı düşürmedi. Ben severek okudum, belki siz de seversiniz. 

-Ve ayın son kitabı içinden müzik geçen bir kitap: "Kupa Kraliçesi". Tıpkı yazarın daha önce okuduğum diğer iki kitabı gibi. Savaşın ayırdığı iki sevgiliyi ve yıllar sonra tesadüfün biraraya getirdiği kuzenleri konu alıyor. Diğer kitaplara göre biraz Yeşilçamvari bulsam da içindeki müzik okuma keyfimi kaçırmadı. Akira Mizubayashi her zaman benim yazarlarımdan biri olarak kalacak...

Gelelim filmlere, bu ay film açısından bereketli bir ay oldu:

Bu ay 11 uzun, 2 kısa film izledim. İçlerinde mutlaka izleyin diye tavsiye edebileceklerim şunlar: Göçmen konusunu ve dayanışmayı işleyen "Old Oak", bir Gürcistan filmi olan ve yalnız bir kadının yaşadıklarını anlatan "Blackbird Blackbird Blackberry", İranlı bir yönetmenin çektiği futbol meraklısı kızları konu alan, çok eğlenceli "Offside", çevreci bir konusu olan "Evil Does Not Exist" ve geçen yılın Oscar adaylarından aşırı şişman bir adamın yaşadıklarını konu eden "The Whale". "Asteroit Şehir", "Dünyanın Sonundan Çok Bir Şey Beklemeyin", "Bomboş" ve "Mendirek" başlamışken bitsin bari dediğim filmler oldu, izlemesem de olurmuş. "Bekleyiş" evlilik dışı bir bebek bekleyen kadının kendi çektiği belgeseli, fazla ilginç gelmedi. "Aniden" yeni çekilmiş bir yerli film, başrol oyuncusu Defne Kayalar'ın hatrına izledim, izleseniz de olur izmlemeseniz de kategorisinden. "Yara" mesajı olan bir kısa filmdi, denk gelirseniz izleyin, kısacık zaten ama anlamlı.

Peki neler dinledim:

İki yerli, iki yabancı kitapla değerlendirdim ev işleriyle geçen zamanlarımı. "Dizboyu Papatyalar" Tomris Uyar'ın biraz günümüzün dışında kalmış ama hoş öyküleri idi. "Çaça" ise çok keyifli bir eski İzmir romanı, Storytel'iniz var ve İzmir'i seviyorsanız Çaça'yı da seveceksiniz.

Storytel dinlemelerimin bazılarını geçmişte okuyup unuttuğum ya da okumadığım klasiklerden seçiyorum. Andre Gide'in "Pastoral Senfoni"si hüzünlü bir aşk öyküsü idi. Stendhal'in "Kırmızı ve Siyah"ını ise henüz yarıladım. Genç Julien Sorel'in maceralarına devam ediyoruz bakalım.

Her anlamda dolu dolu geçen bu ayda ancak iki diziyi izleyip bitirebildim:

-"Yetenekli Bay Ripley"i yıllar önce sinemada izlemiştim Matt Damon ve Jude Law'dan. Lakin dizi "Ripley"i daha çok sevdiğimi söylesem filmi izleyenler beni linçler mi acaba? Andrew Scott'un soğukkanlı halleriyle canlandırdığı Tom Ripley bana inandırıcı geldi, siyah-beyaz İtalya görüntüleri ise gözlere ziyafet denecek kadar güzeldi. 

-"Baby Reindeer"e gelince ne desem bilemiyorum. Bazı bölümleri sevdim, bazı bölümlerden ürktüm, bazı bölümlerden sıtkım sıyrıldı, kahramanımızın körlemesine içine dalıp depresyona sürüklendiği olaylara sinir oldum. Hasılı izlediğime pişman mıyım, hayır. Peki sevdim mi, ona da hayır 😃

Gelelim bu ayın etkinliklerine, bir önceki yazıda bahsemiştim zaten. 

Festival biletlerini alırken yabancı grupları tercih ettim, yerlileri her daim izleme şansımız var. Yabancıları da daha ziyade müzikal ağırlıklı seçtim ki dil sıkıntısı olmasın. İspanyol "Desconcerto", Polonya'dan "Balatlar ve Aşklar", Macaristan'dan "Atlı Karınca" ve Küba "Flamenca" izlediğimize pişman etmeyecek güzellikte gösterilerdi.

Eh buraya kadar geldiyseniz, kahveyi hak ettiniz, afiyet olsun (Laf aramızda biraz abartmışım galiba 😃)