.

.
.

30 Haziran 2017 Cuma

HAZİRAN OKUMALARI

Haziran diz ağrım yüzünden tatsız ama bu nedenle eve mahkum olduğum için okuma açısından verimli bir ay oldu. Çoğunluğu evdeki en rahat kanepede, bir kısmı da fizik tedavi seansları esnasında tıp merkezinde olmak üzere 17 kitap okumuşum, üstelik çoğu da hayli hacimli. Bakalım neler okumuşum:


-Haziran ayının ilk kitabı kapağına ve adının ilginçliğine kapılarak aldığım İsahag Uygar Eskiciyan'ın "Konteyner Zaafı" oldu. Lakin aynı beğeniyi içeriği için geliştiremedim. Kitap ilginç bir yazım tarzı olan kısacık öykülerden oluşuyordu ama bana pek hitap etmedi. Öyküde klasikciyimdir, bu yüzden sevenlerine bağışlıyorum.


-"Kıymetli Şeylerin Tanzimi", bu ay okuduğum en iyi kitaptı diyebilirim. Kitabı kızkardeş getirmese kapağının güzelliğine vurulup alabilirdim ama bu sefer pişman olmazdım. İsmi ilk bakışta ev ekonomisi kitabını çağrıştırsa da gündelik hayatın sade bir dille anlatıldığı, sıradan insanların gözden kaçırılmış sıradışı öykülerinin kurgulandığı nefis bir romandı. Sakin sakin giderken birden ters köşeye yatırıp olmadık yerde "vay canına" dedirten bir okuma oldu. Yazarın ilk kitabıymış, dilerim son kitabı olmaz, arkası gelsin, yolu açık olsun. Ben çok hoşlandım kıymetli şeyleri tanzim etmekten, eminim siz de seveceksiniz...


-Antonio Altarriba'nın yazıp Kim'in çizdiği "Kırık Kanat" dizim beni eve mahkum etmeden önce uğradığım Dost Kitabevi alışverişinden kalma idi. Yazar bu çizgi romanda annesini anlatıyor, hemen yanında babasını anlattığı "Uçma Sanatı" isimli bir başka çizgi roman duruyordu. Ben satın alma önceliğini anneye verdim. Hoş daha sonra babayı anlatanı da çizgi roman üstadı enişteden alıp okudum ama ondan aşağıda bahsedeceğim. Yazarın annesinin küçük bir İspanyol köyünde daha doğarken talihsizce (doğumda ölen anne, ve annenin ölümüne sebep olduğu düşüncesiyle bebeği öldürmek isteyen baba) başlayan yaşamı çizgilerle canlandırılmış.  İspanyol İç Savaşı ve Franco dönemi de her iki kitabın arka planında çizgilerle yansıtılmış. Bu tarzı seviyorsanız kaçırmayın derim. 


-Yemek ve mutfak kültürüne dair kitapları çok severim, bilhassa Oğlak Yayınevi'nin bu küçük kitaplarını. Gültekin Emre "Yiyelim İçelim Okuyalım Yazalım..." isimli bu kitabında okuduğu kitaplardaki yemekle ilgili bölümlerden örnekler sunmuş. Bu konuya ilgi duyanlar için cazip olabilir. 



-"Ben Söylemem Sen Anla" Ayşegül Kocabıçak'ın benim okuduğum ikinci kitabı. Daha önce çok güzel kısa öykülerin yer aldığı "Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları"nı okumuştum. Bu kez kitap yazarı tarafından hoş bir ithafla adıma imzalanmış olarak gönderildi. Buradan kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu kitap da diğeri gibi kısa öykülerden oluşuyor ve tıpkı ilki gibi insanı hüzünlendirip etkiliyor. Bazı öyküler ise oldukça eğlenceli. Kısacık öykülere bunca duygunun sığmış olması da yazarın yeteneği sanırım. Bir solukluk bu güzel öyküleri okuyun derim. 


-Polisiye, özellikle de yerli polisiye merakımı bilenler bilir. "İlk İntikam" yemek ve mutfak kültürü yazılarıyla ünlü Deniz Gürsoy'un ilk polisiyesi. Fazla beklentiye girmeden kafa dağıtmak için ideal ama biraz daha olgunlaşması lazım. Arada verilen yemek tarifleri yazarın arka planını ele veriyor :) 


-Macar Edebiyatı'na bayılırım. İstvan Örkeny'nin kısacık öykülerini arkadaşım Sevgi Can Yağcı Aksel Macarca'dan Türkçe'ye çevirmiş. Adı "Bir Dakikalık Öyküler" ama bazılarını okumak bir dakika bile sürmüyor. Kısalığıyla ters orantılı bir şaşırtıcılığı, etkileyiciliği var. 


-"Sessizlik ve Gürültü" Suriyeli muhalif yazar Nihad Siris'in kaleme aldığı bir distopya. Her ülkede rastlanabilecek bir diktatörlük öyküsü. Oldukça etkili bir dille anlatılmış, severek okudum ve açıkcası biraz da ürktüm. Buna rağmen rahatlıkla tavsiye edeceğim bir kitap oldu. 


-"Afet" kızkardeşin okumam için getirdiği kitaplar arasındaydı, kapağındaki afet(!)i görünce açıkcası önce çekimser davrandım, okumaya başlayınca ise "Niye bu kapak?" sorusunu sordum. Alakasız bir çizim olmuş, sürümü arttırmak amaçlı mıdır bilemedim ama gerçek okuyucular için itici olduğu kanaatindeyim. Üstelik kitapta sözü edilen Afet asla böyle bir tip değil. Kendilerini terkeden babalarını arayan biri yaşlılık hastalığından muzdarip iki kardeşin öyküsü. Akıcı bir anlatımı ve sürprizli, ters köşe eden bir sonu var, ısrarcı değilim ama okursanız da pişman olmazsınız. 


-Ayizi Kitaplarının tiryakisiyim. Hemen hemen yayınlanmış tüm kitaplarını okudum diyebilirim. "Kırmızı Etek" Hatice Günday Şahman'ın öykülerinin toplandığı bir kitap. Bazı öyküler çok etkileyici, öykü türünün meraklıları için ilgi çekici olabilir. 


-Yine bir Ayizi kitabı, ünlü tiyatro ve sinema sanatçısı Nedret Güvenç'in yaşam öyküsü: "Kendini Arayan Yıldız". Sanatçının çocukluğundan son zamanlarına kadar hayatını kendi ağzından okuyoruz. Daha önce Nedret Güvenç hakkında aynı tür bir kitap okuduğum için bana çok ilgi çekici gelmedi. Ama sanatçıyı ve tiyatro sanatını sevenler için tavsiye edebilirim. 


-"Aynanın Önünde Cımbızın Ucunda" keyifle elime aldığım bir kitap oldu, hem konusunun ilginçliğinden, hem de derleyen kişi kızkardeş olduğundan. Kuaförler ve Kuaförlük hakkında doyurucu bir inceleme kitabı, içinde bilimsel makaleler olduğu gibi hoş anlatılar da okumanız mümkün. 


-Yılmaz Güney'i ve eşi Fatoş Güney'i anlatan bir roman yazmış bu kez İnci Aral takma isimlerle. Yazarın diğer kitaplarından farklı bir tarzı ve anlatımı var "Sevgili"nin. Çoğunu bildiğimiz bir hayatın daha detaylı kurgulanması. Yaşamöyküsü, anı ve İnci Aral (çok) sevmeme rağmen bu kitabı sevemedim. 


-Haziran ayının ikinci polisiyesi oldu Nuray Atacık'ın "Fener Balığı". 500 sayfayı su gibi okuyup çok beğendiğim, akıcı ve yetkin bir polisiye idi, üstelik yazarın ilk kitabı ve umarım devamı gelir. Polisiye seviyorsanız, Murat amir ve ekibinin maceralarını merak ediyorsanız hiç durmayın derim.


-Yukarıda sözünü ettiğim çizgi roman serisinin ikinci (daha doğrusu ilk) kitabı "Uçma Sanatı". Antonio Altarriba bu kez babasının yaşam öyküsünü anlatmış, yine Kim çizimlerini yapmış. Baba ömrü boyunca denediği uçma isteğini sonunda 4. kattan atlayarak gerçekleştiriyor. Yine zor bir yaşam, hırslı bir yaşam ve yine fonda İspanya İç Savaşı var.  Diğeri gibi bu da okunmalı...


-Bu ay okuduğum üçüncü Ayizi kitabı "Kuru Su" oldu. Hande Aydın'ın bu ilk kitabını çok sevdim. HES'leri ve bu nedenle kurutulan dereleri, kesilen ormanları, katledilen çevreyi konu alan bir kitap. Kahramanlar çok sempatik, dil çok akıcı ve şahane betimlemeler var. Doğayı korumaya ilgi duyuyorsanız mutlaka okuyun derim, duymuyorsanız yine okuyun, belki ilgi duyarsınız.  


-Erdal Öz'ün ölümünden sonra yayınlanan "Günlükler"i "Yarın Nasıl Bir Gün Olacaksın?". Oğlu Can Öz tarafından yayına hazırlanmış. Erdal Öz'ün 1956 yılındaki gençliğinden başlayıp devre devre okul, askerlik, hapishane ve yayıncılık yıllarını 1998 yılına kadar kendi kaleminden anlatıldığı günlükler bunlar. Yazıldığı yılların Türkiye tarihine de ışık tutuyor. Bu türü sevenler için ilgi çekici...

Aslında elimde ay bitmeden başladığım bir kitap daha var ama sanırım o Temmuz ayının ilk kitabı olacak. Hepinize kitapla dolu günler diliyorum... 

29 Haziran 2017 Perşembe

BURALARDA YOKKEN

Cevriye'nin cevrinden hayata küstüm; günlerdir ev, fizik tedavi merkezi ve taksiler dışında bir mekan görmedim. Bir-iki gündür sakinleştiğini düşünüp bugün yürüyüşe çıkarayım dedim, sen misin çıkaran, Cevriye çıldırdı, eve nasıl geldim bilemedim. Ne olacak halimiz bu cadı ile bilmiyorum. 

En sevmediğim şeyler arasında kuaförler ve şoförlerle sohbet etmek vardır, gel gör ki 15 gündür aşırı dozda taksiyle muhatap olduğum için ben konuşmasam da şoförler susmuyor. Her biri ayrı bir alem. Kimi halime acıyıp yol boyu diz ağrısı için çözümler geliştiriyor, kimi kendi konuşmuyor ama radyosu susmuyor, kimisi memleketimi merak ediyor, kimi trafiğe veryansın ediyor, hasılı bezdim. Bazı taksilere birden fazla kere binmek durumunda kalıyorum. Evin karşısındaki otelin önünde bekleyen bir taksi var, beni gördü mü yanaşıyor. Mecburi bir ahbaplık yaşıyoruz bu nedenle. Her seferinde tıp merkezinin önüne bırakınca merak etti, şimdi her bindiğimde diz ağrısı konusunda yeni seçenekler sunup benim için üzülüyor 😀 Bir seferinde bindiğim taksinin Recep İvedik benzeri genç irisi sürücüsü ise Antalya'da yaşadığımı öğrenince ev fiyatları hakkında bilgi almak istedi. Emlakçı gibi bir görüntüm var sanırım, inerken de kartını takdim etti, ne zaman taksi lazım olursa arayacakmışım. Evin önündeki caddede taksi debisi aşırı yoğun zaten, dönüşte de hastanenin önünde bir taksi durağı mevcut, sanırsın Teksas çöllerindeyim, ne yapacaksam kartını. Fizik tedavinin ilk günlerinde bindiklerimden birinde ise Angara havalarına meftun bir sürücüye denk geldim. Gidene kadar beynim su kaynattı. Son ses dıngırdattığı yetmiyormuş gibi bir de cep telefonuyla konuştu ki en sonunda dışarı üflediğim derin nefesten etkilenmiş olacak ki "pardon" deyip telefonu kapattı ama Angara havaları berdevamdı. Bir seferinde kültürel varlıkları korumaya merakli birine denk geldim, bir diğerinde de "yıkılsın eski binalar, yerine mis gibi yenileri yapılsın" diyene. Şu fizik tedavi bir sonlansa en çok taksicilerden kurtulduğuma sevineceğim. 

Taksiciler dışında Cevriye'nin başıma açtığı dertlerden biri de "paça". Evet yanlış duymadınız, "paça". Hayatta en nefret ettiğim yiyecek. Ama yemem konusunda o kadar ısrar edildi ki "var zahir bir bildikleri" dedim. Denize düşen yılana sarılır ya, Cevriye'ye düşen de paçaya sarılırmış. Aman Tanrım, en son böyle bir eziyeti küçük bir kızken yaşamıştım. Zafiyet başlangıcı olduğum söylenmişti ve anneannem idareyi eline almıştı. Yediğim iğnelerin dışında her sabah aç karnına bir fincan pekmez ve akşam yemeğinde de doğru dürüst pişmemiş kanı üstünde dalak diyetime ilave edilmişti. Şu anda bile kokusu burnuma, tadı ağzıma geldi de midem bulandı. Hala dalak gördüm mü bucak bucak kaçarım, pekmeze de yıllar sonra zor alıştım. Şu yaşımda da paçaya mecbur olmak varmış kader utansın. Bir kase paça çorbasını içene kadar içim dışıma çıkıyor, çiğnemeden yutuyorum. Henüz hiçbir faydasını da görmedim. Ben içerken Cevriye kıs kıs gülüyor nalet.

Ha bir de telefon tacizi var, akşam oluyor bir ıslık. Açıyorum ekranı koca bir azar: "Bana bak Leylak bugün yine hiç etkinliğin yok, yürümemişsin, niye yürümedin, yolarım bak saçını başını". Nerden indirdim bu programı başıma dert, adımsayar değil eli sopalı Madam Rotenmayer.

Bayram çok sıkıcı geçti, bir-iki konuk ağırlayıp kızkardeşte ailecek bir bayram yemeği yemek dışında etkinliğimiz yoktu. Kanepeye yayılıp kitap okuyarak ve sosyal medyada paylaşılmış tatil resimlerine yutkunarak bakarak geçirdim üç sıkıcı günü. 

Ben de vaziyet böyle, kelimenin tam anlamıyla sıkıldım, bakalım daha ne kadar sıkılacağım ama inanıyorum ki bir gün şu hareketi yapmayı başaracağım :)


19 Haziran 2017 Pazartesi

CEVRİYE'DEN HABERLER

Cevriye halen aramızda arkadaşlar, bir karabulut gibi çöktü dizime, "iyiyim ben burada, gitmem, boşuna uğraşma" diyor. Lakin bende kuru gürültüye pabuç bırakacak göz yok. Göze göz dişe diş savaşmaktayım kendisiyle. 

Geçen hafta sürüye sürüye doktora götürdüm kendisini. Gitmemek için çok nazlandı, çok mücadele etti. "Uygun kıyafetim yok" dedi, bir an ben de panikledim, ne de olsa burası geçici mekan, tüm gardrobu taşıyıp getirecek halim yok, bavuldakilerin hepsi pantolon, kapri. Sonra askıda geçen yıldan kalma bir kot etek buldum, ince, bol bir şey, götürmemişim. 6 yıl önceki 3D projemin "diyet" ayağını başarıyla sonlandırdığım sırada almıştım. Normal şartlarda dar gelmesi gerekirdi ama Allahtan bozuk pileli bir model, bel kapandıktan sonrası sorun yaratmıyor. "Yaşasın, yaşasın" diyerek çıkardım, Cevriye biraz bozuldu: "Ne o öyle, demode bir şey, hem hiç yakışmaz bana, giymem" dedi. "Kes sesini" dedim, bir tane de çarpacaktım ama zararı kendime olacağı için caydım. Giydik eteği, gittik doktora. Fizik tedaviye karar verildi, şimdilik 15 gün, belki devamı gelir. Bugün 5. ciye götürdüm Cevriye'yi, hep aynı etekle. O olmasa ne yapardım bilmiyorum, pantolon çıkar, önlük giy, uğraş dur. 

Fizik tedaviyle arasında fena halde bir elektriklenme mevcut, belki sonuçta aşağıdaki makineden evlenme teklifi bile alabilir Cevriye. 


Hatta bir ara ikisini Esra Erol'un programına yollasam, böylece Cevriye'yi de başımdan savmış olurum diye düşündüm ama makine demirbaşmış, görevliler dışarı çıkmasına izin vermediler 😀Cevriye'yi elektrotlarla bu makineye bağlıyorlar, içi kıpır kıpır oluyor, bir heyecan, bir karıncalanma 😀 Beni düşünen yok tabii, ben gariban Cevriye'nin yerleştiği bacağın kaslarını kasmakla uğraşıyorum o sırada, neymiş kaslar kuvvetlenecekmiş. 40 dakikalık seans boyunca Cevriye ve makine birbirlerinden elektrik almakla meşgulken ben de kitabımı okuyorum. Vaziyetin en verimli yönü bu, dizimi karıncaların istilasına bırakıp birbiri ardına çeviriyorum sayfaları. Arasıra da pencereden şu şahane manzaraya bakıp mutlu oluyorum:


"Dünyanın bütün minibüslerini diyorum
Bütün minibüslerini getirin buraya
Dolmuşlarını, otobüslerini getirin,
Taksilerini getirin, getirin buraya
Son bir kez bakacağım onlara
Getirin, getirin... Ve sonra Cevriye'yi onlara vereceğim"

Nihoho, yaşasın kötülük 👿 Bu arada Ceyhun Atıf Kansu'nun o güzelim şiirini metamorfoza uğrattığım için ruhundan özür diliyorum ama sanırım aşırı elektrik akımı beyni de etkiliyor 😀

Bugün beşinci seansı takdim ettik Cevriye'ye, taşıt sesleri, hoparlörden yayılan güzel müzik, egzersiz odasındaki engelli küçük çocuğun çığlıkları, hastaların sohbetleri, hemşirelerin gülüşleri arasında. Henüz gitmeye niyetli görünmüyor ama umudum var, savacağım kendisini. Yalnız feci bunaldım, evde ayağımı uzatıp oturmak dışında hiçbir etkinliğim yok. Ruhum isyanlarda ama Cevriye dominant bir karakter, iplediği yok beni. Keyfi yerinde. En büyük faaliyetim taksiye binmek, taksiden inmek. Ara sıra da kızkardeş ya da bir arkadaşla seans sonrası Tıp Merkezi'nin hemen altındaki pastanede buluşuyoruz. Allahtan orası var, beni yormadan sosyalleşmemi sağlıyor. Sonra eve gelip en sevdiğim kanepeye atıyorum kendimi. Kanepe dediğin de adeta adam yiyen bir bitki. Bir kere oturdun mu kalkmak için vinç gerekiyor. Gömülüp kalıyorsun içine, zaten diz Cevriye'nin kontrolünde, kazara kapı çalsa minderlerle güreşerek kalkıyorum yerimden. Yokluğuma dayanamıyor, ben kalkar kalkmaz kendilerini yerlere atıyorlar. Seviyorlar beni ne yapsınlar, ben de onları seviyorum. Cevriye de seviyor ama o sevmesin "arkadaşım ol yeter, böylesi daha güzel" diyeceğim ama arkadaşlığını ile istemiyorum. Kişt kişt, hade ikile...

12 Haziran 2017 Pazartesi

CEVRİYE

11 gün sonra merhaba! Nerelerdeydin diye sorarsanız misafirim vardı: Cevriye. Hafta sonu geldi, hala burada. Açıkcası gelişine pek memnun olmadım, kulağı duymasın ya da duysun bir daha gelmesin, gelirse de bu kadar uzatmasın. Misafirliğin de bir adabı var, utanmasa üstümüze kaydolacak, öyle benimsedi. Hayatıma haciz koydu alenî, evden dışarı çıkamadığım gibi sürekli onun bakımıyla uğraşıyorum. Tek bir an kendi halime bırakmıyor, sürekli dizimin dibinde, uykuda bile rahat yok, gelip gelip dürtüyor. Arsız resmen. Sevimsiz de üstelik. Bu kadar dedikodusunu yaptığım için beni ayıplamadınız umarım, kim olduğunu merak ediyorsanız aşağıda kendisi. Kadının dizinde çakan sarı şimşekler, yani diz ağrım, yani Cevriye.


Bu misafirlik fazla uzadı, sabır da bir yere kadar, yarın tutup elinden doktora götüreceğim Cevriye'yi, ne hali varsa görsün. 

Cevriye bize ilk geldiği sıralarda, gitmemek için direnmesine rağmen bazı etkinliklere sürüklemiştim onu zorla, hoş sonra intikamını korkunç bir şekilde aldı ya, orası da ayrı mevzu. Antalya'daki Tiyatro Festivali'ni erken ayrıldığım için kaçırmıştım, Ankara'da Ethos Tiyatro Festivali'ne denk gelince "haydi" dedim, "bir iki oyun izleyeyim". Bir hafta önceden aldığım biletlerin seyir zamanı geldiğinde Cevriye bize hafiften yerleşmeye başlamıştı. Özgür Tiyatro'nun sahnelediği iki kişilik oyun "Gece O Kadar Kirliydi ki İkisi de Kayboldular"ı izlemeye gönülsüz de olsa götürdüm Cevriyanımı. Mızıkladı ama çok ses etmedi, zaten oyun da çok matah değildi. Lakin intikamını ertesi gün feci aldı, o direndi, ben direndim. Tüm itirazlarına rağmen Ankara Deneme Sahnesi'nin sunduğu, köy seyirlik oyunlarından derlenmiş "Düğün Evi, Oyun Evi"ne sürükledim, yine iyi insanım, taksiyle götürüp getirdim. İlginç bir oyundu, Deneme Sahnesi'nin kurucularından Nurhan Karadağ'ın derleyip sahneye uyarladığı seyirlik oyunları kalabalık bir ekip sundu, naif ve eğlenceli bir gösteriydi, sevdim ben. Aşağıdaki fotoğraflarda ekip oyun sonrası seyirci ile sohbette:



Ben sevdim sevmesine de Cevriye sevmedi, aksine sinir oldu ve eve gelir gelmez olay çıkardı. Canıma okudu, sabaha kadar uyutmadı, vır vır söylendi, dır dır dırlandı, ilaç istedi, merhem istedi, buz istedi, şefkat istedi, Atalet'le görüşmek istedi. Tüm dediklerini yaptım ama nafile. O gün bu gün hanım sultan gibi ayağımı uzattım oturuyor, Cevriye ile ilgileniyorum ama yine de memnun edemedim. Umarım yarın doktor gönlünü eder. 

Cevriyemle birlikte ev hapsindeyken epey kitap okuduk, Candy Crush Saga, Soda ve Jelly'de epey level atladık, diz ağrısı soslu dizi izledik, düşündük, taşındık ve kaşındık. Kafayı davulcuya taktık. Daha Ramazan gelmeden posta kutusunda el ilanını bulduğumuz mahallenin kadrolu Niğde'li davulcusunu bir kaşık suda boğmak istediğimize karar verdik. Esasen Cevriye'yi yollasam intikamını alır ama o beni sevdi kimselere gitmiyor. Adam daha Ramazan gelmeden zili çalıp bahşiş istiyor, yetmiyor Ramazan sonu tekrar geliyor, yetmiyor Bayram'da bir daha geliyor, yetmiyor başka mahallelerin davulcuları da geliyor. Tamam her şeye rağmen gelenektir deyip vereceğim eline üç-beş kuruş ama adam işini doğru dürüst yapmıyor ki, aleni para tuzağı. Cevriye'nin dürtüklemelerinden baygın düşüp tam biraz sızarken "dom dom dom" sesiyle sıçrayıp tekrar Cevriye'nin tacizlerine muhatap oluyorum. Çaldiğı da davul olsa, hayatımda bu kadar kötü davul sesi duymadım, arkadaş bir kamyonetin arkasında elinde tokmak rastgele vurup geçiyor. Ne o davul çaldı, insanları sahura kaldırdı, dostlar alışverişte görsün. Çocuğun eline versen tokmağı daha ritmli çalar. Antalya'da bir davulcumuz vardı, adeta virtüöz. Hem namesiyle çalar, hem de çeşit çeşit mani söylerdi. Ramazan davulcusu dediğin öyle olur, bunlar ne, motorize tokmaklı bahşiş ekibi. Yok size bahşiş mahşiş. 

Bir de pazarlama insanları türedi bu ara. Geçen kapı çaldı, komşu kadın sanıp açtım kapıyı, bir baktım sırtında çanta, geveze bir pazarlama kişisi. "Merhabaaa, parfüm tanıtıyoruz da, size de bırakalım bir numune dedik". "İstemem sağolun, benim alerjim var, her kokuyu kullanamıyorum". "Ama elimde son kutu kaldı, onu da size vereyim de ben de eve gideyim lütfeeen". Daha ben cevap veremeden elime içinde bir parfüm, bir de deodorant bulunan ne idüğü belirsiz marka kutuyu tutuşturdu. Sonra antrenin zeminindeki seramiklere bakıp, "Burası iş yeri mi?" diye sordu. "Neden ki?" "Yerde halı yok da" "Siz antrenize halı mı seriyorsunuz?" "Ay hahaha, o da doğru ya, siz evin hanımı mısınız?" "Evet" "Aaa çok şaşırdım" "Neden?" "Hiç göstermiyorsunuz da" "Ne göstermiyorum?" "Yani evin hanımı gibi durmuyorsunuz, çok genç duruyorsunuz" İçimden "çüş", dışımdan "Ayy evet 18 yaşımı dün bitirdim ama kimselere söylemeyin". Ya sabır ya sabır. "Şimdi şöyle yapıyoruz, kutularımızda hediyemiz var, bir adet Iphone, bir adet tablet, yanımızda açıyorsunuz kutuyu, eğer hediye çıkarsa hemen takdim ediyoruz". İş değişti birdenbire. "Eee?" "Eğer hediye çıkarsa siz de yoksul çocuklar için bize 100 lira bağış yapıyorsunuz". Hımm anlaşıldı, sahtekarlığın kokulusu. "Yok canım, ben açmayım zaten ayın sonu, kazara çıkar mıkar da 100 liram yok veremem sonra". "Ay ama belki çıkmaz, siz yine de açın". Kardeşim istemem dediğim halde elime zorla tutuşturdun, şimdi de aç hediye çıksın 100 lira ver diyorsun, tamam evin hanımı gibi değil 15 yaşında terütaze gibi duruyorum ama alnımdaki salak yazısı da o kadar okunur olmasa gerek. "Hadi canım hadi, al parfümünü başka birine anlat derdini, ben istemiyorum". Kahramanımızın suratı aniden düşer, yaptığı iltifatlara pişman üst katta bir enayi bulabilmek amacıyla merdivenlere yönelir. Perde!
Esasen diş macunu pazarlamacısını da anlatırdım ama hem yazı uzadı, hem de Cevriye buz istiyor, burada keseyim. Umarım Cevriye'yi kısa sürede sepetler, bir dahaki yazıda veda öyküsünü anlatırım. Hepinize Cevriyesiz günler dilerim...

1 Haziran 2017 Perşembe

MAYIS OKUMALARI

Mayıs ayı Ankara'da olmama ve o etkinlikten bu etkinliğe koşturmama rağmen okuma açısından verimli geçti. Çoğu hacimli 11 kitapla ayı kapatmış buluyorum, şimdi gelelim neler okuduğuma:


-Aslı E. Perker'in "Vakit Hazan"ına Antalya'da başlamış ve yarısı okunmuş olarak Ankara'ya taşımıştım. Benim için eziyetli bir okuma süreci oldu. Sevmedim, ne kitabı, ne kahramanını. Yanımda taşıma zahmetine katlandığım için bitirdim, yoksa elimden bırakıvermem an meselesiydi. Sanırım bundan sonra Aslı Perker okumayacağım. 


-Eflatun kapağıyla altında poz verdiği leylaklara pek yakışan "Yengeler Cumhuriyeti" bir derleme. Mustafa Çiftçi ve Tanıl Bora'nın birlikte kotardıkları, içinde bazı yazarların, akademisyenlerin ve kardeşimin de yengelik kavramı üstüne yazılarıyla yer aldıkları bir kitap. Bazen hüzünlü, bazen eğlenceli, genelde hoş bir derleme olmuş.


-"Anı okumayı sevengiller" grubuna dahil olduğumdan, ömrünün son yıllarını Antalya'da geçirdiği için kendisini de şahsen tanıdığım Ali H. Neyzi'nin "Meyzi ile Neyzi" isimli, anne-babasını anlattığı kitabını çok sevdim. Birbirlerine "Meyzi" ve "Neyzi" kısaltılmış adlarıyla hitap eden, hemen tüm yaşamlarını Kızıltoprak'taki köşklerinde, birbirlerine duydukları sevgi ve saygı hiç eksilmeden geçiren bu çiftin yaşam öyküsü aynı zamanda Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk yıllarına da ışık tutmakta. Anı sevenlere tavsiye ederim. 


-Barış Bıçakçı "Sinek Isırıklarının Müellifi" isimli romanında şöyle der: "Zaten bu dunyada çoğunluğu, herkesin kendine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur. Geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur." Ben o geri kalanlardan biriyim. O yüzden kitapçıda görür görmez aldım Vüs'at O. Bener'in karısına yazdığı mektuplardan oluşan "Canım Tavşancığım"ı. Serde anı, mektup, biyografi okumayı sevme halleri de olunca okumasam aklım kalırdı. Lakin biraz özel hayata fazlasıyla girmiş, insanların evinin camından içeriyi gözlüyormuş gibi hissetmedim desem yalan olmaz. Gelgelelim pencereyi onlar açmış izleyelim diye, suç bizde değil. Sonuç olarak Vüs'at Bener'in özel mektuplarındansa kitaplarını okumayı yeğlerim diyeyim, siz anlayın. 


-Ne kapağını sevmiştim, ne ismini, ne de ortalıklarda fazla dolaşan bir kitap oluşunu, itiraf edeyim. Lakin okuma zevklerine güvendiğim bazı arkadaşlardan güzel olduğu yolunda duyumlar alınca-ve de kitaba para vermeyip ödünç alınca-haydi okuyayım dedim. İlk okuyuşumdu Başar Başarır'ı, fazla bir kaybım olmamış. "Sibop" eğlenceli bir anlatıma sahip, kolay okunan bir kitap ama beni sarmadı. İçeriğindeki bol argo ve küfür kullanımı belki de insanlara bu kadar sevdiren. Bu durumda arka kapakta yazdığı gibi "Türkçenin tadına vara vara okumak" nasıl gerçekleşecek meçhul. Her neyse, benim tarzım değildi, okuyanı bol, yolu açık olsun...


-Dedem demiryolcu idi, babamsa çocukluğu ve ilk gençliği istasyon lojmanlarında geçmiş bir tren sevdalısı, hatta çocukluğunda bir iddia üstüne raylara yatıp üstünden tren geçirmişliği bile vardır. "Korkunç bir sesti, hâlâ kulaklarımdadır" diye anlatır, sonrasında babasından yediği esaslı dayağı eklemeyi ihmal etmeyerek.  Haliyle bu durum bir nevi genetik miras gibi bize aktarıldı. Trenler, gar ve istasyon binaları, lojmanları, lokomotifler, vagonlar, raylar, drezinler, trenlere ait her şey ve tren yolculukları en sevdiklerim arasına girdi. Daha önce benzer derlemeler okumama rağmen Murathan Mungan'ın seçtiği öykülerden oluşan "Tren Geçti"yi de hevesle alıp okudum, hatta bazıları önceden okunduğu için çift baskı oldu ama hiç gocunmadım. Demiryollarını sevenler için keyifli bir kitap, insanı eski kara trenlerin o naif dünyasına götürüyor. 


-Oldukça ağır geçip beni 4-5 gün yatağa mahkum eden bir yaz gribinin ortasında kardeşim getirip elime tutuşturdu bu kitabı. Bana gribi falan unutturan son zamanların en güzel okumasını böylece gerçekleştirmiş oldum. Adını ilk kez duyduğum Eyüp Aygün Tayşir'in ilk kitabı imiş, umarım son olmaz, zira ilk kitap bu kadar güzel olunca diğer yazacaklarını merak ve sabırsızlıkla bekleyeceğim. Bir ailenin ve değiştirdikleri 4 ayrı evin öyküsü "4 Hane 1 Teslim". Hayli hacimli kitabı okumalara doyamadım. Her bir kahraman öyle güzel anlatılmış ki kanlı-canlı gözümün önüne geldiler adeta. Yazarın yeni kitaplarını hevesle bekliyor ve kitaplar konusunda fikrime güvenenlere mutlaka okuyun diyorum. 


-Sayfa sayısıyla ters orantılı bir hüzün içeren şiirsel anlatılar toplamı "Telef". Kitabı bitirip kapattığınızda göğsünüzün orta yerine yerleşen taşı uzun süre atamıyorsunuz. Kapaktaki pabuçların öyküsü de var kitapta, gidip dönmeyenlerin acısı da. Elinizi yüreğinize bastırın ve okuyun derim...


-"Zamanın İzinde" bir butik kitap. Özel ciltli, beyaz kağıda basılmış, her bir baskısı numaralandırılmış ve içinde hangi sayının size düştüğüne dair bir özel belge olan, Ayrıntı Yayınları'nın 1000. kitabı. Enis Rıza'nın seçtiği ilginç fotoğraflar ve Ercan Kesal'ın masalsı anlatımı ile gerçekten zamanın izini sürüyor. Yaklaşık 100 yıllık bir tarihten izler sunuyor. Kalınlığı fotoğrafların çokluğundan kaynaklanıyor, bir gün içinde okuyup bitirdim ben, tek sıkıntım bazı fotoğrafların olaylarla birebir çakışmaması oldu. Onun dışında yakın tarihe ışık tutan bir çeşit belge gibi, çocuklarınıza kalacak bir koleksiyon kitabı, bir yazılı miras...


-Ayın son iki kitabı birbiriyle bağlantılı olarak okuduğum, iki farklı zamanda, iki farklı yazar tarafından yazılmış, Ankara, İstanbul, Erzurum, Konya ve Bursa'yı anlatan "Beş Şehir" kitapları oldu. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kaleminden yaşadığı yılların şehirlerini okuduktan sonra Alberto Manguel'in kaleminden günümüzün şehirlerine geçtim. Tanpınar'ınki uzak ve erişilmez, Manguel'inki biraz yüzeysel geldi ama yine de ilginç bir okuma deneyimi oldu benim için. Şehir tarihçelerini sevenler için ideal. (Dergah Yayınları'nın puntolarının beni çok zorladığını belirtmeden geçemeyeceğim.)

Yeni aylara ve yeni kitaplara sağlık ve huzurla ulaşmak dileğiyle...