.

.
.

26 Temmuz 2024 Cuma

ADIM ADIM ANKARA 3 / 26 TEMMUZ

Çocukken en mutlu olduğum haber babamın bir akşam gelip "Yarın Gençlik Parkı'na gidiyoruz" demesi idi.  Hemen hazırlıklar başlar, börekler yapılır, peynir, zeytin, domates, salatalık yıkanır, hazırlanırdı. Bazen de hiç bunlarla uğraşılmaz, gitmeden önce pide yaptırılır yola düşülürdü. Heyecanım otobüsten inip parkın şimdilerde metro çukuruna kurban gitmiş, iki yanı at kestaneli Ulus kapısından girerken artar, kalbim güm güm çarpmaya başlardı. Bazen elimiz boşsa, sadece gezmek amaçlı gelmişsek babamı kolundan çekiştirir, hem korkar, hem de ısrarla Sağlık Müzesi'ne gitmek isterdim. Anneannem ardımızdan "Bu kız da bi çeşit ne anlıyorsa orayı gezmekten" diye söylenirken biz babamla formaldehit kokulu salona girmiş olurduk. Duvarlar boyu yapma organlara, kemiklere, afişlere aceleyle bakıp en çok ilgimi çekip, en çok korkutan kavanoz içindeki ceninin önüne gelirdik. O cenin birkaç gün rüyama girerdi gerçi ama her seferinde Sağlık Müzesi'ne doğru hamle yapardım, gelgelelim çoğu zaman kabul görmezdi dileğim.

Yiyecekle gelmişsek genellikle Lunapark içindeki çay bahçesine yerleşir, semaver söyler, getirdiğimiz nevaleleri damalı masa örtüsüne yerleştirir, yiyip içmeye başlardık. Akşamın ilerleyen saatlerinde az ötedeki Lunapark Aile Gazinosu'nda program başlar, sanatçıları görmesek de sesleri gecemize eşlik ederdi. Benim derdimse yiyip içme faaliyetinin bir an önce sona ermesi ve babamın eşliğinde Lunapark'taki oyuncakların tadını çıkarmaktı. Çarpışan otolarda sarsılır, Bugi Bugi'de inip çıkar, dönme dolapta şehre tepeden bakar, komik aynalarda vücudumuzun aldığı şekillere gülmekten çatlardım. Son olarak ip çekme standına gider, arkada dizili oyuncaklara ağzımın suyunu akıtarak bakar ama ne hikmetse her çektiğim iple babamı o zamanlar gömlek yakalarına takılan bir adet balinanın sahibi ederdim. 

Yok eğer Opera kapısından giriş yaptıysak ve hava kararmışsa bizi kapıda Atatürk'ün ışıklı profili karşılardı. Bilenler bilir Gençlik Parkı uzun yıllar âtıl kaldı, mezbelelik gibi bir yer oldu, sonra restorasyon çalışmaları yapıldı, park tekrar hizmete açıldı ama gidip gezdiğimde kapıdaki o ışıklı profilin kaldırıldığını görmüştüm. Yakınlarda tekrar bir düzenleme faaliyeti yapılmış, parka bir düzen, bir ferahlık, temizlik gelmiş ve gördüm ki o ışıklı panonun bir benzeri kapıya tekrar yerleştirilmiş:


Çocukluğumda, hatta oğlumun çocukluğunda bile giriş kapısından itibaren su kaskatları başlar, akşamları rengarenk ışıklandırılır, kaskatların bittiği noktada iki mermer heykel yer alırdı. İlk yenilenme sırasında mermer heykeller yok edildi, dolaşırken müdüriyet binasının önünde, gözden ırak küflenmeyi beklerken görmüştüm. Şimdiyse ne oldukları meçhul. Son yenilenmede kaskatların yerini daha geniş bir havuz ve fıskiyeler almış, kenarları çiçeklendirilmiş, muhtemelen karanlık çökünce de ışıklandırılıyordur. Eski haline özlem duysak da bu haliyle de güzeldi:



Parka bu kapıdan girdiysek havuzun yanından sağa kıvrılır ve kameriyeli yoldan çay bahçelerinin olduğu bölüme ya da Lunapark'a giden köprüye yönelirdik. 


Köprünün son adımı vuslattı: Luna Park. Bu sefer oraya girmedim, ne yaşım uygundu, ne o sallanan şeylere binecek midem, ne de hevesim vardı ama Lunapark Gazinosu hâlâ mevcut olsaydı podyumun kenarındaki masalardan birine oturup çıkan solistleri dinlemeyi çok isterdim. Bazen çekirdek aile olarak gelirdik Gençlik Parkı'na akşam üstü. Babam önce bizi o zamanlar yeni çıktığı için çok ilgi ve rağbet gören tavuk çevirme restoranlarından birinde yemeğe götürür, sonra da memur maaşıyla rahatlıkla biletini alabildiği gazinolarda müzik dinlemeye girerdik. Lunapark Aile Gazinosu'nda, Japon Bahçesi'nde, Yazar Gazinosu'nda devrin en ünlü solistlerini dinleme şansını ve keyfini yakalamıştım çocuk ve ergen yaşımda. Aslında daha lüks, bizim ulaşamayacağımız fiyatlarda bir-iki gazino ve gece kulübü de vardı. Hatta bunlardan birinde Dario Moreno sahne alıyordu. Annennem çok meraktaydı, her zamanki girişkenliğiyle kulübün kapısındaki görevliye yanaşıp boynunu bükerek: "Yavrııım, ben şu Dari Mari'yi çok merak ediyorum, bi görsem müsaade etsen de" deyince görevli anneannemdeki şeytan tüyüne tav olup "Gel teyze" diyerek kulise götürüp Dario Moreno'yu görmesini sağlamıştı. Kulisten yanımıza gelen anneannemin yorumu ise şöyleydi: "Adammış ya Dari Mari". Ne sandıysa 😂

Havuz kenarındaki Göl Gazinosu nikah salonu olarak hizmet verdiğinde daha sık gider olmuştuk Gençlik Parkı'na eş-dost nikahları için. Hatta bu satırların yazarının nikahı da orada kıyılmıştı. Lakin hava öyle yağmurluydu ki bir klasik haline gelen köprü üstü gelin-damat fotoğrafını çektirememiştik. Uzun zamandır nikah salonu da âtıldı, yenilerde "100.Yıl Nikah Salonu" olarak tekrar hizmete girmiş, pek de güzel olmuş. Evleneceklere mutluluklar dileyelim, aşağıdaki fotoğraf son hali:


Nikah salonunun çevresi bol fişkiyeli 😀




Çocukluğumda havuzda kayık turları da yapılırdı, babamın birkaç kez bizi bindirdiğini, annemin korkup bir an önce inmek istediğini hatırlıyorum.  Yine havuzun içine uzanan bir iskelede kurulu "Ada" isimli bir restoran vardı. Gel gör ki ona gücümüz yetmezdi işte, bizi kıyıdaki Recep Özgen Aile Çay Bahçeleri paklardı ancak. Parkta bir mini golf sahası olduğunu da hatırlıyorum ve de meşhur Şişman'ın Dondurmacısı'nı. Şişman'ı kaybedeli epey oldu haliyle, ölümünden sonra ilk restorasyonda adıyla devam eden bir dondurmacı görmüştüm ama bu sefer bazı dondurmacılar olmasına rağmen Şişman adı gözüme çarpmadı. Zaten fazla sayıda çay bahçesi de kalmamış, belki henüz açılma aşamasında olabilir.

Gençlik Parkı'nı bu sefer temiz, düzenli, avamlıktan uzak ve güvenli buldum. İlk restorasyon sonrası adım başı güvenlik görevlisi vardı ve neredeyse "Oraya dokunma, buraya elleme, elimde bak" der gibiydiler. Bu defa ferahfeza dolandık. Sonra minik ve salaş bir çay bahçesinde-ki öylesini pek severim-oturup birer çay içtik ve yağmur bulutları gökyüzünde toplanırken vedalaştık parkla. Çocukluğumdaki ortamı bulamasam da her şey değişip yoklara karışırken hâlâ var olması bile çok önemli, yine geleceğiz...



23 Temmuz 2024 Salı

ADIM ADIM ANKARA 2 / 23 TEMMUZ

Dün kız kardeşle bir nostalji turu yapmaya karar verdik, istikamet tabii ki ömrümüzün benim 13, onunsa 3 yılını geçirdiğimiz, sonrasında anneannemizin orada oturması nedeniyle sık sık yolumuzun düştüğü Yenimahalle olacaktı. 

Metrodan Yenimahalle durağında indik. İlk uğrağımız anneannemin evi, daha doğrusu kentsel dönüşüm(!) nedeniyle yıkılan binanın yerine dikilen kazulet oldu:


Moda deyimle "Before-After"

En üst kat sağdaki ilk kapı anneannemindi, her zaman o balkon üstü yatay pencerenin önünde, cama yetişmek için adeta akrobasi yaparak tırmandığı yüksek mi yüksek divanın üstünde caddeyi ve geleni gideni gözlerdi. O pencerede kendisini görmeyeli 30 yıl oldu ve artık pencere de yok. 

Sonra 11 yıl boyunca kiracı olarak oturduğumuz ve ilk gençliğimin en güzel anılarına yuva olan C Blok'a geçtik. Üç aşağı, beş yukarı aynı görüntü, altta kocaman alışveriş merkezleri, cafeler, mağazalar vs ve üstte her şeye tepeden bakan daireler:


Budur, tek bir ağaç kalmamış, Müyesser Teyze çoğunu eliyle dikmişti bahçedeki ağaçların, arkadaki kocaman bahçe bir zamanlar daire sayısı kadar bölünüp bir nevi bostan gibi kullanılmıştı. Şimdi her yer beton yığını. İçinde yaşayanlara hak vermemek mümkün değil, küçüktü daireler, sobalıydı, ısınma, sıcak su sıkıntılıydı, oldukça eskimişti binalar ama sanki daha insanî boyutlarda, daha sevimli bir şeyler yapılamaz mıydı diye düşünmeden edemiyor. Şu aşağıdaki fotoğraf çok değil 10 yıl öncesinden caddenin iki yanını gösteriyor, şimdi iptal edilen teleferikten çekmiştim:


Şunlar bizim blokun karşısında kalan yegane eski apartmanlar, caddenin çehresi değişmiş:


Merkez yazan binanın altında Niyazi Bakkal, caddeyi koşarak karşıya geçer, "Naaber Niyazi Abi" diyerek ekmeklerin durduğu uyduruk bölmeye geçer, bir tane ekmek kapıp parayı tezgahın üstüne fırlatarak dönerdik eve. Ekmeğin fiyatı fiksti o zamanlar, sormazdık. Tek çeşit, tek fiyat 😊 Nerelerdedir acaba Niyazi Abi? Cadde üstündeki eski evlerden yalnız bu ikisi kalmış sanki. 

Yaz tatillerinde sabahtan akşama oyun oynadığımız, blokların arkasındaki Atatürk Orman Çiftliği'ne kadar göz alabildiğine uzanan kırlar da beton ormanına dönüşmüş maalesef.

Karşıya geçiyoruz kız kardeşle, eski anıların etkisiyle hafiften buruk. Girdiğimiz sokağın yan tarafında çok yakın arkadaşımın yine yıkılan evi ve yerine dikilen kazuletle karşılaşıp devam ediyoruz. Ortaokuldaki Sosyal Bilgiler öğretmenimin evi de yıkılıp yenilenmiş. Akşam üstleri balkonda otururdu ve ben o kadar utanırdım ki önünden geçerken, gözlerimi yere diker, görmüyormuş gibi yapardım. Çocukluk işte. Ve derken yıkılmayan bir bina, altında hâlâ bakkal pardon market var ama Doğruluk Bakkaliyesi değil tabii ki:


Market levhasının durduğu yerde siyah-beyaz bir TV vardı. Biz ölümlüler yayın günleri gelip dikilirdik Doğruluk Bakkaliyesi'nin önüne. Bakkal Kral Hazretleri, TV'yi açar ve dondurma almamızı beklerdi, alırdık eğer paramız varsa. Bir yandan dondurma yalar, bir yandan siyah-beyaz ekranda geçit resmi yapan haberden reklama, belgeselden açık oturuma, eğlence programından filmlere kadar ne varsa huşû içinde izlerdik. Ta ki İstiklal Marşı okunup ekran karlanana kadar. Dondurma satışları gevşedi mi Bakkal Kral Hazretleri gelir TV'nin sesini en heyecanlı yerinde kısardı. Bu demekti ki "TV'miz hayrat değil, pamuk eller cebe". Dükkanın önünde ayak izlerimiz duruyor mu diye baktım, silinmiş, canı sağ olsun...


Biraz ilerleyip Anıl Sokak'a geldik, sapmadık ama bu sokak bir roman kahramanı olduğu için çekiverdim fotoğrafını. Okuyanlar bilir ya da bilmez, kitabın ilk yarısı Yenimahalle'de geçer, hem de bu sokakta, Anıl Sokak'ta yani. 

Akın Caddesi'nden devam edip semtin kalbine Ragıp Tüzün Caddesi'ne çıkıyoruz. Akşam üstleri gençlerin piyasa yeriydi bu cadde ve 5. Durak. Önce bir nostalji daha yapalım istiyoruz ve "Prenses pastası" yemek için Oscar Pastanesi'ne yöneliyoruz. Prensesin anavatanı olan Avrupa Pastanesi yakınlarda kapandı ne yazık ki, o yüzden aslında çocukluk anımızın olmadığı Oscar'a giriyor ve telafi için "Prenses" istiyoruz:


Çokoprensin büyükannesi bu pasta, paylaşıyoruz kız kardeşle ama eski tadı bulamıyoruz, Avrupa Pastanesi sihirli formülü kimselere vermemiş anlaşılan. 

Pastaneden çıkıp Ragıp Tüzün boyunca yürüyoruz, birçok eski apartman hala yerinde duruyor, bu sevindirici. Gerçi çoğu çok eskimiş ama olsun varsın, o halleri bile güzel. Benim, kardeşimin ve anneanneme geldikçe oğlumun oynadığı çocuk parkı yerinde duruyor, sadece oyuncaklar yenilenmeş, adı da "Adile Teyze Parkı" olmuş, adıyla yaşasın, pek yakışmış ismi. PTT binasında da değişiklik yok, ne çok mektup, ne çok kart attım, telgraflar çektim. Bayramlarda, yılbaşlarında önünde kurulan stantlardan kartpostallar seçtim. Semtin hafızası gibi sapasağlam bekliyor caddeyi. Gel gör ki karşısındaki en sevdiği kitapçı kapanalı çok oldu, Sipahi Kitabevi. İlk romanlar, kağıt bebekler, pahalı olduğu için eski sayılarını aldığımız Almanca Bravo dergileri, loş ortamı şimdi bile gözümün önünde, tozla karışık kitap kokusu burnumda.

İşte bir tanıdık daha: Foto Hülya:



Ve uzun saçlarımı kestirmeden önce Foto Hülya'da çekilen bir anı fotoğrafı. Orta 2'deydim sanırım ve kelebek gözlüklerime dikkatinizi çekerim 😊

Buraya kadar gelip de semtimize ilk kornet külahı getiren Vardar'da dondurma yemeden olur mu?


Yine yıkılmamış bir apartman ve altında kendimi bildim bileli aynı pastane, "Vardar"dan "Vardaroma"ya evrim geçirmiş olsa da çok tanıdık. Optik mağazasının yanında birkaç sene öncesine kadar eskilerden kalmış tabelasıyla tuhafiyeci "Enstitü Pazarı" vardı ama o da devrini tamamladı.

Şimdi kahve zamanı, bizlerin "5. Durak Parkı", Z Kuşağının emeklilerin çok vakit geçirmesi nedeniyle "Moruklar Parkı" dedikleri parka giriyor ve Fiskos Cafe'nin dut ağacı altındaki yıpranmış masalarından birine oturup kahvelerimizi yudumluyoruz:

Kahve sonrası Yenimahalle'nin en eski fırınlarından, sütlü ekmek üstadı Çınar Fırını'nın yeni açılmış yerine dalıp bir torba ekmek yükleniyor ve Ragıp Tüzün boyunca yürüyoruz. Bazı eski evler çok bakımlı ve çok sevimli:


Dükkanlardan birinin önünde de şunu görüyoruz, galiba ismini o kadar çok soran olmuş ve bıktırmış ki dallardan birine çiçeğin adını yazıp asmışlar: Sarı Karides Çiçeği


Binlerce kez teptiğimiz Ragıp Tüzün'ü geride bırakıp metroya binmek için İvedik Caddesi'nin 1. Durak yönüne iniyoruz, şu görüntü kalbimi sızlatıyor:


"Bir zamanlar ben de vardım, sevgim kalbinde, resmim albümde dursun" diyor sanki. Ah Yenimahalle, tüm bozulmuşluğuna rağmen sevgin hep kalbimde...







16 Temmuz 2024 Salı

RAPOR / 16 TEMMUZ

Yaz tembellik getiriyor, oysa koltuğa yayılıp pineklediğim de yok, benimki yazma tembelliği. Görelim bakalım bir haftadır neler yapmışım, Ninem Korkut gelsin, boy boylasın, soy soylasın:

-Ağustos'ta yenilenecek MUBİ üyeliğime zam geldiğini duyunca eski filmlere sardım bu ara. 2007 yapımı, Ümit Ünal yönetmenliğinde "Ara", 1967 yapımı, Orhan Aksoy yönetmenliğinde "Samanyolu",  1962 yapımı, Alain Resnais yönetmenliğinde "Hiroshima Mon Amour"a ilaveten bir de 2023 tarihli, kızının çektiği Latif Demirci belgeseli: "O'nun Kalesinde". Ödediğimiz parayı çıkarmak lazım değil mi?

-Hep eski filmler mi izleyeceğiz, hep mi MUBİ'den izleyeceğiz, üstelik yürüme mesafesinde "Büyülü Fener" gibi bağımsız bir sinema varken. Geçen hafta kız kardeşle Zeki Demirkubuz'un son filmi "Hayat"ı seyrettik minare merdiveni gibi çık çık bitmeyen en üst kattaki salonlardan birinde. Oyuncular iyiydi, hatta yan rollerdekiler daha da iyiydi. Bazı aklımızın almadığı zamansal aksaklıklar olsa da film de iyiydi. Pandemi döneminde çekildiği oyuncuların ve geri plandaki halkın yüzündeki maskelerden belliydi. Belli olmasa daha uygun olacaktı, zira adam vurmaktan hapse giren kahramanımız pandemi bitmeden nasıl hapisten çıkıp, evlenip neredeyse çoluk çocuğa karıştı, pek mantığımız almadı. "O kadar kusur kadı kızında da olur" dedik sineye çektik, çekmesek ne yapacağız zaten. Bir festival sonrası söyleşisinde filmde mantığıma ters gelen bir durumu yönetmene söylediğimde "Sinema polisi misiniz hamfendi?" diyerek sinirlenmişti. Gelgelelim bir bilene sormaktansa "izleyici nasılsa anlamaz" mantığıyla seyredeni hafif alan bu tarz aksamalar beni rahatsız ediyor. Oh, burada bari içimi dökeyim 😂 

-Geçen hafta ortası kuğuları ziyaret için Kuğulu Park'a gittik Umut Beyefendi ile, lakin kuğulardan ziyade sularla ilgilendi kendisi. Aksi gibi kesmişlerdi suları, neyse ki biz oradayken saldılar da çocuğumun hevesi kursağında kalmadı. Siyah kuğuların nüfusu artmış ben görmeyeli, beyazlarınkiyse azalmış. Ankara'mızın en değişmeyen mekanında vakit geçirdik biraz. Birkaç yıl önce saçma sapan budanan ağaçlar yine göğe uzanmış, sevindim görünce.


-Ankara'da bazı semtler hâlâ eski güzelliğini ve yeşilliğini koruyor. Henüz rantsal dönüşüme uğramamış güzelim Ankara apartmanlarının bahçelerinde gül mevsimi bitse de başka bitkiler yemyeşil. Umut aşağıdakilere "Yenmeyen Bluberi" diyor 😊



Bu sarılar ve aşağıdaki, bizim caddenin iki tarafında uzanan akasyalar bu ara yerlere çiçek petalinden halılar sermekteler. Sokaklara sermekle kalsa iyi, en ufak esintiyle evlerin içine de doluyorlar. 

Her seferinde bana elektrik süpürgesi açtırsa, olur olmaz yerlerden, bazen saçlarımdan çıksa da 1973'te  taşındığımızda  henüz insan boyunda olan akasya ağaçları bu civarın alamet-i farikası. Varsın üzerimize yağan çiçek olsun. Ne zaman baksam Orhan Veli Kanık'ın, Bora Ebeoğlu'nun da seslendirdiği şarkısıyla "Mahallemdeki Akşamlar" şiirini anımsatan canım ağaçlar onlar:

Kımıldanır mahallemin daralan ruhu
Basma perdelerimde gün batarken
Atıp saatler süren uykusunu
Odama uzanır akasyam pencereden
Kırmızı uzak damlarda bir serinleme
Uyanır gündüz uykusundan evler
Kapılarda işleri ellerinde
Kadınlar giyinip kocalarını bekler
İyi insanların ruhudur yakınlaşır
Takunya sesleri gelir evlerden
Yalnız bu dem rahat bir dünya taşır
Bin mihnet dolu kafasında yorgun beden
Her şeyin geliş saatidir akşam
Mahallede ömürler akşamüstü başlar
Hepsi burda buluşmaya gelir akşam
Başka dünyalardan ayaklar, başlar...


-Güllerin mevsimi geçmiş dedim ama bazıları inatla açmaya devam, hem de en olmayacak yerlerde, bir AVM'nin beton kaplı otoparkının kıyısındaki kurumuş toprak bile yetiyor:


-Ankara günbatımları denizin yokluğunu giderme konusunda usta, öyle güzelleşiyor ki bulutlar bakmaya doyamıyorsunuz. Hiçbir makine de o renkleri tam aksettiremiyor:


-Ve gelelim okuma durumuma, bu ayı tuğla boyutlu kitaplara ayırmıştım. Önce "Evlilik Portresi", sonra "Kanada". "Evlilik Portresi" de güzeldi ama "Kanada"nın her sayfası tam anlamıyla edebi bir keyif sundu bana. 500 küsur sayfalık hacmine bakmayıp okuyun derim. Ve "Kanada" biter bitmez gelmiş geçmiş en sevdiğim yazarlardan birinin, Isabel Allende'nin son kitabına başladım: "Ruhumun Kadınları". Kurgu dışı bir kitap bu diğerlerinin aksine. Hayatına girmiş ve iz bırakmış kadınları anlatmış Allende burada, hayli feminist bir dil kullanarak. Zevkle okuyorum ve muhtemelen yarına bitiririm...

Bir haftalık vukuatım budur sevgili dostlar ve bitirirken Antalya için bir duyurum var, orada olmayı çok isterdim ama bana kısmet değilmiş:



Katılmanız dileğiyle...


8 Temmuz 2024 Pazartesi

ÇEVRİMİÇİ MİSİNİZ? / 8 TEMMUZ

2012 yılıydı sanırım, Ayizi Yayınları'ndan ne çıksa alıp okuyordum. Şimdilerde yayın hayatına son vermiş, kadın yazarların kitaplarını basan bir yayıneviydi Ayizi. Sipariş ettiğim kitaplardan biri "Ben, Kendim ve Bergen" ismini taşıyordu, yazarının adını ilk kez duyuyordum: Ayşe Başak Kaban. Bergen malumunuz trajik bir hayatı olmuş ve ünlenmeden önce benim de çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği Yenimahalle'de yaşamış bir şarkıcı idi. Kitabı seçme nedenim biraz da ismiydi anlayacağınız. Lakin kitaptaki öyküleri okudukça her biri bir diğerinin önüne geçiyor, beni hayran bırakıyordu. Hele ki "Garnik ile Şaşik", gözyaşlarımı tutamadığımı itiraf edeyim. 

O zamanlar Facebook'un altın yıllarıydı, neredeyse aradığın herkes oradaydı, diğerleri henüz türememişti. Girdim Facebook'a aradım yazarı, buldum da. Yazıştık, kitabı ne kadar beğendiğimden bahsettim. Kitaptı, Bergen'di, Garnik'ti, Şaşik'ti, İzmir'di, Antalya'ydı derken ahbap olduk birbirimizi görmeden. Hatta Facebook aracılığı ile bir kayıp köpeği bile bulup sahibini mutlu ettik. Ve ben Ayşe Başak Kaban'ın yazdıklarının tiryakisi oldum. Ne yazdıysa hemen okudum; "Kırık Kalp Sendromu", "Ne Malum?" ve "Pinana". Yeni bir kitabı çıkar mı diye beklerken yazarımız birdenbire çevrimiçi oluverdi ve yeni kitap "Çevrimiçi" "SRC Yayınları"ndan çıkıp satışa sunuldu. Ama öncesinde, daha kitabın konusu bile edilmemişken biz dostluğumuzu sanaldan çıkarıp gerçeğe dönüştürmüş, bir fincan kahvenin başında bin çeşit edebiyat dedikodusu yapmıştık. 

Çevrimiçi"ni ilk okuyanlardan biriyim ve bu nedenle de kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Bugüne kadar çok sık kullanılmasına, hatta günlük hayatımızın büyük bölümünü işgal etmesine rağmen çok az öyküde, romanda yer alan bir konuda yazmış bu kez yazarımız: "Sosyal Medya". Facebook'undan, Instagram'ına, Twitter'ından Tiktok'una, Onlyfans'ından Whatsapp'ına kadar en az birini kullandığımız sanal ortamlar sızmışlar öykülerin içine. Kimi zaman olumlu, kimi zaman olumsuz anlamda. Influencerler, medya fenomenleri, içerik üreticileri, sıradan kullanıcılar birbirleriyle paslaşa paslaşa başrol oynuyorlar anlatılanlarda. Öykülerin çoğu birbiriyle bağlantılı, bir öyküdeki kahramana bir başka öyküde denk geliyor, "Aaa ben bunu bir yerden tanıyordum" diyorsunuz. Hani Sosyal Medya'da da öyle oluyor ya, takip ettiğiniz bir hesap bazen yakın arkadaşınızın akrabası çıkabiliyor ya da 40 yıl önce aynı sınıfta okuyup yıllardır aklınıza gelmeyen ilkokul arkadaşınız birdenbire size arkadaşlık isteği yolluyor, aynı onun gibi. Hasılı kelam ucu bucağı olmayan bir gayya çukuru Sosyal Medya ve Ayşe Başak Kaban bunu öyle güzel işlemiş ki, okudukça "Bak ya!" diyorsunuz, "Ne kadar tanıdık". Takibe takipçiler, linççiler, filtreli güzeller, sahte hesaplar, taklitçiler, kışkırtıcılar, yalancılar resmigeçit yapıyor öykülerde. Her birinde de birer test var, çözmeden geçmeyin derim 😂

Kısacası yazarımız bu yalan dünyayı şahane betimlemiş, sahte olduğunu bildiğimiz ama yine de iştirak etmekten kendimizi alamadığımız bu sanal alemi bir de Ayşe Başak Kaban'ın kaleminden okuyun derim...

ÇEVRİMİÇİ / AYŞE BAŞAK KABAN
SRC YAYINLARI / 2024
Öykü


5 Temmuz 2024 Cuma

HAZİRAN DÖKÜMÜ / 5 TEMMUZ

Haziran ayının ilk yarısından hatırladığın ne derseniz tek kelimem var: Sıcak. Cehennem gibiydi Antalya, gel gör ki o sıcakta bir yandan Kocam Bey'in göz kontrolleri için üst üste hastaneye koşturmak, bir yandan evi ve kendimizi Ankara yolculuğu için hazırlamak gerekti. Araya birkaç arkadaş buluşması, birkaç film ve kitap sığdırmayı da başardım. Bayramın ikinci günü de sabah erkenden Ankara'ya doğru yola çıktık. Sonrası malumunuz. 


Bu ay okuduğum kitaplardan genel olarak memnun kaldım ki epeydir iyi kitaplara denk gelmiyordum:


-"Taşların Anlattığı" incecik ama dopdolu ve hüzünlü bir kitap. Fransa'nın küçük bir kasabasında yaşayan bir ailenin hayatı üçüncü çocuklarının engelli doğmasıyla birdenbire değişir. Bu olayın aile bireyleri üzerinde yarattığı etkiyi evin avlusundaki taşların ağzından dinliyoruz. Ben çok severek okudum, sanırım siz de seversiniz. ****

-Bulgar yazar Yorganka Beleva'nın öykülerinin toplandığı "Keder" Bulgar öykücülüğünü anlamak açısından iyi bir okuma oldu. Öykü okumayı sevenler için iyi bir sebep. ***

-"Kötü Kızlar" bu ay okuduğum en ilginç ve etkileyici kitaplardan biriydi. Arjantinli yazarın hayatından izler taşıyan sert bir roman. Sarmiento Parkı'nı mesken tutan travestilerin insanın içini hüzünle dolduran öyküsü. Aralara kaynaştırılan büyülü gerçeklik dokunuşları bile okunanları yumuşatamıyor. Sade dilli ama cesur bir anlatı... ****

-İkinci Dünya Savaşı'ndaki Paris'ten başlayıp Filistin'e, oradan günümüz İngiltere'sine uzanan, Flora ve Hannah'ın kesişen hayatlarını konu alan, süslü anlatımlara kaçmadan sade bir dille yaşananları anlatan çok güzel bir kitap "Eğer Beni Ararsan". Okuyun derim. ****

-Türkiye doğumlu Yunan vatandaşı Petros Markaris'in polisiyelerine bayılıyorum. Komiser Haritas bu kez askeri diktatörlük zamanından kalmış intikam cinayetlerinin izini sürüyor. Cinayetler sırayla "Ekmek", "Eğitim", "Özgürlük" mesajı veriyor ve çözmesi her zamanki gibi komiserimizin işlek zekasına kalıyor. En iyi kitabı değil ama polisiye seviyorsanız komşudaki yazarımızın "Ekmek, Eğitim, Özgürlük"ünü de seveceksiniz. ***

-Zülfü Livaneli ile Erdal Öz arasındaki mektuplaşmaları toparlayan (esasen daha ziyade Livaneli'nin mektupları" "Sazın Teli Koptu" beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Daha detaylı bir şeyler bekliyordum, bir de daktilo ile yazılmış mektupları okumak gözlerimi biraz zorladı açıkcası. Yine de dönemine kaynaklık etmesi açısından yayınlanması iyi olmuş. ***

-"Çizgiyi Aşmak" uzun zamandır kitaplıkta bekleyenlerden biriydi, sonunda okuma sırası geldi. Öğrencisine aşık evli ve çocuklu bir müzisyenin onunla yaptığı bir tatil kaçamağını ve kötü biten sonunu Viktorya dönemi romanlarının özelliklerinden biri olan bol doğa tasvirleri eşliğinde bitirdiğimde sevsem mi sevmesem mi tam karar veremedim. O dönemi seviyorsanız okuyun derim. ***

-Sıra geldi müthiş bir keyifle okuduğum kitaba: "Amida'nın Ruhu, Diyarbakır'dan İstanbul'a Likörlü Hayat". Diyarbakır kültüründe likörün yalnızca bir içki değil güzel zamanlara renk katan bir olmazsa olmaz olduğunu da öğrendim. Kimi zaman keyiflendim, kimi zaman gözlerim doldu. Yalnızca likör tarifi değil Diyarbakır yaşam ve yemek kültüründen de izler taşıyan bu güzelim kitabı okuyun, pişman olmazsınız. Silva Özyerli'nin yazın dili en az likörleri ve yemekleri kadar lezzetli. *****

-Ve son olarak resme eklemeyi unuttuğum Avusturya'lı yazar Margit Schreiner'in kitabı "Ev, Kadınlar, Seks". Baştan sona eril bir dille yazılmış bir monolog. Boşanmak isteyen karısına suçlama üstüne suçlama getiren, ağzına ıslak banyo terliği ile vurma isteği uyandıran Franz'ın ağzından dökülenleri öyle güzel yazmış ki yazarı erkek sanabilirsiniz. Sayfalar süren ve insanı sinirlendiren monologu sıkıntısızca okutmak da yazarın bir diğer başarısı olsa gerek. 3,5 dan ****

Vee sıra filmlerde:


Her bir filmi ayrı ayrı anlatmayacağım elbette. Öncelikle boşverin, izlemeye değmez dediklerimi sıralayayım. "Sanki Her Şey Biraz Felaket" gençlerin varoluş sorunlarından bunalacağınız, ne amaçla çekildiğini anlamadığım bir filmdi. Keza "Showing Up" da bir enstalasyon sanatçısının koşturmalarını konu etmiş, sıkıldım. "La Rayon Vert" oldukça eski bir Eric Rohmer filmi, yönetmeni severim o amaçla izledim ama ana roldeki mızmız kıza sinir oldum. "Lohusa"yı eminim ki çoğunuz Netflix'de izlediniz, izlemedinizse eğer vaktiniz boşsa, ütü falan yapacaksanız ya da sarma saracaksanız arada gülmek için izleyebilirsiniz, yoksa vakit kaybı. Ben de fasulye ayıklarken izledim zaten 😀 

Gelelim beğendiklerime: "Tall, Dark and Handsome" bir kısa film ve çok keyifli. "Lingui" Çad'lı kadınların ataerki ile boğuşmasını ele alıyor, çok tanıdık. "Green Border" bir mülteci filmi, gerçekliği insanı yoruyor ve üzüyor. "Şheyda" bu yıl sinemada izlediğim ilk film oldu. Başka Sinema kapsamında izledim, yine bir kadın filmi ve yine boşanmak istemeyen koca zorbalığı. Sinir bozucu bir Franz daha...

Ne yazık ki bu ay tek bir dizi, Benedict Cumburlop'dan "Eric". Sevdim mi? Kararsızım. 


Gelelim dinlediklerime:


-"Esmeralda", kısa bir öykü idi. Ne çok sevdim, ne de keşke dinlemeseydim dedim. 

-A.yşe K.ulin okumayı uzun yıllar önce bırakmıştım ama Ankara'ya gelip temizlik faaliyetine girişince dikkatimi vermeden dinleyeceğim hafif bir şey aradım ve "Dönüş"ü dinledim. Seslendirme korkunçtu, yazar kendisi seslendirmiş, vurgular, "e" harflerinin yanlış kullanımı ve ses tonu zaten çok sevemediğim kitabı daha da sevilmeyecek duruma getirdi. 

-Bu ay dinlediğim en iyi kitap Kemal Tahir'in öykülerinin-ki bazıları yarım kalmıştı-toplandığı "Zehra'nın Defteri" oldu. Deniz Yüce Başarır her zamanki gibi şahane seslendirmiş, öyküler de yazara yakışır güzellikte idi. 

-"Hamamname" Murathan Mungan'ın okumadığım kitaplarından biriydi. Kubilay Tunçer'in seslendirmesini çok sevmesem de İstanbul'un hamamları, çeşmeleri, suları hakkında edindiğim güncel ve tarihi, aynı zamanda da oldukça cesur bilgiler hoşuma gitti. 

-Emre Melemez en dinlenilmeyecek kitapları bile öyle bir seslendiriyor ki adeta yaşıyor insan. "Durmadan Leyla"yı çok sevmesem de yer yer eğlenerek sona erdirdim. 

Ve son olarak kahvelerimizi içelim ki hatırımız 40 yıl yürüsün:


Kalın sağlıcakla...




3 Temmuz 2024 Çarşamba

ADIM ADIM ANKARA (1) / 3 HAZİRAN

Her ne kadar kimlik belgemde Meriç yazsa da dünyaya gözlerimi Ankara'da açtım. Meriç kaydı, doğduğum yıl orada görev yapan babama nüfus müdürü arkadaşının bir nevi kıyağı olmuş, böylece ömür boyu fahrî Trakyalı ilan edilmişim.  Yıllarca "Orda bir köy var uzakta/Gitmesek de, görmesek de o köy bizim köyümüzdür" dedikten sonra doğmadığım doğum yerimi 50 yaş sonrası görmek kısmet olmuştu. Kendisini ilk görüşte sevsem de, 40 yılı aşkın süredir Antalya'da yaşasam da Ankara vazgeçilmezim. İnsan Ankara'yı güzelliğiyle değil biriktirdiği anılarıyla ve yaşanmışlıklarıyla sever. Ondandır Yahya Kemal'in ve bazı İstanbulluların "Ankara'nın en güzel yeri İstanbul'a dönüşüdür" demeleri. Son yıllarda ben de bunu İstanbul'dan dönerken söylesem de İstanbul da vazgeçilmezim ve bence dünyanın en güzel şehri, her şeye rağmen. Bıraksınlar da şehirleri oldukları gibi sevelim...

Ankara Palas'ın önünden yüzlerce, belki de binlerce kez geçtim bugüne kadar, inanmayacaksınız ama içine girmek ne aklıma geldi, ne kısmet oldu. O mücevhere benzeyen binasını dıştan görmek bana yetiyordu. Mimar Vedat Tek'in başlayıp bıraktığı, Mimar Kemalettin'in tamamladığı erken Cumhuriyet dönemi mimarisiyle yapılmış güzelim bina 1927 yılında açılmış. Kendisi kadar güzel bir mimariye sahip 2. Meclis'in karşısında olması nedeniyle de devrin politikasının bir nevi merkez noktası olmuş. 2001 yılında metnini kardeşimin yazdığı "Anılarla Ankara Palas" belgeseli TRT1'de yayınlamıştı. İzlemek istersiniz aşağıda:

Açamazsanız link burada

Çocukluğumda Ankara Palas otel olarak kullanılıyordu ve orada kalmak, yapılan etkinliklere, balolara katılmak bir nevi statü göstergesiydi. Anneannemle yaşadığımız bir dönemde bitişik komşu bir gün elinde iki biletle geldi. O zamanlar bana çok yaşlı gelen ama muhtemel ki ancak kırklarındaki bu kadını alacalı emprime elbiseleri ve koyu kırmızı rujuyla hatırlarım hep. "O elindeki ne kız?" diye sordu meraklı anneannem. "Ankara Palas'a balo bileti" dedi komşu. Şaşırdığı ve enayi yerine konduğunu düşündüğü zamanlarda Niğde şivesine dönen anneannem "An" dedi, "sen kim, Ankara Palas'ta balo kim, nirden buldun o kadar parayı?". Komşu hep geçim sıkıntısından söz ederdi çünkü, anneannem de pat diye koyardı lafı gediğine. "Yerde buldum" dedi, "birisi düşürmüş". İki bilet birden yere nasıl düşmüştü, komşu bizi kekledi mi meçhul, geçmiş zaman. Ama ertesi akşam emprime elbiselerinin en alacalısını ve en şıkını giyip saçlarını topuz yaparak tıngırtılı topuklu ayakkabılarıyla geçip gitti kapımızın önünden. Ankara Palas diye bir mekan ilk kez o zaman düştü hayal haneme 😊

Ben şu yaşa gelene kadar Ankara Palas otellikten sergi alanına, sonra da Devlet Konukevi'ne dönüşmüş, sonunda müze olarak halkın ziyaretine açılmış, eh bunca yıldan sonra bizim de gezip görmemiz farz olmuş. Dedik ve düştük yola...


Fotoğrafı yıllar önce bir kış günü çekmiştim, yenisini çekmek için karşı kaldırıma geçmeye üşendim, değişen bir şey yok, restorasyon sonrası rengi biraz sarımtırak olmuş o kadar.


Binanın ahşap, ağır döner kapısından girdik içeri. Müzekart geçerli, 65 yaş üstü ücretsiz, öğretmen ve öğrenci indirimli. Epey kalabalık ziyaretçi popülasyonuna biz de karıştık ve gezmeye başladık. Fotoğraf çekmek yasak, üst katlara çıkmak da. Üst katlarda ne olduğunu sorduk, bürolar varmış. Ben müze olarak açıldığını duyunca binanın kendisini müze yaptıklarını düşünmüştüm ama yanılmışım. Binanın demirbaş malzemeleri de sergilenmekle birlikte çeşitli yerlerden toplanmış tarihi ve antika değeri olan eserler de müzede yer almakta. Hatta ilk odalarda gördüğümüz Ankara Palas'ta kullanılmış saatler, telefonlar, daktilo makineleri ve benzeri objelerden sonra salonlardan birinde zırhlar, tuğlar, silahlar, padişah kaftanları falan görünce "Ne oluyoruz yav, Çaldıran Ovası'na mı düştük?" diye şaşırdık. Meğerse genel anlamda bir müze imiş. Bol miktarda Yıldız ve Sevr porselenleri sergileniyor balo salonunda ama ne porselenler. Her birinin karşısında dakikalarca kaldık. Osmanlı padişahları ne saltanat sürmüş be yav (Fahrî Trakyalıyım demiştim di mi?😂)

Sadece objeler değil, tavanlar, nişler, duvarlar, avizeler, aplikler de görmeye değer. Balo salonunun bir köşesinde Atatürk'ün sürekli oturduğu koltuk takımı ve yazı masası da sergileniyor. Hasılı kelam memnun kaldık gördüklerimizden. Gelmişken bir çayınızı içeriz Ankara Palas dedik ve caddeye bakan kafeteryaya yerleştik. Son derece kibar ve güler yüzlü görevlilerin getirdiği çayı kahveyi içtik. Sonra kardeşim dedi ki, "Tuvaleti görmeden mi gideceğiz abla?". Çok haklı, niye eksik bırakalım ki? Valla hayatımda gördüğüm en temiz, en modern ve en düzgün tuvaletti. Umarım bu şekilde devam eder. Aşağıdaki fotoğraf da oradan, tuvaletlerin girişindeki pencereden arka bahçeye bakan ben:


Ankara Palas'ı gezip yorgunluğumuzu da giderince yokuşu çıkıp Roma Yolu'nu görmeye karar verdik, çünkü restorasyonu başlamış. İnsanın yanında kız kardeş gibi bir Ankara uzmanı olunca gezip görecek yerler bitmiyor. "100. Yıl Çarşısı" yıkılmış ben görmeyeli. Aman da ne iyi olmuş, kazulet gibi sevimsiz bir çarşı idi, pek tepki geldi yıkılmasına ama ne özelliği vardı, tarihi bir dokusu da yoktu üstelik anlamadım. Yerine pek güzel bir park inşaatı başlamış, mekanın eli yüzü açılmış. Ulus İşhanı'nın bir köşesine Belediye su otomatları koymuş, 3.5 lira karşılığı kredi kartıyla su alınabiliyormuş teoride ama pratikte mümkün olmadı. Vandal halkımız otomatlar üzerinde birtakım çalışmalarda bulunup kullanılamaz hale getirmiş. Şaşırdık mı? Elbette ki hayır.

Roma Yolu MS 2. Yüzyıla tarihleniyor. Daha önce geldiğimde burada çok kişinin farkına bile varmadığı birkaç sütun başı görülmekte idi. Ne mutlu ki kazılar başlamış ve yolun büyük bir kısmı açığa çıkarılmış. Sevindim görünce:


Roma imparatoru Julianus'un buradan haşmetle yürüyüp az ilerideki Julien Sütunu'na, ardından da Augustus Mabedi'ne ulaştığını hayal ettik kızkardeşle. Tarihleri tutturabildik mi bilmiyorum, sonuçta biz de Jilber Ortaboylu değiliz 😂 Önemli olan Ulus'un canlanması ve düzene sokulması, bu faaliyetler çok önemli. Arkada görünen bina bir zamanlar vergi dairesi olarak kullanılan, mimari anlamda çok güzel bir binadır, şimdi Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne tahsis edilmiş, Hukuk Fakültesi olarak işlev görüyor. Zincirli Camii de restore edilmiş, şirin görünümüyle yüze gülüyor. 

Buraya kadar gelmişken geçen yıl tadilattan geçen Ulus Hâl'i ne de uğramadan geçmedik. Çocukluğumda anneannem ve annemle çok gelmişliğim vardır. Tadilat iyi olmuş, eli yüzü açılmış. 


Bu kadar dolaşma ve bu kadar blog yazısı yeter. Hâl civarından Taşköprü sarmısağı, asma yaprağı ve Trabzon ekmeği alarak evin yolunu tuttuk. Yeni gezilerde buluşmak dileğiyle...


1 Temmuz 2024 Pazartesi

KOŞTUR KOŞTUR ESKİŞEHİR / 1 TEMMUZ

Cumartesi günü çocuklarla Eskişehir'e gittik günübirlik, onyüzmilyonbininci kez. Niyetimiz bayram haftasında gitmekti ama bilet bulana aşk olsun. YHT ile yakın mesafeler, bilhassa Eskişehir ve İstanbul çok rağbet görüyor, o yüzden gitmeye bir ay önce karar verip bilet alırsanız gönlünüze göre bir yer bulabilirsiniz 😂 Neyse o hafta bulamayınca bir sonraki haftaya niyet ettim, yerlerin dörtte üçü dolmuş, dolmayanlar da ya tek koltuk, ya ters istikamet derken 6 kişilik ailemize göre koltuklar bulup seçtim ve satın alma işlemine geçtim. Allah sizi inandırsın tam 5 kez al baştan yaptım. Zira seçtiğiniz biletleri almanız için site size 10 dakika veriyor, bence on dakikadan bile az. Üstelik öyle kart numarasını yazıp pat pat alamıyorsunuz. Her bir bireyin kimliğinden doğum tarihine, telefon numarasından göbek adına kadar soruyor. Tam herkesin şeceresini yazıp kredi kartı işlemine geçiyorsunuz ki ekranda bir yazı: Süreniz dolmuştur, seçtiğiniz koltuklar başkası tarafından alınmıştır. Sonra bari dedim üçer üçer alayım. Neyse aynı şeyleri altıncı kez yazarak biletleri almayı başarmıştım ki kız kardeş o gün önemli bir işi olduğunu söyledi, haklı zira ona sormamıştım müsait olup olmadığını. Haydi bakalım açık bilet yaptık onun yerini. Derken içime bir kurt düştü mobil bankaya girdim, o da ne? DDY süreniz doldu dediği aşamada bilet paralarını tahsil etmiş, kartta iki kere bilet alınmış görünüyor. Saçımı başımı yolacak hale geldim. Aradım kurumu, çıkan görevli beni muhasebeye yönlendirmişti ki hat düştü. Tekrar aradım bu kez başka bir görevli çıktı, derdimi anlattım, endişe etmememi, çekilen paranın bilet olarak karşılığı olmadığını ve anlaşılınca paramın iade edileceğini söyledi. Nitekim öyle de oldu, iki gün sonra iade yapılmıştı. Aklınızda olsun böyle durumlarda mutlaka kart hareketlerinizi kontrol edin. 

Sonunda bunca emekle aldığımız koltuklara yerleştik cumartesi öğle vakti, zira sabah seferleri tıklım tıklımdı. Eskişehir'e ilk gittiğimde oğlum daha okula bile başlamamıştı sanırım. "Bir şehre verilen isim ancak bu kadar yakışır" diye düşünmüştüm. 2 gün kaldığım kent bakımsız, soluk ve pasaklı görünmüştü gözüme, Porsuk leş gibiydi. Bir daha gelmemek düşüncesiyle ayrılmıştım. Sonra Büyükerşen belediye başkanı oldu ve şehir hakkında güzel haberler gelmeye başladı. Lise arkadaşlarımın bir kısmıyla anlaşıp gitmeye karar verdik. Henüz YHT faaliyete geçmemişti, bildiğimiz eski usul trene atladık ve yemekli vagonda kahveli, çaylı, sohbetli bir yolculukla dört saatte ulaştık. Gördüğüm şehrin yıllar önceki ile alakası kalmamıştı, gözlerime inanamadım. Sonraları YHT faaliyete geçince altı kere daha gittim Eskişehir'e, her seferinde daha çok sevdim. O seferlerin hepsinde yanımda kız kardeş vardı, bu sefer Umut 😊 zaten amaç onu gezdirmekti.

İstasyondan Odunpazarı'na geçtik doğrudan, vakit kısıtlı olunca taksiyle. Bu sefer mi öyle denk geldi, her zaman mı öyle bilemedim ama İstanbul'dan bir tık daha kolaydı diyeyim siz anlayım. Bastığımız taksi çağırı zillerinin hiçbirine cevap alamadık, yoldan geçenlerin de neredeyse hepsi doluydu. boşlar da durmadan geçti. Odunpazarı'na ulaştığımızda ilk işimiz karnımızı doyurmak oldu, daha önce iki kez deneyip memnun kaldığımız Ayten Usta Aynalı Kahve'ye girdik. Her zaman büyük ve ferah kapalı salonda yerdik yemeğimizi, bu kez bahçeye aldılar bizi. Bahçe bana bunaltıcı geldi nedense, kalabalık, gürültülü ve sıcaktı. Değişik bir yemek denedim bu kez, adı "Mutancana". Meyveli tatları severim, bunun içinde de üzüm, kayısı, badem, karamelize soğan ve tandır vardı, zerdeçallı pilavla servis ettiler. Sevdim...


Yemek sonrası çocuklar OMM/Modern Müze'yi gezmeye gittiler, biz daha önce gördüğümüz için girmedik. Vaktimiz kısıtlı olduğu için yönümüzü Umut için Sazova Parkı'na, Masal Şato'su ve Korsan Gemisi'ni görmeye çevirdik. Otobüsün kalktığı yeri tarif ettiler, neyse ki çabucak geldi, kredi kartlarımızı kullandık ücret için ve yaklaşık yarım saatlik bir yolculukla Sazova'ya ulaştık. Park çok büyük, bir yerden bir yere gitmek için epey yürümek gerekiyor. Önce çocukları Masal Şatosu'na bıraktık. Sekiz çizen bir kuyruk vardı, şatonun kapanmasına az kalmıştı, onlar bilet kuyruğuna girdi, biz yakındaki Kahve Evi'ni gidip kahve eşliğinde yapay gölü ve manzarayı izledik.



Trenimizin kalkışına 1,5 saat kala kalktık, yine otobüsle şehre döndük ama ben hiçbir şehirde Eskişehir'deki kadar uzun yanan kırmızı ışık görmedim. Kayınvalidem uzun günler için "Sabah bir çocuk doğsa akşama baba diyecek" derdi. Aklıma o geldi, kırmızı ışık yandığında bir çocuk doğsa yeşil yanana kadar baba diyecek neredeyse, öyle bir uzunluk. O yüzden Odunpazarı'nda otobüsten indiğimizde trenin kalkmasına yarım saatten az kalmıştı. O telaşla taksi arıyoruz, yok. Zile basıyoruz araç gelmiyor, el kaldırıyoruz boş geçiyor, sonunda biri insaf edip durdu, bindik. İstasyona geldiğimizde 8 dakika falan kalmıştı kalkış saatine. Xray'dan geç, bilet kontrolü yaptır, perona gir derken nefes nefese kaldık. Neyse ki bu kez tren rötar yapmış gecikti, bilseydik telaşlanmazdık yahu 😂

Bir Eskişehir yolculuğu da koşturarak böyle geçti, maksat Umut'u mutlu etmekti, ettik sanırım. Bir kez daha gider miyim, fırsat çıksa gitmem demem, zira seviyorum bu şehri...