Not: Öncelikle bu yazının uzun ve bol fotoğraf içerdiğini peşinen belirteyim ki ona göre okuyup okumayacağınıza karar veriniz 😃
"Sivas yollarında geceleri
Katar katar kağnılar gider"
demiş Cahit Külebi "Sivas Yolları" şiirinde. Sivas yollarında artık yüksek hızlı tren gidiyor. Öyle bir imkân olur da biz durur muyuz, aldık biletimizi, dün sabah 8.40'da düştük yola. Memleketi ortadan bir çizgiyle kessek ben doğusuna hiç geçmedim diyebilirim. Sivas'la başlayalım, belki daha uzakları kısmet olur. Sivas YHT hattı yeni açılmış, Kırıkkale ve Yozgat üzerinden gidiyor, her iki ilde de kısa bir mola ile yolcu alıp yolcu indiriyor. Hesapta 2,5 saatte ulaşacaktık Sivas'a ama beklediğimiz kadar hızlı değildi tren ya da daha altyapı tam oturmadığından aksamalar oluyor, 3 saati buldu ulaşmamız. Yol boyu arkamızda bağıra çağıra konuşan kolu alçılı adamın sesinden fırsat buldukça Meltem Dağcı'nın "Dünyanın Öteki Yüzü" isimli öykü kitabını okudum, kız kardeşle sohbet ettim ve tepede asılı ekrandan özel TV yayını izleyerek bilgilendim. Çok zor ve ender rastlanan bir yemek tarifi öğrendim bu sayede: "Patates püresi" 😂 Alt tarafı haşlanmış patatesi ezeceksin kardeşim, buna tarif ne hacet. Üstelik patatesleri soydu, kuşbaşı doğradı, tencereyi ağzına kadar suyla doldurup haşladı. Haşladığı suyu lönk diye döküp bütün vitaminleri telef etti. Sonra yağ ve süt ilavesiyle ezip üstüne kıyılmış yeşil soğan serpti. Bak hele sen, hangi yabancı kanaldan arakladınız bu tarifi, bi söylen bakayım 😂 Bu patates püresi tarifini yol boyunca 4-5 kere aldık, aralarda kaktüslü bir arazide tango yapan balondan yapılma bir çiftin dansını izledik. Onca kaktüsün arasında patlamadan dere-tepe aşıp sürdürdüler tangolarını. Böyle böyle geldik Sivas Gar'ına. Tarihi Gar'dan yaptık şehre çıkışımızı, akşam trene binişimiz ise yandaki yeni YHT Gar'ından oldu.
Şehre ilk kez geldiğimiz için merkeze nasıl gideceğimizi soruşturduğumuz kişiler yorulmazsak yürüyebileceğimizi söylediler. Menzile erişince gördük ki biz o yollar gibi ne yollar yürüdük. Sivas tipik bir Orta Anadolu kenti, türüyle çok benzer özellikler gösteriyor. En çok dikkatimizi çeken binaların diklemesine değil de uzunlamasına yapılmış olduğu idi. Biraz abartacağım ama binanın başında sigaranızı yaksanız, sonunda söndürürsünüz 😊 Her bir bina adeta küçük bir köy kadar insan barındırıyor neredeyse. Gar'dan şehir merkezine ulaşan caddenin başında TCDD lojmanı olduğunu farzettiğimiz iki katlı konutların yanında Ray1, Ray2 gibi isimler taşıyan yüksek apartmanlar da gördük ama nedir bilemedik. Bilmesek de olur zaten.
Bizi şehir merkezine götüren caddenin bir bölümüne geldiğimizde "Sivas Kalesi" ve "Gök Medrese" yazan bir işaret levhası görünce "Eh, o zaman önce burayı görelim" dedik, tam karşıya geçecektik ki aynı trende geldiğimiz görme engelli bir adam bize "Köfteci Ahmet"in yerini sordu. Ne yazık ki biz de bilmiyorduk ama öğrenmek niyetindeydik, lakin henüz yemek için erkendi. Yolun karşısına geçince baktık ki adamcağızın sorduğu nokta tam da Köfteci Ahmet'in önüymüş 😀 Neyse biz Kale'ye gitmek niyetiyle yola devam ettik. Güneş tepemizde boza pişirirken bir yanı ağaçlı yokuşu tırmandık. Yokuşun sonunda bizi Kale karşıladı 😋
Alın size Kale 😂 Muhtemel ki eskiden kale surları varmış, esamisi kalmamış, "Çakma bişi yapalım, etrafı park olsun, gelen giden çay-kahve-nargile içsin" demişler. Kısacası zahmet edip çıkmayın, Kale yok kafe var. Manzara da pek ahım şahım değil, tırmandığınıza değmez:
Söylenerek indik tırmandığımız yokuşu, Gök Medrese'yi aramaya başladık. Rastladığımız çeşitli kişilere sora sora muhtelif sokaklara girip çıktık. Kimi yabancıydı, kimi bilmedi, kimi karışık bir tarif sundu ama şunu belirteyim ki şehrin yerlisi olduğunu düşündüğümüz herkes yardımcı olmaya çalıştı. Sora sora Gök Medrese'yi değil ama Ulu Cami'yi bulduk.
Ulu Cami, kubbesiz, düz tavanlı, dikdörtgen planlı ve tek minareli bir cami. Gördüğümüz kadarıyla minaresi de Pisa Kulesi kadar olmasa da epeyce eğri. Caminin içini görmek için yanımızdaki şalla başımızı örtüp avlu kapısından girdik, kız kardeş benden önce davranıp Kadınlar Bölümü'ne yönlendiğinde bir adam yanaşıp "Caminin içini görmek istiyorsanız ana kapıdan girin, burası Kadınlar Bölümü" diyerek beni şaşırttı. Ana kapıya geldiğimde kız kardeşin ayakkabılarını orada bıraktığını gören bir başkası da "İçerde çıkarın bacım, niye buraya bıraktınız" deyince şaşkınlığım iyice arttı. Başkentimiz Ankara'nın en ünlü camisi Hacı Bayram'ı restorasyon sonrası ziyaret edelim diye gittiğimizde kapıda duran adamlar bizi dövmekten beter edip içeri sokmamışlardı. Yine arkadaşın annesinin mevlüdü için toplandığımız bir caminin üst katında, henüz mevlüt sürerken iki adam gelip önümüzde namaza durmuş ve çıkmamızı istemişlerdi. Üstelik caminin ana bölümü bomboştu, sırf kadınız diye sindirme politikası uygulamışlardı. Ankara'da gördüğümüz muameleden sonra Sivas'ta bu özendirme ne yalan söyleyeyim mutlu etti, sanki camiler erkeklerin tekelinde.
Ulu Cami'den sonra yine tarif üzere Gök Medrese'ye yönlendik. Gördüğüm kadarıyla Gök Medrese'nin etrafında çakma bir eski mahalle oluşturuluyor, inşaat halinde idi. Medresenin safir rengi minareleri ıhlamur kokusuyla birlikte gözümüze ve burnumuza çarpınca, "Sonunda" dedik. Gök Medrese de Gök Medrese idi hani, öyle zarif, öyle güzel...
13. Yüzyıl'a tarihli Gök Medrese Anadolu Selçukluları döneminde Konyalı mimar Kaluyen el-Konyevi'ye yaptırılmış. Eline sağlık, pek güzel yapmış, özellikle taş işçiliği anlatılmaz, görülür.
Taş işçiliği ve çiniler muhteşem. Medrese üç yıldır Vakıf Müzesi olarak hizmet veriyormuş ama kapıdaki görevli kulübesi boştu, haliyle ücret ödemedik.
Burası Medrese'nin hamam ve tuvalet hizmeti gören bölümü. Suyun akışı çok işlevsel düzenlenmiş, hamam kurnalarından akan su tuvaletlere kadar ulaşıyor.
Kısacası Gök Medrese'yi çok beğendik, yeterince gezip fotoğrafladığımıza karar verince de aç karnımızı doyurmak niyetiyle Köfteci Ahmet Usta'yı aramaya başladık. Bu konuda bize yine yol sorduğumuz bir Sivaslı yardımcı oldu. En son Antakya'da bu tür insanlara rastlamıştık. Bize merkezi bir yere kadar eşlik etti, elinden geldiğince bilgi verdi, hatta keşke arabam yanımda olsaydı da sizi götürseydim bile dedi. Bu vesileyle bir teşekkür ileteyim kendisine, belli mi olur belki ulaşır bir şekilde.
Ahmet Usta (ki tabelada küçük harflerle Kirli ibaresi de vardı) ilk gördüğümüz yerde bizi bekliyordu. İnsan tabelada "Kirli" ibaresini görünce lakap da olsa biraz huzursuz olmuyor değil. Biz sanırım İnönü Bulvarı'ndaki şubeye gittik. Merkez sanayi içinde imiş ya da öyle söylediler. Mekanı çok sevmedim, tenha olsun diye arka tarafa geçtik, sıradan masa sandalyeler, giriş biraz daha özel döşenmiş. Meşhur Sivas köftesi istedik, zaten başka bir şey yok. Bu köfte sadece kıyma ve tuzla yoğuruluyormuş. Köfteden ziyade biftek tadı alınıyor. Önce küçük tabaklarda domates salata, soğan piyaz ve acılı ezme ile pide geldi, ardından köfteler. Porsiyonlar büyüktü, köfteler de lezzetli. Normalde paylaşmam ama seyahatlerde yemek fotoğrafı paylaşılmalı diye düşünüyorum. Aslında bir porsiyon iki kişiyi doyurabilirmiş, kız kardeş tamamını yiyemedi zaten.
Köftelerin lezzetine ve porsiyonların büyüklüğüne rağmen mekanı biraz pasaklı buldum. Özellikle WC (alaturka ve tek idi) ve lavabo oldukça bakımsız durumdaydı. Sık sık kontrol edilip temizlenebilirdi zira az denemeyecek bir hesap ödedik, daha özenli olunabilirdi.
Karnımız doyunca gözümüz yola düştü ve tarihi kent merkezine doğru yürümeye başladık. Burada hem Buruciye, hem Çifte Minareli Medreseler, hem de Sivas Kongresi'nin yapıldığı lise ile Tarihi Jandarma Binası ve yine tarihi Valilik binası birbirine çok yakın bir mesafede yer alıyor.
Çifte Minareli Medrese yine 13. Yüzyıl'a tarihli, İlhanlı veziri Şemseddin Cuveyni tarafından yaptırılmış. Medresenin bina kısmı ne yazık ki yok olmuş, sadece kapı kısmı mevcut, taş oymaları yine muhteşem güzellikte. Tarihi Kent Meydanı'nda park gibi düzenlenmiş bir alanın içinde olan bu tarihi yapıların etrafında insanlar karınca gibi kaynıyor. Kimsenin doğru dürüstü yapıyı, taş oymalarını, başka özelliklerini incelediği yok. Geliyorlar, poz veriyorlar, fotoğraf çektiriyorlar ve gidiyorlar. O kalabalığın içinde uzun uzun inceleyebilmek de mümkün değil zaten, "Geldim, gördüm, gittim" deyip ayrılıyorsunuz. Bir-iki foto da biz çektik haliyle, sonra hediyelik eşya standlarını dolaştık biraz. Turistik amaçlı, kaba-saba yapılmış ıvır zıvırın arasından bir magnet seçip aldık ve hemen yandaki Buruciye Medresesi'ne geçtik.
Muzafferiddün Burucirdi imiş bu medresenin bânisi ve yine Anadolu Selçuklu döneminde 1271 yılında yapılmış, diğerleri kadar ihtişamlı olmasa da bunun da oymalı ana kapısı oldukça güzel. Bir de içeriyi görelim diye girdik ki içerisi cafe olmuş, ana-baba günü gibi kaynıyor. Neden bu tarz yapılar müze olarak koruma altına alınmaz da başka mekanlar yokmuş gibi cafeye çevrilip onca insan tarafından zarara uğratılır anlamadım. İçerideki kalabalığı görünce dar kaçtık oradan ve caddenin karşısına geçip Kongre Binası'ndaki müzeyi gezmeye başladık.
Bina 1892 yılında İdadi Binası olarak yaptırılmış. İçi çok güzel, ahşap ağırlıklı, tavan süslemeleri enfes, merdiven tırabzanları görülesi bir bina.
Tırabzan detayı
Sonra malumunuz Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye bir süre karargah olarak kullanıp 4-12 Eylül tarihleri arasında Sivas Kongresi'ni gerçekleştirmişler.
Kongre'nin yapıldığı salon
Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra 1981 yılına kadar Kongre Lisesi adıyla okul olarak kullanılan bina daha sonra Müze'ye çevrilmiş. Sivas Kongresi anılarının yanısıra birtakım etnografik objeler de sergileniyor. 2023 yılının "Aşık Veysel Yılı" olarak kabul edilmesinden dolayı Aşık Veysel adına da bir oda açılmış, ozana ait eşyalar ve mumya heykeli sergilenmekte.
Medreselerdeki kalabalık ve özensizlikten sonra Kongre Müzesi'ndeki düzen iyi geldi. Müzekart geçerli, normal ücret 40 lira, 65 yaş üstü ücretsiz.
Yorulduk ve susadık arkadaşlar, o yüzden yol üstü bir büfeden su alıp İnternet'te methini okuduğumuz Çerkez'in Kahvesi'ne doğru kırıyoruz rotayı:
Asıl mekan bu ama yaz ve sıcak olduğu için genellikle ön tarafındaki yükseltide yer alan açık hava terasında hizmet veriyor. İçerisi çok otantik, kahvelerimizi içince girip gezdik.
1943 yılında küçük bir çay ocağı olarak açılmış, sonra büyümüş, şimdi kurucunun çocukları ve torunları tarafından işletilen kahvenin en önemli olayı kahvesinin köpüğü.
Kulpsuz fincanlarda sunulan kahve çok lezzetli ve kremamsı köpüğü adeta kapak gibi kahve bitene kadar öylece duruyor, hiç bitmiyor. Kahvemizi içip yeterince dinlendiğimize kanaat getirince kahvenin yakınındaki Taş Han'a giriyoruz, amanın o da ne, bir giren pişman bir girmeyen 😀
17. Yüzyıl'dan kalma bu Osmanlı hanı bir bavul cenneti. Dünyanın bütün bavulları sözleşmiş ve "Gidelim Taş Han'a, bir alem-i zevk eyleyelim" diyerek iç avluda toplanmışlar. İnsanın ruhu daralıyor içeri girince. Üst katlarda ise küçük küçük cafeler var, o kısım nisbeten sevimli ama zemin "Aman aman!" 😀
Tekrar Tarihi Kent Meydanı'na dönüyor ve Jandarma Binası'nın yanından geçiyoruz. 1908 yılında inşa edilmiş, mimarisi çok hoş bir bina, şimdi ne olarak kullanılıyor, bir fikrim yok.
Sırada Valilik Binası'nın-ki o da Sivas Valisi Halil Rifat Paşa tarafından 1884 yılında yaptırılmış tarihi bir bina-arkasındaki Şehir Müzesi var. Burada Müzekart geçersiz, yaşınıza hürmet de yok, paşa paşa 30'ar lira bayılıp giriyorsunuz içeri ama Müze gayet güzel, verdiğiniz paraya değiyor.
Müzede şehrin tarihi, ünlüleri, etnografik özellikleri, yöresel yemekleri, esnafı, kısacası bir kenti kent yapan ne varsa sembollerle, maketlerle, mumya heykellerle tanıtılmış. Hayli büyük ve detaylı bir müze, sadece hoşuma giden üç fotoğraf paylaşacağım ve bitireceğim.
Sivas'ın ünlü Kangal köpeği
Madımak toplayan teyzesi
Ve eski yıllardan bir kent meydanı maketi
Sivas'da ana kavşaklar dışında trafik ışığı pek yok, geçişler yaya geçitlerinden sağlanıyor, kimi sürücü özenli, riayet ediyor, kimi pek önemsemiyor, el kol hareketiyle durduruyorsunuz. Bu nedenle kavşaklara şunlar yerleştirilmiş, güldük biraz 😀
Yayalar kırmızı çizgimiz efenim 😀
Eh, şehir içinde görülecek yer bırakmadık, tren vakti de geldi, Gar'a yollandık, trenimize binip yerimizi aldık ve birkaç kez daha patates püresi tarifi alarak Ankara'ya avdet eyledik.
Devamı gelsin diyoruz...
Not: İmla hatası veya eksik bir şeyler bulursanız kusura bakmayınız, tekrar okuyamayacağım zira 😀