.

.
.

30 Eylül 2019 Pazartesi

30 EYLÜL (EMEL ABLA)

Bazen saçmasapan bir şeyden uzun yılları aşıp çocukluğuna gidiveriyor insan. Bana da bir baget ekmek sebep oldu. Tezgahtar bageti kağıda sarıp uzattığında elimde ekmek değil çocukluğum vardı sanki. Ha, "Çocukken baget mi yerdiniz?" diye sorarsanız, "Ne gezeer" diyebilirim ancak. Bizim Niyazi Bakkal'ın da, Mıstaa Bakkal'ın da ekmek dolaplarında ya francala, ya da yuvarlak ekmek olurdu. Bagetin ne olduğunu Emel abla sayesinde öğrenmiştim. Evdeki ve halamın kitaplığındaki tüm kitapları bitirip, kat komşularımızın evlerindeki mütevazı rafları da elden geçirince kitapsız kalmıştım. İmdadıma Emel abla yetişti. Bez ciltli, üç koca kitaptan birini tutuşturdu elime, "Bunu oku, bitirince diğerlerini vereceğim" dedi. Roman ya da hikaye değildi, ansiklopedimsi bir şeydi. İçinde çocuklar için resimli bilgilerin olduğu, fasiküller halinde birleştirilip ciltlenmiş bir başvuru kitabıydı. Adını hatırlamıyorum, roman ya da hikaye olması tercihimdi ama "gurbette sıcak suyun da faydası vardır" derler ya, kitapsız kalınca mecbur taşıdım koca cildi bir üst kattaki evimize. Hemen çöktüm başına, sayfaları çevirdikçe de hoşlanmaya başladım. İşte "baget ekmek" nedir, ilk oradan öğrendim. Resim bir Fransız fırınını tasvir ediyordu, tezgahın arkasındaki fırıncı müşterisine uzun mu uzun, baston misali bir ekmek uzatıyordu, altında da açıklaması: Daha çok Fransa'da üretilen ince, uzun bir ekmek türü. "Olsa da yesek" diye heves etmiştim 😃

Emel abla; apartmandaki, belki de 4 blokluk sitedeki en güzel döşenmiş ev onundu. İlkokuldaydım ama dekorasyon zevkim oldukça gelişmişti, en azından 24 daireden 23'ü benzer biçimde döşenmiş evlerden farklı olanı ayırdedebilmek için iç mimar olmak gerekmiyordi. Nohut oda, bakla sofa dairelerden oluşmuş sosyal konut sitemizdeki evlerin kapısından adım attınız mı sizi rengi, deseni farklı ama tarzı aynı mobilyalar karşılardı. İki odanın açıldığı, mozaik zeminli bir antreden girilen salonda örtüsü ve baskı düğmeli yastıkları takım karşılıklı iki somya, kenarda bir masa, 4-5 sandalye ve ortada çoğunlukla göbekli bir taban halısı fiksti. Mutfaklar çok dar olduğu için salonun bir köşesine verevine yerleştirilmiş buzdolabı ile dekorasyon tamamlanırdı. Varsa koltuklar bayramlar dışında yılda 3-5 sefer kapısı açılan misafir odasında durur, oraya destursuz girilmez, girilirse de anneden sıkı bir azar işitilirdi. Emel ablanın kapısından içeri ayak bastığınız anda ise antrenin zeminini kaplayan mavi peluş ile farkı farkederdiniz. Salonun bir duvarı şık ferforje raflarla kaplıydı. Tabii o zaman ferforje sözcüğünü bilmezdik, demirden yapılmış rafların nasıl bu kadar hoş durduğuna akıl erdiremez, marifeti Emel ablanın Devlet Tiyatrolarının demir atölyesinde şef olarak çalışan kocasına bağlardık. Emel ablanın koltukları da bizimkilerden çok farklıydı, daha şıktı, daha zarifti ve bizimkilerin aksine salona yerleşmişti. Duvardaki ferforje raflarda ise bir sürü hoş obje sıralıydı. Hasılı ev güzeldi, hem de o minik, sıradan dairenin olabileceğinden daha güzeldi. Esasen Emel abla da güzeldi ama Neriman abla daha güzeldi. Her ikisi de uzun boylu, yapılı, uzun siyah saçlı, beyaz tenli kadınlardı. Neriman abla Sevda Ferdağ'a benzerdi, Emel abla herhangi bir artiste benzemezdi ama beni bir artiste benzetirdi, Filiz Akın'a. Komikti esasen, cılız bir çocuktum, ne saçlarım sarıydı, ne de burnum Filiz Akın'ın tek deliği diğerinden biraz daha yukarıda duran, estetik ameliyatlı, ucu havaya bakan minik burnuna benzerdi. Henüz çocuksu hatlar taşımakla birlikte ailemin alamet-i farikası olan hanedan burnuna evrilmek üzereydi. Yine de bu benzetmeye sevinirdim, Emel abla'yı Neriman abla'dan daha çok sevişim belki de bu sebeptendi 😃

Kocası Devlet Tiyatrolarında demir atölyesi şefiydi dedim ya, başka bir yerde çalışsa demirci deyip geçeceğimiz adamın tiyatro camiasına dahil olması nedeniyle karizması, bohem bir havası ve o zamanlar için hayli sıradışı kabul edilen bir top sakalı vardı. Kocasına soyadıyla hitap ederdi Emel abla,  bu da onu analarımızdan farklı kılan bir ayrıntıydı. Komşuların kiminin "Bey", kiminin "Efendi" ya da annem gibi düpedüz adıyla hitap ettiği kocalar popülasyonu içinde ayrıksı bir modeldi Mehmet amca. Tiyatro ekibiyle turnelere gider, gelirken oğullarına çeşit çeşit hediyeler getirirdi. Bir yurtdışı turnesinden getirdiği, kurulduğu anda iki eline (maymunların eline ne denirdi yahu?) takılmış zilleri şıngırdatarak birbirine vuran maymun uzun süre apartmanın gündeminden düşmedi. Sinemaya gider gibi Emel ablalara gider, "Maymunu kursana" diye boynumuzu bükerdik. Hiç kırmazdı sağolsun, oyuncağı kurar, sehpanın üstüne şıngırdaması için bırakır, mutfaktaki işine dönerdi. Kurmanın devri bitip şıngırdama kesilince tuvalet eğitimine yeni alışmış bebeler gibi "Bitti Emel ablaa" diye bağırırdık, garibim yine gelir yine kurardı. Seyretmek serbestti, ellemek yasak.

Maymun dışında bir ziyaret sebebimiz daha vardı Emel ablanın evini, zira dekorasyondan başka bizde olmayan bir şey mevcuttu o evde, "telefon". Evlere telefon bağlatmanın yıllar sürdüğü zamanlardı, bunu başarmış aileler parmakla gösterilirdi. O yüzden apartmanın PTT şubesi gibi çalışırdı Emel abla. Vakitli vakitsiz çalan telefonların muhatabını çağırmak için gece-gündüz demeden hizmet verir, bundan da hiç gocunmazdı. Uzaktaki ahbaplarımıza kendi evimizinmiş gibi verirdik Emel ablaların şimdilerde unuttuğum telefon numarasını. Kimi zaman da acil bir şehirlerarası görüşme için ayak basardık girişteki o mavi peluşun üstüne. Santrala numara ödemeli yazdırılır ve beklenirdi. o kadar uzun beklenirdi ki tekrar eve dönerdik. Telefon bağlandığında Emel abla yine tırmanırdı bize çıkan merdivenleri.

O evde oturduğumuz sürece telefonumuz olmadı, Emel ablalarınki gibi bir ev dekorasyonumuz da. Onlar ne zaman taşındılar hiç aklımda kalmamış. Yıllar var ki ne gördüm, ne de hakkında bir şey duydum. Yine de kalbimde yeri farklıdır. O zaman bu çiçekler Emel ablaya ve o sitedeki bütün güzel komşularımıza gitsin:


29 Eylül 2019 Pazar

29 EYLÜL (PAZAR SELAMI)

Eylül sonuna yakışmayacak kadar sıcak bir hava var dışarıda ama burası Antalya, normaldir. Sabahleyin ufak çaplı bir patlama sesiyle balkona çıktığımda minibüs benzeri, parlak siyah bir arabanın başında (markalardan anlamıyorum, daha doğrusu ilgi alanım değil) balon şişiren bir grup genç adam gördüm. Balonlar kalp şeklinde ve kırmızı idi. Az daha dikkat edince arabanın kırmızı tülden bir kurdele ile süslenmiş, farların arasına da kocaman, kırmızı bir çiçek buketi iliştirilmiş olduğunu farkettim. Asıl komik olanı ise arka camı kaplayan yazı idi: "Bir çay içelim demiştik, iş nereye vardı". Damat kimin nesiydi, gelin neredeydi, neden araba bizim sokakta süsleniyordu anlamadan girdim içeri, zira minibüsün açık ön kapısından fışkıran şıngırdaklı Angara havası durumun arabeskliğini iyice katmerlendirmiş idi. 

Bizim sokakta sesler ve trafik bitmez, alt tarafı daracık bir ara sokak ama görmesen, sadece duysan E5 Karayolu sanırsın. Civarda işi olan herkes arabasını buraya getirip uygun olan ya da olmayan boş buldukları yere parkeder. Öyle ki bazen parkedilmiş iki araba arasından hareket halindeki araç geçemez ve geri dönüp başka bir yol aramaya başlar. Park edene dert mi, başka yerden gitsin herifçioğlu. Antalya'nın bizimki gibi eski semtleri bir küçük esnaf Cenneti. İstisnasız bütün apartmanların altı dükkan. Bu dükkanların kimi hikmetinden sual edilmez işlere evsahipliği yapar. Eğer üstündeki tabelada "Futbol Topunu Sağ Ayaklarının İçiyle Sol Tarafa Zıplayarak Atabilenler Derneği" gibi abuk bir isim yazıyorsa bilin ki mis gibi kumar oynanıyordur içeride. Bazıları hiçbir faaliyete hizmet etmez, depo olarak kullanılır. Pek azı berber, emlakçı,  tuhafiyeci, bakkal, çakkal vs olarak çalışır. Bir bölümü de ev olarak kullanılır. Geçen gün marketten dönerken gördüm, emmim kapının önüne bir koltuk atmış, ayağında beyaz donu, üstünde devasa göbeğinin dürtüp kenardan selam verdiği atletiyle, eviçi rahatlığında geleni gideni kesiyordu. Az evvel overlokçu ziyaret etti sokağımızı: "Hanımların dikkatine...", dün de Taşköprü Sarımsakçısı şenlendirmişti, Sulukule'den halliceyiz hareketlilik ve gürültü konusunda velhasıl. 

Geçen hafta iki film izledim, 4 aylık sinema orucundan sonra şifa gibi geldi ruhuma. İlki Serhat Karaarslan'ın yönetmenliğini yaptığı Berkay Ateş ve Saadet Işıl Aksoy'un ana rollerinde oynadığı "Görülmüştür" idi. Çok konu edilen aile içi taciz olayının farklı bir yaklaşımla anlatıldığı filmde hem oyunculuklar, hem de anlatım son derece iyi idi. Film Karlovy Vary Film Festivali'nde "Jüri Özel Ödülü", bu yılki Adana Altın Koza Film Festivali'nde de "En İyi Kurgu Ödülü"nü almış. Füsun Demirel ise anne rolündeki şahane performansıyla "En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü"nü kapmış. 

Diğer film ise "Tepenin Ardı" ve "Abluka" ile tanıdığımız Emin Alper'in "Kız Kardeşler"i idi. ana rollerini Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel, Helin Kandemir, Kayhan Açıkgöz ve Müfit Kayacan'ın paylaştığı film annelerinin ölümünden sonra çeşitli yerlere besleme olarak verilen ve bir şekilde baba ocağına geri dönmek zorunda kalan üç kız kardeşin biraraya gelmelerini ve gerçeklerle yüzleşmelerini konu alıyor. Son derece iyi kotarılmış bir filmdi, Emin Alper'in ilk iki filmini de çok severek izlemiştim ama sanırım bu son filmi daha bir iyi olmuş. İstanbul Festivali'nde "En iyi Film" ödülünün yanısıra toplam 5 ödül alan "Kız Kardeşler" Saraybosna Film Festivali'nde de Emin Alper'e "En iyi Yönetmen ödülü"nü getirmiş. İzleyin derim. 


Önümüzdeki hafta tiyatro, opera, bale, konser, sergi sezonu açılıyor, yaşasın. Yaz günlerinin durgunluğundan etkinlikli günlere geçeceğiz. İlk etkinlik Antalya Devlet Operası'nın açılış konseri, önümüzdeki cumartesi. "Beethoven'in 9. Senfonisi" ile açılış yapacak operamız. Biz de keyifle dinleyeceğiz. Bir sonraki hafta da Devlet Tiyatrosu'nda sezonun ilk oyununu izleyeceğiz: "Buzlar Çözülmeden". Cevat Fehmi Başkut'un bu ünlü oyununu defalarca sahnede ve uyarlandığı filmlerde izledik, keşke daha farklı bir seçim yapılsa idi diyeceğim ama önce bir görelim bakalım, sonra kelam ederiz hakkında. 

Niyetim arayı açmadan bir pazar selamı vermekti ama uzattım sanırım. Sararmaya başlayan balkon çınarıyla bitireyim bu yazıyı, kalın sağlıcakla...


24 Eylül 2019 Salı

24 EYLÜL (ANTALYA-SAGALASSOS-BURDUR)

Ankara'dan hom svit hom'a kesin dönüş yapalı bir haftayı geçti ama bir satır yazacak fırsat bulamadım bugüne kadar. Gerçi Kasım sonu bir süreliğine tekrar Ankara yolu görünüyor ama o pek güzel bir sebeple olacak, o zamana kadar tekrar başlayan yazın, Akdeniz'in, dostların ve evin tadını çıkarmak lazım. 

Antalya sıcak sıcak olmasına da, yıllardır bu şehirde yaşayan biri olarak bu sıcaklar Temmuz-Ağustos sıcaklarının yanında solda sıfır kalır diyorum, hatta Eylül sonunda yaz sıcağı yaşamak faidelidir, hoştur, keyiflidir. En azından nem yok, akşamları rahat yatılıyor, esinti var, hasılı havalardan memnunum. Balkon çınarım geçen yaz eşek kemirmiş gibi budanmıştı yokluğumda hatırlarsanız, budanan yerlerinden yeni dallar fışkırtmış, hatta birini balkonuma uzatmış dost eli gibi, hemen ben de uzattım elimi, "tekrar görüştüğümüze mutlu oldum" dedim, cevaben hışırdadı. Mutfak balkonunda hazırlanmış ve terkedilmiş bir kumru yuvası buldum. Yuva dediysem üç-beş çam iğnesi, pek kalenderler, konfor aramıyorlar, yapıyorlar bir gecekondu, besleyip büyütüyorlar bebeklerini ama bu kez nedense caymışlar yaptıkları inşaattan, ruhsat mı alamadılar nedir 😃 Sevinmedim desem yalan olur, 10 yıldır verdiğim doğumhane hizmeti kafidir, yeterince gübre temizleyip bitlendim payıma düştüğünce, artık başka balkon sahipleri üstlensin bu görevi. Toparlayıp attım yuvayı ama belli ki o faaliyet sonucu dünyaya gelmiş bir yavru kumru geldim geleli balkonumu şenlendiriyor. Ağacın dalına ya da balkon demirine tüneyip kumru dilinde sohbet ediyor benimle: "Guguuk guk, guguuk guk, guguuk guk". Karşılığında ben de gukluyorum ama sanırım telaffuzum hatalı, ciddiye almıyor, uçup gidiyor 😃 Onun dışında mahalle eski tas eski hamam. Karşı apartmanın balkona kaynak yapmış amcasını bıraktığım yerde buldum, sandalyesini bile değiştirmemiş. Güneş ensesinde boza pişirene kadar çay içip, sigarayı birbiri ardına ekliyor. Sonra da tüm mahalleyi çınlatan bir öksürük krizi yaşıyor. Hemen yanındaki balkonda bir başka balkon amcası var, onun plastik koltuğu açık kahverengi, yaz boyu denizden çıkmamış olacak koltukla aynı renge bürünmüş, oturunca seçmek mümkün olmuyor hangisi koltuk, hangisi amca. Hatta bazen boş koltuğu amca orada oturuyormuş gibi algılıyorum. Binanın diğer yönündeki balkonları sevgili çınarım sayesinde göremediğim için çok mutluyum ama Cennet Mahallesi sakinleri olarak sesleri her daim kulağımda; "Kız Ayşeee sana diyorum", "Çantanı topladın mı çantanı?", "Allah cezanı versin, yemek yanmış niye bakmıyon" ve benzerleri. Şehir bu mevsimde balkonlarda yaşadığı için özel hayat yaz boyu kamuya açık hale geliyor. Apartman altı dükkanlarda bir grup küçük esnaf var, terzi, emlakçı, su tesisatçısı türünden. onlar da gün boyu süren bir tavla maratonuna oturuyorlar, bitmiyor tükenmiyor şakırtılı ve çocuk gibi çekişmeli tavla şampiyonası. Adım kadar eminim ki akşam evlerine gittiklerinde çok yorgun olduklarını ileri sürüp bir bardak suyu bile karılarından istiyorlardır. 

Ankara'dan döndükten birkaç gün sonra yıllardır merak edip bunca yakın olmasına rağmen bir türlü fırsat yaratıp gidemediğim Sagalassos'a gitmeyi başardım. İyi ki de gitmişim, çok etkileyici bir yerdi. Ağlasun'dan geçerek gidiliyor Sagalassos'a, oldukça virajlı bir yoldan, tepelere doğru tırmanıyorsunuz ama yol düzgün, sanırım yeni asfaltlanmış. Ağlasun'un girişinde kemerli bir tak var- bu aralar hemen her küçük kentin girişinde benzerleri mevcut-takın her iki yanındaki sütunların üstünde aile boyu, rengi kırmızıdan tabaya dönmüş güller, tam ortasında da tabağımsı bir şeye yerleştirilmiş kiraz-ya da vişne-ve ne olduğunu bir süre çözemediğimiz beyine benzeyen, grimsi, üzerinde çizgiler olan bir nesne vardı. Sonunda anladık ki cevizmiş 😃 Beldeler yetiştirdikleri ürünlerin saçma sapan heykelimsilerini yapmaktan bir vazgeçseler keşke, görüntü kirliliğinden başka bir şey değil. Zaten her şehirlerarası yolculukta yol kenarlarında uydu anteni boyutunda Taymek ekmekleri replikası görmekten yeterince usandık.  Neyse kirazların, cevizlerin altından, bizi şaşırtan yeşillikteki Ağlasun'un içinden geçip hayli tırmanarak Sagalassos'a ulaştık. Biraz dinlenip çay içerken de geldiğimiz yeri kuşbakışı seyrettik.


Geçmişi M.Ö. 3000 yılına dayanan antik şehre ben müze kart ile ücretsiz, çocuklar da 14'er lira ödeyerek girdiler. Girişteki tabelada en kısası 1, en uzunu ise 4 saat olan üç güzergah belirlenmişti. Vaktimiz kısıtlı olduğundan ve Cevriye'nin hışmından korktuğumuzdan biz 1 saatlik kısa güzergahı tercih ettik. En kısasını tercih etsek de yokuş tırmanıp merdiven çıkacağımız için tura başlamadan Cevriye'yi bandajla bir güzel kundakladım. Sonra da hamam kalıntılarından başladık şehri gezmeye.


Roma dönemi mimarisinin en iyi örneklerinden olan ve seramik üretimiyle öne çıkan antik kenti 18. yüzyılda Avrupalı gezginler keşfetmiş ve ilk kazı çalışmaları 1989 yılında Belçika Leuven Üniversitesi'nden Prof.Dr. Marc Waelkens tarafından başlatılmış.


Antik tiyatroya uzaktan bakmakla yetindik, zira tırmanılacak kısım o kadar dikti ki, bırakın Cevriye ile beni, bizim gençler bile yarı yolda caydılar. Ama bir grup Japon rehberlerinin öncülüğünde aşk ile şevk ile tırmanmaya devam etmekteydiler.


Burası değerli ürünlerin satıldığı pazar yeri imiş, muhtemel ki en değerli ürünler üretiminde ilk 5 arasında yer aldıkları seramiklerdi.



Ve antik şehrin en güzel, en çarpıcı yeri, Antoninler Çeşmesi. İçeni güzelleştiren, birlikte içenleri birbirine aşık eden çeşmenin suyundan içmedik ama elimizi soktuk, buz gibiydi. Taş işçiliği ve heykellerin güzelliği ise nefesimizi kesti adeta. Çeşmedeki heykellerin replika olduğunu ve asıllarının Burdur Müzesi'nde olduğunu öğrenince Sagalassos sonrası Burdur'a geçmeye karar verdik. Bu heykeller Afrodisias'lı bir mermer ustası tarafından yapılıp Sagalassos'a gönderilmiş.





Eh kısa turu tercih ettiğimize göre artık dönüş vakti geldi demektir. Bir zamanlar yayınlanan Yasemin Yalçın'ın komedi dizisindeki bir skeçte dedikleri gibi "Ne eyi ettik de geldik deel mi, açıklık eyi oluyor" diyerek ayrılıyoruz Sagalassos'tan, istikamet Burdur.

Burdur'da önce Müze'yi geziyoruz ki tahminimizden daha düzenli ve güzel bir müze buluyoruz. Girişte bir bankoda broşürler ve kartpostallar var, ücretsiz sunulmuş. Hediyelik eşya standı ise otomat. Parayı atıp istediğiniz ürünü alıyorsunuz, müze mağazalarını pek seven ben bir adet magnetle iktifa ettim bu defa 😃



Çok net çıkmamış ama şu lahit kapağıyla ilgili ne düşüneceğimizi bilemedik, gülsek mi, hüzünlensek mi? Adeta evlilik fotoğrafı çektirir gibi birlikte yatacakları mezarları için sağlıklarında heykeltraşa poz vermişler karı koca.

Ve bu heykeller de Sagalassos'daki replikaların orijinalleri. Nemesis ve Satyr tarafından desteklenen sarhoş Dionyzos. eh, Dionyzos sarhoş olmayacak da ben mi olacağım 😃



Bir adet de Herakles'imiz vardı ama onu fotoğraflamayı unutmuşum. Gezimizi bitirince çok yardımsever ve kibar görevlilere veda ederek ayrılıyor ve aç karnımızı doyurmak için internetten ders çalışarak bulduğum lokantaya gidiyoruz. "Bizim Şişçi" buranın adı ama sonuç pek iç açıcı değil, sıradan bir şiş köfte, üstelik fazla yağlı. "O kadar çatlak su kaçırmaz" diyerek rahmetli dayımı anıyor ve Antalya'ya dönüş yoluna vuruyoruz kendimizi.

Çok uzun yazdım galiba, idare ediniz artık, sonuçta epeydir sesim çıkmıyordu. Haydi kalın sağlıcakla...

10 Eylül 2019 Salı

10 EYLÜL (AĞUSTOS OKUMALARI)

Evet biraz (biraz mı?) geciktim farkındayım ama hem gezme tozma hem düzenli blog yazma olmuyor. Neyse geç olsun güç olmasın diyelim ve başlayalım Ağustos ayında okuduğum kitapları sıralamaya:



-Ağustos ayının ilk kitabı kızkardeşi Perihan Bakır'ın Cemal Süreya'yı anlattığı "Size Nefesimi Bırakıyorum"du. Biyografi ve anı okumayı her daim sevmişimdir. Eh, Cemal Süreya'yı da sevince okumak şart oldu. Oldukça naif ve detaylı bir anlatımı var, yer yer hüzünlü. İlerlemiş yaşına rağmen bunca ayrıntıyı hatırlayıp yazabilmesi dikkat çekici. Siz de benim gibi Cemal Süreya'yı seviyor ve yaşamını merak ediyorsanız fazla edebi bir beklentiye girmeden okuyabilirsiniz...




-Graham Greene'in yazdığı "İstanbul Treni" Ostende'den başlayıp İstanbul'da sona eren bir tren yolculuğuna katılımları nedeniyle hayatları kesişen bir grup insanı anlatıyor. Yahudi bir işadamı, bir alkolik, bir revü kızı, lezbiyen bir gazeteci, bir hırsız ve bir devrimcinin ana karakterlerini oluşturduğu kitap yer yer ilgi çekci bölümler içerse de tavsiye eder miyim bilemedim...




-Gizli Defterlerim" sinemacı Ali Özgentürk'ün yıllar içinde defterlerine not aldığı çeşitli pasajlardan oluşuyor. Birkaç bölüm ilgi çekse de genel olarak kitabın bende uyandırdığı duygular pek parlak olmadı. 




-Arzu Zafer Adıgüzel'in adıma imzalayarak yolladığı şiir kitabı "Neresinden Başlamalı Ölmeye Bu Hayatın" beklediğimden daha yetkin şiirler içeriyordu. Özellikle bazı dizeler aklımdan çıkmayacak. Şiir sevenlere öneririm:

""Yaşamak
Bayram şekeri toplamaktı ağaçtan"




-Ağustos ayının en etkileyici okuması idi "Baharda Ölmek"İkinci Dünya savaşının sonlarına doğru askere alınan iki süt sağıcı gencin yaşadıkları ve savaşın travmaları incelikli ve ayrıntılı bir dille anlatılmış. Çok trajikti, bir o kadar da edebi yönü kuvvetli bir kitaptı. Okuyun derim...




-Daha önce "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" ve "Bazen Bahar" ile tanıyıp sevdiğim Melisa Kesmez'in "Nohut Oda" en az diğerleri kadar beğenimi kazandı. Öykü okumaktan sıkıldığım bir dönemde "başı-sonu belli, güzel öyküler de yazılabiliyormuş" dedirtti. Kitaptaki  favori öykümse "Kız Kardeşim Handan" oldu. Öykü sevenlere de, tercih etmeyenlere de tavsiyemdir. 


-Akgün Akova esprili olmasının yanısıra vurucu dili ile son yıllarda en severek okuduğum şairlerden biridir. uzun zamandır yeni kitaplarının çıkmasını bekliyordum. Tüm kitaplarının yeni basımı Karakarga Yayınları'ndan şahane kapaklarla çıkmış. "İçimden Geçen Yolda" şiir değil ama şiir gibi denemeler, şair yazarsa böyle olur tabii ki. Akgün Akova Türkiye'nin ve dünyanın dört bucağını dolaşıyor, kah dünyadan Türkiye'ye bir kanat ucunda selam gönderiyor, kah Türkiye'den dünyaya. Çünkü ne diyor şair: "Yalnızca kanatlarına güven". Kesinlikle okunmalı...




-Çek Lokomotifi adıyla anılan atlet Emil Zatopek'in yaşam öyküsü okuyanı yormayan, hatta yer yer gülümseten bir üslupla anlatılmış "Koşmak"ta. Ufak tefek ama ilginç bir kitap...

Ağustos ayını 8 kitapla kapatırken Eylül ayı okumalarında buluşmak üzere diyorum. Kitaplar eksik olmasın hayatınızdan...

4 Eylül 2019 Çarşamba

4 EYLÜL (NİĞDE GEZİSİ 2)

Geldik kısa gezimizin son gününe. Yine erkenden kalkıp yola düşüyoruz, niyetimiz Kale ve Saat Kulesi'ni görmek, hatırladığım kadarıyla bir cafe vardı Kale'de, uygunsa orada kahvaltı etmek. Ama önce evinde kaldığımız büyük teyzenin kışlık evini bulmak niyetindeyiz. Şimdi kaldığımız bloklar silsilesi zamanında devasa ve yemyeşil bir bahçe idi, içinde minicik bir yazlık ev vardı. O küçük eve onca insan nasıl sığardı şaşırıyorum. Hele düğünlerde iyice kalabalık olurduk ama kimse de halinden şikayet etmez, bir şekilde becerirdik yerleşmeyi. Çok sonraları o ev yıkılınca benzer bir konu geçtiğinde büyük teyze şöyle açıklamıştı bu durumu: "Evvelce evler dardı ama gönüller genişti. Şimdi evler genişledi, gönüller daraldı". Yıkılana kadar yazları gittiğimizde bahçedeki evde, sonraları ise kışlık evde geçti tatillerimiz. Bahçeye çok yakındı, yazları Adana'nın sıcağından kaçıp gelenlere kiraya verilirdi, evin bir odası depo gibiydi, kapalı olurdu. O odaya bayılırdım, Ali Baba'nın hazine dairesi gibiydi benim çocuk gözümde. İhtiyaç duyulan bir şeyi almak için kuzenlerden biriyle giderdik bazen, yazlık evden çıkar, evin arkasındaki muhteşem kavaklığın içindeki patikadan yürür, sokağı geçer ve kışlık eve girerdik. Adanalı kiracılar tahta zemine yayılmış sohbet ediyor olurlardı. Yerlerde halı olmayınca kiracıların fakir olduklarını düşünürdüm. Oysa sıcak nedeniyle yerdeki yün halılar toplanıp kaldırılmış olurdu. Onlara bir "Merhaba" deyip depo odaya dalardık, ben mutluluktan sarhoş. Her gittiğimde bir ganimetle dönerdim, bazen bir kitap, bazen bir küçük biblo, incik boncuk, hiçbir şey bulamazsam mutfaktaki kilerden ceplerimi Şam fıstığı ile doldururdum. Anılarımızda öyle yer etmişti ki kız kardeş bile orada çok fazla zaman geçirmemesine rağmen rüyalarına girdiğini söylerdi. O yüzden Kale'den önce bir nostalji yapmaya karar verdik. Çok aramadan çıktı karşımıza ev, elbette biraz harap, oldukça eskimiş. Zaten sokaktaki evlerin tümü öyle, bir çoğu da yıkık dökük. İçeri giremedik tabii ki, kapı kilitliydi, dışarıdan baktık, anılar akıp gitti gözümüzün önünden. Sofra toplarken eşiğe takılıp kırdığım üstüste dizilmiş bir yığın tabak, merdivenin başındaki tutunup sallandığım demir, balkondaki kadife çiçekleri, eniştenin kitaplıktan çekip orada kaldığımız sürece yüksek sesle okuyup neredeyse Hayyam'dan soğuttuğu "Rübailer", hep birlikte yenen neşeli düğün yemekleri, insanın içine işleyen Niğde ayazında bürünüp yattığımız sıcacık yorganlar, daha nice anılar. Dalarsak çıkamayacağız diyerek vurduk kendimizi Kale yollarına.


Kale ve Alaattin Camii'ne Cevriye'yi delirten bir yokuşu tırmanarak ulaştık. Çok erken gelmişiz tabii ki, Kale'ye giriş kapısı kapalı, camiin de ışıkları bile yakılmamıştı. Ünlü "Taçlı Kadın Başı" olan kapının fotoğraflarını çekip camiin içini de loş ışıkta şöyle bir gezdikten sonra Kale'ye yönlendik ama yazdığım gibi kapısı henüz açılmamıştı. 



Kapının üstündeki kadın silüetini fotoğrafta daha rahat görebilirsiniz. Efsaneye göre 1223 yılında Niğde Sancak Beyi Ziyneddin Beşare tarafından yaptırılan caminin inşaatında çalışan taş ustası sancak beyinin kızına aşıkmış. Kavuşamayacağını bildiği için de bu aşkı sonsuza dek yaşatmak için kızın silüetini taşa oymuş derler. Ne derece doğrudur, tesadüf müdür bilinmez ama gerçekse taş ustasının hünerine ve aşkının büyüklüğüne şapka çıkarılır. 


Caminin içinden, loş ışıkta ancak bu kadar çekebildik. 

Kale'nin kapalı olduğunu öğrenince daha sonra uğramak üzere ayrıldık ve her zaman ilginç ve görülesi olan, eski evlerin yoğunluklu olduğu Kaleiçi sokaklarına vurduk kendimizi. Yalnız ayrılmadan önce Kale Parkı'ndaki kurumuş havuzun ortasını süsleyen, itibarlı zamanlarında fıskiye görevi yapmış devasa laleden fırlamış yavru laleleri görmenizi isterim, size sarı laleler aldım Niğde Kalesi'nden 😃


Kale'den ayrılıp sokaklar boyunca yürüdükçe bunca zamandır buralara hiç gelmediğimi farkedip şaşıyorum:




Dar sokaklardan geçerek Eskisaray Mahallesi'ne geliyoruz. Sungurbey Camii restore edildiği için gezemiyoruz ama karşımıza 1913 tarihli bir Rum Okulu iken şimdi ilkokul olarak kullanılan Dumlupınar ilkokulu çıkıyor. Okulun yan tarafı hayli ilginç:



Ön tarafta dış duvarlarının restorasyonu yeni yapılmış irice bir bina görüyor ve  yakından bakmak için ilerliyoruz, buranın eski bir Rum Kilisesi olduğunu fark ediyoruz. Dışının restorasyonu bitmiş gibi ama içeride iskeleler kurulu ve restorasyon devam ediyor gibi ya da durmuş bilemiyorum. Kapı kilitli zira, pencereden görebildiğimiz kadarını fotoğraflıyoruz.



Kilisenin hemen karşısında Eskisaray Parkı adında bir yeşil alan, içinde de restoreden geçmiş tarihi bir yapı var. Meraklıyız ya, illa öğreneceğiz. Buranın da kapısı kilitli, oradaki iki adam ilgileniyor. Restorasyondan sonra Sanat Merkezi'ne dönüştürülen bir Ermeni Kilisesi imiş. Henüz açılışı yapılmamış. Bizi o gün Yeşilburç Köyü'nde düzenlenecek açık hava sergisine davet ediyorlar. "Nasıl gidebiliriz?" sorusunu ise şimdiye kadar aldığımız cevaplara çok benzer şekilde cevaplıyorlar: "Vardır mutlaka oraya giden bir vasıta". O zaman teşekkürler, almayalım.


Vakit neredeyse öğleye geliyordu ve biz hala kahvaltı edememiştik. Yol üstünde bir fırına rastlayınca simit bari alalım dedik. Simit yokmuş yağlı ekmek teklif etti görevli genç kız, aldık ve paylaştık kardeşle. Pek sevmediysem de açlığımızı bastırdı en azından. Derken karşımıza "Ak Medrese" çıktı. Gökte ararken yerde bulmuş gibi olduk ama her zamanki gibi kapısı kilitliydi. 1409'a tarihlenen Ak Medrese'nin güzelim taş oymalarına bakmakla yetinip bitişiğindeki "Küçük Ev" isimli cfeye kendimizi dar atarak kahve ve çay ihtiyacımızı giderdik.


Cevriye'nin dinlendiğine, vücuda yüklediğimiz kafeinin de yeterli olduğuna kanaat getirince Fertek Köyü'ne gitmek üzere hareketlendik. Tabii ki öncesinde yol sormak, tarif almak ve hiçbirinden sonuç elde edememek vardı. İlk rastladığımız amca "Bizim evin önünden kalkıyor minibüs" demişti malum, evi hakkında birkaç ipucu aldıktan sonra durağı bir gün önce gördüğümüzü hatırladık ve "Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?" şarkısını çığırarak dün Kayardı'ndan gelirken geçtiğimiz yollara tekrar vurduk kendimizi. Neyse ki durakta çok beklemeden minibüs geldi. Tonton bir şoföre denk geldik, sorduğumuz sorulara tek kelimeyle ama istekle cevap verdi ve bizi takriben 10-15 dakika sonra Fertek'te, kendince uygun gördüğü bir durakta indirdi. Yine daldık ara sokaklara. Fertek yemyeşil ve güzel, eski tip evlerin olduğu bir köy. Niğde'de bir söylencedir Fertek'in eğitim düzeyinin ne kadar yüksek olduğu, çoğunluğun üniversite eğitimli olduğu. Hâlâ öyle midir bilmiyorum ama biz köyü-ya da mahalleyi-çok beğendik.







Yorulunca yolda rastladığımız kapı önü muhabbeti yapan fotoğraftaki teyzelerin tavsiyesiyle Çamlık Restaurant'a girdik. Girmeden önce dışardan bazlama fırını zannettiğimiz tuhaf yapıların peri bacası şeklinde inşa edilmiş kapalı oturma mekanları olduğunu gördük. Orada oturmak hayli sıkıcı olsa gerek. Biz sıcaktan bunalmış bünyeyi aşağıdaki alamet-i farika ile serinlettikten sonra ayrıldık mekandan.


Tesadüf bu ya bizi getiren aynı minibüsle ayrıldık Fertek'ten, dün yemek yediğimiz yerde karnımızı doyurduktan sonra tekrar Kale'ye gitmeye niyet ettik. Yerel bazı ürünler almak için girdiğimiz dükkanda çalışanların tavrını sevmeyince vazgeçip tekrar tırmandık Kale'nin yokuşunu. Aslında Niğde'ye Perşembe gününü içeren zamanlarda gelmek lazım, zira o zaman Kale'nin dibinde pazar kuruluyor ve şahane ürünler bulunuyor ama kısmet değilmiş. Kale ve Saat Kulesi kocaman bir hayal kırıklığı ve Cevriye için de zorlu bir parkur oldu. Kale'nin içine girilmiyor, surlara çıkılmıyor, cafesi bakımsız, kahvesi bayat, satış mağazası saçma sapan objelerle dolu ve Kale'den görünen manzara da iç acısı bir beton yığını idi. Yıllar önce yeşilden gözünüzü alamazken aynı noktadan bir binalar denizine bakmaktaydınız:



Yorgunlukla ve sıcaktan bezmiş şekilde tekrar merkeze dönüp yerel ürünler satan bir başka dükkandan (Niğdelioğulları) aldığımız ürünlerin ağırlığıyla eve ulaştık. Otobüsümüzün saati yaklaşmıştı. Valizimizi yüklendik ve bizi terminale götürecek taksiye yerleştik. Hoşça kal Niğde, bir daha ne zaman görüşürüz, görüşür müyüz bilmiyorum .

"Velhasıl bir garip adamım ki Niğde'de 
Ömrümüm otuzuncu, evimin beşinci katındayım 
Sormayın günlerimin nasıl geçtiğini 
Başka sefere anlatayım..."


Demiş Ümit Yaşar Oğuzcan, o anlatmak istememiş ama ben detayıyla anlattım. Umarım sıkılmadınız, yeni bir seyahate kadar kalın sağlıcakla...

3 Eylül 2019 Salı

3 EYLÜL (NİĞDE GEZİSİ 1)

Farkındayım, aslında Ağustos'da okuduğum kitapları yazmam gerekiyordu ama onu birkaç gün erteleyip detayları unutmadan kız kardeşle yaptığımız 2 günlük Niğde yolculuğumuzu anlatmak istiyorum. İlginç, şaşırtıcı, yer yer ürkütücü, kimi zaman mutlu, bazen hüzünlü ve birlikte yaptığımız her yolculukta olduğu gibi keyifli zamanlar geçirdik. "Onca şehir dururken neden Niğde?" diyecek olursanız orada hiç yaşamamış olmamıza rağmen hem anne, hem baba tarafından Niğdeliyiz. Benim çocukluğumun yaz tatilleri (yani babamın izinli olduğu zamanlar) annemin teyzesinin olağanüstü güzellikte ve büyüklükteki bahçesinde geçti, hayatımın en mutlu zamanları içinde oldukça önemli bir yer kaplar o günler. Bu yolculuk biraz da çocukluk sonrası bir daha Niğde'ye gitmemiş olan kız kardeşle anıları canlandırma, hafıza tazeleme yolculuğu idi. 

Cuma gecesi ulaştık ilk kez gördüğüm otobüs terminaline. Çocukluğumda şehrin daha merkezi bir yerindeki küçük garajda iner, bir fayton kiralar, nalların dıgıdık sesleri kuzenlerime ve o yemyeşil bahçeye ulaşmanın heyecanına neşe katar, sabırsızlıkla arabacının atları "Bırrrsss!" sesiyle "Fesleğen"in önünde durdurmasını beklerdim. Fesleğen pek de büyük sayılmayan beton bir havuzdu. İkindi üzeri su verilir, civardaki, evlerinde su tesisatı olmayan kadınlar oraya çamaşır yıkamaya gelirlerdi. Tokaç seslerine kahkahalar karışır, sabun baloncukları havada uçuşur, Fesleğen'in bekçisi Hüsam efendi taşlıktaki sandalyesine kurulup sigarasını tüttürerek çamaşır yıkayan kadınları seyrederdi. Niğde'nin alamet-i farikalarından biriydi Fesleğen, tabii ki izi dahi kalmadı şimdi. Hatta bindiğimiz taksiye adres tarif ederken (büyük teyzenin artık tek bir ağaç bile kalmamış bahçesinin yerine dikilmiş beton bloklardan birindeki boş evinde geçirdik iki geceyi) Fesleğen, Çayır Mahallesi falan diyerek tarif etmeye kalktım, boş boş yüzüme baktı, öylesine habersizdi bunların varlığından. Diğer taksicilere sorup bin güçlükle nereye gideceğini anladı da öyle koyulduk yola. Karanlıkta pek göremesek de benim hafızama yerleşmiş yeşil Niğde'nin mazide kaldığı, bahçelerin yerini çirkin beton binaların aldığı belli oluyordu. Sonunda eve ulaştık ve yol yorgunluğuyla kendimizi yataklara attık.

Her yolculukta yaptığımız gibi, ne kadar yorgun ve uykusuz olsak da sayılı günlerden azami faydayı sağlayabilmek için sabahın köründe ayaktaydık ikimiz de. Giyindik ve çocukluğumuzun, ilk gençliğimizin izini sürmek için düştük yollara. Bulunduğumuz bölge betonlaşmış olsa da bizi şehir merkezine götürecek yolun üstünde hala eskiyi hatırlatan kimi yıkılmış, kimi harabe halinde, kimi direnen tanıdık binalar göze çarpıyordu. İnce bir hüzünle sağa sola bakarak defalarca inip çıktığım merdivenlere ulaştık, Cevriye'den yükselen "Of!" sesini duymamazlıktan geldim. 

Merdivenleri Cevriye'ye rağmen tırmanıp caddeye çıkınca tüm görkemiyle Kale ve bahçede geçirdiğimiz tatillerde her saat başı vuran gonguyla bize vakti hatırlatan Saat Kulesi dikildi karşımızda. Artık onun da sesi kesilmiş. Görkemse sadece uzaktan, bakımsızlığını ertesi gün Kale'ye çıktığımızda görecektik. 



Yolun bir kısmını sağlı-sollu tanıdık binaların varlığını sürdürdüğünü görmenin çocuksu sevinciyle yürüdük. Niğde'nin bir bölümü hâlâ direniyordu, bunu ilerleyen saatlerde de görecektik. Kendimize kahvaltı edecek bir mekan arayarak yürüdük de yürüdük. Yine yol boyu Niğde'nin çocukluğumdan bu yana benim için bir nevi sembolü olan dükkan üstü güzel evlerinin hala yıkılmadığını, hatta bir kısmının elden geçirildiğini görüp bir kez daha sevindim. Bazıları ise el dokunulmadan bir dükkan ve tabela kalabalığı üstünde kaderini bekliyordu:


Sonunda kahvaltı edebileceğimiz bir pastane bulduk. Sabah mahmurluğunu üstünden atamamış suratsız garson kızın en ufak bir tebessümü bile esirgeyerek masamıza getirdiği simit, peynir, çay vs ile kahvaltımızı yaptık. Veda ve teşekkür sözlerimize ağzının içinden bir şeyler geveleyen kızımızı mutsuzluğuyla başbaşa bırakarak hedefimizdeki "Gümüşler Manastırı"na doğru harekete geçtik. Niğde'de çoğu insanın yol tarifi özürlü olduğunu zaman geçtikçe anlayacaktık. Sorduğumuz yeri ya hiç bilmiyorlardı ya biliyorlar tarif edemiyorlardı ya da her biri farklı tarifler veriyordu. Altın vuruşu ise ertesi gün "Fertek minibüsleri nerden kalkıyor?" diye sorduğumuz amca yapacaktı: "Bizim evin oradan kalkıyor" 😃

Sonunda Gümüşler Kasabası'na giden minibüsün eski terminalden kalktığını zor bela öğrenip, yerini de aşağı yukarı kavrayarak yürümeye başladık ama önce şurada poz verdik, olmazsa olmaz tabii ki 😎 Çalmayan saat kulesi ve şehir içinde eser miktarda rastlanan elma ağaçları ile Niğde, "I love you". İhtiyar neneler gibi durmadan tekrarlayacağım "Ah! Teyzemin yokolup giden güzelim bahçesi" 😔


Yolüstünde karşımıza "Hüdavent Hatun" türbesi çıktı. Eh bir selam vermeden geçersek hemcinsimiz bize darılır. Kendisinin ilk kadın vali olduğu söyleniyor bazı kaynaklarda. Yalnız ilginç bir durum var bazı yerlerde Anadolu Selçuklu Sultanı 4. Kılıçarslan'ın, bazı yerlerde de 1. Alaaddin Keykubat'ın kızı olduğu söyleniyor. Bazı kaynaklar türbeyi kendisinin yaptırdığını, bazısı da mezarının üstüne sonradan türbe yapıldığını ileri sürüyor. Bir kafa karışıklığı sözkonusu, hep bunlar nüfus memurunun işine dört elle sarılmamasından kaynaklanıyor, muhtemelen nüfus kaydı sırasında bilgisayarda Solitaire oynuyordu 😃 O yüzden biz içindekini bırakalım yapının güzelim taş oymalarına bakalım:




Neyse ki son gördüğümden bu yana epey bakım yapılmış türbeye ve çevresine, küçük bir park düzenlenmiş etrafında, hatta şirin bir çay bahçesi de var ama sabahın o saatinde kapalıydı. Aynı parkın içinde Hüdavent Hatun Türbesi'nin küçük kardeşi gibi bir türbe daha var; "Gündoğdu Türbesi". Kare planlı, piramit külahlı bu türbe 1344 yılında ölen Gündoğdu oğlu Ahi Bevvap Bey adına yapılmış. Fotoğrafını çekmeyi unutmuşum, merak ediyorsanız Google'dan bulabilirsiniz. 

Hüdavent hemşiremizin hatırını sorduktan sonra yola devam edip asıl hedefimize adım adım yaklaşıyoruz. Eski Terminal binasına geldik ama ortada pek bir bina görünmüyor, parkımsı bir alan, içinde birkaç bank, yanda salaş bir kahve ve eski de olsa terminal olamayacakmış gibi duran köhne bir yapı. Halbuki ben buradan da otobüse binmiştim, o zaman gözüme daha parlak görünmüştü, pek eskimiş. Minibüsler arka taraftan kalkıyormuş, ilerleyince gördük. Sorduk soruşturduk, Gümüşler Köyü'ne gideni bulduk ama kalkmasına daha yarım saat varmış. Sözünü ettiğim kahve pek testosteron soslu olduğundan banklara oturup beklemeye karar verdik, lakin bankları sulamışlar, fena halde ıslaktı. Evet sulamışlar, çimleri sularken daha gümrah olsun, büyüyüp üç kişi yerine beş kişi oturabilsin diye onları da sulamışlar. Mecburen kahveye yöneldik, zira Cevriye mızıldanıp duruyordu. Biz yokken masalardan birine yerleşen orta yaşlı adamla kadının zulasında bir yere konuşlandık. Lakin bu defa her ikisinin de ısrarlı göz hapsine maruz kaldık. Kaldığımız iki gün boyunca alnımızda çakılı olduğunu düşündüğümüz levhada "Yabancı" yazılı olduğu için şehirde yanından geçtiğimiz genç yaşlı, kadın, erkek, çoluk çocuk herkesin dikkatli bakışlarının hedefi olduk. Göğsümüze bir başka levha çakıp "Yabancı sanıyorsunuz ammaaa aslen biz de Niğdeliyiz, naaber?" yazmayı düşündük, sonra uğraşmaya değmez deyip caydık 😃 Sonunda minibüsün kalkış vakti geldi, yerleştik. 15 dakika kadar süren bir yolculuktan sonra Gümüşler Köyü'nde, Gümüşler Manastırı'nın yanında indik. Haydi bakalım başlasın Manastır turu, giriş 7 TeLe, Müzekartla ücretsiz:


Manastır büyük bir kaya kitlesine oyulmuş ve günümüze kadar oldukça iyi korunarak gelmiş, Kapadokya yöresindeki en büyük manastırlardan biri imiş. Kilisedeki duvar resimlerinden hareketle 11. ve 12. yüzyıla tarihlenmekte imiş. Manastırın en önemli özelliği dünyadaki tek gülerken betimlenmiş Meryem resminin burada bulunması imiş. Sadece Meryem değil, kucağındaki İsa da gülümsemekte, hem de hayli cingöz bir gülümseme var suratında:


Bize gönüllü rehberlik eden üniversite öğrencisi bir genç bu gülüşün aslında resmin üzerinde yapılan oynama sonucu olabileceğinin de düşünüldüğünü söyledi. Bende ise tebessümden ziyade tavşan dudak imajı uyandırdı, o yüzden bu görüşün doğru olabileceğini düşünüyorum. Ama öyle ya da böyle Meryem Ana, sana gülmek daha çok yakışıyor.
Duvar resimleri oldukça canlı renklerde ve günümüze kadar hayli iyi durumda gelmişler. Rehber genç bunu şöyle açıkladı. Manastırı restorasyondan önce köylüler inek-koyun ahırı olarak kullanıyorlarmış ve sık sık zeminde ateş yakıyorlarmış. "Kahırdan lûtfa uğramak" diye bir deyim vardır. Zarar vermek amacıyla yakılan ateşin isleri resimlerin üzerinde koruyucu bir tabaka oluşturup bozulmalarının önüne geçmiş neyse ki. Zaten kilisenin içinde duvarlar, sütunlar bu isten dolayı siyaha kesmiş. 





Manastırda kilisenin yanı sıra yeraltı şehri, papaz odaları, çilehaneler, mutfak vs amaçla kullanılan bölümler var. Yeraltı şehrine inerken Cevriye'ye epey eziyet ettiğimi söyleyebilirim, sadece Cevriye değil diğer bacağı da öyle zorlamışım ki hala kaslarım ağrıyor. Siz siz olun talimli değilseniz o kedi merdivenlerinden inmeye, çıkmaya kalkışmayın 😄


Manastırın iç avlusu ve ortada Manastır'la takım giyinen ben, selam ey halkım 😄 Yerdeki çukurlar mezar oyukları. 



Kayalığın dıştan görünüşü ve Gümüşler Köyü'nden küçük bir görünüm. Esasen köyü gezmeye de niyet etmiştik ama hava o kadar sıcak, güneş o kadar tepede idi ki, Manastır'ı dolaşırken ahbaplık ettiğimiz genç çift bizi arabalarıyla Niğde'ye bırakmayı teklif edince reddedemedik. Zaten Cevriye de kazan kaldırmak üzere idi.

Niğde'ye dönünce ilk işimiz aç karnımızı doyurmak oldu. İnternette ders çalışırken not aldığım "Şehir Lokantası"na gittik. Tipik bir taşra esnaf lokantası, biraz daha irice. Biz kapıdan içeri girince lokantanın sahibi olduğunu düşündüğüm iki adam ayağa kalkıp "Hoşgeldiniz" dediler. Sokakta maruz kaldığımız bön bakışlardan sonra bu zarif saygı gösterisi hoşumuza gitti. Lokanta daha önce büyük dayımın oturduğu sokakta idi, evlerini aradım ama bulamadım. Sokağı yanlış mı hatırlıyorum diye sorunca bana son derece farklı bir ev gösterdiler. Meğer bina satılmış ve alan kişi üzerinde tadilat yaparak hiç tanınmayacak şekle getirmiş. Öyle çok anımız vardı ki o evde ve o sokakta. Evin karşısında, artık olmayan helva imalathanesinden büyük dayının annem sever diye aldığı yaz helvaları, benim evin kilerinde oynattığım Karagöz oyunları, seyre gelen ve taşra sakinliğiyle büyük şehirden gelmiş akraba kızının gevezeliklerini dinleyen komşu çocukları (kağıttan kesip bilet bile yapmıştım), geceleri yeni sahibinin camla çevirip ek bir kata çevirdiği terasta izlediğimiz yıldızlar, Karınca yengenin kayısı marmaratları (marmelat), saat başı dong dong vurup irkilten emektar duvar saati, divanın üstünde asılı kahve içen harem kadınları betimlemeli duvar halısı, koca göbekli, şirinler şirini aşçı dayının bize özel yemekleri, sabahları evin erkeklerinin erkenden kalkıp Bolkepçe Lokantası'na kelle-paça içmeye gidişleri, oyunlar, kahkahalar, sohbetler. Buruk bir hüzün eşlik etti yediğimiz Niğde tavaya. 

Yemekten sonra Öğretmenevi'nde bir kahve içip Müze'ye düşürdük yolumuzu. Çocukken gitmiştim en son, Müze'nin en büyük süksesi camekanda sergilenen bir kadın mumyası idi. Hâlâ öyle, hiç yaşlanmamış kadın, olduğu gibi duruyor, yanına ilaveten çocuk mumyaları da konmuş. 


M.S. 10. Yüzyıla tarihlenen mumya Yılanlı Kilise'den çıkarılmış. Yanında 8-9 yaşlarında bir oğlan çocuğuyla müzeyi gezen kadın oğluna "İstersen sen bakma, korkabilirsin" deyince aldığı cevap şu oldu: "Ne korkacağım yahu, ben bilgisayar oyunlarında bunun gibi neler görüyorum". Sanal alem sen nelere kadirsin. 

Niyetimiz Müze gezisinden sonra Niğde'nin en güzel yeri olan Kayardı Bağları'na gitmekti ama kime sorduysak nasıl gidebileceğimiz konusunda net bir cevap alamadık. Tek çözüm olarak taksi seçeneği kaldı ama ortalıkta taksi de göremeyince Müze görevlilerinden yardım istedik. Şaşırtıcı bir hevesle yardımcı oldular. İçlerinden biri telefon edip tanıdıkları bir taksiyi çağırdı, taksi gelene kadar eşlik etti, taksi gelince kapıyı açıp binmemize yardımcı oldu. Eh, teşekkür ettik haliyle. Lakin iki dakika içinde gideceğimiz yere varıp üstüne yüklü bir taksi parası ödeyince şoförün dönüşte çağırmamız için elimize tutuşturduğu kartviziti çöpe atıp yürüyerek şehre ulaştık. Böyle yani, aslında çok rahat ve kısa sürede yürüyebilirmişiz. Bu da bize ders olsun 😄 Lakin Kayardı öyle güzeldi ki, kafaya takmadık bile:








Kayardı'nın daracık sokaklarında, çıkmazlarında dolaşırken yine çocukluğum düştü aklıma. Büyük dayının da bağı vardı burada, bakımsız ve haraptı ama öyle yeşil, öyle güzeldi ki. Hâlâ rüyalarıma girer. Yazları tatile geldik mi toplanır bir at arabası kiralardık. Motorlu taşıt yolu henüz açılmamıştı çünkü. Doluşurduk içine neşe içinde varırdık bağa. Arıklardan akan sular, ceviz ağaçlarının gölgelediği yollar, elmalar, türlü türlü meyveler, mis gibi hava, bir tatlı huzur Kalamış'tan değil ancak Kayardı'dan alınırdı sanki. Taze cevizleri yemek, ağaçlara tırmanmak, salıncak kurmak, hem komşu, hem akraba Niyazi Ağa'nın (ağır işittiği için Kulak derlerdi aile arasında) bitişik bağından hırsızlama Frenk üzümü koparmak, koruk terletmek ve dönüşte yorgun, bitkin ama mutlu, araba olmadığı için tabana kuvvet dönmek. Neyse ki Kayardı hâlâ yeşil, hâlâ keyifli. Umarım öyle de kalır.


Fotoğraf çocukluğumdan, at arabasıyla Kayardı'na gelmişiz. Örgülü saçlı benim, yanımdaki bebekli Karınca Yenge, en arkadaki evinde kaldığımız rahmetli büyük teyze. 

Kayardı'dan yürüyerek çabucak ulaştık şehir merkezine, benim Cevriye biraz mızıldansa da yüz vermedim. Yol üstü bir sokak arasında "Üvercinka Sahaf" çıktı karşımıza. Kitapçı arayıp dururduk, malum adetimdir ya her gittiğim şehirden anı niyetine bir kitap almak, hemen girdik içeri:


Duvarda şöyle bir yazı vardı: "Sahaf, aradığınız her kitabı değil, kısmetiniz olan kitabı bulabileceğiniz bir yerdir". Benim kısmetime de Elsa Morante'nin "Tarih Devam Ediyor"u düştü. Eski sahibine ait bir iz aradım içinde, iki yapraklı boş bir post-it ile son sayfadaki şu yazı çıktı karşıma:

"Kim ne derse desin. Gençler bazı davranışlarında sorumlu değillerdir. sorumlu arıyorsanız. Bunu toplumun şimdiye kadar alışagelmiş davranışlarına bağlayın."
11/12/1982   Cevdet

Yazım yanlışlarından da ben sorumlu değilim, Cevdet ne yazdıysa aynen geçirdim 😄

Ve evet sırada Niğde'nin ara sokakları var. Bir duvar resminin izini sürerek istesek bulamayacağımız güzellikte ve eskilikte sokaklara ulaştık. Bunlardan biri Üniversite'nin restorasyonunu üstlendiği Cullaz Sokak:











En son fotoğraf Göncü Konağı. Üniversite restore ederek konuk evine dönüştürmüş. Herkes kalabiliyormuş, fiyatlar makul, aklınızda bulunsun. Gayet hoş bir mekan olmuş, fotoğrafta görülen de arka bahçesi.

Yeterince sokak arşınladıktan sonra Cevriye'yi sabrı için kutlayarak önce yemek yemeye sonra da kahve içip dinlenmek için bulduğumuz en makul yere, Kahverengi Cafe'ye gidiyoruz. Balkona kuruluyor, bir yandan kahvemizi içip canlı müzik dinlerken bir yandan da hayli hareketli ve renkli olan caddeyi temaşa ediyoruz:



Çok yorulduk ve geç oldu. Gidip yatalım artık. Yarın da yarına kalsın 😄😉