.

.
.

31 Ekim 2014 Cuma

LOS DOMESTİCOS

Hep gezip tozacak, o etkinlik senin bu etkinlik benim dolaşıp duracak değiliz ya, bizim de bir evimiz, bir mutfağımız, iyi kötü bir mutfak bilgimiz, el becerimiz var bilok. Bakma sen ruhumdaki domestiğin çok seyrek arz-ı endam ettiğine, arada bir coşar kendileri. Bu coşma da yeni yıla yakın olur ne hikmetse, yavaştan ön hazırlıklara başladık işte :)

Malumuâliniz (ay bu kelimeyi cümle içinde kullanmaya bayılıyorum) hafta içi zeytin hasadı yapıp gelmiş idik. Esasen biraz gecikmişiz, zeytinlerin çoğu kararmış, biz daha çok yeşil seviyoruz halbuki. Buna da şükür deyip ne varsa topladık geldik. Benim çocukluğumda yeşil zeytin bayağı lüks bir kahvaltılıktı, ancak ay başlarında falan girerdi eve pahalı olduğundan. Bu sebeple midir bilmem yeşil zeytini zihnimde öyle ayrıcalıklı bir yere oturtmuşum ki evlenip Denizli'ye gittiğimde Denizli halindeki sebil gibi-üstelik gayet de hesaplı fiyattaki-yeşil zeytinleri görünce sevindirik olmuştum. Sonra zaten sıradanlaştı, ucuzladı, üstelik kendimiz yapmaya başladığımız için sofranın gediklisi oldu. Neyse işte, ev Çarşamba gününden bu yana zeytin haline döndü, mutfakta adım atacak yer yok, kavanozlar, poşetler, şişeler zeytin dolu. Çizmek ve salamura yapma işlerine ben karışmıyorum, o konuyla evin erkek nüfusu ilgileniyor. Ben kırma işleminde üstadım. Bu sene çok fazla olmayan yeşilleri sabah tepelerine çekiçle vura vura kırıp suya koydum. Pis bir iş bu, heryere sıçrıyor, tırnaklarım simsiyah oldu ama ellerim  de mis gibi zeytin koktu.


Şimdi suyun içinde süzülüp tatlanmayı bekliyorlar, bir an önce olsa da yesek :)


Yokluğumuzda komşulardan biri bahçeye bu doğal tohum domatesleri ekmiş ve öylece bırakmış. Zeytinleri toplarken gördük, başları silme doluydu. Hepsini topladım, toplarken de mis gibi domates kokan ellerimi kokladım. Bugün de 3 kavanoz turşu kuruverdim. Akşama da farklı bir yöntemle reçel yapacağım kalanlarını, bakalım nasıl olacak. Güzel olursa paylaşırım tarifini. 


Ve domestik günün üçüncü ürünü ayva reçeli oldu. Rendeledim, şekerledim, çekirdekleriyle birlikte üç tane de karanfil atıp kaynattım. Misler gibi koktu, şimdi tepetaklak edilmiş kavanozda soğumayı bekliyor. 

Son eylemim bayramda bahçeden toplayıp yaş kabuklarını soymakta geciktiğimiz için bizi epey yoran Antep fıstıkları ile ilgili oldu. Her akşam bıçak yardımıyla kuruyan kabuklarını ayıklayıp dün akşam tamamına erdirdiğimiz fıstıkları tepsiye koyup fırına verdim ki hem kavrulsun hem de kabukları açılsın. 

Birazdan domestikliğime tavan yaptırıp domates reçelinin altını yakacağım, kalanları da Lale'nin verdiği tarifle mısır unu ve yumurtayla kavuracağım. Bakalım nasıl olacak.

Hamarat bloggeriniz Leylak sizlere veda ederken sevgiler yollar :)


29 Ekim 2014 Çarşamba

ZEYTİN YAPRAĞI YEŞİL

Öncelikle Cumhuriyetimizin doğum günü kutlu olsun, nice yıllar yaşasın diyorum. Sonra gelelim bugün neler yaptığıma, pek yorgunum dostlar, bütün günü zeytin toplayarak geçirdim, belim, boynum ağrıyor :)

Bilenler biliyordur, Antalya yakınlarında bir minik bahçemiz var, içinde 4 adet zeytin ağacı mevcut. Zeytin ağaçlarını pek severim, bilge ağaçlardır onlar, koruyup kollamak, üstüne titremek lazım. Sağolsunlar üç yıldır bizi zeytinsiz bırakmıyorlar. Bugün baktık yağmur durdu, hava güneşli, gidelim toplayalım dedik. Az daha gecikecekmişiz toplamakta, kararmaya başlamışlar bile. Sıvadık kolları, giriştik işe:


Eşlikcimiz bulutlardı, zevkle toplayalım diye en güzel görüntülerini sundular bize. 




 
Zeytinlerin bir kısmı kararmış, bir kısmı alacalı, bir kısmı yeşil, hepsini topladık. Kimi dilinecek, kimi salamura olacak, kimini kırıp tatlandıracağız. Epeyce iş var yani daha.



Topladık topladık, yorulduk sonra. En tepedekileri bıraktık, elbet onları da bir toplayan bulunur.



Antalya henüz yazı bitiremedi ama bahçeye sonbahar gelmiş bile...


Dönüş yolunda ufuk öyle açık, bulutlar öyle görkemliydi ki kendimi koca dünyada bir nokta gibi hissettim, gündelik telaşlarım bir tuhaf geldi gözüme.

Gününüz bereketli olsun, sofranızdan zeytin eksik olmasın diyorum...

25 Ekim 2014 Cumartesi

SAZLI-SÖZLÜ VE YAĞMURLU CUMARTESİ

Antalya 3-4 gündür yoğun yağış altında. Tam durdu diyorsunuz çok geçmiyor "şarr" diye indiriyor, sanırsınız kovayla döküyorlar. Gün içinde 4 mevsim yaşanıyor sanki, güneşle başlayıp yağmurla bitirdiğimiz oluyor. Bu sabah da bulanık bir havaya uyandık, ardından güneş çıktı, sonra yine kapandı ve sonunda indirdi yağmur deli gibi. Bir kaç gün önce haberini okuduğum bir dinletiye gitmek için yola çıktığımda hava kapalı ama henüz yağmur yoktu, böylece dinletinin olacağı salona kadar yürüyüş yaptım ama öncesinde beni 4 gündür eve hapis eden Yurtiçi Kargo şubesine uğrayarak sinirimi boşalttım. Telefonlarını açmayan, merdiven çıkmamak için kapının zilini çalmayan, cep telefonundan ulaşmaya çalışıp telefon açılmadığında evde olmadığımı varsayan, geri dönüşlerime cevap vermeyen, ihbar bırakmayan  bir şube bu. 4 gündür bir kargoyu ulaştıramadılar elime. Hoşgörü bir yere kadar dedim ve şubeye uğrayıp hem paketimi aldım hem de cırladım. Ben böyle bir insan değildim, beni bu hale getirenler utansın :)

Antalya Kent Müzesi'nin düzenlediği dinletinin solisti 81 yaşında bir dede idi, Hayri Dev. Yöresel halk sanatçısı Hayri Dev üç telli cura ve çam düdüğü çalıp Teke yöresi türkülerini kendine özgü bir üslupla seslendiriyor. Dinletide kendisine oğlu da bağlamasıyla eşlik etti. 


UNESCO sanatçıyı "yaşayan insan hazineleri" listesine almış, Fransızlar gelip çam düdüğü yapımını ve Hayri Dev'in kendisini konu alan bir belgesel çekmişler ayrıca kendi de Fransa'da üç kez konser vermiş.

Hayri Dev izleyicilerine "gözel gençlerim" diye hitap ederek başlıyor türkülerine ve sonunda "cüüüüü" benzeri bir ses çıkararak bitiriyor. "Çalıp söylersem, bir de oynarsam akşam yattığımda rahat uyurum" diyor. Zaten türkülerini söyledikten sonra "Karaman Kırığı" ve bir de zeybek oynadı bizlere.

Çam düdüğü yapımı hakkında bilgi verdikten sonra kısa bir de seslendirme yaptı ama fazla uzatmadı, sebep olarak da şunu söyledi: "Doktor düdük çalma amca, kalbin var yorma kendini dedi".


Sempatik Hayri Dev dedemize uzun ve sağlıklı bir ömür dileyip konseri sonladıktan sonra park içinde biraz yürüyüş yaptım ama yağmur bulutları fazla uzatma der gibiydi:


Kasımpatları açmaya başlamış.


Hazır gelmişken maymunçıkmaz ağacına çiçekleri dökülmeden bir selam vereyim dedim. Sonra da dönüş yoluna koyuldum.


Ben apartmanın kapısından adımımı atarken yağmur fena bastırdı, kıl payı kurtuldum ıslanmaktan...


23 Ekim 2014 Perşembe

BİR FOTOĞRAF, BİR ÇOK ANI


Aslında elime kitabımı almış, efendi efendi kanepeye uzanıp okumak niyetindeydim. Ta ki kanepenin hemen bitişiğindeki kitaplıkta, bir dizi kitabın üstünde şu fotoğrafı bulana kadar. Orada durduğuna göre ben koymuşum ama ne zaman koymuşum ve neden dikkatli bakmamışım anlayamadım. 1961 yılından kalma olduğunu düşünüyorum, anneannemin evinin bulunduğu blokun arka cepheden görünüşü, muhtemelen büyük dayım çekmiş. Fotoğrafın arkasında da, "Dikkat, yanar sigara ve kibritleri yere atmayın, yanarız" yazıyor, yazıyı tanıyamadım, alakayı da kuramadım:)

 En üst kattaki çamaşır asılı balkon anneannemin Atatürk Orman Çiftliği manzaralı balkonu. Fotoğrafa dikkatli bakınca bugüne kadar farketmediğim bir şey daha farkettim, balkonda annem de var, 20'li yaşlarının sonundaki annem. Büzgülü etekli desenli elbiseler giyip, incecik belini kalın kemerlerle sıktıran, saçları ondüleli annem. Eyüp Sabri Tuncer'den alınma "Revdor" kolonyası sürünüp, anneannemi koluna takıp sivri topuklu iskarpinleriyle tıkır tıkır Niğdelilerin kabul günlerine giden gencecik annem. Daha iyi görebilmek için büyütünce kendimi  de gördüm, balkonun beton korkuluğu henüz göz hizamdaki kendimi. Bir tuhaf oldum, zamanda yolculuk yapar gibi. Çamaşır yıkanmış, annem yıkamıştır doğal olarak, 2 yıl süreyle anneannemle birlikte oturduk bu evde. Sol taraftakilerin arasında anneannemin meşhur dikoltası asılı. Yavruağzı ya da pembe pazenden dikilme dikolta anneannemin olmazsa olmazı idi. İlerleyen yaşlarında bile banyo sonrası yakasız, kolsuz bir elbiseye benzeyen dikoltasını giyer, artık iyice seyrelmiş uzun, beyaz saçlarını tarayıp örer, sımsıkı bir topuz yaparak ensesine firketeyle tuttururdu. "Çok seyrelmiş anneanne keselim şu saçları rahat edersin" dediğimde, "Olur mu hiiiç, ahirette onlara tutunup kalkacağım mezardan" diye cevaplardı ciddi ciddi, biz gülerdik, o gülmemize kızar, entarisini giyip tülbendini topuzlu saçlarının üstüne dolar, gözlüklerinin altından ters ters bakarak tesbihini çekmeye koyulurdu. 

Çok anım var o balkonda, yakında balkonla beraber bahçenin topraklarına karışacak, ev yıkılmak üzere çünkü, tamamen boşaldı, temeline girecek dozeri bekliyor. Bir sonbahar gününü hatırlıyorum, okullar yeni açılmış. Yeni mezun havacı teğmen büyük dayım balkonda orta bire başlayan haşarılığının doruğundaki küçük dayıma İngilizce çalıştırıyor. Ben elimde elmam kapının ağzından onları izliyorum. İlkokula bile gitmiyorum daha. Büyük dayım Gatenby'nin meşhur "A Direct Method English Course" isimli ders kitabından ilk ünite cümlelerini ezberletmeye çalışıyor küçük olana: "A book, this is a book, what is this, it's a book". Küçük olanın İngilizce dışında her şeye ilgisi var, gökyüzüne bakıyor, bana dönüp dil çıkarıyor, tırnaklarını kemiriyor, şarkı söylüyor. Büyük dayı bıkkın ve sinirli, sürekli tekrarlıyor: "A book, this a book....". Küçükten tıs çıkmıyor, gıcık gıcık sırıtıyor. Derken ben elmamdan bir ısırık alıp başlıyorum: "A book, this is a book, what is this, it's a book". Kıyamet kopuyor, küçük olan ayağa fırlayıp beni kovalamaya başlıyor, büyük elinde kitap bakakalıyor, devreye anneannem giriyor. Her zamanki gibi "Öğsüzüm, dınnak(tırnak) kadar etim" dediği küçük dayımdan yana, ben azarı işitiyorum, büyük dayım ders çalıştırmaktan yırtıyor, küçükse çoktan bisikletine atlamış kaybolmuş bile :)

Çiçeklere çok düşkündü anneannem, yazları o balkon silme çiçek saksısıyla dolardı. Birlikte yaptığımız bir Antalya tatilinde ilk kez rastladığı ağaç minelerini çok sevmiş, bir dal koparıp ta Ankara'ya taşımış, saksıya dikip köklendirmişti. Sonradan büyük bir tenekeye aktarılan çiçek yerini öyle sevdi ki neredeyse ağaca dönüştü, o balkondan yaz kış kıpırdatılamaz hale geldi. Anneannem öldüğünde ise mahzun mahzun kalakaldı, balkonun demirbaşı olarak kiracıya devredildi. 

Fotoğrafın çekildiği gün çamaşır günüymüş galiba, alt kattakilerin balkonunda da çamaşır asılı. Hem onların çamaşır ipi makaralı, Mamaklı teyzenin balkonuna bağlı, ikisinin ortak kullanımında. Zaten bir süre sonra da dünür olacaklar. Karadenizli bir aileydi orada oturanlar, aile bireylerinden bahsedilirken "Lazların" eki konurdu isimlerinin başına. Dünya iyisi bir babaları vardı, adını anımsayamıyorum ama evlerindeki Thonet sandalyeleri iyi anımsıyorum. Şakacıktan kızardı bana üst katta atlayıp zıpladığım zamanlar, hafiften çekinirdim şaka yaptığını bilsem de.

Birinci katta kim oturuyordu tam çıkaramıyorum ama bir üstü Olga ablaların eviydi. İnce, uzun dal gibi bir kızdı Olga abla, annesi Takuhi hanımla otururdu. Biz çocuklar "Takunya teyze" derdik kadıncağıza, onu gerçekten isim sanıp yadırgayarak, bilmeden yapsam da bu hitabı şimdi düşündükçe utanıyorum. Neşeli bir kızdı Olga abla, apartmanın önündeki beton zeminde beceriksizce ip atlamaya çalıştığım bir gün ipi elimden almış ve bana şıp diye ip atlamayı öğretmişti. Çok sürmedi taşındılar, uzun yıllar görmedim. Birkaç yıl önce apartmanla ilgili bir toplantıda karşılaştık. O dal gibi kız gitmiş yerini iri-yarı yaşlı bir kadın almıştı, söylemeseler tanımam mümkün değildi. "Bana ip atlamayı sen öğretmiştin hatırlıyor musun?" diye sordum, hatırlamadı tabii ki.

Apartmandaki dairelerin pekçoğunun ilk sahipleri hayatta değil artık, ara sıra uğradığımda birkaç tanıdık yüz dışında herkes yabancıydı. Şimdiyse tamamen boş, yakında da yerle bir olacak. Anılarımı ve bu fotoğrafı hep saklayacağım ama onlar benim, kimse elimden alamaz...

21 Ekim 2014 Salı

RUTİNE DÖNÜŞ

Bayram bitti, festival bitti, çocuklar gitti, döndük yine eski rutinimize. Rüzgar gibi geçen 15 günün ardından Antalya sonbaharının (aslında hala yaz sayılır) tadını çıkarmaya çalışıyoruz. 


Gökyüzü bazen fotoğraftaki gibi oluyor, insanın bulutları pamuk şeker niyetine alıp yiyesi geliyor. Her yer hala yeşil, akşamları rahatça uyunuyor, gündüzleri sıcak dayanılır düzeyde. Kısacası Antalya en güzel ikinci mevsimini yaşıyor. 


Biz havanın, ördekler suyun tadını çıkarıyor. Yürüyüş fasıllarını başlatacağım artık. Elimdeki kitabı da bir bitirsem harika olacak. Bu kadar süründürmemiştim hiçbir kitabı, üstelik gayet eğlenceli bir polisiye "Bir Turta Davası". Ama sekteye uğrayan okumalar yavaş gidiyor. Bu akşam bitirmeyi ummaktayım. 

Festivalde izlediğim 18 filmin ardından dizilerime dönmeyi planlıyorum bir süre için. Downton Abbey 5. sezona başladı, ben de 5. sezonun ilk bölümüyle başlasam iyi olacak. Yaz boyu çektiğim fotoğraflardan beğendiklerimi tabettirdim. Tabettirmekle iş bitmiyor tabii ki, onları albüme dizip tarihlemek lazım. Arşivcilik zor zenaat, ekstra mesai istiyor. Dün son albümün son sayfasını da doldurdum, yeni albüm almak gerek. Kısacası günlük küçük şeylerle vakit geçiriyorum. Şu anda TV'de define aramak için gerekli aracın reklamı var, bir tane edinip define mi arasam ki, hayatıma renk gelirdi. Neyse ben kaçayım fazla uçmadan, kalınız sağlıcak ilen :)

19 Ekim 2014 Pazar

YEMEKLİ MİM





"Zihnin Arka Sokakları"  beni mimlemiş, kitaplı ve yemekli şeylere dayanamam, cevaplıyorum. Hem son zamanlarda pek sessizleşen blog alemi canlanır belki biraz:

En sevdiğiniz yemek:
İçinden patlıcan geçen her şey ve yaprak sarması.

En sevdiğiniz tatlı:
Ayva datlusu için ölürüm, kaymaklı olursa iki kere ölürüm :)
Siz çocukken anneniz sizi.. 
az mı kaşıkla kovaladı. Aah ah yemezdim, annemi deli ederdim, ne salakmışım :) 

Çocukken de şimdi de..  
Turşu dediler mi hazırola geçerim.

Yemeyi sevdiğiniz ilginç şeyler:
Haşlanmış aşurelik buğday üstü süzme yoğurt, tuza bandırılmış ham kayısı, koruk terletmesi...

Türk mutfağı dışında sevdiğiniz mutfak:
Pek bir fikrim yok ama sanırım İtalyan mutfağını severdim.

Yemeyi sevdiğiniz en sağlıksız şey: 
Her tür aburcubur

Alerjiniz: 
Yok sanırsam... 

En sevdiğiniz meyve:
Çilek, şeftali, can erik... 

En sevdiğiniz atıştırmalık:
Şamfıstığı, badem. Başlarsam kendimi kontrol edemiyorum...

En sevdiğiniz içecek:
Kahve, çay, soda...

Asla yemeyeceğim ve içmeyeceğim dediğiniz şeyler:
Kelle-paça, kokoreç, mumbar dolması, beyin, dalak yemem, yiyemem. Sanırım viski dışında her şeyi içebilirim.

Sonsuz tane de olsa yiyebileceğiniz şey:
Yukarıda yazdım ya, badem ve şamfıstığı...

Çorbaların kralı:
Yayla çorbası ama kendimin yaptığı. Yarmalı ve nohutlu...  

Kahvaltıda tercih ettiğiniz şey:
Beyaz peynirsiz asla... 

Açken ben...
Başağrısı çekerim. 

Bir keresinde yemek yerken...
Birlikte yemek yediğimiz bir komşumuzun sandalyesi kırılmış ve yere düşmüştü. Önce korkmuş, bir şey olmadığını görünce çok gülmüştük...

Ben de Baykuş Gözüyle Natali'ye  ve Lale'nin Bahçesi'ne paslayım bari :)

18 Ekim 2014 Cumartesi

ALTINDAN PORTAKAL 9

Ve festivali bitirdik, şu anda bir yandan ödül törenini naklen izliyor, bir yandan da yazıyorum. umarım gönlümdeki filmler ve oyuncular dereceye girer.

Bugün aslında 4 film için biletim vardı ama sabah sabah, daha afyonum patlamadan Kim Ki Duk'un kan revan filmini izleyemeyeceğime karar verdim ve bileti yaktım. Öğleden sonra ise ilk olarak yönetmenliğini Sudabeh Mortezai'nin yaptığı, Avusturya yapımı "Macondo"yu izledim.

 

Viyana'daki bir Çeçen mahallesinde annesi ve iki kız kardeşi ile yaşayan küçük Ramasan'ın öyküsünü konu almış film. Bir yandan iltica süreci devam ederken bir yandan da kendi kişisel sorunlarıyla başetmeye çalışır ve babasının asker arkadaşı İsa'nın gelmesiyle de işler iyice çetrefilleşir. Eli-yüzü düzgün iyi bir yapımdı, izleyin derim.

Sonraki filmim aslında "Turist" idi ama arkadaşların önerilerine uyup "Turist"in biletini iyi bir yer bulamadığı için izlemekten vazgeçmek üzere olan bir genç kıza satıp "Her Şeye Rağmen"e bilet aldım. 


Serebral palsili bir gencin hayata direnişini gerçek bir yaşam öyküsünden hareketle konu alan Polonya yapımı filmi Maciej Pieprzyca yönetmiş. Serebral palsili genci canlandıran Dawid Ogrodnik ise olağanüstü bir oyun çıkarmıştı. 

Ve son olarak festivalin açılış filmini kendim için kapanış filmi yaptım, Gürcü-Kazak-Alman-Çek-Fransız-Macar ortak yapımı olan ve başrolünde İlyas Salman'ın oynadığı "Mısır Adası".


Gürcistan-Abhazya arasında sınır oluşturan Enguri nehrinde her ilkbahar oluşan adalardan birinde mısır tarımı yapan yaşlı adamla torunun öyküsünü anlatan filmde olağanüstü güzellikte doğa manzaraları vardı. Ağır tempolu olmasına rağmen sevdim filmi.

Yeni bir festivalde buluşmak üzere...


17 Ekim 2014 Cuma

ALTINDAN PORTAKAL 8

Portakal dilimleri sona yaklaştı be blog, alışmıştık doğrusu, yarın son dört dilimi yiyeceğiz ve bir dahaki yıla kadar vedalaşacağız festivalle. Veda yazısını yarına bırakıp bugün izlediğim iki filme geçeyim.

Sabah koştura koştura yetiştiğim film "Başka Sinema" filmlerinden biriydi: "Mucizeler".


İtalya kırsalındaki çiftliklerinde arıcılıkla uğraşan bir ailenin bir yaz boyu yaşadıkları, kızları Gelsomina'nın sosyal hizmet projesi kapsamında evlerine gelen Martin'le tanışması, bir TV yarışmasına katılması gibi olayları konu edinmiş sakin bir film. Bir başyapıt değilse de izlenebilir düzeyde. Yönetmenliğini Alice Rohrwacher'in yaptığı film Cannes'de Büyük Ödül almış. Türkiye'de pek bilinmeyen oyuncularının yanısıra kısa bir süre Monica Bellucci'de filmde arz-ı endam ediyor.

Öğleden sonra izlediğim yapım ise Ulusal Yarışma filmlerinden biri olan, "Saraybosna Film Festivali"nde En İyi Film ödülü almış, yönetmenliğini Erol Mintaş'ın yaptığı "Annemin Şarkısı/Klama Dayika Min" idi.


Güneydoğu'daki köylerinin boşaltılması sonucu İstanbul'a göçen öğretmen Ali ve Annesi Nigar Hanım Tarlabaşında memleketlileriyle, iyi komşuluk ilişkileri içerisinde yaşamaktadırlar. Ancak kentsel dönüşüm kapsamında yaşadıkları mahalle boşaltılınca şehrin ucunda, ruhsuz bir siteye taşınmak zorunda kalırlar. Anne Nigar hanımın memleket özlemi orada depreşir ve huzursuzluğu artar. Oğul ise onu mutlu etmek, sevdiği dengbejin şarkılarını bulmak için çabalar durur. Oğul rolünde Feyyaz Duman'ın, ana rolünde Zübeyde Ronahi'nin nitelikli bir oyun çıkardığı filmi çok sevdim; duru, sade, gereksiz ayrıntılardan kaçılmış, duygulu ve hüzünlü bir filmdi. İzleme fırsatı bulursanız kaçırmayın derim.

Yarın festivalin son gününde görüşmek üzere...

ALTINDAN PORTAKAL 7

Yavaş yavaş bitiriyoruz portakal dilimlerini. Günün ilk filmi ünlü yönetmen Derviş Zaim'in "Balık" isimli filmi idi.


Konuşamayan kızını tedavi ettirebilmek amacıyla para kazanmaya çalışan ve bunun için yasa dışı yollarla balık avlayan bir balıkçının öyküsünü konu almış "Balık" filmi. Başrollerini Bülent inal ve Sanem Çelik'in paylaştığı filmi Derviş Zaim ve ünlü İranlı yönetmen Abbas Kierostami ile birlikte izledik. İzlenebilir düzeydeydi belki ama açık söyleyim Derviş Zaim'in daha iyi filmlerini seyretmiştim.

İkinci film Uluslararası yarışma filmlerinden, yönetmenliğini Chaitanya Tamhane'nin yaptığı bir Hint yapımı idi: "Mahkeme".


Film, Mumbai’de, bir kanalizason işçisinin ölü bulunması üzerine, intihara teşvik eden şarkılar söylediği gerekçesiyle, işçinin ölümünden sorumlu tutulan bir şarkıcının mahkemesini takip ediyor. Hint yargı sistemini irdelemesi açısından ilginç bir filmdi.

Bugün yani Cuma günü iki filmle devam edeceğiz festival maceramıza...

15 Ekim 2014 Çarşamba

ALTINDAN PORTAKAL 6

Bugünkü portakal dilimleri biraz tatsızdı sevgili dostlar. Yemeyi planladığımız ilk dilim-Ziazan adında bir kısa film-yarışmadan çekildiği için boğazımızda kaldı. Sonra "Nergis Hanım" isimli yönetmenliğini Görkem Şarkan'ın yaptığı, ana rollerinde Settar Tanrıöğen ile Zerrin Sümer'in oynadığı bir film izledik. Filmi seçme sebebim Settar Tanrıöğen'di. Alzheimer hastası annesine bakmak zorunda olan Ekrem ile annesi Nergis Hanım'ın öyküsüydü anlatılan. Lakin o kadar durağan ve diyaloga dayalı bir filmdi ki tiyatro sahnesinde olsa çok duygulanarak izleyeceğimiz yapımdan sinema perdesinde sıkıldık, Settar Tanrıöğen'in güzel oyununa rağmen. 


İki film arası kahve molasından sonra "Ulusal Yarışma" filmlerinden birini, "İyi Biri"ni izlemek üzere salonda yerimizi aldık. Bu kez sabahki filmin aksine salon doluydu. Jüri üyeleri Yılmaz Erdoğan, Meral Çetinkaya, Songül Öden, Ebru Ceylan, Selim Atakan yerlerini aldılar, ardından da film ekibi geldi. 


Ayhan Sonyürek'in yönetmenliğini yaptığı filmde Cengiz Bozkurt'un canlandırdığı Mızrap 40 yaşına geldiği halde bir baltaya sap olamamış, Samandağ'da yaşayan biridir. Babasıyla yaptığı bir tartışmanın sonucu evini terkedip asker arkadaşının yaşadığı Mut'a gitmek üzere yola düşer. Ancak 3 bacaklı köpeği Karakız ardından gelince otobüse binemeyip alternatif yollarla yolculuk yapmaya başlar. Biz Mersin'e kadar dayanabildik, kendimizi dışarı zor attık. Emeğe saygımız sonsuz, Cengiz Bozkurt'un oyunculuğundan da hoşnuttuk ama üzgünüm bu film olmamış. Yüksek tonda konuşmalar, yanlış oyuncu seçimleri, abartılı rol kesmeler ruhumuzu daralttı. İzleyebilene ve sevene bağışlıyor Allah yolunu açık etsin diyorum.


Ve bu fotoğrafta da Portakal teyzemizin kadınlıktan robocopluğa nasıl evrildiğini görmektesiniz :)
Haydi bakalım, yarınki dilimleri paylaşmak üzere...

14 Ekim 2014 Salı

ALTINDAN PORTAKAL 5 VE "KMO"DA FİNAL

5. günün ilk filmi Filistinli yönetmen Rashit Masharawi'nin "Filistin Stereo" isimli yapımı idi. Yönetmenin daha önceki festivallerden birinde "İyi Seneler Laila" isimli bir filmini izlemiş ve çok beğenmiştim. Bunun verdiği güvenle gittim filme ve yine çok beğendim.

 
Cenin'e yapılan bir bombardıman sonrası eşi ölen, erkek kardeşi işitme ve konuşma yetisini kaybeden "Stereo" lakaplı müzisyen Milad  kardeşi Sami ile Kanada'ya göçmek için çabalamaktadır. Ramallah'a kız kardeşinin yanına gelir ve iltica için gerekli parayı çeşitli toplantılarda müzik sistemi düzenleyerek sağlamaya çalışır. İronik bir dille Filistin'deki soruların anlatıldığı film izlemeye değer.

Esasen bu filmden sonra "Kuzeyin Paris'i" isimli bir yapıma biletimiz vardı ama son anda izlemekten caydık, onun yerine parka gidip yürüyüş yaptık, gözleme yiyip çay içtik. Akşam seansında ise tanıtımlarda çok övülen, İtalya'da gişe rekoru kırdığı söylenen "İnsan Sermayesi" isimli filmi izledik. 


Tamam, sürükleyici, kolay izlenen bir yapımdı ama gişe rekoru kıracak bir numarası da yoktu. Yönetmenliğini Paolo Virzi'nin yaptığı film bir bisiklet kazasıyla başlıyor ve 3 kişi üzerinden sürprizli bir sona dığru ilerliyor. Vaktiniz bolsa izleyin, izlemezseniz de bir şey kaybetmezsiniz diyor ve "Kitap Meydan Okuması"nın 30. sorusunu cevaplayarak finali yapıyorum:

30. gün: Senin için tüm zamanların en favori kitabı:

Füruzan'ın tüm öyküleri diyor ve bu etkinliği başlatan ve katılanlara buradan teşekkür ediyorum...

13 Ekim 2014 Pazartesi

ALTINDAN PORTAKAL 4 VE KMO (29)

Bugün portakalımızdan tek bir dilimcik yedik, yerli malı idi kendileri. Üstelik Venedik Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü almıştı ki izleyince hakettiğine emin olduk. Yönetmenliğini Kaan Müjdeci'nin yaptığı "Sivas" filminden bahsediyorum. 


Çekimleri Yerköy'de yapılan filmde 11 yaşındaki Aslan'ın köpek dövüşü sonunda öldü diye terkedilen bir köpeği sahiplenmesi, onunla kurduğu ilişki ve Pamuk Prenses temsilinde prenses olan sınıf arkadaşı Ayşe'ye kendini beğendirme çabaları konu edilmiş. Köpek dövüşü sahneleri yer yer tedirgin etse de oldukça başarılı bir yapım ortaya çıkmış. Bilhassa Aslan rolündeki yerel oyuncu Doğan İzci'nin muhteşem oyunu izlenmeye değerdi. Doğan İzci Venedik'te de yan ödüllerden bir "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü"nü hakkıyla elde etmiş.

Bu yıl festivale köpekli filmler damga vurmuş sanki, en az insanlar kadar başarılı canlandırmalar yapmış onlar da. "Sivas" filmini, bilhassa da Doğan İzci'nin oyunu için mutlaka izleyin derim.

Kitap Meydan Okuması'nı bitirmek üzereyiz. 29. soru şöyle:

29. gün: Herkesin nefret ettiği ama senin sevdiğin bir kitap:

Var mı ki öyle bir kitap, herkes nefret edecek ben seveceğim, enayi miyim yav :) Bilemedim valla, aklıma gelirse söylerim.

Ve son olarak bir Antalya manzarasıyla bitirelim, Beydağları'nı özleyenlere gelsin:


12 Ekim 2014 Pazar

ALTINDAN PORTAKAL 3 VE KMO (28)

Geldik festivalin üçüncü gününe, bugün iki film vardı sırada. Birincisi "Ustaların Gözünden" kuşağından Dardenne Kardeşlerin yönettiği "İki Gün, Bir Gece" idi:


Başrollerini Marion Cotillard ile Fabrizio Rongione'nin paylaştığı film Sydney Film Festivali'nde "En İyi Film" ödülü almış. Geçirdiği depresyon nedeniyle bir süre işinden uzak kalan Sandra'nın çalıştığı şirkette işinden çıkarılması söz konusudur. Bunun önüne geçebilmesinin tek çaresi yapılacak oylamada iş arkadaşlarının alacağı primden vazgeçip Sandra'nın işinde kalması yönünde oy vermeleridir ve Sandra'nın bunun için sadece iki günü ve bir gecesi vardır. Marion Cotillard'ın usta işi bir oyun çıkartığı film oldukça güzel bir yapımdı. İzleme fırsatı bulursanız kaçırmayın derim...

Günü ikinci filmi "Uluslararası Yarışma" filmlerinden biri olan "Villa Touma" idi. Filistinli kadın sinemacı Suha Arraf'ın yönetmenliğini yaptığı filmi Suha Arraf ve oyunculardan Ula Tabari ile birlikte izledik. 


İşgal altındaki Ramallah'ın Ortadoğu savaşları sonucu değişen çehresine ayak uyduramayan aristokrat aile mensubu üç kızkardeşin kendilerini dünyaya kapattıkları yaşamları ve yanlarına aldıkları yetimhanede büyümüş hayat dolu yiğenleri ile olan ilişkilerini konu alıyor. Yer yer güldüren, yer yer hüzünlendiren, kolay izlenen bir yapım. Tavsiye olunur...


Fotoğraf film sonrası Festival Komitesi Başkanı Elif  Dağdeviren'in yönetmen Suha Arraf ve oyuncu Ula Tabari ile yaptığı söyleşiden.


Efendim, bu da 51 yaşına giren Altın Portakal teyzemiz. Yeni yaşında biraz tarz değiştirmiş, yaşına başına uygun giyinmeye çabalamış ama sankim bir ezik büzük olmuş, köşeli falan, sert hatlı. Göğüslerini de kapatıp edebini muhafaza etmeye karar vermiş ve galiba güneşte fazla kalıvermiş ki kapkara yanmış garip :) Az kalsın tanıyamayacaktım kendisini.

Portakalın 5. dilimini de bünyeye yolladıktan sonra gelelim Kitap Meydan Okuması'na, sondan 3 evvelki soru: 

28. gün: En sevdiğin kitap adı:


Sadece adını değil, içindeki öyküleri de pek sevdiğim Carson McCullers'in "Küskün Kahvenin Türküsü" karşınızda...

Kalın sağlıcakla, yarına bir Türk filmiyle 6. dilimin tadına bakacağız...

11 Ekim 2014 Cumartesi

ALTINDAN PORTAKAL 2 VE KMO (27)

Bugün altından yapılmış portakalımızdan iki dilim daha yedik, bugünkü dilimler dünkünden daha lezzetliydi. Ayrıca ortam biraz daha hareketlenmiş, salonlar dolmuş, basın ve sanatçılar da boy göstermeye başlamıştı. Uluslararası jüride Muhteşem Süleyman vardı, 2. filmi onunla birlikte izleyip onurlandık :)

Efendim günün ilk filmi sabah seansında izlediğimiz "Dünya Sinemalarından" bölümünden Sebastian Sepulveda'nın yönettiği "Las Ninas Quispe/Kızkardeşler" idi. 1974'de Şili'nin dağlık bir bölgesinde yaşanan gerçek bir olaya dayanan film çetin doğa koşullarında hayvancılık yaparak varolmaya çalışan 3 kızkardeşin onurlu mücadelesini anlatıyordu. Biraz ağır tempolu olmasına rağmen şahane doğa görüntüleri ve çarpıcı finali ile izlenebilir bir yapımdı. 


Öğleden sonra ise "Uluslararası Yarışma"nın ilk filmini, "White God/Beyaz Tanrı"yı seyrettik. Macar, Alman, İsveç ortak yapımı olan filmi Kornel Mundruczo yönetmiş, başrolünde Zsofia Psotta isimli çok genç bir kız ve  bir sürü köpek oynuyordu.


Film 13 yaşındaki Lili'nin köpeği Hagen'i kurtarmak uğruna verdiği mücadaleyi anlatıyor. Onlarca köpek rol almış filmde ve olağanüstü bir eğitimle yönlendirilmişler. Bir şekilde mutlaka izlemenizi öneririm. Filmin bitiminde başrol oyuncusu Zsofia Psotta ile sinema yazarı Alin Taşçıyan bir söyleşi gerçekleştirdi. 


Sanatsal etkinliğim bu kadarla kaldı sanıyorsanız yanılmaktasınız, günü Antalya Devlet Opera ve Balesi ekibinin sahneye koyduğu "Otello" balesinin prömiyerini izleyerek kapattık.


Gelelim Kitap Meydan Okuması 27'ye:

27. gün: Bir kitapta okuduğun en "sağ gösterip sol vuran" gelişme ya da sürprizli son:

Yeminle aklıma bir şey gelmiyor, son sorulara doğru su koymaya başladıysam festivalin etkisidir affola...


10 Ekim 2014 Cuma

ALTINDAN PORTAKAL 1 VE KMO (26)


51. Altın Portakal Film Festivali başladı. İlk seyrimizi yönetmenliğini Rodrigo Sorogoyen'in yaptığı İspanyol yapımı "Stockholm" ile yaptık. Oldukça çapkın olan ve bir partide gördüğü genç kızı gözüne kestirip ısrarla yakınlaşmaya çalışan bir gencin öyküsü. Çokca dialoga dayalı bir filmdi, ikinci yarıda oluşan ters köşeye yatırma hali filmi biraz canlandırdı. Yönetmen 2014 Malaga Film Festivali ve İspanya Sinema Yazarları Ödülleri'nde en iyi yönetmen, başrol oyuncusu Javier Pereria ise 2014 Goya Ödülleri'nde umut vaat eden oyuncu seçilmiş. İzlenebilir düzeydeydi ama illa ki seyredin de diyemeyeceğim.

Festival ilk gün olduğundan mıdır nedir, pek sönük pek cansız başladı. Bizim izlediğimiz salon neredeyse boştu, henüz ortalıkta bir sanatçı da görünmüyordu. Geçen yıl 1 liraya izlediğimiz AKM'de yapılan galaların biletleri 8 liraya çıkmış ve buna rağmen hala numarasız. Daha pahalı olması gereken özel sinema salonlarında ise emekli, öğretmen ve öğrenci biletlerinin 6,5, tam biletlerin 7,5 lira olması da düşündürücüydü, üstelik yerler numaralı. Hayırlısı bakalım, ilerleyen günlerde neler göreceğiz. Portakalı dilimledik, ilk dilimi yedik, devamı yarına...

Kitap Meydan Okuması'nda 26. güne gelecek olursak, sorumuz şu:

26. gün: Bir konu hakkındaki fikrini değiştirmiş olan kitap:

Düşündüm, düşündüm de bulamadım, demek ki çok sabit fikirli bir insan evladı imişim, yazıklar olsun kendime :)

9 Ekim 2014 Perşembe

KİTAP MEYDAN OKUMASI (25) VE BİR GEZİDEN KALANLAR

Önce 25. günün sorusunu cevaplayıp sonra dünkü günübirlik Kaş gezisinden birkaç fotoğraf paylaşmak istiyorum:

25. gün: Kendine en yakın bulduğun karakter:

Değişmeyen cevabım Küçük Kadınlar'ın Joe'sudur. Küçükken rol modelimdi, hala sevgiyle anarım. Roman karakteri değil de gerçek bir kişiymiş gibi düşünürüm.

Eh bugünün ödevini de tamamladığımıza göre biraz dünden kareler gelsin:



Önce lezzetli portakallar kenti Finike'den geçerken bu komik heykelleri gördük. "Dünyanın tepesine basar, portakalımı sunarım" heykeli ile "manikürlü eller de portakal tutar" isimli nadide eserleri saygıyla selamladık. Elin yeşil olmasındaki manayı gezimiz boyunca çözemedik ne yazık ki...


Sonra kıvrıla kıvrıla yılana dönmüş yollarda başımızı döndürüp Demre'ye ulaştık ve Noel Baba Kilisesi'nin önünde neyse ki heykele benzeyen bir heykelle karşılaştık, çocukların Noel Babişkosu.





Noel Baba Kilisesi'ni hatırı sayılır bir turist kalabalığı arasında gezdikten sonra yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Kaş'a tepeden bakan bir noktada mola verip fotoğraf çektikten sonra Kaputaş Plajı'na doğru kırdık rotayı.




Kaputaş Plajı insanı resmen davet ediyordu, o kadar güzeldi ki inip-çıktığınız onlarca basamak bile vız geliyordu insana.


Bu hanım kızımız da Kaputaş kayalarına tırmanmak için gayret gösteriyordu, umarım tepeye ulaşmıştır.

Plaj-deniz faslından sonra tekrar Kaş'a çevirdik yönümüzü, yaklaşan akşamın ışığıyla daha da güzelleşen beldeyi gezip dolaştık biraz:







Gün iyice akşama dönerken dönüş yoluna düştük, aklım, gönlüm Kaş'ta kaldı, keşke yolları bu kadar zorlu olmasa. Günün başka bir güzelliği de kendisi de Kaş'lı olan yazar Şükran Yiğit'e rastlamamdı. Uzun zamandır görüşmeyi arzu ediyor bir türlü başaramıyorduk, kısmet bizim Kaş gezisine imiş.

Akşamı etmeden Kekova/Üçağız'a da uğrayalım istedik ama yolun kötülüğü geciktirdi bizi, yine de küçük bir tur atmayı başardık ve ülkede kıyamet koparken oradaki huzura fena imrendik.



Ve dönüş yolunda Kumluca'dan geçerken kavşaktaki elektrik direğinden sarkan bu sebzeler bizi gülmekten yerlere yatırdı, keşke gündüz görüp de daha güzel bir fotoğraf çekebilseydim :)