.

.
.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

28 AĞUSTOS (ESKİŞEHİR)

Galiba 5. gidişimdi bu, belki de 6, unutmuş olabilirim. Çok bunaldık bu yaz kız kardeşle ve ilk yardım kolunu çekiverdik: Komşu kapısı Eskişehir. YHT ile Ankara'dan ulaşım 1,5 saate inince günübirlik geziler çok rahat yapılabiliyor. İstanbul'da hatta bazen Ankara'da bile şehir içinde bir semte ulaşmaktan daha kolay, daha kısa, üstelik trafik derdi de yok. Sabah 8.40 trenine almıştık biletleri, garda kısa bir süre bekledikten sonra vagonumuza ve koltuğumuza kavuştuk. Yepisyeni idi tren, sanırım sefere çıkmaya başlayalı çok olmamış. Koltuklarımıza oturduk oturmasına da önümüzdeki koltukta oturan adamdan kesif bir ter kokusu yayılıyordu. Kız kardeşle fısıldaştık önce bu konu üstüne, havalandırma çalışmaya başlayınca hissedilmeyeceği umuduyla sırt çantalarımızı yerine yerleştirdik. Sonra kardeşim yanımda deodorant olup olmadığını sordu, ben daha "Yok" demeye kalmadan ön koltuktan bir el uzandı ve elimize bir kolonya tutuşturuldu 😄 Fısıldaşmamızı duymuş olması mümkün değil ama bu senkronizasyona çok güldük. Derken tren hareket etti, biz de kitaplarımızı açıp kahvelerimizi yudumlamaya başladık. Ben Akgün Akova'nın "İçimden Geçen Yolda" isimli denemelerini, kız kardeşim de çok önceleri okuduğu ve tekrar okumak isteği duyduğu Füruzan'ın "Gül Mevsimidir" adlı novellasını kıraat ettik yol boyu. Trende çok çocuk vardı ve bu nedenle gürültü kapasitesi olağanın üstündeydi, ayrıca koltukların arasında adeta sokak gibi gidip gelen insanlar dikkati dağıtıyordu. 50 sayfayı ancak okuyabildik, o arada tren Eskişehir Gar'ına girdi. Gide gele öğrenmiştik şehri, bu kez tramvay bileti almadan yürüyerek gitmeye karar verdik Adalar'a. Yol boyu ara sokaklara dalıp güzel evler, ilginç yapıda camiler, değişik isimli oteller ve duvar resimleri gördük. 


Eskişehir için hayli sıcak bir güne denk geldiğimizi öğleden sonra talkan kurabiyesi ve met helvası aldığımız dükkanın sahibi kadın söyledi. Gerçekten öyleydi, saat henüz 11.00 bile değildi ama Adalar'daki sevdiğimiz kitap-kafeye ulaşana kadar sıkı terledik. Yine de şikayetimiz olmadı, zira geçen sene ekim ayının başında geldiğimiz bir gün o kadar üşümüştük ki mağazanın birine girip kazak alıp giymiştik. 

Porsuk boyunca yürüdük, niyetimiz Porsuk'ta ring yapan teknelerden birine binmekti, daha önce gondol sefası yapmıştık ama tekneyi ihmal etmiştik, bu defa azimliydik, binecektik, süresi 12 dakika olsa da 😄 Görevli teknelerin belli bir saati olmadığını, yolcu talebine göre doldukça hareket ettiğini söyledi. Tabii sabahın o saatinde henüz kimse tekne rüyası görmemişti, biz de hevesimizi öğlene sakladık ve kahve içip dinlenmek üzere Adımlar Kitap-Cafe'ye yerleştik. Geçen yıl geldiğimizde de burada oturmuş, nefis bir bitki karışımı içmiş, içeri girip kitapları karıştırmıştık. Yine aynını yaptık, buzlu kahvemizi içip bir çikolatalı sufleyi paylaştık, sonra kitapları kurcaladık. "Her gittiğim şehirden bir kitap" adetim üzere Jean Echenoz'un "Koşmak" kitabını aldım ve "Şelale Parkı"na gitmek üzere vedalaştık "Adımlar"daki zarif dövmeli tatlı garson kız ile.


Yola çıkmadan önce internette biraz ders çalışmıştım, Eskişehir'de hala gitmediğimiz bir yer kaldı mı diye, kurada "Şelale Park" çıktı. Anlatan da bir ballandırmış sanırsın dünyanın 7 harikasından biri, eh kusur kalmayalım o zaman dedik. Sorduk soruşturduk, çok yokuş yürünmez dediler, toplu taşım aracı nerden kalkar bilemedik, taksiye binmeye karar verdik. Odunpazarı'ın arkalarında, tepede bir yer imiş. Gözümüze ilk çarpan taksi durağına seğirttik, yola düştük. Hakikaten yürümek sıkıntılı olacakmış, tırmandık da tırmandık, sonda ulaştık "Şelale Parkı"mıza. Sıcak havada şelaleden çağlayan suların yanında serinlemek hevesiyle girdik parktan içeri ama o da ne?


Şelale yok, yapay kaya var, buyrun serinleyin. Çekinmeyin altta birikmiş sularda da cupcuplayabilirsiniz 😄 Şelale nerde? İnek içti? İnek nerde? Dağa kaçtı? "Hüsranla gönül hep inler" şarkısını terennüm ederek beton binalardan oluşan Eskişehir manzarasını tepeden seyran eylemeye gittik:


Ama hakkını yemeyeyim park oldukça yeşillikti, hele de biraz ilerleyince gördüğüm manzara sıcağı da, şelaleyi de, suyu da, suyu içip dağa kaçan ineği de unutturdu. Hele siz de bir bakın haksız mıyım?


Leylak, çiçek açmış, hem de bu mevsimde. Oy severim ben seni, geleceğimi bilmiş de bana sürpriz yaparmış. Varsın akmasın şelaleler, mevsimsiz açan leylağım bana yeter 💜

Aman neler görüyorum? Şelalelerin akmadığına kızan Don Kişot, bunu değirmenden bilmiş, çekmiş mızrağı, takmış peşine Sanço Panza'yı, düşmüş yola:



Don'umuz, Kişot'umuza "Gazan mübarek olsun" diyerek Şelale Parkı'ndan ayrılıp şehre geri dönüyoruz. "Park çıkışında taksi zilleri var, basınca hemen bir taksi gelir" demişti bizi getiren şoför arkadaş, biz de öyle yaptık. Atladık gelen taksiye ve Porsuk kıyısına geri döndük. Niyetimiz yemek yemekti ama baktık Köprübaşı Tekne İskelesi'nde kalabalık var, yemeği sonraya bıraktık. Gerçekten epey insan toplanmıştı. Biletimizi aldık (kişi başı 7,5 TeLe) ringe çıkan teknenin dönüşünü beklemeye başladık. Derken geldi "Malhatun", teknenin adı yani. Aman içinden inen inene, bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk hesabı, bitmek bilmedi. Sanırsın belediye otobüsü. Neyse sonunda boşaldı, girip oturduk cam kenarına. Ne göreceksek, sanki Boğaz Turu'na çıkıyoruz. Bildiğimiz Porsuk Çayı, çevresindeki binalar, altından geçeceğimiz rengarenk köprüler. Teknesiz de görüyorduk zaten. Olsun, madem geldik buraya kadar, denemedik şey bırakmamak lazım değil mi? İçerisi feci sıcak ve kalabalıktı. İmece usulüyle birbirlerimizin fotoğraflarını çektik, komşu komşunun külüne muhtaç sonuçta. Yan tarafımızda oturan genç çift 12 dakikalık tekne turu boyunca kafalarını cam tarafına çevirmeden ellerindeki telefondan oyun oynadılar. Halam sağ olsa "Yavruuum" derdi, "o oyunu evinizde oynasanız da boşa para vermeseydiniz tekneye". Hoş belki hafif sallantıda şekerler daha iyi patlıyordur.. 


"Kaptan, üzerimize doğru bir gondol geliyor!" "Tüm yelkenler fora, kaçınnnn!"


12 dakikalık turdan sonra "Niye bindiydik ki, aman bir şeyden eksik kalmayalım" duygusuyla indiğimiz teknemiz efendim, yeni yolcularını bekliyor. 

Sıra yemeğe geldi, daha önceleri muhtelif alternatifler denemiştik. Bu sefer tam yöresel olsun, hem de yakında nasılsa diye "Papagan Çi Börek"e gitmeye karar verdik. Küçücük dükkan her zamanki gibi tıklımdı, fazlalıklar dışarıdaki masalara taşmıştı. Ortada dolanan yaşlıca bey çok komikti, çocukların yanağından makas alıyor, büyüklerle şakalaşıyor, bir yandan da tabak tabak çibörek taşıyordu masalara. Bize de "Kızlaar" diye hitabetti 😄 İkimize 1,5 porsiyon istedik, devasa börekler geldi, pişman olduk. Zar zor yemeye çalışıp sonuncuyu da tabakta bıraktık. Müsrüflük!



Böreğin adını yanlış yazmışlar bir kere "Çiğ" değil "Çi" börek o. "Çi", lezzetli demekmiş, ben Tatarların ve internetin yalancısıyım:

"Bolsa eger sıprada birkaç tane çibörek
Her bir derkde devadır, başka ilaç ne kerek"
(Varsa eğer sofrada birkaç tane çibörek
Her bir derde devadır, başka ilaç ne gerek"

Bu dizeler koridor yolluğu uzunluğunda bir çibörek destanının sonundan, tabii ki Kırım Tatarları yazmış. Ben de Cevriye görüp hizaya girer diye şuraya alayım dedim 😄

Çiböreklerle öyle bir şiştik ki Hamamyolu'nda bir yürüyüş eyleyelim dedik. Yolüstü girdiğimiz dükkandan Ankara'ya götürmek için leblebi unundan yapılma Talkan kurabiyesi ve bir çeşit pişmaniye olan Met helvası alıyorduk ki karşıda tabelasında "Karakedi Boza" yazan mekanı gördük. Ününü duymuştum fakat daha önceki gelişlerimde hiç rastlamamıştım. Alışveriş yaptığımız kadın da çok övünce içmeden gidemedik, zira ikimiz de, hele de ben boza delisiyimdir. Paketleri kapıp karşı dükkana damladık:



Lakin bardaktaki sıvı o kadar yoğun ve o kadar tatlıydı ki (zannımca sürüm çok fazla ve bozalar yeterince mayalanmadan satışa sunuluyor), ikinci yudumdan sonrasını getiremedik. Nerede Akman'ın caanım bozası, nerede bu adeta içilmeyen, yenen madde. Yine de çamur atmayayım, bozaya kıyamam çünkü, belki bize denk gelende bir olmamışlık vardı.

Bozalarımızı kapının önündeki çöpe bırakıp (yine müsrüflük, açgözlüyüz aç 😃) Hamayolu'nda piyasa yapanların arasına karıştık. Çok kalabalıktı, kimi yürüyor, kimi yol ortası kafelerde oturuyordu. Biz de kenarlarına çiçekler ekilmiş üst geçit benzeri, tünelimsi yapıya çıkalım dedik. Birkaç ahşap heykel sergileniyordu burada, ki daha önceki gelişlerimizden birinde Mozaik Parkı'na gitmiş ve orada daha çoğunu görmüştük. 



Hamamyolu turumuz da bitince rotayı Odunpazarı'na çevirdik. Her gelişimizde mutlaka uğrar, her seferinde de aynı keyfi alırız. Epey yürüdüğümüz için önce dinlenme ve kahve dedik, rengarenk örtülerle, sandalyelerle, minderle süslenmiş bir konağın bahçesine oturduk: Kasr-ı Nur. Pek iddialı bir isim değil mi? Bu yaz Eskişehir bana çalışmış, mevsimsiz leylaklar çiçeklendirmiş, adıma yakışan mekanlar açmış, daha ne isterim. Bir de boza ekşi olsa ne vardı?



Yeterince dinlendikten sonra biraz dolaşıp torbamıza Eskişehir simitleri, çantamıza minik bir lületaşı kedi, birer seramik bileklik, bir-iki ıvır zıvır daha ekleyerek ayrıldık Odunpazarı'nın güzelim sokaklarından:






Son bir kahve ve son bir görüşme için Adalar'a geri döndük. Porsuk'tan geçen iki gondol dikkatimizi çekti, fotoğraflarken gördük ki kutsal bir amaca hizmet etmekteymiş bu küçük seyahat:


Her iki gondol da köprülerden birinin altına geldiğinde genç bir adam diz çöküp yanındaki genç kıza evlenme teklif ederken diğer gondoldan çiçek ikmali yapılıyor, köprüde biriken arkadaş kontenjanından gençler de konfeti ve dumanlı birtakım zımbırtılar patlatarak bu kutsal olayı Eskişehir tarihine nakşediyorlardı. Ne diyeyim ne kadar absürd olsa da Nusret'in kaburgası üzerine tektaş koyarak yapılan tekliften daha tehlikesiz geldi bana. Etle teklif alan kızın talihi varmış ki o tektaş dişini kırmadı 😄

Gençlere "bir yastıkta kocasınlar" diyerek son bir kahve içmek için Rumeli Çikolatacısı'na girdik. Pek şık bir mekandı, kalp şeklinde bir tepside (izlediğimiz evlenme teklifinin üstüne cuk oturdu) kazan büyüklüğünde kupalarda geldi kahveler, köpüre köpüre içtik. Sonra da gara doğru yola düştük. 

Ufak tefek aksaklıklar olsa da pek güzel, pek keyifli bir gezi idi. Devamının gelmesini diler, kuaförün gafleti nedeniyle kısacık kesilmiş kahküllerimle gün boyu geçtiği dalgaya rağmen her yolculuğumu şenlendiren eşlikçim bacıma ve beni fazla sıkıntıya sokmadan günü bitiren Cevriye'ye teşekkürü bir borç bilirim, sağ olsunlar, var olsunlar...

18 Ağustos 2019 Pazar

18 AĞUSTOS (MERHABA)

Bu sabah bizim eve biri gelse dün akşam düğün var sanırdı. Halılar, koltuklar, tüm zemin gelinlerin başına atılan konfetiler gibi sarımsı beyaz renkteki taç yapraklarıyla örtülüydü. Caddenin iki yanındaki devasa akasyalar çiçek açma ve açtıkları çiçekleri rüzgara savurma mevsimine girdiler çünkü. Savrulan çiçek petalleri de en ufak esintiyle açık duran kapılardan, pencerelerden evin içine dolmaktalar. Kapıyı kapatsan sıcaktan bunalıyorsun, açsan akasya çiçeğinden oluşmuş bir kar doluyor evin içine. Bugün artık pes ettim ve istemeyerek de olsa o güzelim çiçekleri elektrik süpürgesinin tozlu haznesinde müebbet hapse yolladım. Çok sürmez yeni bir dalganın eve dolması, onları da yollarız arkadaşlarının yanına. Yeter ki akasyalar çiçek açmaya devam etsin. Yerlerde o petalleri gördükçe şu şarkıyı söylemeye başlıyorum: "Mahallede Akşamlar"


"Kımıldanır mahallemin daralan ruhu
Basma perdelerimde gün batarken
Alıp saatler süren uykusunu
Odama uzanır akasyam, pencereden"

Şarkının güzelim sözlerini de canım Orhan Veli Kanık yazmış. 



Bitmek bilmeyen bayram yapmışlar derken bitirdik şükür. Herkes tatilde, biz evi bekledik, bol bol yemek yapıp bol bol sofra kurduk. Çocuklar ve kız kardeşle ailesi dışında kapı çalmadı. Çok müteessir olduğumu söyleyemeyeceğim bu durumdan. Eski bayramları falan da özlemedim. Seyahat dışında rutinimi bozan hiçbir şeyden hoşlanmıyorum ben. Bizim vızırdak cadde bile gayet sessizdi, kafamızı dinledik. Ortalıkta ne bir koyun, ne de benzeri kurbanlık bir hayvan gördüm. Mahalle nüfus sayım gününde gibiydi, bomboş. Atkestaneleri meyvelenmiş onu farkettim, yakında yolda yürürken kafamıza düşmeye başlarlar. Ankara iki gündür sonbaharı yaşıyor, zaten kuru yapraklar düşüp duruyor, canım sıkılıyor. Ne kadar sıcak olursa olsun yazcıyım ben, Antalya'dan kaçma olayım bile bu gerçeği değiştiremiyor. Elimde mendil ter silerek öf, pöf etsem de yaz bitecek diye ödüm kopuyor. Neyse ki Ankara dönüşü Antalya bize iki ay daha yaz sunuyor sağolsun. 

Bugünlük bu kadar olsun, bir "Merhaba" demek istedim esasen. İlerleyen günlerde görüşmek dileğiyle hoşçakalın...

8 Ağustos 2019 Perşembe

8 AĞUSTOS (SEYRÜSEFER)

Dün kız kardeşle buluşmak üzere dolmuş bekliyordum. Miyop gözlüklerimi her zaman olduğu  gibi yine takmadığım için dolmuş burnumun dibine girmeden tabelasını okuyamıyordum. Hâl böyle olunca sağa yanaşmadan doğrudan yolun ortasından giden aracı neredeyse kaçırıyordum. El edince lütuf yapıp durdu. Tuhaf ki tek bir müşteri bile yoktu, sürücü ise binen kimdir diye merak edip kafasını bile çevirmedi. Uzattığım parayı da elini arkasına doğru uzatıp avucuna koymamı bekledi. Lingir lingir sallanan dolmuşta, ciyaklayan Cevriye'nin de etkisiyle epey bir akrobatlık yaptıktan sonra parayı isabetle yerleştirebildim avucun ortasına. o süreçte şoför efendi Hint dansçıları gibi sağ avucu açık, eli havada epeyce beklemek zorunda kaldı ama ne bir kelam etti, ne de kıpırdadı. 

Tamamı boş olan koltuklardan en beğendiğime yerleştim, bir süre gittikten sonra bir adam bindi, epey bir süre gittikten sonra da yaşlıca bir hanım el etti. Dolmuş durdu, hanım bindi ve "Teşekkür ederim" dedi. Şoförde "tık" yok. Hemen şoförün arkasındaki koltuğa oturup çantasından çıkardığı parayı "Buyur bakalım yakışıklı" diyerek uzatan kadın ne sözüne, ne de gülümsemesine yine cevap alamadı. Ayrıca kel kafası, 130 civarında seyreden kilosu, boğum boğum yağlı ensesi ile arkadan gördüğü şoförü nasıl yakışıklı buldu onu da çözemedim. Dil alışkanlığıdır deyip geçiyordum ki hayli dik bir yokuşu poflayarak tırmanan dolmuş için öndeki hanım yine dile geldi: "Çok sıcak, araba çekmiyor değil mi?" No comment. "Hava diyorum, çok sıcak. Araba çekmiyor diyorum, değil mi?" Bir kez daha no comment. Ama hanım teyze sohbetlere doymuyordu. Alamadığı cevabın yerine sıcağı ıspatlamak için hırkasını çıkarıp katladı ve eliyle yelpazelenmeye başladı. Vın vın gidiyoruz, şoför hala iri kıyım bir mumya modunda. Derken teyze yine aldı sazı: "Beni şu ilerdeki durağın yanında indirmeniz mümkün mü?" Tıs yok. "Ben oradan karşıya geçip başka dolmuşa bineceğim de". Yine tıs yok. "Zahmet olacak size". Ay arkadan bir bez parçası atıp kadının ağzını bağlamak geldi içimden. "Yahu bindin bineli adam bir tek sözüne cevap vermedi, bırak cevap vermeyi kafasını bile sallamadı. Neyine zahmet olacak da kırılıp dökülüyorsun" diyeceğim ama ben de onun kadar kibar kadın olduğum için içimden geçirmekle yetindim. Sonra kadının dediği yerde durdu mumya, teyzem sessizliğe doymamış olacak ki, "Çok teşekkür ederim efendim, hayırlı işler" diyerek indi. Ben de orada inecektim özellikle arkaya kaldım ki adam cevap verecek mi, yok arkadaşlar, "Teşekkürler" bile çıkmadı hödüğün ağzından. 

Bol monologlu seyahatimi böylece sonlandırıp kız kardeşle buluştum, işlerimizi halledip eve döndüm. Akşam çocuklar geldi, evdeki yemeğe ilaveten felafel sipariş etttiler. Eve yürüyerek 15 dakika mesafedeki lokantadan motorla 45 dakikada ulaşan felafeller o kadar sertti ki, yemekten vazgeçtik, masayı kenara çekip halı üzerinde birkaç delik açarak saplı fırça ile golf oynadık top niyetine. Kalburüstü bir sporu evde yapma şerefini bize bahşettiği için de felafelci ve yedi sülalesine çok olumlu duygularımızı gönderdik.  Bir dahaki siparişimizde tenis turnuvası düzenlemeyi düşünüyoruz felafel topları ile. 

Bu fotoğraf da bugün, Ankara sokaklarından. Aklıma Shakespeare geldi niyeyse 😄


1 Ağustos 2019 Perşembe

1 AĞUSTOS (TEMMUZ OKUMALARI)


Temmuz ayını memnuniyetle yolcu ettik, zira okuma açısından hayli verimli geçti. Hedeflediğim sayıyı fazlasıyla aştım. Üstelik okuduğum çoğu kitaptan da memnun kaldım. O halde başlayalım:


-Mahir Ünsal'ın son 2 kitabından "Kara Yarısı"nı anı olarak Bodrum Zai'den almış ve severek okumuştum. Diğerini, "Sarı Yaz"ı almak ve okumak Ankara'da kısmet oldu. Kısacası Mahir Ünsal'ın son kitaplarını deplasmanda edinmiş oldum. "Sarıyaz" uzun zamandır okuduğum en güzel öykülerin birleşimiydi. Marmara'da bir kasabada, tozlu, sarı birkaç yaz gününe sığmış, aynı zaman, aynı mekan ama farklı kişiler ve farklı yaşamlar barındıran öykülerdi. Çok sevdim, kapağa ayrı bayıldım. Tavsiye ederim...


-"Garson", D&R ziyaretlerimden birinde Nar kampanyasına ve kapağın hoşluğuna aldanarak aldığım bir kitaptı. Tabii yazarın İskandinav kökenli olmasının etkisini de inkar etmemem lazım. Gelgelelim tam bir hayal kırıklığı oldu. "Hills" isimli asırlık bir Avrupa restoranının gündelik olayları oranın emektarlarından orta yaşlı bir garson tarafından anlatılıyor. Normalde seveceğim bir konu olmasına rağmen dili ya da anlatımın kuruluğu hiç mutlu etmedi beni. Almayınız :)


-Bilenler bilir, şiir seven bir okuyucuyumdur, Akgün Akova da sevdiğim şairler arasında ilk 10'a girer. İncelikli dilini, mizahi yönünü, betimlemelerini çok severim. Kendimi zaman zaman kitap elimde yüksek sesle o güzelim şiirleri okurken bulurum. Uzun zamandır yeni bir kitabı çıkmamıştı, "Yüzünden Yollar Çıkardım"ı kitapçıda görünce şeker bulmuş çocuk gibi atladım. Yine yanılmadım, her bir şiir ayrı bir şölendi. Şiirseverlere duyurulur...



-Seray Şahiner'i "Antabus" ve "Hanımların Dikkatine" isimli kitaplarından tanıyordum. Severek okumuştum ama tiryakisi de olmamıştım. "Kul" D&R'ın "ikinci kitaba yüzde 50" indirim kampanyasında "Garson"a arkadaş olarak aldığım bir kitaptı.  Mercan'ın çok bilindik ve hüzünlü hikayesi, pek çok kadın gibi. Akıcı bir dille yazılmış ve kolay okunuyor ama genelde ödül alan kitaplar beklentimi karşılamıyor, bu da farklı olmadı...



-Ters bir okuma yapmışım aslında, önce "Ucunda Ölüm Var", sonra "Aşıklar Bayramı" olmalıydı. "Heves Ali"yi vaktinden önce, Kemal Varol'u ise gecikmeli tanıdım anlayacağınız. Yine de çok bir şey değişmedi, şiir gibi cümlelerle Tanpınar'ın 5 şehrinde ilginç yaşamlara denk geldim. Ankara yerine Arkanya olmuş ne gam, zira Arkanya Kemal Varol'un olmazsa olmazı. Her kitabını gönül rahatlığıyla tavsiye ederim...



-"Idaho", kitaba adını veren, kışları sert geçen çetin ve güzel doğada, erkek olanı giderek hafızasını yitiren bir çiftin gizemli öyküsü. Ortada ölen bir kız çocuk, kayıp bir başka çocuk, hapiste bir anne, ne olup bittiğini tam olarak hatırlamayan bir baba ve bu gizemi çözmeye çalışan bir ikinci eş var. Bir nevi polisiye tadında ilerliyor. Sonuçta tüm düğümler tam olarak çözülemese de "Idaho" okunası bir kitap...



-Latife Hanım hakkında ilk okumamı bir gazetede yayınlanan tefrikadan yapmıştım. Gazete "Ulus" mu idi, "Cumhuriyet" mi tam hatırlayamıyorum, ilkokuldaydım zira. Salih Bozok'un ağzından yazılmıştı yanılmıyorsan, haliyle pek güzel duygular bırakmamıştı o yaşta bir kız çocuğunda, Atatürk'ü üzen bir kadın olarak. Sonraları çeşitli kitaplar ve belgeseller fikrimi biraz değiştirse de hala şüphelerim vardı. YKY'de yeni baskısı çıkan İpek Çalışlar'ın "Latife Hanım"ı bilmediklerimi öğrendiğim, yanlış bildiklerimi düzelttiğim ufuk açıcı bir okuma oldu. Yine de bazı şeyler kişiye özel ve asla açığa çıkmayacak. Kitap hayli kapsamlı bir çalışma sonunda hazırlanmış. İki baskın karakterin birlikte olmasının ne kadar zor olduğunu bir kez daha görüp kime hak vereceğim konusunda kararsız kaldığımı da belirteyim. Her şeye rağmen Latife Hanım Atatürk'ün hayatında ve Türk tarihinde oldukça önemli bir figür. Meraklısı için kesinlikle okunmalı derim...