.

.
.

26 Ocak 2023 Perşembe

MUHTELİF ŞEYLER / 26 OCAK

Vayy, bir haftayı geçmiş buralara uğramayalı, yazacak enteresan bir şey olmayınca yazma isteği de istirahate çekiliyor. Bu aralar kendimi yemekle meşgulum, yok öyle sinir ya da endişeden değil, gerçek anlamda kendimi yiyorum. Yaşım ilerledikçe kurt kadına mı dönüşüyorum nedir, dişlerim sivriliyor ve sürekli yanağımın içini ısırıyorum. Berbat bir şey, ağzınıza attığınız her lokma yanak içinizde açılacak bir yara demek. Önceleri sol yanağımı yedim, baktım dışarıya bir pencere açılacak dişçiye gidip o kısımdaki dişleri törpülettim, nisbeten rahatladı. Dündenberi sağ yanağımı yemeye başladım, öyle böyle değil, bir yudum sıcak çay içsem hoplatacak kadar derin ısırıklar. Muhtemel ki geceleri dişlerimi sıkıyorum, onun da etkisi var. Sürekli bir şeyler sıkıyoruz zaten, kemer sıkıyoruz, can sıkıyoruz, diş sıkıyoruz. Kimse de rahatlayalım diye bir numara büyüğünü vermiyor. Her neyse bana yine dişçi yolları göründü, lakin törpülete törpülete ağzımda diş kalmadı, çenem çöktü, çemçük bir şey oldum 😂

Blogumun takipçileri bilirler, her yıl Oscar'a şeref konuğu olarak katılırım. Bana layık gördükleri bu ayrıcalığa teşekkür maksadıyla ben de aday olma ihtimali bulunan filmleri daha liste açıklanmadan izlemeye başlarım ki dersime çalışmadan dahil olmayayım ödül törenine. Bu yılın en çok sözü edilen, adaylık listesinde üst sıraları kimseye kaptırmayan o upuzun isimli filminden nefret ettiğimi belirteyim öncelikle. Sözüm meclisten dışarı, birkaçı hariç Uzakdoğu filmlerini sevemedim gitti. Bir kere şimşekleri üzerime çekeceğimi bilerek şunu itiraf edeyim ki hâlâ hangi çekik gözlü hangi ülkenin elemanı ayırt edemiyorum. Geçtim ondan filmin içinde bile ayırt edemiyorum. "Babası mıydı bu?", "Yok yav, bu oğlu herhalde", "Belki de kızın sevgilisidir". Ne yapayım, çok benziyorlar, bir de benzer kıyafetler giyince aradaki dokuz farkı bulunuz gibi oluyor. Kadınlar yine bir nebze, saç modelinden falan ayırt ediliyor da erkekler biraz zor geliyor. Bir de orijinal dilde izleyince seviyor mu, dövüyor mu anlamıyorum. O kadar sert ve yüksek sesli bir dil. Adam kadına ilan-aşk ediyor ama ben "Bu durum böyle devam ederse ayrılmamız kaçınılmaz, seni şıllık" gibi anlıyorum, kadın adama "Yemek yiyelim mi aşkım" diyor misal, ben "O kadına ne biçim baktığnı gördüm, pislik herif" olarak kurguluyorum alt yazı yetişene kadar 😃 Bütün bunlar yetmezmiş gibi malum filmde aşure halt etmiş, ne ararsan var. Aşk, evlilik, boşanma, lezbiyenlik, kavga, barışma, göçmen sorunu, vergi davası, bakılması gereken baba, kung fu, paralel evren, makine, motor, uçma, kaçma, çamaşırhane ayyyyhh! Yahu, gel yavaş gel yollar yaş, bu nedir, kafam ambale oldu. Uzmanlar beni sinemadan anlamamakla itham edebilirler, etsinler. Sonuçta Oscar'a beni davet ediyorlar şeref konuğu olarak, onları değil 😂

Hemen hemen bütün filmleri izledim, iki tane kaldı, onu da törene kadar tamamlarız İnternetin izniyle. Henüz adaylarımı açıklamam için erken ama En İyi Film dalında pek çok kişi gibi benim de adayım "The Banshees of Inisherin", En İyi Erkek Colin Farrell, En İyi Kadın ise Kate Winslet. İzlemediğim filmleri izledikten sonra daha net bir sonuca varabilirim, dediğim gibi, bunlar şimdilik...

Havalar sanırım yarın itibariyla ait olduğu mevsime geçiş yapacak, bugün telefonuma AFAD'dan uyarı düştü, yarın Antalya ve civarında gerçekleşmesi beklenen fırtına, yağmur, gök gürültüsü, şimşek, su baskını, yıldırım vs gibi müjdeli haberler veriyordu. "İyi ki" dedim, "şu birkaç gün güzel havaların tadını çıkarmışım". Aşağıdaki fotoğraf o günlerden birinden, dikkat ederseniz Şirinler'i, pardon yüzenleri görebilirsiniz 😃

Havalar bozacak ve günler daha çok kitap, film, dizi, Storytel ve Candy Crush Saga ile geçecek gibi görünüyor. Esasen kutlu doğum haftamıza da girmiştik, ay sonuna kadar az daha müsaade etse olurdu. Kısmet diyelim ve bugünlük veda edelim. Kalın sağlıcakla...


18 Ocak 2023 Çarşamba

TİYATRO SEVDASI / 18 OCAK

Öğlen kısa bir yürüyüş yaptım. Hedefte Ankara usulü simit yapan bir fırın vardı. Arada aklıma geldikçe uğrar, birkaç tane alıp buzluğa atarım. Bu yılın ilk simit alışverişi idi ve tanesine 5 lira verince içim biraz cızlamadı değil. Alt tarafı simit ve nereye varacak bu işin sonu. 

Her neyse, konumuz piyasa koşulları değil zaten,  gün boyu her çeşit yayın organında herkes konuşuyor bu konuda, şurada bari eksik kalalım. Yürüyüş sırasında kulağımda kulaklık, Storytel'den Deniz Yüce Başarır'ın, babası Kâmran Yüce'nin belgelerini derleyerek Kenter Tiyatrosu'nun oluşumunu kaleme aldığı "Perde Kapanmasa Görecektiniz"i dinledim. Deniz Yüce Başarır kitabını kendisi seslendirmiş. Esasen kitabı da geçen yıl satın almıştım fakat okuma fırsatım olmadı, Ankara'ya götürdüm, kızkardeşe bıraktım. Yazı bekleyeceğime dinleyeyim dedim, kitap zaten bir hazine, tiyatroya düşkün her evde bulunması gereken kitaplardan. O kadar detaylı bir kitap ki Kenter Tiyatrosu'nun kuruluş zamanlarında olayın içinde bulunup o heyecana şahit olmak istedim.     

Benim çocukluğumda tiyatroya gitmek çok ciddi bir işti, öyle bileti alıp üzerinizde kot pantolon, salaş bir kıyafet ya da eşofmanla falan çıkıp gidemezdiniz. Tiyatro ile ilgili ilk anım 6-7 yaşlarımdan kalma. Babamın Konya Karapınar'da birlikte görev yaptığı Dr. Osman Bey ve karısı Sumru Hanım (annemin deyimiyle Sumranım) bizi ziyarete, Ankara'ya gelmişlerdi. İlk gün alışveriş yapmış, Anafartalar Çarşısı'na götürüp yürüyen merdivenlerimizle övünmüş(!), annemle Sumranım mağazalara girip çıkarken ben de oğulları yaşıtım Sadık'la çarşının koridorlarında koşturmuş, Sadığın yürüyen merdiven korkusuna gülmüş, epeyce eğlenmiş olarak dönmüştük eve. Asıl olay erken yenen akşam yemeğinden sonra patladı, bize dediler ki, yani Sadık'la bana: "Sumranım biraz hasta, doktora gitmesi lazım, sizi anneannene bırakacağız". Gece vakti doktor, ayrıca kadının kocası doktor, üstelik şık şıkırdım giyinmişler, annemle Sumranımın ayağında stilettolar, boyunlarında boncuklar, elbiseler dersen adeta bayramlık, ne doktoru şimdi bu? İtirazlarımıza kulak veren olmadı, anneannemin kapısından içeri adeta itildik ve şık giyimli büyükler güya doktora gittiler. Doktorun adının Küçük Tiyatro, teşhisin de Çetin Altan'ın kaleme aldığı "Mor Defter" adlı oyun olduğunu ertesi gün annemle Sumranımın oyuncular üzerine yaptıkları sohbetten anlayacaktık, hoş Sadık anladı mı bilmem ama ben cinin önde gideniydim, kıyameti kopardım: "Neden bizi de götürmedinizzzz?"  Kulak asan olmadı.      

O akşam götürülmediğim tiyatroya gitmek için fazla beklemeyecektim. Bir sabah üst kattaki komşumuzun kızı geldi ve "Peter Pan" adlı çocuk oyunu için biletleri olduğunu söyleyip beni de götürmek için izin istedi. Aman Tanrımdı, yaşasındı. Oyunda niyeyse "Çın Çın Zil" olarak isimlendirilen "Tinker Bell" adlı peri kızı bile benim kadar çınlamamıştır sevinçten.  Gerçek bir tiyatro oyunuyla ve güzelim Küçük Tiyatro ile tanışmam böyle oldu, o zamandan beri de aşığım bu sanata.  

Küçük Tiyatro'ya tepeden bakış. Localara ışık yerleştirmişler, oturan yok. Yıllar önce geciktiğimiz bir oyuna, görevlinin lutfuyla birinci perdenin yarısında locaya kabul edilerek girmiştik. İşe bak ki oyunun adı da "Gecikenler"di. Başrolde Hepşen Akar vardı. Cihan Ünal'ın ablasıydı kendisi. "Teetora" meraklısı anneannem 1. perdenin ilk yarısını kaçırdığı için çok üzülmüştü. Ertesi hafta dayım elinde tiyatro biletleriyle gelmiş ve yeterli bilet olmadığı için anneannem evde kalmış, tiyatroya götürmek için beni seçmişlerdi. Sıkı sıkı tembihlenmiştim oyunun ilk bölümünü izleyip dönünce anlatmam için ama şansa bak ki başka bir oyun oynuyordu ve anneanneme resmen masal uydurmuştum. Oyunun farklı olduğunu öğrense kalp krizi geçirirdi alimallah 😃Anneannemin tiyatro sevdası anlatılmaz yaşanırdı, hele bir "Hırsızlar Balosu" maceramız var ki blogda daha önce de yazmıştım. İlkokul sondayım, halam beni ve anneannemi tiyatroya davet etti. Altındağ Tiyatrosu'nda, en öndeki koltuklarda yerimiz ve oyunun başrolü Enis Fosforoğlu'nun. Nisan ayı, can erikleri yeni çıkmış, anneannem çantasını eriklerle doldurmuş, oyunun ortasında çıkarıp avucumuza koydu. Haydi anneannem yaşlı kadın, ben de çocuğum ama doktor olan halama ne oluyordu ki o erikleri kütür kütür yedik salonda, hem de en ön sırada, ne ayıp 😃Sanırım pek ses duyulmadı ki sağdan soldan uyarı almadık 😃

Fuayenin sütunları

Küçük Tiyatro ve Oda Tiyatrosu'nun bulunduğu Evkaf Apartmanı

"Peter Pan"la başlayan tiyatro seyirciliğim sonrasında pek çok oyunla devam etti çocuk yaşımda. Ankara o yıllarda idari başkentliğinin yanısıra gerçek anlamıyla bir sanat ve kültür başkentiydi. Oyunlar kapalı gişe oynar, önünde uzun kuyruklar oluşurdu. Küçük Tiyatro'da, Büyük Tiyatro'da, Altındağ Sahnesi'nde, yıkılan Yeni Sahne'de onlarca oyun izledim.  Babam meraklı idi, bilet alır gelirdi. Çocuk aklımla kimlerin rol aldığının farkına bile varmaksızın önümde ete kemiğe bürünmüş oyunu seyrederdim. Meğerse "İstanbul Efendisi"nde Münir Özkul'u izlemişim de haberim yokmuş. Sanırım Türk tiyatrosunun en önemli oyuncuları o dönem sahne almışlardı; Cüneyt-Ayten Gökçer, Erol Kardeseci, Macide Tanır, Tomris Oğuzalp, Gülgün Kutlu, Nurşen Girginkoç, Dinçer Sümer şu an aklıma gelenler. Şık şıkırdım giyinir giderdik tiyatroya, ister matine, ister suare olsun, hele suareyse daha da dikkat edilirdi. Perde aralarında fuayedeki barda içki satışı bile yapılırdı. Ortaokulda iken sınıfı tiyatroya götüren matematik öğretmenimiz kokteyl elbisesi giyip gelmişti de bakakalmıştık kadının şıklığına. Sahnedeki oyun kadar tiyatro salonunun havasını da çok severdim, fuayede rol alanların fotoğraflarının bulunduğu camekanın önünde dakikalarca dikilir, babamı program dergisi alması için zorlardım. Almazdı yahu, ne gerek var diye geri çevirirdi isteğimi. Ondandır her gittiğim tiyatroda dergi almam ve biriktirip kocaman bir koleksiyon oluşturmam. Bazı oyunlar aylarca oynar yine de bilet bulunmazdı. Cüneyt Gökçer'in "Sütçü Tevye" rolünü canlandırdığı "Damdaki Kemancı"ya kapalı gişe oynadığı için gidememiştik. Alt katımızdaki dairede oturan Devlet Tiyatrolarının demir atölyesi şefi Mehmet Amca'nın eşi Emel Abla bile derdimize deva olamamıştı. Yıllar sonra Aspendos Festivali'nin ilk yılında izlemek kısmet olmuştu Cüneyt Gökçer'li "Damdaki Kemancı"yı. Devlet Tiyatrolarının yanısıra Beyhan Saran ve eski eşinin Mithatpaşa Tiyatrosu, sevgili AST, çeşitli turneler, kısacası çocukluğum bir tiyatro şenliği gibiydi.

Pandemiye kadar bulunduğum şehirdeki hiçbir oyunu kaçırmadım ama pandemi ket vurdu bu büyük keyfime, hoş eski yıllardaki oyunların tadını da bulamıyorum ama o salonun havası bile yeter. Henüz kapalı mekanlara girme cesaretim yok ama dilerim önümüzdeki yıllar da tiyatrosuz geçmez.


                                 

17 Ocak 2023 Salı

YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR / 17 OCAK

Bu sabah uyandığımda çok seyrek gerçekleşen bir doğa olayına şahit oldum. Gece 23.00'de yattığım yataktan kesintisiz uyuyarak sabah 9.00'da kalkmışım dostlar, olağanüstü bir şey. Ben beni bildim bileli toplasanız iki elin parmağını geçmez bu durum, seyrek gerçekleşen doğa olayı demekte haksız mıyım 😂 Haliyle bir süre kendime gelemedim, "Ben kimim? Burası neresi? Bu saate kadar uyunur mu? Yahu ben gece niye uyanmadım?" gibi varoluşsal problemlerle bir süre didiştikten sonra yüzümü gözümü yıkayıp ayıldım ve kuşları ziyarete gittim. Ekmek çanağının içinde tepişip dururlardı. İki gün önce balkon kapısının tam önünde ve kapı kolunda iki kocaman ve simsiyah birikinti buldum. Yediği çanağa pisleyen cinsinden reziller onca açık alan dururken gelip kapıma def-i hacette bulunmuşlar. Muhtemel ki bu ara abur-cubur reklamlarını izlemiş ve altta geçen yazıyı şiar edinmişler. "Günde 3-5 porsiyon sebze, meyve tüketiniz". "Yürü kız" demiş erkek olanı, "Hep ekmek, hep bulgur, nereye kadar, bak TV bile öneriyor, gidip sebze, meyve yudalım". Benjamin ağacı ve servi tohumları yemiş keratalar ama Benjamini biraz fazla kaçırdıkları atıklarının renginden belli, katran mı içtiniz a mubarekler? Telle kazımaktan carpal tunnel sendromum atak yaptı. Büyük büyük büyük dedeleri Parmaksız Salih kısıra bayılırdı, belki genetik bir geçiş vardır diye akşamdan kalan kısırın birazını döktün yemek çanaklarına ama yüz vermemişler, öylece durup durur. Kendileri Isparta ekmeği seviyorlar en çok, hem de İslamköy'de üretileni, sanırım Demirel'e yandaş bunlar 😃

10 gündür evden dışarı çıkmadım, önce gökten kütleler halinde dökülen yağmur yüzünden, sonra bel ağrısı, iş-güç derken bugün baktım güneş parlıyor-ki meteoroloji yağmur demişti, yanılmış-öğleden sonra attım kendimi dışarı. Parka kadar yürüdüm, parkın içinde yürüdüm, sonra da eve kadar yürüdüm. 8000 adım civarında atmışım, yeterli. Uzun süre ara verince dizlere biraz alışma payı bırakmak gerekiyor. Hava öyle güzeldi ki ince bir kazak ve eşofman üstü yeterli geldi, hatta eve geldiğimde hayli terlemiştim. Esasen hoş bir şey değil, Antalya için bile Ocak ortası fazla güzel bir hava. Neyse ki 3 aya yetecek kadar yağmur düştü, o da bir şeydir. 

Parkı ve parktan görünenleri özlemişim. Geçen haftaki fırtınada okaliptüslerden birinin kocaman dalı kırılmış, üzüldüm:

Neyse ki ağaç kıtlığı yok, ne yana dönsek yemyeşil.


 

Yeşile doydum, dönüş yoluna vurdum. Eve giderken şu ağaç çıktı karşıma, aklıma Ayla Kutlu'nun "Cadı Ağacı" romanı düştü. 
 
 
Attığım adımların ödülü olarak kendime çiçek hediye ettim:
 

 Çiçek gibi olsun günleriniz...

 

14 Ocak 2023 Cumartesi

PASTANELİ POST / 14 OCAK

Dün kronik farenjitim boğazımdaki inatçı gıcıkla kendini hatırlatınca salep (salep mi, sahlep mi, amaan her ne ise) içmek geldi aklıma. Rafta duran bir zincir kahve markasının teneke kutusuna el attım, minimal salep, maksimal nişasta ve şekerden mamul karışım bir içimlik kalmıştı, boşalttım kupaya. Bugüne kadar hiç şekersiz ya da az şekerli salebe denk gelmedim, niye bu kadar tatlandırıyorlar acep? El mahkum oturdum kanepeye, bir elimde salep kupası, öbür elimde kitap, güya okuyacaktım ama aldığım ilk yudumla çook uzak bir geçmişe uzandım. 

Kışa dair yegane sevdiğim şey sokaktan ayazda-tercihan Ankara ayazı-al al olmuş yanaklar, havuca dönmüş bir burun, eldivene rağmen buz tutmuş ellerle camları buğulanmış bir kapıyı iterek soft ışıklı, vanilya kokulu, sıcacık bir pastaneye girmektir, daha doğrusu girmekti. Antalya'da ne adamı kesecek ayaz var, ne de tanımını yaptığıma benzer bir pastane. Gençlik yıllarımda, Ankara'da kömür isi soluyup her adımda kayan kaldırımlarda patinaj yaparak, erken çöken karanlığa hava kirliliği de eşlik ederken ulaştığımız Akman Pastanesi'nin Kızılay'daki şubesi bir dost kucağı gibi sarardı buz kesmiş bünyemizi. Şimdi tamamen kapanıp yerine "Tarhanacı", evet yanlış okumadınız, tarhanacı açılan şube değil sözünü ettiğim. Kızılay'ın Sıhhıye'ye yakın bölümünde, Orduevi'nin hemen yanındaki şubeydi bu. O buz kesmiş yanaklar, eller içerinin ısısıyla karıncalanırken masalardan birine yerleşip hemen yanaşan garsondan salep istemenin keyfini şimdi en klas cafede bile bulamıyorum. 

Pastane kültürü başka bir şey, sevdiğim pastaneler birer birer kapanırken çocukluğuma ışınlanmak ve o mis kokulu, vitrinlerinde çocuklar için mücevher ayarında pastalar olan dükkanlara girmek istiyorum. Babam gençlik yıllarında çok kafa adamdı; şarkılar söyler, fıkralar anlatır, kimsenin aklına gelmeyecek ilginç el işleri yapar, turşular kurar, işyerindeki kadın arkadaşlarından aldığı tariflerle yemekler, tatlılar pişirirdi. İlk kabak grateni babamın elinden yemiştim mesela. Annem ne kadar gelenekselciyse babam o kadar yeniliklere açıktı. Arada bir aklına düşer elinde bir pastayla gelirdi: Prenses. Bazen de olmadık bir saatte "Hadi pastaneye gidelim" deyiverirdi. Annemin "Para saçacak yer arıyorsunuz" söylenmeleri bizi engellemez düşerdik yola, sipariş yine değişmezdi: Prenses.

Çokoprensin büyükannesi olan bu pasta muhtemel ki Yenimahalle'nin çok yakınlarda kapanan kâdim mekânlarından Avrupa Pastanesi'nin icadıydı. Hatırladığım ilk günlerden bu zamana kadar onlarca yıl dayanmış, sonunda pes etmişti. Prenses pastalara, horoz şekerlerine, şahane tostlara veda demekti bu. 

Sonra Vardar vardı, neyse ki hâlâ var, hem de o şahane dondurmasının kalitesi hiç değişmeden. Eşekli dondurmacıdan aldığımız saman külahlardaki dondurmalardan sonra ilk korneti bize Vardar tattırmıştı. 

Lise son sınıftayken Kızılay'da Üniversite Hazırlık Kursu'na gidiyorduk. Emektar troleybüs bizi vaktinden evvel Kızılay'a ulaştırdıysa üç arkadaş kendimizi Ziya Gökalp Bulvarı'ndaki "Sandviç"e atardık. Formika tezgaha dayanıp sosisli sandviçleri mideye indirir (ki bir daha böylesini asla yemedim), harçlığımız biraz fazla tutulmuşsa birer de supangle götürürdük. Yan taraftaki "Penguen Pastanesi" ise vitrinindeki kıpkırmızı elma şekerleriyle gözümüzü alırdı. Ne ara kayboluverdi bu mekanlar, yerlerini çul-çaput satan hepsi bir örnek mağazalar aldı bilmiyorum, orası biraz karışık işte. 

Gelelim yukarıda sözünü ettiğim "Akman"a, onunla müşerref olduğumda daha ilkokulda, belki de daha küçüktüm. Yenimahalle'den Ulus'a gitmenin "Şehre gitmek" ya da "Ankara'ya inmek" diye nitelendiği zamanlardı. Alışverişler ya Anafartalar Çarşısı'ndan-oraya gitmek eğlenceliydi, zira yürüyen merdiven vardı, seramiklerden haberdar değildim henüz-ya da Ulus İşhanı içindeki mağazalardan yapılırdı. "Dodanlı Yerli Mallar Dodanlı"nın apreli kumaş kokusu ile "Akman Pastanesi"nin tarçın ve vanilya kokusu çocukluğumun koku hafızasında nasıl yer etmişlerse bugün bile burnumun ucunda. Anneannem keyifli bir günündeyse "Akman"a sokar, "Birer boza içelim uşaak" diyerek garsonu çağırırdı. Ulus'taki o güvercinlerin kuğurdadığı, fıskiyelerinden akan suyun şırıldadığı pastane üniversite yıllarımın da vazgeçilmezi olacaktı. Okula yakındı ve bulabildiğimiz her boşlukta kıt öğrenci harçlıklarımızı birleştirip kahve ya da boza içmeye koşardık. 

Kızılay'daki şubeye artık çalışmaya başladığım ve cebimdeki paranın yeterli olduğu zamanlarda gider olmuştum. İş çıkışı, hele de yazdığım gibi soğuk bir kış havasıysa günün en keyifli saatlerine evsahipliği yapardı. Salep ya da boza, yanında ya meşhur Akman sosislisi, ya da yine spesiyal vişneli pasta. Yine kışın, Alman Kültür kursu öncesi buğulanmış camlarından Kızılay'ın ışıklarını seyrederek bir şeyler yiyip içtiğimiz Büyük Ankara Muhallebicisi'ni anmadan geçersem vefasızlık etmiş olurum. 

Oktay Akbal'ın 2. Dünya Savaşı yıllarını anlattığı "Önce Ekmekler Bozuldu" isimli bir kitabı vardır. Ben de "Önce Pastaneler Bozuldu" desem abartmış olurum elbette, memlekette bozulan onca hayati şey varken pastanelerden söz etmek biraz şımarıklık tabii ki. Gelgelelim o güzel günleri de özlemiyorum desem yalan olur...



12 Ocak 2023 Perşembe

YAĞMURLU, KUŞLU POST / 12 OCAK

Antalya güneşle balayını bitirdi, üç gündür gökyüzünde ne kadar su varsa indirdi üstümüze. "Yağ yağ yağmur/Teknede hamur/Ver Allahım ver/Sulu sulu yağmur". Bu tekerlemeyi benim yazmadığıma emin olabilirsiniz, zira yağmurlu havalardan hiç hazzetmem. Gelgelelim toprak benimle aynı fikirde değil, "Ehtiyaç gardaş", diyor, "ben içmezsem siz de içemezsiniz". Haklı, doğru söze ne denir, lâkin bu kadar çılgınca indirmek zorunda mısınız Yağmur Efendi (yoksa Hanım mı?), yağsanız çisil çisil, biz de gitsek usul usul. 

Yağmur coşunca balkonu kuşlara tahsis ettik, kendilerini rahatsız etmemek için çıkmıyoruz, zaten çıkılacak durum da yok, yer gök su. Yağmur başladığından beri karı-koca mı, sevgili mi, arkadaş mı olduklarını bilemediğim, sormayı da kendime yediremediğim (Ahlak zabıtası mıyım yahu :) bu kumrusal çift duvara dayalı portatif merdivene taşındılar. Biri üst katta, diğeri bir kat aşağıda oturup dururlar.

O kadar ürkekler ki kapıyı açıp çekemedim fotoğraflarını, anında pırrr! İçerden de ancak bu kadar oldu, perdenin gölgesi vurmuş. Her sabah tabak içinde yemek bırakıyorum balkona, serçelerle birlikte kahvaltı ediyorlar, başka kumruları da bir kanat darbesiyle egale edip uzaklaştırıyorlar. Geçen bahardan bu yana böyle ama hâlâ evcilleşmediler. En ufak harekette kaçıyorlar. Halbuki bunların büyük büyük büyük dedesi Parmaksız Salih öyle fütursuzdu ki balkonda kahvaltı ederken masaya konar, gözümüzün içine baka baka tabağımızdaki peyniri didiklerdi. Kumruların "Z Kuşağı" biraz çekingen oluyor sanırım.

Yağmur eve bağlayınca iyice filmlere sardım, Oscar zamanına kadar izlenmedik kalmasın modundayım. Bugün "Women King"i izledim ve Viola Davis'e bir kez daha hayran oldum. 

Şimdi gidip tarhana çorbası pişirmem lazım, şöyle tereyağlı, bol naneli, sarmısaklı ve nohutlu. Bizim buralarda tarhana böyle pişer. Bu havada şahane gider. Ben yerken içine peynir ufalayıp acı biber turşusu da atarım ki of of of! Haydi müsaadenizle...


7 Ocak 2023 Cumartesi

GEZERKEN, İZLERKEN, OKURKEN / 7 OCAK

Yılın son haftasındaki aktivite 2022'de kaldı. Bu hafta sadece tek bir gün arkadaşlarla buluştum, bugün de yürüyüş bahanesiyle çıkıp soluğu Kaleiçi'nde aldım. Bunca senedir Antalya'da yaşıyorum, Kaleiçi'nde hâlâ görmediğim sokaklar olduğunu farkettikçe şaşırıyorum. Labirent gibi bir yer, neresi nereye çıkıyor belli değil. Haydi gelin biraz da sizi dolaştırayım:

Restore edilmiş binaların yanısıra eşsiz güzellikte ama çökmek üzere olan konaklar da var, daha ciddi bir restorasyon projesinin bizzat yetkililer tarafından uygulanabilmesini arzu ediyor insan gördükçe. 

Meselâ şu, kapısını çektiğim konak pek harap, pek de güzel, keşke el atılsa, 1887'ye tarihlemiş kendini, bu zamana kadar yıkılmamış ayaktaysa, daha uzun yaşamayı hak ediyor sanki. 


Kaleiçi Noel ve Yeni Yıl havasından henüz çıkamamış, pek çok yerde süslemeler, ağaçlar hâlâ sökülmemişti, malum eğlence mekanlarının yoğun olduğu bir yer. Bugün gittiğim sokaklara daha önce gitmedim mi, yoksa gözümden mi kaçmış bilmiyorum, bir tane vaktiyle kilise olup dönüştürülmüş cami, iki tane de kilise gördüm. 


Şu iki bina arasındaki aralık bizi çok güldürdü, bir dilim kesilip alınmış gibi. Sahiplerinin arasında bir anlaşmazlık vardı galiba ki sırtsırta vermektense arada bir üçgen oluşturmayı uygun görmüşler 😃



Kaleiçi burası, her an karşınıza hoş bir detay çıkabilir...

Dönüşte Üçkapılar'ın yanındaki sur duvarlarını mesken edinmiş kuşlara bir selam çaktık. Uzaktan bakınca duvara konmuş sinek gibi görünseler de kendileri kumru olmaktalar:

Bu iki dışarı çıkış arasında kalan günler evde, film-kitap-dizi üçgeninde geçti. Fırsattan istifade bulabildiğim Oscar adayı olması muhtemel filmleri ardarda izliyorum, ek olarak da Başka Sinema Evde Yeni Yıl Seçkisi aracılığıyla satın aldığım 4 filmi online olarak seyrettim. Hepsi de çok iyiydi. Başka Sinema Evde uygulamasını seviyorum ve denk geldikçe kaçırmıyorum. Filmler 15 lira karşılığı kiralanıyor, mail adresinize linki geliyor ve 3 gün süreyle izlenebiliyor. Keşke daha sık yapsalar.


Dört film de gayet izlenebilir nitelikte idi ama bir İran yol filmi olan "Hit The Road"ı ayrı bir yere koyuyorum. Adamlar sinema alanında tüm kısıtlamalara rağmen müthişler. 

 

Ve Oscar adayı olma ihtimali nedeniyle bu aralar çok sözü edilen filmlerden dördü ilk ayın ilk haftasına kısmet oldu, bir kısmını geçen ay izlemiştim. İçlerinde bana en dokunanı doğru dürüst aksiyonlu bir konusu olmamasına rağmen "After Sun" oldu. Pinokyo, bildiğimiz Pinokyo, ufak tefek güncel dokunuşlarla hoş bir animasyon olmuş. "She Said" önemli bir konuyu ele almış ama fazla uzun ve biraz fazla durağan geldi, "Everything, Everywhere vs vs" hakkında ise hiç konuşmayayım daha iyi, otoritelerin ve bazı izleyicilerin bayılıp düştüğü bu film neredeyse beni bayıp düşürecekti. Film bittiğinde kafam bir dünya idi, "Otur, sıfır!" dedim. Arzu eden beni sinemadan anlamamakla suçlayabilir 😃

Ve yılın ilk ayını kadın yazarlara ayırdım bu sefer, önce yerliler, sonra yabancılar. Irmak Zileli'nin son kitabı "Bende Ölen Sensin" ile başladım, bitirince ikinci kadın yazara, Kadire Bozkurt'un ilk iki kitabının birleşimiyle basılan "Ateşle Yaklaşma"ya başladım. Kısa ve hoş öyküler...

Hafta sonunuz güzel geçsin efendim...

4 Ocak 2023 Çarşamba

ARALIK OKUMALARI / 4 OCAK

 

2022 Yılının son ayını 8 kitap ve 4 sesli kitapla kapattım. Yılın tamamında ise  Goodreads'ta belirlediğim 120+1 kitap ve 27.386 sayfa okumuşum. Bu bir başarı değil, rutinin tekrarı. Uzun zamandır yıllık okuma sayım 120'nin altına çok önemli bir durum olmamışsa düşmez, bu yıl da korudum bu sayıyı bir fazlasıyla. Sesli olanlar sayıya dahil değil haliyle. Gelelim kitaplara:

-"Saç Örgüsü" Çok kolay okunan, akıcı bir kitaptı ama edebi anlamda bana pek hitap etmedi. Kanada, İtalya ve Hindistan'da yaşayan üç kadının bir şekilde kesişen hayatlarını kurgulamış yazar. Kolayca okuyayım, kafam dağılsın diyorsanız buyrun... 

-"Cenup" yazarı Carlos Fonseca'nın daha önce okuduğum "Hayvan Müzesi" isimli kitabını çok sevdiğim için heves ve merakla aldığım bir kitaptı ama bitirince ne düşünsem karar veremedim. Bir kere zor bir metindi, çok değişik, farklı bir konuyu ele alıyordu. Fonseca'yı bu ilginç konuları bulup kurguladığı için kutlamak gerek aslında. Unutulan dillerin, kökenlerin ve farklı sanatların yedirildiği bir değişik öykü. Okuru zorlayan bir kitap...

-Hüseyin Kıyar'ı "Hisardan Ahmet" isimli ilk kitabı ile tanımış ve kitaptaki incelikli humora hayran kalmıştım. O kitapta babasını anlatan yazar "Bir Şeyim Yok Anne, Ben İyiyim"de annesinden esinlenmiş. Orta sınıf bir aile, dul bir anne, annesiyle oturan yetişkin bir oğul, mahalle, komşular, kimi zaman hayallerle karışarak anlatılmış. Yine eğlenceli, sıcak bir kitap yazmış Hüseyin Kıyar...

-"Senin Hiç Ailen Oldu mu?" hüzünlü bir kitap. June, kızının düğününün hemen öncesinde evinde çıkan bir yangınla tüm sevdiklerini kaybeder. Kitap boyunca bu yangında ölenlerle bir şekilde ilişkisi bulunanların ama en çok June'un öyküsü anlatılıyor. Sözün özü sevdiklerini kaybeden yeniden başlayabilir mi? Kitabın ana fikri bu...

-"Fotoğraftaki Tutku"ya merakla başlamıştım, zira 19. YY'ın en tanınmış kadın fotoğrafçısı ve fotoğrafçılık sanatının öncüsü Julia Margaret Cameron'un yaşamından esinlenildiği yazıyordu tanıtımında. Gel gör ki anlatımdaki yetersizlik soğuttu kitaptan beni, kısacası sevmedim...

-Libyalı bir ailenin oğlu olan Hisham Matar Kaddafi döneminde ailesiyle birlikte Kahire'ye göçmek zorunda kalır. Babası rejimin kara listesindedir ve bir süre sonra kaçırılır. Rejim karşıtları tarafından çok sevilip sayılan babası Cebelle Matar'ın bir süre hapishanede olduğunu bilirler ama sonrasında izi kaybolur. "Dönüş; Babalar, Oğullar ve Aradaki Memleket" roman tadı veren bir otobiyografi, tanınmış bir yazar olan Hisham'ın Kaddafi'nin devrilişi sonrası 22 yıl sonra ülkesine dönüşünü ve babasının izini sürüşünü anlatıyor. Dokunaklı ama inatçı bir öykü, bu ay okuduklarımın en iyilerinden...

-Jhumpha Lahiri "Saçında Günışığı" ile tanıyıp sevdiğim ve Türkçe'den yayınlanan diğer kitaplarını da severek okuduğum bir yazar. "Olduğum Yer"in basıldığını duyunca hemen okumamam düşünülemezdi zaten. Lakin tarz çok değişikti bu kez. Yazar yaşamını İtalya'da sürdürmeye karar vermiş ve yeni ülkesine uyum çabalarını gündelik yaşamından örneklerle kurgulamış. Lahiri'nin eski tarzını arayanları-ki ben de dahilim buna-biraz hayal kırıklığına uğratsa da hoş bir kitap olmuş... 

-Ve yılın son kitabı, edebi anlamda doyurucu ama o ölçüde de irkiltici bir metin olan "Hayvan Hükümranlığı" oldu.  Olaylar  iki bölümde ele alınmış, 2. Dünya Savaşı öncesi ve savaş esnasında küçük çaplı bir çiftliğe sahip olan ve birkaç hayvan besleyen bir ailenin yaşadıklarını ilk bölümde okuyoruz, daha sakin bir anlatımla. Sonra 1981'e sıçrıyoruz ve ailenin ikinci ve üçüncü kuşaklarına geçiyor, hayvan yetiştiriciliğini geliştirdiklerini görüyoruz. Yüzlerce domuzun bakımını üstleniyor ilk bölümde henüz çocuk olan Henry ve yetişkin oğulları. Kitabın adı "Hayvan Hükümranlığı" olsa da aslında insanın hayvanlara hükümranlığı sözkonusu. Yer yer tiksindirici betimlemelerle bezense de okunması gereken  bir kitap olduğunu düşünüyorum. Bu yılın en iyilerinden...

 


Storytel'de dinlediklerime gelecek olursak:

-Ayşegül Devecioğlu'nu ilk kitabından bu yana beğenerek takip ederim. Öykülerinden ziyade romanlarını sevsem de bir öykü kitabı olan "Arkası Mutlaka Gelir"i severek dinledim. Özge Öztürk'ün seslendirdiği öyküler oldukça çarpıcıydı. 

-Nermin Yıldırım'la tanışma kitabım "Unutma Beni Dersleri" idi ve açıkçası çok ilgimi çekmemişti. Verdiğim uzun aradan sonra "Saklı Bahçeler Haritası"nı dinleyince fikrim değişti. "Ev"i de aynı ölçüde beğeniyle dinledim, Deniz Yüce Başarır'ın seslendirmesi de çok başarılıydı. Zorunlu yol arkadaşı Ogo ile "Camino Santiago" yürüyüşü yapan kahramanın yol boyunca kendi iç hesaplaşmalarını adeta canlandırdı Deniz Y. Başarır...

-"Nimetşinas"ı sanırım ortaokulda iken okumuştum. Hüseyin Rahmi Gürpınar'a bayılırım. Kardeşim çok iyi seslendirildiğini söyleyince tekrar dinledim. Unuttuğumu sandığım her şe dinledikçe tek tek canlandı zihnimde. İlk birkaç sayfayı seslendiren Bülent Yıldıran'ın vefatından sonra Mehmet Atay devralmış seslendirme işlemini ve kitaba hakkını vermiş. Çok iyiydi...

-Mebuse Tekay'ın "Annem Gibi Olmadım"ı bir çeşit anneyle hesaplaşma öyküleri idi. Şebnem Soral Tamer'in seslendirdiği öykülere bayılmasam da dinlenebilir nitelikteydi...

Yeni kitaplarda buluşmak dileğiyle...

1 Ocak 2023 Pazar

YILIN İLK YAZISI / 1 OCAK

 Hello blog alemi, welcome to 2023...

Beni tanıyanlar bilir, özel günleri severim. Yılbaşı, doğum günleri, birtakım meslek günleri falan ilgi alanıma girer, monoton hayata açılmış renkli parantezler olarak kabul ederim onları. Bir şekilde kutlamaya, minik sürprizler, organizasyonlar yapmaya, o günü güzelleştirmeye çalışırım, pandemi limon sıkana kadar böyleydi en azından. Pandemi ve gündem yüreğimizdeki coşkunun üstüne küller serpedursun aradan fırlayan küçük alazlar yine de dürtüyor benim türümdeki insanları. Çok hevesle olmasa da yine kurdum ağacı, yerleştirdim süsleri, kartlar yazdım kara delikte kaybolsalar da, ufak-tefek hediyeler hazırladım eşe dosta ama yılbaşı gecesine gelince işler sarpa sardı. Yılbaşı gecesi dediğin eşle-dostla, çoluk çocukla güzel oluyor. Üç yıldır bir Köroğlu, bir Ayvaz masanın başına çöküp Carpal Tunnelli ellerimi uyuşturmak pahasına hazırladığım geleneksel kestaneli pilavı, vişneli sarmayı, fırında hindiyi ve muhtelif mezeleri bir miktar sütlü karışım eşliğinde gövdeye indirdikten sonra "Eee şimdi ne yapacağız?" moduna geçiyoruz. Bu yıl oturdukça yemeyelim düşüncesiyle sofrayı da erkenden toparladım, evdeki kağıt havlu ve tuvalet kağıdı sayısından (laf aramızda fena stok yaptım) daha yüksek sayıdaki kanalları teker teker gezip gönlüme uygun bir tane bulamadım. Kimi yılbaşı değil/miş gibi yapmakta idi, kimi zaten paralel bir evrende yaşıyordu, kimi yılbaşı gecesi en ağır uzun havalara sarıp zaten bunalmış ruhumuza asit atıyordu. Sonunda bari klarnet dinleyeyim diyerek Sibel Capcanlı, Hakkan Altın, Hüsnünü Şenlendirici üçlüsünün Venn şemasını oluşturduğu kümenin programında karar kıldım. Karışık kuruyemiş kâsesindeki Antep fıstıklarını, kajuları, fındıkları ve bademleri seçerek en son dinlediğimden beri-ki vardır bir 10 yılı-bir değişiklik yapmadıkları repertuarlarını yarım kulakla dinlemeye  koyuldum, arada Sibel Capcanlı'nın mavi payetli, düşük omuzlu tuvaleti gözümü alınca telefondan ayrılıp (like ve yorum da yılbaşına dahil haliyle 😃) ekrana bakıyordum. Saat geceyarısına yaklaşırken uykum geldi, gidip yatsam 2023'e ayıp olacak, yatmasam bana. Kocam Bey'e "Beni 24.00'den önce uyandır ha!" diyerek kanepenin arkasında hizmete hazır bekleyen TV battaniyesini üstüme, takma dizlerimi karnıma çekip gözlerimi kapadım. On dakika sonra "Hadi, hadi, hadi!" diyen bir sesle uyanıp Kocam Bey sesleniyor sanarak "Amanın yeni yıl geliyor!" heyecanıyla fırladım. Kocam Bey'in mutfaktan çay doldurma tıkırtıları geliyordu ama kendisi yoktu, "Hadi, hadi" diyen de ekranı kaplayan botokslu suratıyla Fatih Kürek'miş meğer 😃Saate baktım 2023 kapıyı çalmak üzereydi, tam zamanında uyanmışım, derken "Yılan Dansı" başladı dostlar. Yeni yıla yılan dansıyla girmek de varmış kaderde, yılandan korkmam yılan dansını yapandan korktuğum kadar 😃 Off Hafazanallah! Sonra Kocam Bey mutfaktan geldi, ne oluyor demeye kalmadan yeni yıla girdik. Umarım yıl boyu yılan ruhu taşıyanlarla muhatap olmam bu girişten sonra. 2023'e dedim ki: "Sen geldiysen izin ver ben gidem kardeş, zira uykum geldiğinde yatmazsam sabaha kadar dönerim yatakta". Ses etmedi, "Sükut ikrardan gelir" dedim, Kocam Bey'e iyi yıllar dileyip attım kendimi yatağa, 2023'ün ilk uykusunu deliksiz uyumuşum ki pek nadirdir. Hâl böyle olunca sabahın köründe hortladım ve çayı koyup yeni yılın ilk eylemi olarak akşam boşaltınca ıslattığım fırın tepsisini tellemeye başladım. Devamından Allah esirgesin. Bir yandan da dünkü "Hadi Hadi"nin tersine dürtmesiyle "Semt-i dildâre bu demler, güzerin var mı sabâ" şarkısını terennüm ediyordum. Dinler misiniz?


Her şeye rağmen sağlıkla bir yılı daha geride bıraktık, yeni yıldan da aynı performansı daha iyisiyle beklemekteyiz, o kalbimizdekini biliyor, tekrara gerek yok, hadi canım yorma bizi.

Geçen hafta eve kapandığım günlerin acısını çıkarırcasına her günü bir arkadaşla buluşarak geçirdim. Son gün bile aldığım telefonla çıktım evden, yine bir arkadaşla buluşup kahve içtim. Dönüş yolunda "Eve gidene kadar beni mutlu edecek bir şey çıksa yoluma" diye düşünürken karşıdan sepetine günlerdir görüp almayı dilediğim nergisleri doldurmuş bir adam gelivermesin  mi? Eh bu kadarına da şans denmez de ne denir, kaptım tabii ki, aşağıdalar:


2023 yılı, her kokladığımda çok güzel anılarımın olduğu Denizli'yi hatırlatan, hüzünle karışık bir mutluluk veren nergisler kadar güzel olsun...