.

.
.

24 Şubat 2021 Çarşamba

24 ŞUBAT (ESKİLER, YENİLER, SEVİLENLER, İHMAL EDİLENLER*)

*Radyolu yıllarda bu adla bir program vardı: "Eskiler, Yeniler, Sevilenler, İhmal Edilenler". Bir müzik programıydı, tam hatırlamıyorum ama ya Sezen Cumhur Önal ya da Fecri Ebcioğlu sunardı.

Oldukça hoş bir kitap okuyorum bu sıralar: "Eğlencelerin Sırrı". Adı gibi eğlenceli bir kitap, Barselona'da geçiyor. Sayfalara daldırmış okurken birden gözüm kitabı tutan ellerime takıldı, bir an şaşırdım, el başkasına ait olabilir miydi? Zira gördüğüm el geçen yılkinden çok farklıydı, tırnak dibi etleri düzensiz, tırnaklar dibine kadar kesilmiş ve ojesiz, derisi kurumuş, hatta yer yer kabuk bağlamış. Bir an düşündüm, sonra kitabı kenara koyup bilgisayar masasının üstünde duran krem tüpünü aldım elime, sürdüm de sürdüm. Geçici bir yumuşama oldu olmasına da bir saat sonra eski haline döneceğinin farkındayım. Normalde çok fazla dezenfektan ve kolonya kullanmıyor, suyla sabunu tercih ediyordum ama fizik tedavi seanslarında ve kliniğe gidiş gelişlerde mecburen ikisini de bol miktarda kullandım, zaten ihmal ettiğim ellerim el olmaktan çıkıp ağaç kabuğuna döndü böylece. Neredeyse bir yıldır oje sürmüyorum, oysa ojesiz dolaştığım pek vâkî değildi, haydi oje sürmüyorum şu tırnak etlerini boş boş otururken dibe doğru itsem ya törpü ile. İnsan gevşedikçe gevşiyor, fena halde atalete gömülüyor. Sinirim bozuldu. "Alice Harikalar Diyarında"nın tavşanı gibi "çok geç kaldım, çok geç kaldım" yerine "çok ihmal ettim, çok ihmal ettim" diyerek banyoya yollandım, aynanın karşısına geçtim. Gördüğümü beğenmedim haliyle, saçlarımın fena halde boyası gelmiş, kahküllerim uzamıştı. Kazayaklarına ve diğerlerine değinmiyorum, onlar için bizzat yapabileceğim bir şey yok, tarihin akışına bıraktım 😃 Ama saçlar için self kontrol mümkündü değil mi? Vakit kaybetmeden geçenlerde sipariş ettiğim ve ilk kez deneyeceğim organik olduğu iddia edilen boyayı aldım, karıştır-çalkala, eldivenleri giy, lavaboya gazete ser, boya tarağını çıkar ve 1,2,3 başla. Bir yandan boyayı sürerken bir yandan da "taş çatlasa 15 dakikamı alacak bir işe niye üşeniyorum ki" diye söyleniyorum. Üstelik pandemi başından beri boya işinde epey ustalaştım, kuaförlere rahatça gidilebilecek duruma gelindiğinde bile boyamı kendim yapmaya kararlıyım. Kesim içinse aynı şeyi söyleyemem, şu anda bile bir kesime fena halde ihtiyaç duyuyorum. 

Boya işlemini tamamladım, süresini beklerken birkaç el Toyblast oynadım, sonra yıkadım, kuruttum ve kahküllerimi kestim. Hafiften yamuk oldu ama olsun, zaten çocukken de kahküllerim hep yamuktu, inanmıyorsanız bakın 😃

Kurdeleler kafam kadar, küpemin teki de kayıptı öyle hatırlıyorum ve çok suratsızım. Fotoğrafın devamında yakamda fildişine zincirle asılmış fil şeklinde bir broş, kolumda helezoni bir bilezik var, suratsızım ama süslüyüm. Bu fotoğraf birkaç yıl Cebeci'de, eski Konservatuvar binasının yakınındaki bir fotoğrafçının vitrininde devasa bir çerçeveye konulmuş olarak halka arzedildi 😃 Babam neden vitrine koyduğunu sorunca fotoğrafçı "ilk defa bu kadar ciddi bir çocuk fotoğrafı çektim, o yüzden" demiş. Kahkülümü de beğenmiş olabilir gerçi, sürrealist bir fotoğrafçı ise ve galiba ben küçükken büyük, büyükken küçükmüşüm 😃

Bir yandan pandemi, bir yandan dizler beni eve mahkum edince neredeyse her gün film izliyorum. Geçenlerde Mubi'de Agnes Varda'nın "Mutluluk" filmini ikinci kez izledim. İlk izlediğimde sanırım 9 yaşındaydım. Dün gibi hatırımda, anneannemin komşusu Ağavni Tantik'in gelini Gülnar abla filmi çok görmek istiyordu, gel gör ki semtteki sinemaların hiçbirinde oynamıyordu. Sadece Maltepe'deki Alemdar Sineması'nın seansları uygundu ama Gülnar abla yalnız gidemiyordu, beni aldı yanına. Otobüse bindik, Maltepe'ye gittik, sinemaya girip oturduk, film başladı, perde ayçiçekleriyle doldu. Yıllarca filmden aklımda kalan bu ayçiçekleri oldu, ne zaman anımsasam filmin ismi gibi bir mutluluk yayıldı içime ve o ayçiçekleri gözümün önüne geldi. Zaman zaman acaba doğru mu hatırlıyorum diye Google'da arattığım oldu ve o ayçiçekli afişi görünce ikna oldum hafızamın beni yanıltmadığına.


Mubi'de filme rastlayınca çocukluğuma dönmüş gibi oldum, açtım karşıma ve sanki bilgisayar ekranına bakmıyordum da Gülnar ablayla birlikte Maltepe Alemdar Sineması'nın suni deri kaplı açılır kapanır tahta koltuklarında oturuyordum. O rengarenk filmi büyük bir keyifle izledim, zihnimde kaybolmuş ne varsa geri geldi, taşlar yerine oturdu. Film bittiğinde annemin deyimini hatırladım: "Vah gidene!". Geride kalan bir şekilde hayatına devam ediyor...

Bugün hava adeta yaz başlangıcı gibi, balkon demirleri bile insanın elini yakıyor. Bahar neredeyse geldi ama haberimiz yok. Üst kattaki bekar gençler taşındı ama sevinemiyorum, yerine benzerleri gelir diye. O daire sahibinin zamanından beri pek bakımsız, o yüzden aileler yüz vermiyor, bekarlar tutuyor gelip geçici ve hepsi de başımıza sıkıntı oluyor. Bir grup muslukları açık unutup bizim eve su bastırdı. Bir diğeri sabahlara kadar çalgı-çengi uyutmadı. Son çıkanlar Veliefendi Hipodromu'ndan gelmiş gibilerdi, insan olduklarını bilmeseniz tepenizde at sürüsü dolaşıyor sanırsınız, öyle bir gümbüdü gümbüdü yürümek gece vakti. Şimdi çaresizce yeni baş belalarımızı bekliyoruz, Allah acısın bize 😃

İlk aşıyı olduğumdan beri ikincisi için randevu almaya çalışıyorum. 182 zaten yanıt vermiyor, bırak yanıt vermeyi çalmıyor bile, MHRS ise her denememde "kriterinize uygun randevu bulunamamıştır" cevabını veriyor. Kriterlerim pek yüksektir, şanıma layık aşı bile bulunamıyor 😃 umudumu kesmeden günde birkaç kez deniyorum, elbet oltama bir balık düşecek.

Neyse, ben eğlenceli kitabıma döneyim, saçımı boyamış, kahkülümü kesmiş olmanın huzuruyla bitireyim kitabımı, kalın sağlıcakla...


18 Şubat 2021 Perşembe

18 ŞUBAT (KAR, AYAZ VE HATIRLATTIKLARI)

Sonradan boyu uzamış apartmanların izin verdiği kadarıyla ucundan görünen Beydağları'na karın düştüğü, kuzeye bakan cephelerde ısırıcı bir ayazın insanı üşüttüğü, güneşli ama soğuk bir günün gecesindeyiz. Sokaklar ıssız, rüzgar var, Antalya'nın pek geleneksel balkon perdeleri güneşin gevrettiği yerden rüzgarla yırtılmış, millet evine çekilmiş, yasak olmasa da çıkılacak gibi değil zaten. İç bölgelere yağan karın ayazı şehre vurmuş anlayacağınız. Ezelden ebede bitmeyen rutubetin etkisiyle mevcut ısıdan daha düşük hissediliyor. 40 yıl önce geldiğim bu şehre bir kere kar yağdığını gördüm, bir kere de sahte kar (sahtekâr değil sahte kar 😃) yağdı, millet fotoğraf çektirdi. O neydi diyecekseniz, yarım saat içinde paldır küldür indiren ceviz büyüklüğünde şiddetli dolu şehrin her yanını kar gibi kaplayınca kara hasret insanlar kendilerini sokaklara attılar. Fotoğraf çektirmek için yalancı bir güzellik sunuyordu belki ama tıkanan balkon giderleri ile bizimki de dahil bir sürü evi su basmıştı, seraların haline hiç deyinmeyeyim, nefret edilesi bir gündü. Gerçek karın yağdığı yıl ise yanılmıyorsan 1994'tü. Oğlumu okula yollamak için erken kalkmış, her zaman yaptığım gibi ilk iş olarak mutfak balkonuna çıkmış, gözlerime inanamamıştım. Her yer bembeyazdı. Paldır küldür içeri koşmuş ev halkını uyandırmıştım. Kar dediysem toplasan üç santim yoktur ama kar yağmıştı işte, önemli olan oydu. Oğlan okula gitmişti servisine binip, ardından biz de yollanmıştık kendi okulumuza ama daha bahçe kapısından adım atar atmaz okulların tatil olduğu haberi gelmişti. Zavallı öğrenciler kartopu oynamalara doyamadan çıkan güneşle karlar erimiş, her yer sular içinde kalmış, bu defa da tatil sevinciyle evlere dağılmışlardı. Gördüğümüz göreceğimiz kar da o olmuştu. Esasen Ankara'da doğup büyümüş ve orayla irtibatını hiç koparmamış biri olarak kar hasreti çektiğim de söylenemez, yeterince doydum. Kar evin penceresinden seyrederken güzel. Egzosla kararmış, ezilmiş sarmısağa dönmüş, geçen arabaların üstünüze çamuruyla sıçrattığı, çok geçmeden buza dönüşecek ve Ankara'nın merdivenli, yokuşlu sokaklarında sizi yere serecek karın pek sevileceği söylenemez. Elbette birkaç güzel kar anım var, ilki ilkokul yıllarımdan, bir kış gecesinden. Caddeye bakan penceresi balkon üstünde olduğundan tavana yakın tutulmuş, o nedenle önüne yüksek bir sedir kurduğumuz odada o sedirin üstüne oturmuş, ışıkları söndürmüş, yağan karı seyre dalmıştım. Kuşbaşı denilen boyutta, lapa lapa yağıyordu. Transa geçmiş gibi izliyordum, gözünüzü yağan kara fazlaca daldırınca gökyüzüne yükseliyor gibi oluyordunuz. Hala unutamam o görüntüyü. 

Karla ilgili bir başka güzel anım anneannemde kaldığım günlerin birinden. Aynı sedirin anneannemdeki versiyonunda yatmıştım gece (dört blokluk bir sitede yanyana bloklarda oturuyorduk). Akşam başlayan kar sabah pamuk gibi her yeri örtmüş, sihirli bir görüntü kazandırmıştı çevreye. Gözümü burnuma dolan sucuk kokusuyla açmış, önce dışarıdaki karlı manzarayı, sonra emektar Şakir Zümre sobasının kapağını açıp içerideki korlara maşayla sucuk dilimleri uzatan anneannemi görmüştüm. İyi günündeydi, "Uyandın mı guzum" diye seslenmiş, az sonra da sobası kadar emektar bakır sinisine sucukları, ekmeği, çayı sıralayıp önüme koymuştu. Kar manzaralı, sucuklu kahvaltı nefisti. Anneannem ciddi anlamda sucuk-pastırma meraklısıydı. Gücünün yettiği, yaşının izin verdiği her sonbahar kendine vazife edinirdi sucuk yapmayı. Emektar twit paltosunu giyer, kara krepten eşarbını bağlar, muhtemelen yengemden kalma çantalarından birini koluna takar, Ulus'taki Hâl'in yolunu tutardı. Artık tanıdığı dükkanlardan bağırsak, baharat temin eder, bildik bir kasaptan da et çektirirdi. Sonra Niğdeli Pamuğun Sayime'lere gidilir, kıyma makineleri ödünç alınır (sucuk doldurma ağzı unutulmadan), babam yardıma çağrılır ve imalata girişilirdi. Sucuk harcı karılır, sonra kıyma makinesinin ağzına boruya benzeyen o alet takılır, üstten verilen harç boruya takılan bağırsağın içine doldurulurdu. Bunun için epey kol gücü gerekeceğinden o görev babama tevzi edilirdi. Kangal halinde bağlanan sucuklar anneannemin balkonundaki çamaşır ipinde kurumaya bırakılırdı. Sonrası yukarıda yazdığım gibi karlı günlerde enfes bir sucuk ziyafeti olurdu. İçinde kimyasal bir katkı maddesi olmayan ve etlerin şimdiki gibi suni olmadığı yıllarda evde üretilen o sucuğun tadını bir daha hiçbir sucukta bulamadığım kesin. Madem bu kadar andık, şuraya anneannemin sucuk yapabildiği yıllardan, keyfi yerinde bir fotoğrafını bırakayım, nurlarda uyusun:

Cevriye ve Tevriye halen benimle didişmekteler, ben de sineye çekmeyip onlarla didişmekteyim, bakalım hangimiz galip çıkacağız bu didişmeden. Onun dışında kitap, film, dizi, oyun ve yapabildiğim kadarıyla ev işleriyle zaman geçmekte. Neredeyse bir yılı doldurduğumuz pandeminin pek gitmeye niyeti görünmüyor ama şartlar ne kadar tatsız olsa da umudu diri tutmakta yarar var. Yaklaşık 5 aydır küpe takmadığımı farkettim dün, oysa en sevdiğim takıdır, öyle ki sokağa çıkarken unutsam dönüp takardım, uzaklaştıysam bir bujiteriye girip, küpe satın alıp kulağıma geçirmişliğim vardır. Zalım pandemi pek çok zevkim gibi bunu da almış elimden. Geçen hafta kardeşim bir paket yolladı, içinde bir çift küpe de vardı. Dün aşıya giderken şans getirsin diye geçirdim kulağıma aylar sonra. Aman bir hoşuma gitsin, bir hoşuma gitsin, kulaklarım nasıl da özlemiş küpeyi. Aynada uzun uzun seyrettim, dönüşte de yatana kadar çıkarmadım, aslında yatarken de çıkarmayacaktım ama kulağıma batar diye cesaret edemedim. Bir küpe bile insanı mutlu ediyormuş meğer, defol git pandemi...

Gece vakti yazdığım bu yazıyı sabah yayınlayacağım. Hepinize sağlıklı günler diliyorum, sevgiyle kalın...


10 Şubat 2021 Çarşamba

10 ŞUBAT (BAHAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER)

Datça'dan ve aslında açmasını beklemediğiniz şehirlerden çiçeğe durmuş badem ağaçlarının fotoğrafları geliyor. Eminim Antalya'da da başlamıştır ama kendi habitatım dışında bir yerleri göremediğimden bir fikrim yok. Çok değil bir-iki yıl öncesine kadar sokağın bitimindeki apartmanlardan birinin minicik bahçesinde yılın en erken açan badem ağacı vardı. Şubatla birlikte salardı çiçeklerini. Semtin cemazüyelevvelinden kalma bir hatıra gibi. Evvelki yıl bina ikinci kez yıkılıp müteahhit eline geçince binayla birlikte o da sonsuza karıştı. Ben bu şehre yerleştiğimde evimin olduğu bölge tek katlı evlerle ve bahçelerle dolu yemyeşil bir semtti. Sonraları imara açıldı, bizim apartman da içlerinde olmak üzere binalarla doldu, bahçeler bitti, ağaçlar yokoldu, eski bir hatıra gibi birkaç portakal, bir-iki zeytin ve badem kaldı. Meraklısı ufarak bahçesine ya da kaldırım kenarlarına ağaç dikti, yeşilden ziyade beton seven oralı bile olmadı. Bizim balkonu perdeleyen koca çınar (merakla beklemekteyim yonttukları dallar baharda sürecek mi?), evin çatısına yükselen selvi, selvinin dibinden çıkıp gövdesine sarılan defne apartman bittiğinde bizzat diktiklerimiz. Aslında iki tane de okaliptüsümüz vardı, üç yılın içinde devleşen ama maalesef kesmek zorunda kaldık, zira dibe uzanan kökleri betonu çatlatmaya başlamıştı. Bilirsiniz okaliptüsün kökleri çok su çeker, hatta bataklık kurutmada ve bu sebeple sıtma mücadelesinde kullanılır. Antalya'da kanalizasyon tesisatları çok yeni, öncesinde "zerzemin" denilen toprak altındaki mağaralara gönderilirdi atıklar. Şehir büyüyüp de nüfus artınca yetmemeye başladı ve kanalizasyon tertibatına geçildi. Tam da oğlumun üniversite sınavına hazırlandığı sımsıcak günlerde yapılmıştı bizim sokağın kanalizasyon kazısı ve zemin kayalık olduğu için bir aya yakın sürmüştü kısacık sokağın kazılması. Beton kazıcısının gürültüsü bir yandan, açamadığımız kapılardan dolayı sıcak bir yandan, toz bir yandan, sınav stresi bir yandan cümleten çıldırmak üzereydik ki sonunda bitmişti. O zamana kadar okaliptüslerin yerine diktiğimiz sedirleri de gelen geçen büyüyemeden kırıp kurutmuştu. Bu memleketteki ağaç düşmanlığına akıl erdiremiyorum. Yine de mevcutlara şükredip korumaya çalışıyoruz ama sokaktaki kentsel dönüşüm adı altındaki rantsal dönüşüm yakında birçok ağacın daha kanına girer diye düşünüyorum.

Nereden nereye geldik, badem demiştik aslında, çiçek demiştik. Pandeminin hepimizi evlere kapadığı, ruhumuzu kararttığı günlerde çoğumuz "Bahar gelmiş neyleyim" şarkısını söylesek de baharın umurunda değil, gelmeyi arzu ettiği zaman bize sormadan gelecek. Geçen yıl göremediğimiz baharı bu yıl da göreceğimiz şüpheli, hal ve gidiş onu gösteriyor. Sağlıklı olalım da balkondan karşılamaya, arada bir nefes alma yürüyüşlerine çıkmaya da razıyız. Antalya'da şubat bitince bahar gelmiş demektir, arada birkaç günlük ayazları ve çılgın yağmurları-ki onlar Antalya'nın şanındandır-hesaba katmazsanız baharla devam edebilirsiniz. Bademler çoktan şıkırdım çiçeklerle dolmuştur, pembeli-beyazlı. "Pembe, gönlüm sende" desek de pembe çiçeklinin bademi acı olur. Yaradan bir yandan alırsa bir yandan veriyor işte, acıyım ama çiçeklerim daha güzel 🌸 Benim için baharsa yıllar yılı babamın bir akşam iş dönüşü elinde getirdiği kesekağıdı ile başlardı. İçinde 250 gram turfanda çağla olan kesekağıdı. Ankara'daydık, mevsim bahara dönmemişti haliyle ama babamın elinde bahar vardı. O zaman çalsın sazlar, benim baharım gelmiştir Adana dolaylarından. Tuza belenmiş bahar mideye yerleşince her şey daha ışıklı, daha ılık görünmeye başlardı. Baharın devamı bir süre sonra benzer bir kesekağıdının içinde can eriği-yenidünya olarak gelirdi. İşte o zaman resmen ilan edebilirdik, bahar evine yerleşti, artık gitmez. Bu yıllarca böyle devam etti, Ankara'nın gri, puslu, kirli havalı, ayaz kışından bir kesekağıdı dolusu çağla ile bahara geçiş ve mutlaka baba elinden. Aslında yıllarca çağla niyetine uzamış bir sakal yediğimin farkına evlenince varacaktım. Eşimin ailesinin badem bahçeleri vardı ve dalından koparılmış çağlanın benim o zamana kadar yediklerimle zerre alakası yoktu, ağzıma attığım şey daha dişimi dokunmadan dağılıyor ve nefis bir aroma bırakıyordu. Olsundu, benim baharlarım yine de babamın getirdiği sakallı çağlalarla başlasındı. Şimdi bir bahçe dolusu badem ağacımız olsa da, aklıma çağla yemek çok ender gelse de tercih yapmam gerekirse babamın getirdiği kesekağıdındakileri isterim ama artık kesekağıdı bile yok ki, daha yarı yolda kopan poşetler var, onları da parayla satıyorlar...



4 Şubat 2021 Perşembe

4 ŞUBAT (OCAK OKUMALARI)

Yılın ilk ayı diz ağrıları nedeniyle ev ve Fizik Tedavi Merkezi arasında geçince okumak açısından oldukça verimli oldu. Toplamda 12 kitap okumuşum, 13. ye de ayın sonunda başlamışım ama bitmeyinci Şubat ayına devretmişim. Şimdi bakalım hangi kitapları okumuşum:


 -Malum, Roberto Bolano'nun 1000 sayfalık, 5 bölümlük "2666"sını bölüm bölüm okuyorum. Ocak başında 2. bölümü bitirdim. Bu ikinci bölüm Santa Tereza'da kızı Rosa ile yaşayan Amalfitano'yu anlatıyor. Sadece onu değil bölümün büyük bir kısmı Lola adındaki ilginç karısını da konu alıyor. Lola bir akıl hastanesinde yatan en sevdiği şairi ziyaret etmek için valizini toplayıp gidiyor bir gün. Baba-kız başbaşa kalıyorlar. Bolano ilginç bir yazar, bu kadar alakasız konuyu nasıl edebi bir incelikle yazabiliyor okurken şaşıyorsunuz. Normal şartlarda ilginizi çekmeyecek konuları onun kaleminden ayıla bayıla okuyorsunuz. Tabii tat alabilmek için arka planda yetkin bir okuma geçmişi gerekiyor dersem beni kınamazsınız sanırım, kolay okunan, akıcı ve belli başlı bir konusu, başı sonu olan bir okuma macerası bekliyorsanız Bolano pek hitap etmeyecektir diyor ve bir sonraki kitaba geçiyorum. 

-"Kuytu" her yıl yaptığımız yeni yıl kitaplaşmasında sevgili Zeren'in yolladığı, insanı beklenmedik finallerle karşılaştıran çok değişik bir öykü kitabı. "Sybıl", "Creed", "Galen Pike'nin Kefareti", "Ceket", "Bunny Clay'ın Götürülüşü", "Precious", "Commercial Yokuşu"-neredeyse tüm öyküleri yazacağım-en sevdiklerim oldu. Ağız tadıyla düzgün bir öykü okumak isterseniz tavsiyemdir...


-Daha yılın başında diyebilirim ki 2021'de okuduğum en iyi yerli kitap olacak "Burası Radyo Şarampol". Bunda konunun yaşadığım şehirde geçmesinin etkisi var mı derseniz, bir ölçüde diyeceğim ama sadece bu değil. Kitabın içinden sadece Antalya değil, içinden müzik, içinden, gurbet, içinden hasret, içinden dostluk, içinden bir büyüme hikayesi, içinden bir yere ait olamamak, içinden geçmişte bıraktığını yerinde bulamamak geçiyor. Şükran Yiğit'i "Ankara Mon Amour" ile tanımıştım ki o da çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği semtte, Yenimahalle'de geçiyordu, çok tanıdık, çok etkileyici idi. Sonra "Çatıkatı Aşıkları" geldi ki o da aynı lezzete sahipti. "Burası Radyo Şarampol" ise hepsini aşıp geçti diyebilirim. Kitabın sonunda bir müzik listesi ve Spotfy'da bizzat yazar tarafından eklenmiş bir dinleme listesi de mevcut. 80'li yılların Antalya'sında başlayıp Berlin'de devam eden bu öyküyü bence mutlaka okumalısınız...

 

-Hakkında o kadar olumlu eleştiri okudum, o kadar çok kişi yılın en iyi kitapları arasında zikretmiş ki bu aralar öykü okumaya biraz uzak dursam da dayanamayıp aldım "Evler, Cinler, Perdeler"i. Ne oldu? Yani hiçbir öykü beni uçurmadı göklere, niye bu kadar abartıldı bilmem, birkaçını sevsem de bazılarından çok sıkıldığımı da belirtmeden geçemeyeceğim. Evleri cinlere, cinleri de perdelere emanet ederek yolu açık olsun diyorum :)


-Yasmina Reza'nın daha önce okuyup çok sevdiğim "Babil" isimli kitabını referans alarak (biraz da kapağın güzelliğine aldanarak) almıştım "Ne Mutlu Mutlulara"yı. Kitap birbiriyle bir şekilde bağlantısı olan bir grup insanın yaşamından kesitler sunuyor. Lakin ne romanı "Babil", ne de çok büyük bir zevkle izlediğim tiyatro oyunu "Vahşet Tanrısı" kadar etkileyici bir kitap çıktı. Okudum ama nasıl buldun derseniz ancak "Eh!" diyebilirim.


-William Stoner; bir çiftçi ailesinin tek çocuğu, ziraatçi olması için üniversiteye gönderiliyor ama o edebiyatı seçiyor ve üniversitede kalıyor. Evlilik, çocuk, sevgili hepsi tek tek elinden yiterken sımsıkı sarıldığı sadece akademik ortam. Onda da bölüm başkanının mobbingine maruz kalıyor. Stoner'in renksiz ve sıradan görünen hayatının içinde iz bırakan çok şey var. Bu ilginç karakteri unutamayacağım sanırım, bu yılın en iyi kitaplarından biri olacak benim için "Stoner". Tavsiyemdir...


-"Babamı Kim Öldürdü?" incecik bir kitap. Biraz Jean Louis Fournier tadında. Gay bir oğulun ağzından hem sevip hem didiştiği babası anlatılıyor.  Son derece etkileyici bir anlatımı var ve sonuçta babasının ölümünden sorumlu tuttuğu devlet adamlarını da saymadan geçemiyor. Yakın zamanda Moda Sahnesi'nin online gösteriminde Onur Ünsal tarafından canlandırılan tek kişilik oyununu da canlı izleyemediğim için vahlanarak seyrettim ekrandan, olağanüstü bir performanstı. Denk gelirseniz kaçırmayın derim. 


-Bu ay gerçekten iyi kitaplar okuduğumu düşünüyorum, "Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz" bunların en iyilerinden biriydi. Bu anneye yazılmış bir mektup, hem de okuması yazması olmayan bir anneye. Muhtemelen otobiyografik ögeler de taşıyan bu mektup-roman Vietnam'da olması gerekenden fazla beyaz, Amerika'da olması gerekenden fazla sarı olduğu için hep öteki olan, hep ırkçı şiddete maruz kalan melez Rose (Tong/Gül) anneye oğlu tarafından yazılmış bir iç döküş, bir itirafname. Sanırım bu yılın en iyi kitaplarından biri olacak. Kesinlikle okumalısınız...
Alıntı:
"Bir rengin ne kadar tehlikeli olabileceğini o gün öğrendim. Bir oğlan çocuğunun o renkten men edilebileceğini ve bir sınırı aştığına hükmedilebileceğini. Renk dediğin ışığın ortaya çıkardığından başka bir şey olmasa da, o şeyin kanunları var ve pembe bisiklet süren bir erkek çocuğunun her şeyden evvel yerçekimi kanununu öğrenmesi gerekiyor."


-"Bul Beni"nin o kadar çok reklamı yapıldı ki merak üzerine aldım. Keşke "Adınla Çağır Beni"de kalsaymışım. Aslında ne Elio'yu, ne Oliver'i merak etmiştim, buna rağmen tüm sülaleye ne oldu öğrendim, hiç de inandırıcı gelmedi üstelik. Sadece kolay okunuyor, onun dışında bir numarası yok bence... 


-"Hızlandıkça Azalıyorum" kendi yalnızlığı ve tuhaflığı içinde bir kadının anlattıkları. Gerçek mi, kurmaca mı olduğunu netlikle anlayamadığım ve "Epsilon" adini verdiği istatistikçi kocası ile yaşadıklarını okuyoruz. Melankolik bir anlatımı olan ilginç bir kitap...

 

-"Kuş Evi" yetenekli bir müzisyenken kendini doğaya ve özellikle kuşlara adayan Len Howard'ın kurgusal yaşam öyküsü. Ömrünün büyük bir kısmını kuşlarla yoldaşlık ederek, evini kuşlara barınak olarak açarak ve onları inceleyip haklarında makaleler, kitaplar yazarak geçirmiş Len Howard. Eva Meijer onun yaşamının romanlaştırırken "Yıldız" adını verdiği baştankara ile ilgili gözlemlerini de kitaba eklemiş. Çok severek okudum...


-"Türkiye'nin Ağaçları Albümü" incecik bir kitap, Türkiye'de en çok yetişen yapraklı ağaçları konu alıyor. Işıl Erverdi yazmış, Karen Fung da resimlemiş. Bu konuya ilgi duyanlar için ilginç olabilir.

Evet, Ocak ayına bunlar sığdı, bakalım cüce Şubat'a neler sığacak. Hayatınızdan kitaplar eksik olmasın, kalın sağlıcakla...

2 Şubat 2021 Salı

2 ŞUBAT (DOĞUM GÜNLERİ-DİZ AĞRILARI)

Şubat ayının ilk yazısına bir yaş daha büyümüş olarak başlıyorum. Pazar günü doğum günümdü ve pandemi nedeniyle kendi başıma kutlamak niyetindeydim. Ha diyeceksiniz ki kutlamasan ne olur, olmaz efendim, kutlanacak bir şey varsa kutlanır ama kalabalıkla ama yalnız. Cuma akşamı Çiçek Sepeti'nden Pazar günü için çiçek siparişimi verdim, içine konacak karta da "Mutlu Yıllar" yazdırdım. Eh, sonuçta doğumgünü çocuğuna gidecek, self servis de olsa not yazmak işin şanından 😀 Cumartesi günü de balkabaklı, çikolatalı, süt kremalı pek güzel bir pasta yaptım söylemesi ayıp. Öğleden sonra zil çaldı, kargo bekliyordum ama kapıyı açınca karşımda genç bir adam buldum, elinde çiçek. "Çiçek Sepeti" dedi, "çiçeğiniz var". "Yanlışlık olmasın" dedim, "Ben yarın için sipariş etmiştim". Adımı söyledi doğru, bana gelmiş. "E ama dedim ben bunu 31'i için sipariş etmiştim niye bir gün önce getirdiniz". "Hayır hanımefendi" dedi, "bakın sipariş kartında 30 yazıyor, sanırım yanlış tıkladınız". "Aaa üstüme iyilik sağlık, kendi doğumgünümü niye yanlış tıklayayım, siz yapmışsınız yanlışlığı". Ay adamla bir didişesim geldi niyeyse, 30'u, 31'i ne farkedecek, al çiçeği gir içeri, bir günde solmaz ya. Garibim kurye de elinde çiçek bana dert anlatmaya çabalıyor. Neyse sonunda lütfettim, "Haydi bakalım bir gün önce olsun farketmez" diyerek çiçeği alıp içeri girdim. Kuryeninse merdivenleri inerken sülaleme rahmet okuduğundan eminim, canı sağolsun zira haklı çıktı. İçeri girdim, çiçeği masaya bıraktım ve baktım benim siparişe pek benzemiyor. "Siparişi de karıştırmışlar cık cık" diyerek kartı açtım ve ardından kocaman bir kahkaha patlattım. O kadar iddialaştığım sipariş tabii ki benimki değilmiş, canım canım Ekmekçi Kız yollamış bana o güzel gülleri. Ağzım kulaklarımda fiyonk olurken kuryeye bir özür üfledim, ulaştı mı bilmem artık ama güzel arkadaşıma buradan bir kez daha teşekkür edeyim, o elbet ulaşır 💗

Ertesi güne kadar gözüm çiçeklere değdikçe şapşallığıma güldüm. Kendi siparişim gelmeden önce benzer bir durum daha oldu, neyse ki bu sefer hazırlıklıydım, kuryeye "Bu benim sipariş değil" demedim, hemen kaptım girdim içeri, çok geçmeden de kendi siparişim geldi, eğer aynı kurye getirseydi özür dileyecektim ama üç farklı çiçeği üç farklı kurye ulaştardı. Güya doğum günümü kendi kendime kutlayacaktım ama dostlar beni yalnız bırakmadılar gün boyu. Yanımda olamasalar da telefonla, mesajla, çiçekle, hediyeyle, pastayla şahane bir doğum günü yaşattılar. Çok yakın oturduğumuz, arkadaştan ziyade seçtiğim kızkardeşim olarak nitelediğim güzellik eşiyle birlikte balkonun altına geldi, serenat yapmadı ama doğum günümü kutladı. Ömrümde ilk defa bir doğum günümde sepetle hediye çektim yukarıya 😃Ardından bir de pasta çekecektim ki ilk katın çamaşır ipine takıldı. Bunun üzerine kapıya çıkardılar sağolsunlar. Lakin benim sepet (daha doğrusu ipli çanta) bu kez alt katımızın panjuruna takıldı yukarı çekerken. İki gün boyunca ayıramadık oradan, sanırım aralarında haberimiz olmaksızın bir ilişki gelişmiş. İnip çıkarken platonik olarak başlayan aşk, fırsatını bulunca vuslata erdi. Baktık olacağı yok, bizim çanta ellere yar olacak sopa marifetiyle ayırdık sevdiğinden. Biraz zalımca oldu ama benim çantamı ne mühendisler, ne doktorlar, ne milletvekilleri istedi de vermedim, panjura mı vereceğim 😃

 
Bunlar kutlama ekibi 😍👫
 

 Bunlar da doğumgünü kahvesi 🎂☕

Sonuçta ummadığım kadar keyifli bir doğum günü yaşadım, arayan, soran, çiçeğiyle, telefonuyla, mesajıyla mutlu eden tüm dostlara bir kez de buradan teşekkür ediyorum. İyi ki hayatımdasınız. Sağlıkla, daha güzel ve özgür zamanlarda nicelerini kutlayabilmek dileğiyle...

Bugün Cevriye ile Tevriye'yi okuldan aldım, mankafa bunlar, fiziğe de, kimyaya da akılları ermiyor. Biraz daha peşlerinde koşsam ya covid kapacağım ya da tedavi salonundaki kadınlarla kapışacağım. Dün yanımda yatan bir tanesiyle ciddi tartıştım. Maskesini çenesine indirmiş telefonda lak lak ediyor. "Maskenizi kapatır mısınız?" dedim, ağzına doğru çekti. "Burnunuzu da kapatın lütfen" sinirlendi. "Sana ne?" dedi. Ben daha çok sinirlendim. "Ne demek bana ne, kapalı ve umumi bir ortamdayız, hem kendinizi, hem başkalarını korumak zorundasınız" dedim. "Senden mi öğrenecem maske takmayı, aramızda 1,5 metre var işte" dedi. "Maske kullanmayı bilmediğinize göre benden öğreneceksiniz" dedim. Bir hışım çekti burnuna döndü arkasını. Yahu benim gibi zarif, latif, nazenin ve kibar(!) bir kadını bile çileden çıkardınız be! Neyse ki tedavisi benden önce bitti, çekti gitti. Diğer yanımda yatan hanıma da bir "Geçmiş olsun" diyecek oldum, her konuda tavsiye aldım. Dizlerim için doktor adı, alerjik öksürüğüm için internet sitesi, varislerim için ozon tedavisi, karaciğer yağlanması için İngiliz karbonatı vs vs. Elimdeki kitaptan iki satır okuyamadım ama kitap okuduğum için de takdir edildim. Neyse sonuçta Cevriye ve Tevriye'yi terbiye edeceğim derken kendim terbiye oldum, bugün ikisini de aldım okuldan. Götürdüm doktora iğnelettim, şimdi gözlem altındalar, efendi efendi dururlarsa ne ala, yoksa ikinci, hatta üçüncü iğneyi yiyecek reziller. Haydi bakalım gazamız mubarek ola...