.

.
.

27 Şubat 2013 Çarşamba

DÜNDEN KALANLAR


Dünün en önemli etkinliği "Kelebeğin Rüyası" idi. Ne zaman bir film hakkında çok fazla övgü duysam hayal kırılklığı ile çıkarım salondan. Bu kez de öyle olmasından korkuyordum ki yanıldığımı gördüm. Film gerçekten bir şiirdi. Öyle güzel sahneler, öyle güzel bakışlar, öyle güzel gülüşler, öyle güzel aşklar vardı ki aksayan-ki en çok gözüme batan liseli kızı oynayan oyuncunun yaşındaki uyumsuzluk oldu-tarafları çok da önemsemedim. Behçet Necatiğil'i daha çok sevdim, Kıvanç Tatlıtuğ'a azmiyle oyunculukta ulaştığı noktadan dolayı "bravo" dedim, Mert Fırat'a zaten sevgimiz ve saygımız sonsuz, kısacası bu kez biraz hüzünlü, biraz mutlu ayrıldım sinemadan. Yanımda oturan genç kızla çaktırmadan gözlerimizi silmeye çalışırken birbirimize yakalandığımızda vaziyeti karşılıklı gülerek kurtarmaya çalıştık. Önümde, arkamda ve solumda yanmış yağın iğrenç kokusuyla hayır huyur mısır yiyenlerin de o mısırları kafalarına geçirmemek için zor tuttum kendimi. Mısır satışı sadece animasyonlarda serbest bırakılmalı, diğer filmlerde "Yassah!" olmalı hemşerim.


Sinema çıkışı yan taraftaki D&R'a girdim, kitapların olduğu yöne bakmamaya çalışarak kendime yukarıdaki CD'yi aldım. Dün akşamdanberi keyifle dinliyorum; bazen kahveli, bazen çaylı, bazen son okuduğum kitap olan "Gırnatacı" eşliğinde, bazen hiçbirşey olmadan. Hava birkaç gündür düşen cemrelerin hakkını veriyor; güneşli ılık veeee:

 

Badem ağaçları çiçekte. Hatta çoğu yaprak bile açmış, erikler de patlamaya başlamış. Kısacası bahar geldi bile neredeyse...


25 Şubat 2013 Pazartesi

OSCAR'CI GELDİ HAAANİİİİM!..

Dikkat: Uzun bir yazıdır, bol fotoğraf içerir, sabrınız yoksa başlamayın, küsmem valla:)
Fotoğraflar. Buradan
Efendim ömrümden bir geceyi daha sizlere daha iyi bilgiler sunabilmek amacıyla uykusuz geçirmiş bulunmaktayım. Kendim için birşey istiyorsam namerdim. Bu defa dersime çalışmıştım; "Master" dışında tüm filmleri izlemiş, sular seller gibi ezberlemiş, bütün alıştırmaları çözmüş ve hatta özet çıkartmıştım. Ödevimi yapmanın haklı gururuyla hazırlandım törene katılmak için. Geçen yıldan farklı olarak kostümüm biraz renkli olsun istedim ve siyah yerine bordo eşofmanlarımı (laf aramızda eşofman da değil pijama ama "höt kötür" tabii ki) kuşanıp ayağıma başparmağında minik bir delik olan siyah terliklerimi geçirdim. Delik olmasını özellikle tercih ettim, ee Oscar törenine gidiyoruz,  biraz sofistike şeyler giymek lazım. Saçlarımı doğal halinde bıraktım, her ihtimale karşı anneannemden kalma yün şalımı yanıma aldım, üşürsem belime falan sararım diye. Neme lazım, iki ucu açık bir yer kırmızı halı dedikleri, cereyan falan yapar, Oscar uğruna böbrekten olmayalım. Termosa kahve, sefertasına da akşamdan kalma tarhana çorbasını doldurunca hazırdım. İstikamet Hollywood Bulvarı. Halıya ayak bastığım anda başıma üşüşen gazetecileri elimle şöyle bir itekleyip "Biz buraya seyredilmeye değil seyretmeye geldik" dedim, özellikle çoğul kullandım ki ne kadar önemli bir şahsiyet olduğumu anlasınlar. Derken ufukta "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" adaylarından Amy Adams göründü:


Gelinlikle yatak örtüsü arasındaki tuvaletinin tavus kuşuna benzeyen kuyruğunu güç bela sürükleyerek geldi, omzuma vurup "Na'ber" dedi, yüz vermedim. Ben kankam Helen Hunt'u bekliyordum ki çok geçmedi göründü. 


Yaşından beklenmeyen güzellikteki vücuduna lacivert bir tuvalet giymiş kapıdan girdi ve görür görmez yanıma geldi. Herkes kıyafetiyle hafiften alay ettiyse de ben içinde ne olduğunu da "Sessions" filmi sayesinde gayet iyi bildiğim kostümü yakıştırdım doğrusu kankama.

Gözler çok konuşulan Anne Hathaway'ı arıyordu ki arz-ı endam etti. Beyaz saten kıyafetiyle ispermeçet mumuyla Audrey Hepburn arası bir görünümdeydi:


Şirindi, şekerdi, zarifti, üstelik kızçeme benziyordu; dayanamadım "Bizimlasın" diye bağırdım. Zaten Akademi üyeleri de gecenin sonunda "Bizimlasın" dediler.


Gözüme çarpan kırmızı tavus kuşunun kim olduğunu miyop gözlerim yüzünden seçemedim, gözlüğümü takıp bakınca eski dost Sally Field olduğunu gördüm. Gördüm görmesine de "Apla, niye kırmızı" dedim açıkcası. 

 

Herkesin sabırsızlıkla beklediği Jennifer Lawrance karnabahar kılığında halıya adım atınca bir alkıştır koptu, millet düştü bayıldı ama ben kostümü değil içindekini alayım dedim. Akademi ise her ikisini de aldı, kabul etti ama yavrucağa nazar değdi. Karnabahar kostümüyle merdiven çıkarken düşüverdi garibim, kıyamam...


Şirinler şirini Quvenzhane kızımızı beledikleri sakıs mavisi Armani Junior kostümle minyatür assoliste benzetmişlerdi. Ne gerek var bunca uğraşmaya, al Çıkrıkçılar yokuşundaki gelinlikçilerden bir küçük gelinlik, giydir üstüne, daha çok çocuğa benzesin, müsrüflük...


Judy Abbott kardeşimizin vazgeçilmezi Nicole yengemiz közlenmiş patlıcan kabuğundan yaptırdığı giysisiyle Hünkar beğendi olup Hürrem'in yerine geçmeyi planlıyordu ama yavaşca kulağına "Hürrem'le aşık atmaya kalkma sonun kötü olur" dedim.


Gözüm içeri giren kırmızılıya takılınca "Yaşasın Semra kaynana gelmiş, hemen yanına gideyim, ne kaynatırız ama" diye düşünürken hangi rolüyle, ne akla hizmet "Yardımcı Kadın Oyuncu" adayı olduğunu düşündüğüm Jackie Weawer olduğunu farkettim. 


Aday olduğu "Zero Dark Thirty"den ölesiye sıkılıp kendisini normal şartlarda beğendiğim Jessica Chastain ise müthiş bir saç-giysi uyumu sergiliyordu. Karamelden yapılmış bir heykel gibiydi.


"Impossible" filminde Tayland'daki tsunami sonucu sular seller içinde bir kadını canlandıran Naomi Watts sular içinde debelenmekten o kadar etkilenmiş ki törene lüfer kostümünü giyerek gelmiş. Ödül dağıtımından sonra ızgaraya atılacak gibi bir hali vardı.



Bayıldığım Sandra Bullock ve muhterem Catherina Zeta-Jones altın rengi ve siyah birer tavuşkuşunu andırıyorlardı. Giderek erkeksileşse de Sandra'ya olan hayranlığım bâki, bir de kafasına o komik tokayı takmasaydı daha iyi olacaktı.


Ve bence gecenin yıldızı Charlize Theron. Kostümüyle, saçıyla, duruşuyla, güzelliğiyle "Bizimla" olmayı sonuna kadar hakediyordu. 

Kırmızı halı geçişi sona erdikten sonra bana özel ayrılan locama kurulup kahvemi yudumladım, acıktıkça tarhana çorbamı içtim, arada çiğ sarı bir giysiyle hemen yanımda oturan Jane Fonda'ya ikram ettim ama almadı kostümüne dökülür diye. Bir ara en ön sırada oturan Emmanuelle Riva teyzemin yanına gidip elini öptüm, doğum gününü kutladım ve sefertasımı içindeki çorbayla birlikte hediye etmek istedim, "Sizin tarhanalar tuzludur, tansiyonum var" diye kabul etmedi. Biraz bozuldum ama çaktırmadım. Kime ikram etsem reddetti misler gibi sarmısaklı tarhana çorbamı, yesinler o zaman kokteylde berbat açık büfe yemekleri, şeytan azapta gerek. Tören rezalet, sunucu daha rezaletti, parsayı "Argo" topladı, "Life of Pi" iyi kötü sebeplendi. Favorim "Amour" ise yabancı dilde en iyi film ödülünü kaptı neyse ki. 

Bir Oscar töreni daha burada biterken uykusuz gözlerim yanarak fedakarca yazdığım bu yazıyı sonlandırır, Allah Oscar'ın da hayırlısı versin derim sevgili izleyicilerim. Kalın sağlıcakla, ödülünüz bol olsun...

24 Şubat 2013 Pazar

HAVADA BAHAR KOKUSU


İki gündür heryerde bahar kokusu var. Güneş parlıyor ve hava ılık, kısacası kışın gözü yolda, haliyle ruh durumu da tıkırında. Dün öğlen 5 günlük ev hapsimi sona erdirip güzel havanın kollarına attım kendimi. Sıkı bir yürüyüşle Opera koristlerinin mini bir konser vereceği Müze'ye ulaştım. Konser başlamak üzereydi, hemen salona yerleştim az sonra da sanatçılar yerini aldı.


Yanıma kendisine tercümanlık eden genç bir hanımla birlikte oldukça yaşlı bir Alman bey yerleşti. Siyah pantolonunun üstüne giydiği siyah blazer ceketi, bembeyaz gömleğini tamamlayan desenli kravatı, rugan ayakkabıları, ak saçları, uzun boyu ve dimdik duruşu ile tamamı spor giyimli salonda aykırı ama şık bir görüntü sergiliyordu. Konser boyunca söylenen aryaları dudağında sürekli bir tebessümle ve heyecanla dinleyip içtenlikle alkışladı. Benim içimden de onu alkışlamak geldi. Konser kısa sürse de doyurucuydu, özellikle son söylenen "Aşk-ı Memnu" operasından Selmi Andak düzenlemesiyle "Gidelim Göksu'ya Bir Alem-i Ab Eyleyelim" şarkısı en çok alkışı topladı. 

Konser bitiminde cafeden çayımı alıp dışardaki masalardan birine yerleştim. Tam ortada duran mermer lahdin üzerindeki oymalar lahdin işlevine aykırı bir güzellikteydi, gözüm onlarda bitirdim çayımı, sonra da bahçede yürüyüş yaptım. Bahçe müze ile hayvanat bahçesi arası bir görünüm sergilemekteydi:


Çok keyifle geçirdiğim iki saatin üstüne eve döndüm ve bu kez Opera Sahnesi'ndeki "Umut" balesinin prömiyerine gitmek için yola düştüm. İzlediğim gösteri için söyleyecek söz bulamıyorum, olağanüstüydü. Son derece zor dansları Beethoven'in 7. ve 9. senfonileri eşliğinde başarıyla gerçekleştiren balet ve balerinlerin kostümleri, dekorlar, ışıklar öyle bir uyum içindeydi ki 1,5 saat boyunca görsel bir şölen yaşadık. Emeği geçenler varolsun. Tek aksilik baletlerden birinin kemerindeki süs olarak takılmış tüylerden ufak bir parçanın kopup onca izleyicinin arasında benim burnuma girmesiydi. Kısmet işte, işe yarar birşey olsa denk gelmez :)


Fotoğraf çekimi yasaktı, yukarıdaki görsel ANTDOB'un facebook sayfasından alınma, Sn. Serdar Aydın'a ait.

Havanın güzelliği Pazar günü de devam edince arkadaşlarla manzaralı bir Pazar kahvaltısı gerçekleştirdik. Çayımıza deniz eşlik etti.

 
Kahvaltı boyunca defalarca üstümüzden uçan bu yamaç paraşütçüsünü neredeyse çaya davet edecektik. O derece alçaktan seyretti ki ayakkabısının markasını ve hatta numarasını rahatlıkla söyleyebilirim. Vızıltısı da cabası :)

Haftasonu harikaydı, aynı performansı hafta içinden de bekliyor huzurdan ayrılırken en güzel günler sizlerin olsun diyorum sevgili şoför-pardon blog-arkadaşlarım (Zeki Müren'in ruhu şadolsun:).


23 Şubat 2013 Cumartesi

ÖZET


Geçen haftaki yoğun etkinliğin ardından oldukça durgun bir haftaydı. Özet geçecek olursam:
-Pazardan aldığımız roka demeti yukarıdaki arkadaşla birlikte geldi. Adını Sülüman taktım ve bundan sonraki hayatını sürdürmesi için eline bir mendil verip balkondaki kurumuş sümbül saksısına yerleştirdim. Ben üstüme düşeni yaptım gerisi ona kalmış.
-Pazartesi günü konuğumu yolcu etmek dışında evden çıkmadım; yangelip yattım, bilgisayar başında zaman tükettim, "Karışık Kaset" ve "Limonlu Pastanın Sıradışı Hüznü" isimli kitapları okuyup bitirdim. İkisini de beğendim.
-Geçen hafta izlediğim yerli yapım "Tepenin Ardı" filminden sonra bu hafta Romen yapımı "Tepelerin Ardında"yı izledim. Çok düşündürücüydü, izlenmeli.
-Sonbaharda balkonumuzda dünyaya gelen Cüneyt ve Türkan 6 ay geçmeden ana-baba olmaya niyet etmişler. "Durun, siz kardeşsiniz" diyecek oldum, bön bön yüzüme baktılar. Türkçe anlamıyorlar malum, Kuşdilinde nasıl söylenir acaba, bilen var mı? Aman bana ne, işin bu kısmı benim üstüme vazife değil ama balkondaki nane saksısını kiralamak üzere her sabah kapımı aşındırıyorlar, bu durum sıkıcı. "Kiralık değil, Almanya'dan kızım gelecek" dedimse de laf anlatamadım, çareyi saksıyı içeriye almakta buldum. Lakin caymış değiller, mutad ziyaretlerini sürdürüp "kuukuk, kuuukuk" sesleriyle uykumdan uyandırsalar da bende bekara-pardon-kumruya kiralanacak saksı yok bu sefer. Kelimenin tam anlamıyla evimin içine mıçıyorlar.
-Şimdi İstanbul'dan, Kurukahveci Mehmet Efendi'den çok sevgili bir dost tarafından gönderilmiş kahvemi içmek üzere huzurdan ayrılıyorum. Bugün nasipse evden çıkacağım artık. Öğleden sonra Müze'de bir konser, akşam da Opera Sahnesi'nde "Umut" balesini izlemeye gideceğim. Haftasonunuz şen olsun...

20 Şubat 2013 Çarşamba

EVVEL GİDEN AHBABA SELAM OLSUN ERENLER...

Dün akşamüstü çalan telefonun ekranında gördüğüm isim aslında tatsız bir durumun peşin habercisi gibiydi. Yılların aile dostunun kızıydı arayan ve verdiği haber annesinin ölüm haberiydi. "Vakitli ölüm", "Allah gençleri korusun", "uzun süre yatıp kalmadı" gibi beylik teselli laflarını sıralayıp telefonu kapattıktan sonra çöktü içime acı. Giden sadece Şefika abla değildi, çocukluğumun ve ilk gençliğimin büyük bir bölümü de onunla birlikte gitmiş ve bir devrin kapanmasına ramak kalmıştı. 


Hiçbir sözcük Şefika ablayı yukarıdaki fotoğraf kadar net tanımlayamaz. Uykuda olmadığı saatlerde elinin uzantısı haline gelmiş sigarası ve koyu demli çayıyla, kucağında kardeşim, sandalyesini paylaştığı oğlu ve hemen her akşam TV'sini ve konukseverliğini paylaştığı komşularıyla-ki soldaki annem olur, fotoğrafa sığmayan daha kaç kişi var kimbilir-gençliğinin ve çalışkanlığının doruğunda, başı dik Şefika abla. Adeta komünal bir yaşam sürdürürdük biz sosyal konut tipi yapılmış apartmanımızda. Aynı uzun balkona yanyana sıralanmış 6 dairenin dış kapısı yazları ardına kadar açık olur, kış gelince soğuk nedeniyle kapansa da anahtar üstünde bırakılırdı. Çoğu zaman zili çalmak gereğini bile duymadan açıp girerdik komşu teyzelerimizin evine. Annem evde yokmuş ne gam, ihtiyacımı Şefika abla rahatlıkla karşılardı. Karnımı doyurur, üstümü başımı ütüler, gerekirse harçlığımı verir okula yollardı. Yazları şölen gibi geçerdi o ortak balkonda. Her öğlen Şefika ablanın kapısının önüne sofra kurulur, herkes evinden Allah ne verdiyse getirir, kahkahalarla yenir içilirdi. Bazen hovardalıkları tutardı C Blok, 3.kat kadınlarının. "Bugün dışardan yiyelim" derlerdi. Satın alma görevlisi yine Şefika abla olurdu, ben de çırağı. Birlikte 5.duraktaki dönerciye gider, paketleri yüklenir gelirdik. Bir öğlen olsun bulaşık derdi olmadan yemek yemek mutluluklarını arttırırdı o hamarat kadınların. Otomatik çamaşır, bulaşık makinesiz, kalorifersiz yıllardı o yıllar. Elektrik süpürgesi tek komşuda vardı ve arife günleri bütün dairelerin halılarıyla müşerref olurdu o makine. Evimize aldığımız buzdolabı yıllarca pek çok komşuya buz ve soğuk su servisi yapıp kıymalarını, etlerini buzluğunda misafir etti. Bizim katın ilk TV'si Şefika ablaların evine girdi ve zaten 3 çocuk, anne-baba, babaanne ve ölen görümcenin kızıyla yeterince kalabalık o küçücük daireye bir de her akşam komşular musallat oldu. İstiklal Marşı ile başlayıp "TV'nizi kapatmayı unutmayınız" yazısına kadar geçen süreçte galonlarla çay içilip paketlerce tütün tüketildi. Çok yoruldu, çok üzüldü, çok kahırlandı Şefika abla ama bunu yalnızca onu yakından tanıyanlar anladı. Hayata hep dimdik ve herkese-kendisini çok üzenlere bile-hep aynı mesafede kalmayı bildi. O dertlerini yalnızca annemle, çayıyla ve sigarasıyla paylaştı. Birlikte yaz tatilleri geçirdik; ömrümün ilk İstanbul seferinde Şefika abla vardı yanımızda. Kadıköy'ün henüz doğallığını yitirmemiş eski sokaklarından birindeki eski, ahşap İstanbul evinde torununa destek vermek için gelmiş kayınvalidesinde misafir olmuş, gittiğimiz gezmeden geç döndüğümüz için Müyesser teyzeden sıkı bir azar işitmiştik. Sonra rutin Amasra tatillerimiz; arasıra yanımızda başka komşular, başka ahbaplar olsa da değişmeyen eşlikçimiz hep Şefika abla ve Ayhan Işığın biraz formsuzu diyebileceğimiz kocası İhsan amcaydı. Bir akşamüstü kaldığımız ahşap pansiyonu çatırdatan depremi de birlikte yaşamış, aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz sandal gezisinde çekimin hemen sonrası yanımızdan geçen motorun savurduğu dalgayla devrilme tehlikesini de birlikte atlatmıştık.


Şefika abla önde yine sigarasının dumanlarını savururken annem de çakma Gina Lollobrigida olarak ondan aşağı kalmamış. Siyah güneş gözlükleri hayli janti ve annemin havuz yaka elbisesi de. Ben yine muhtemelen "Mavi Kırlangıç" isimli dergime gömülmüşüm, deniz derya umurumda değil ve babam Lubitel'i ile fotoğraf çekerken arkadaki İhsan amca da belli ki küreklere asılmış.

Fotoğraftakinden çok daha küçüktüm, bir arife günüydü. Yarım gün ders yapıp eve gelmiş annemi evde bulamamıştım. Kapı kilitliydi ve anneannem dahi ortalarda yoktu. Hamile olan ve iki gündür yataktan çıkamayan annemin başına bir iş geldiğini ve hatta öldüğünü düşünüp müthiş bir paniğe kapılmış çantamı bir kenara fırlatıp avaz avaz ağlamaya başlamıştım ki Şefika abla koşup geldi. Annem düşük yaptığı için hastaneye kaldırılmıştı, beni sakinleştirip evine götürdü. Elimi yüzümü yıkayıp karnımı doyurdu ve sonra elimden tuttu, birlikte çarşıya gittik. Hiç unutamadığım pembe kareli bir kumaş ve pembe düz bir kumaş alıp eve döndük. Ben o gece onlarda uyudum, o sabaha kadar oturup bana bayramlık pileli bir etek ve üstüne bluz dikti. Uyandığımda babam gelmişti, Şefika ablamın diktiği bayramlıkları giyip annemi hastaneden almaya gittik. Bundan daha mutlu bir bayram geçirmedim sanırım. 

Bu yazı çok uzar; öyle çok anı, öyle çok yaşanmışlık, öyle çok emek, öyle çok sevgi var ki. Masumiyetin ve çıkarsız ilişkilerin neredeyse ortadan kalktığı günümüzde o yılların son kalıntılarıydı onlar. Birer birer gidiyorlar. Güle güle Şefika abla, dünyada yakalayamadığın huzuru belki orada bulursun. Anneme selam söyle ve lütfen  kavuşma sevinciyle fazla dedikodu yapmayın tamam mı? Hep içimde bir yerlerde olacaksın...

18 Şubat 2013 Pazartesi

ETKİNLİK BÜLTENİ 3

Dikkat! Bol fotoğraf içerir, sabrınız varsa başlayın :)


Konuğumun Antalya'daki üçüncü tam gününde kentin doğu yakasına, Lara taraflarına uzandık. Düden Parkı'na gitmek niyetiyle bindiğimiz otobüsten inip biraz yürüyünce yukarıdaki manzarayla bayram etti gözlerimiz.


Ve az ilerleyince de Düden çayının denize dökülürken oluşturduğu bu harika şelaleye ulaştık. Epeydir gelmemiştim bu taraflara, misafirim sayesinde son halini görmüş oldum. Ben görmeyeli epey değişiklikler olmuş çevrede. 



Şehre sınır çizermişcesine  oluşan yoğun bulutlara, seyrine doyulmaz Bey Dağlarına, falezlerin heybetine, denizin pırıltısına bakarak güzel havanın tadını çıkarıp uzun uzun yürüdük park içinde. Sonra yine otobüse atlayıp batı yakasına çevirdik yönümüzü. Kısa bir yemek ve kahve molasının ardından bu defa benim de ilk kez göreceğim bir yere, sonbaharda açılan "Antalya Akvaryum"a giriş yaptık. Kapıda bizi durdurup bir fotoğrafımızı çektiler ve elimize bir kart tutuşturup çıkışta uğramamızı söylediler. Peluştan yapılma köpekbalığına yönelttiğimiz çapkınca bakışın ardından Akvaryum'un karanlık tünellerine daldık.


 Maskeli kelebek ve melek balıkları


 Minik akvaryum balıkları


Ne yazık ki adını öğrenemediğim solucana benzeyen uzun burunlu balıklar ve kamuflaj yeteneği gelişmiş deniz atları


Kalın camın ardında bile ürküten Müren Balığı. Lakin o koca gövdenin suyun içinde ahenkle dansedişi şaşırtıcı idi.


"Giselle" balesinde başrolü oynayacakmış gibi süslenmiş Aslan balığı


Tepemizde yüzen bir köpek balığı olsa da camdan tünellerde dolaşmak keyifliydi.


Tünellerin bağlantı noktasındaki ışıklı sarkıtlar


İsmini bilmediğim koca dudaklı balık :)


Kaş açıklarındaki bir batıktan çıkarılan İtalyan uçağı

Elbetteki tüm akvaryumları ve fotoğraflarını buraya koyamadım yoksa bu post metreler sürebilirdi ama çıkışta uğradığımız fotoğraf standında köpekbalığına çapkın bakış atarken köpekbalığına benzediğim fotoğraf için 15 lira isteyince suretimi onlara bağışladım ve Akvaryum gezimizi noktaladık.


İçeri girerken güneşli olan hava çıkışta bize şahane bir "Bulut Show" hazırlamıştı. O kadar yorulmuştuk ki eve gelince gitmeyi planladığımız Gitar Festivali'nin son konseri olan "Ahmet Kanneci" resitalinden vazgeçtik. Keyifli bir yemeğin ardından yorgun ayaklarımızı uzatarak Emin Alper'in "Tepenin Ardı" filmini izledik.

Konuğumun Antalya'da geçireceği son günde öğleye doğru evden çıkıp Falez Park'a yürüdük ve Seyir Cafe'ye yerleşip sırtımıza vuran güneşle ısınarak kahve eşliğinde  uzun bir sohbet gerçekleştirdik. 


Vakit öğleni bulunca acıktığımız farkettik ve şu aşağıdakilerle karnımızı doyurduk:


Ve ardından kapanış gününde son bir ziyaret için Cam Piramit'e Kitap Fuarı'na yollandık ki ne görelim, insanlar içeri girebilmek için koca yapının etrafını dolaşan bir kuyruk oluşturmuşlar. Sebebinin Soner Yalçın'ın imza günü olduğunu farkedince çaktırmadan araya kaynak yaptık. Aslında çaktırdık tabii ama kapıdaki görevli umursamadı. Soner Yalçın'la değildi bizim işimiz, Nedim Gürsel'in standına yöneldik ve kitaplarımızı imzalattık hayli yorgun görünen yazara. Eminim kafası başka yerlerdeydi zira adımın ikinci hecesini soyadıma ekleyerek yazdığı hitap bizi epeyce güldürdü.


Dayanamayıp aldığımız birkaç kitaptan sonra fuara veda ettik ve kümelenen bulutların haberini verdiği yağmura yakalanmamak için eve yollandık.  Evde bizi bekleyen fırına atılmaya hazır dil peynirli-pastırmalı bir kadayıf böreğimiz vardı, o pişene kadar çayımızı demledik ve indirdik mideye. 


Günün son etkinliği Göksel Baktagir-Komşu Grubu konseri idi, günün yorgunluğu ve kulakların pası Göksel Baktagir'in kanununun sihirli nağmeleriyle atıldı ve eve mutlu dönüldü.

Tam anlamıyla çok keyifli bir haftaydı. Konuğumun kim olduğunu merak edenler vardır eminim, kendisi "Bir Dilim Sohbet" blogunun sahibi sevgili Zero idi. Birlikte şahane bir 5 gün geçirdik. O şu an itibarıyle  evine ulaşmak için yolculuk ediyor, ben de arkasından su dökemesem de tez zamanda tekrar gelmesini diliyorum...

Not: Zero'nun hatırlatması üzerine eklemek istediğim bir durum var; 5 gün boyunca Zero'yu kereviz salatası, terbiyeli kereviz yemeği ve kuru patlıcan dolması ile besledim. Başka da birşey yedirmedim. Hatta giderken yanına yolluk olarak kereviz koyacaktım ama aceleyle unutmuşuz :) 

16 Şubat 2013 Cumartesi

ETKİNLİK BÜLTENİ 2

İki gündür sesim çıkmıyor diye evden de çıkmıyorum sanmayın. Bilakis aşırı etkinlikten dozaşımına uğradım, yazacak zaman bulamıyorum. Ne zamandır evde hapsolmuşum yahu, sonunda özüme döndüm :) Perşembe günü sevgili misafirim ve ben erkenden yollara düştük.


İlk uğrak yerimiz Börekçi Tevfik'in dükkanı oldu. Tevfik Usta'nın hamuru havada dansettirerek açıp neredeyse antika denebilecek bir fırında pişirip sunduğu şahane börekleri çay eşliğinde lüplettikten sonra yürüyerek Karaalioğlu Parı'na geldik. Puslu havada miradorlardan görünen manzara muhteşemdi:


Parkta attığımız turdan sonra yeni açılan Soba Müzesi'ni gezdik. İlginç bir müze olmuş; hem sergilenen değişik sobalar, hem mankenli canlandırmalar, hem de en üst kattaki oyuncak sobalar görülmeye değerdi.


Canlandırmalardan biri 12 Eylül darbesi sonrası sobalarda yakılan kitapları temsil ediyordu. Soba Müzesi Balbey Mahallesi Sobacılar Çarşısı içinde, giriş ücreti emekli, öğretmen ve öğrenciye 3, diğer kişilere 6 lira olarak belirlenmiş. 

Soba Müzesi'ni gezdikten sonra "Şiddete dur diyen 1 milyar kadından biri ol" organizasyonu kapsamında dansetmek üzere Cumhuriyet Meydanı'na yollandık. 


Dansedip görevimizi yerine getirdikten sonra Yat Limanı'na indik ve bu defa da Oyuncak Müzesi'ne daldık. Ardından mendirekte yürüyüş yapıp Mermerli'de manzaraya karşı bir bardak çay içtik.


Kaleiçi'ndeki küçük tur sonrası iyice acıkan karnımızı doyurmak ve yorulmuş bacaklarımızı dinlendirmek için Piyazcı Ahmet'in masalarından birine yerleştik ve tahinli piyazla şiş köftenin tadını çıkardık. Yeterli enerjiyi toplayınca da son durak Kitap Fuarı'nda aldık soluğu. Park içinden yürüyerek ulaştık Cam Piramit'e, hava iyiden iyiye bozmaya başlamıştı ve içeri adım atar atmaz da yağmur tüm şiddetiyle indirdi. Fuar'ı gezip dolaştık, birkaç kitap daha aldık. İşimiz bitmişti ama yağmur olanca hızıyla yağmaya devam ediyordu. Birer bardak çay alıp dinmesi için beklemeye başladık. Bir saate yakın zaman geçti ama yağmur bırak dinmeyi hafiflemedi bile. Herşeyi göze alıp dışarı çıktık, kapıya ulaşıp taksiye binene kadar sırılsıklam olmuştuk bile. Hemen taksi bulduğumuza şükredip eve ulaştığımızda elektrikler kesilmiş ama yağmur kesilmemişti. Önceden biletleri alınmış olduğu halde gitmeyi planladığımız konserden vazgeçmek zorunda kaldık.

Cuma günü uzun bir kahvaltının ardından baktık yağmur yağacak gibi görünmüyor Atatürk Parkı'nda bir yürüyüş yapıp Nar Cafe'ye yerleştik.


Camdan vuran güneşle birlikte kahvelerimizi yudumlayıp uzun uzun sohbet ettik. Karnımız acıkma sinyalleri verince kalkıp eve doğru yürüdük ve mahallemizin meşhur Bahçeli Pideci'sinde çalan zilleri susturduk. Akşamsa bir gün öncenin intikamını almak için şef Orhan Şallıel'in yönettiği için Senfoni Orkestrası eşliğinde solist Jülide Özçelik'i dinlemek üzere AKM'ye yollandık. 


Jülide Özçelik o ruha işleyen duru sesiyle enfes bir konser verdi, bilhassa finaldeki Neşet Ertaş'tan uyarlanan "Yalan Dünya"dinletinin zirvesiydi. 

İki günün özeti budur sevgili dostlar. Hafta sonunuz şen olsun diyor yeni bir etkinlik için kaçıyorum...