.

.
.

27 Aralık 2016 Salı

SANATSAL VE KÜLTÜREL BİLANÇO

Genel bir bilanço çıkarmıştım geçen hafta, bu defaki sanat ve kültür amaçlı olsun. Olsun ki burada dursun, dursun ki kayıt düşsün, düşsün ki hatırlamak istediğimde dönüp bakabileyim. Sonuçta burası benim defter-i kebirim bir nevi. 

-Bu yıl 131 adetle kitaplar ipi ilk sırada göğüsledi. Hemen hemen en çok okuduğum yıllardan biri oldu. Dışardaki cinnetten korunmak için kitaplara sığınmışım anlaşılan. Çok beğenip başucu kitabı ilan ettiklerim oldu, "çok güzelmiş" dediklerim oldu, "güzelmiş" dediklerim oldu, "eh idare eder" dediklerim oldu, "okumasam da olurmuş" dediklerim oldu ve "bunu kitap diye kim basmış" dediklerim oldu. Goodreads'a düzenli olarak ekledim ve yıldızladım her okuduğum kitabı, yılsonu bilançosu çıkarmakta çok yardımı oldu bana. O sayede bir sıralama yapabiliyorum. Bu yıl okuyup 5 yıldız verdiklerim aşağıda:

-Kuş Kadın/Finy Petra
-Bedenin Güncesi/Daniel Pennac
-Nereye Gidiyoruz Baba/Jean Louis Fournier
-Kız Koşucu/Carrie Snyder
-Bir Garip Aşk Öyküsü-Carl-Johan Vallgren
-Pir-i Lezzet/Saygın Ersin
-Ev Anası/Birgül Özcan
-Harita Metod Defteri/Murathan Mungan


4 yıldızlılara gelirsek:

-Oyun dürtüsü/Juli Zeh
-Film Anlatıcısı Kız/Hernan Rivera Letelier
-Sırça Fanus/Sylvia Plath
-Ketum Kahraman/Mario Vargas Llosa
-Napoli Romanları Dörtlüsü/ellena Ferrante
-Sesler/Güçler/Ursula LeGuin
-Solo/Rana Dasgupta
-Belgelerim/Alejandro Zambra
-Çocuk Yasası/Ian McEwan
-Öğlen Kadını/Julia Franck
-Güvercinler Gittiğinde/Merce Rodoreda
-Bir Solgun adam/Selçuk Baran

-Kör Pencerede Uyuyan/Nihan Eren 


Ve bir kaç kitap dışında geriye kalanları okuduğuma hiç pişman olmadım. Benden tek yıldız alanlarsa Ahmet Tulgar'ın "Birbirimize"si, Guillermo Cabrera Infante'nin "Vefasız Peri"si ve David Boratav'ın "Aile"si oldu. 

Kitaplardan sonra 81 filmle sinema geliyor. Bir kısmını salonda bir kısmını ise evde izlediğim filmlerin hemen hemen büyük çoğunluğunu sevdim. "En"lerim diyebileceğim bir sıralama yapacak olursam aşağıdaki liste çıkar (İzleme sırasına göre, yerliler kalın çizgiyle):

-Lobster/Yorgos Lantimos
-Karamel/Nadine Labaki
-45 Yıl/Andrew Haigh
-Carol/Tod Haynes
-Danimarkalı Kız/Tom Hooper
-Annemin Yarası/Ozan Açıktan
- Sarmaşık/Tolga Karaçelik
-Youth (Gençlik)/Paolo Sorrentino
-Alt Tarafı Dünyanın Sonu/Xavier Dolan
-Julieta/Pedro Almodovar
-Babamın Kanatları/Kıvanç Sezer
-Tereddüt/Yeşim Ustaoğlu
-Rüzgarda Salınan Nilüfer/Seren Yüce
-Glory (Kol Saati)/Kristina Grozeva
-Satıcı/Asghar Farhadi
-Ben Daniel Blake/Ken Loach


 

 2016 yılında 11 tiyatro oyunu izlemişim, olsa sayı artabilirdi ama bu Antalya'da sergilenen tiyatro oyunlarının tamamı (turneye gelen özelleri saymıyorum), en beğendiklerimse:

-Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim İspanyol Yllana Theater'in "Simsarlar/Brokers" isimli oyunu, olağanüstüydü.
-Yine aynı festivalde Fransız Theatre Fools and Feathers'den "Tubby et Nottubby"
-Taj Express Bollywood show (Yine Tiyatro Festivali kapsamında)
-Antalya Şehir Tiyatrosu'ndan "Tarla Kuşuydu Juliet"
-Ve turneye gelen Ankara Devlet Tiyatrosu'ndan "Neş'eDertAşk"


Sahne sanatlarından devam edersek, 4 opara, 3 bale ve 9 konser izlemişim bu yıl. "Üç Renk", "Üç Silahşörler" ve "Fındıkkıran" baleleri arasında seçim yapamayacağım, üçü de birbirinden güzeldi.


"Şen Dul", "Carmen", "Yaşa Sen Anne" ve "Saraydan Kız Kaçırma" operaları içinde "Carmen" i tek geçiyorum. 


Opera Sahnesi, Antalya Senfoni ve farklı sahnelerde izlediğim konserler içerisinde ise ANTDOB'daki "Barok Konseri" bu yıl en beğendiğim konser oldu. 



Gezdiğim 11 sergi içerisinde "Marek Brzozowski'nin resim sergisi" ve ATSO Kültür Sanat'taki "Karşılaşmalar" sergisi en aklımda kalanlardı. 


Bütün bunların dışında seyahatler, kısa süreli geziler, festivaller, birtakım farklı etkinlikler de var tabii. Bunların hepsi berbat 2016'yı az da olsa renklendiren şeyler oldu. Dilerim 2017 selefine benzemez, bize huzurlu, sağlıklı, yüzümüzü gülümseten, bol etkinlikli günler getirir. Her koşulda sanatsız kalmayın...




25 Aralık 2016 Pazar

ANIMSAMALAR


Biraz önce fotoğrafta gördüğünüz mandalinayı yedim. Yediğim sadece bir mandalina değildi, çocukluğumu, ilk gençliğimi, o yılların yılbaşı akşamlarını geri yükledim bünyeye, fabrika ayarlarına döndüm yani. 

Liseyi bitirdiğim yıla kadar Babil Kulesi gibi bir sitede oturduk biz, adeta komünal bir yaşam sürdük. Komşular aileden biri gibiydi, onlarsız etkinlik yapılmazdı. Senelerce her yılbaşı birimizin evinde toplanıldı. Masraflar paylaşıldı, hizmetler paylaşıldı, yemekler paylaşıldı, sofra paylaşıldı. Kimi yıl tavuk, kimi yıl hindi yendi, bazen başka menüler seçildi ama değişmeyen tek bir şey vardı, fotoğraftaki mandalina. Her yıl bol çekirdeği ve mis kokusuyla mutlaka yılbaşı sofralarında yerini alırdı. İçi yenir, yenirken avuca doldurulan çekirdeklere söylenilir, kabukları ise parçalanıp oynanan tombalanın kartlarındaki haneleri kapatmakta kullanılırdı. Ortalığı o doyumsuz koku kaplardı. O zamandan beri ne zaman eve bu cins mandalina girse biri "tombalaa" diye bağıracakmış ve bir yılbaşı kutlamasına katılacakmışız gibi gelir. 

Onlar hanesi giderek yükselen yaşım kadar yılbaşı gördüm haliyle, kimileri hafızamda hiç yer etmedi, kimileriyse hep hatırlanacak. Mandalinalı yılbaşlarının ayrı bir yeri var. Şu fotoğraf mesela, bir yılbaşı gecesi çekilmedi belki ama kadronun bir kısmı burada:


Sağdaki, kucağına iki çocuk sığdırmış, sigarasını külhanca tüttüren Şefika abla. O zamanlar çocuklar sigaradan sakınılmazmış demek ki. Yoksa tüm apartmanın kıymetlisi, fıskiyeli kızkardeşimi sigara dumanına boğmak mı, hafazanallah. Apartmanın gönüllü terzisi, kaş alıcısı, çocuk bakıcısı, aileden ya da komşulardan kimin ihtiyacı varsa kol kanat gericisi. Fedakarlığı boyunu aşsa da cool duruşundan taviz vermeyen bir ketumluk abidesi. Sağ elinde katran kıvamında içtiği çayı. Onların evinde çaydanlığın altı hiç sönmez, sigara dumanı hiç eksik olmazdı. Annem adeta bir prenses, serçe parmağını değilse de işaret parmağını havaya kaldırmış çay bardağını tutarken, sigarası belli belirsiz öteki elinde. O Şefika abla gibi katı bir tiryaki değil, yemek sonrası keyif tüttürmesi, "Ver bi cuğara da içelim" der, sanki bir yasağı çiğniyormuş gibi çekingen bir keyifle içerdi. Kış günlerinde sırtından hiç eksik olmayan yeleği, eteğinin açıklığından görünen dizlerini kapatan battaniyesiyle nereye dalmış acaba? Öndeki cingöz, kızkardeşimin büyük aşkı "Emzi", Şefika ablaların üç numarası. Hem sever hem de daha büyük aşkı olan Şefika abladan fena kıskanırdı, iki dizin paylaşımından belli oluyor zaten. Yıllarca birlikte kutladık yeni yıla girişleri kah bizde kah onlarda, bazen başka komşular da dahil edilerek. Çocukluğumun en naif, tombalalı, at yarışlı, fırdöndülü, simli kartpostalların postacının gülen yüzüyle kapımıza geldiği yılbaşlarıydı. Sonra siyah-beyaz televizyonlar, geceyarısı çıkıp bastonla danseden Nesrin Topkapı, babaların çaktırmadan saate bakışları, şimdikinden daha kaliteli yılbaşı programları. Daha mı güzeldi ne?

Üniversitedeyken evden ayrı ilk yılbaşı, arkadaşlarla toplanıp torba içinde tavuk pişirerek kutladığımız kalabalık ve eğlenceli gece. Evlenip başka bir şehre yerleştiğim yılın ilk yılbaşısı. Bavul dolusu hediyeyle gelen ailem, eve gitmeden okulda öğrencilerle kutlama, aileye kavuşmak için zilin çalmasını sabırsızlıkla bekleyiş, annemin getirip pişirdiği güllaç. Oğlum 5 aylık ve çok yaramaz bir bebekken tüm sülalenin bizim evde toplanması ve benim yılbaşı ertesi ağlayan bir bebek eşliğinde mutfak dolusu bulaşık yıkamam :) Dostlarla girilen sıcak, samimi yılbaşları, çocukların her seferinde program hazırlayıp dakikalarca sunarak bizi bezdirmesi :) Sonra yeni yıla 3 gün kala abim yerine koyduğum ve annemin kıymetlisi dayımın vefatı, hayatımın en berbat yılbaşlarından biri. Annemin dinmeyen gözyaşları, oğlumun bizi biraz gülümsetebilmek için satın alıp getirdiği hediyeler, babamın kendine bir tabak hazırlayıp dayım için içtiği bir kadeh rakı, akşam üstü yolda rastladığım başlarına Noel şapkaları takıp rastladıkları herkese "Yeni yılınız kutlu olsun" diyen üç liseli kızın içimde uyandırdığı hüzünlü sevinç, kimbilir ne sebeple yalnız geçirdiğimiz bir yılbaşında yeni yıla TV karşısında uyuyarak girmemiz. Hepsi anılar çekmecesinin en kıymetli köşesinde saklı. Ömrümüz kaç yılbaşı daha görmeye yeter bilmiyorum ama saçma olduğunu bile bile her seferinde bir umut, bir keyif, bir heves dolar içime. Amaç monoton ve giderek grileşen hayata küçücük de olsa bir renkli parantez açabilmek. Dilerim daha huzurlu zamanlar getirsin yeni yıl, hepimize...

21 Aralık 2016 Çarşamba

BİLANÇO 2016


Erken bir yılsonu yazısı olsun bu, iş ki blog yalnız kalmasın.

2015'in son iki ayını babamın ameliyatı nedeniyle hastalıkla ve hastanelerle cebelleşerek geçirmiş, yılbaşına bir kaç gün kala eve dönüp "Oh be, bitirdik şu berbat yılı" demiştim. 2016'nın başımıza ne çoraplar öreceğinden habersizdim henüz. Ocak ayında önceki yılın yorgunluğunu taşıyan bedenim öyle bir hasta olup yattı ki doğum günümü bile kutlayamadım ayağa kalkıp. Yattığım yerden sosyal medya aracılığı ile gelen kutlamaları kabul edebildim sadece 😀

Şubat geldiğinde hala hastaydım ve ayın ortasına kadar belimi doğrultamadım, üç hastane ziyareti ve bir sürü ilaçtan sonra bir parça kendimi toparlayabildim. Şaka maka zatürre geçirmişim. İyileşmesine iyileştim de yine de ayı tedbir amaçlı evde geçirdim. Yegane etkinliklerim halime acıyan arkadaşlarımın ellerinde pastayla gelip gecikmeli bir doğumgünü kutlaması yapmaları ve ayın sonuna doğru Opera Sahnesi'nde izlediğim "Şen Dul" operetiydi.


Mart ayı hafiften bahar kokuları yaymaya ve ben de nisbeten iyi hissetmeye başlayınca sokaklara vurmuşum kendimi.  Parklarda yürüyüşün yanısıra yine opera Sahnesi'nde bu defa bir opera, "Carmen"i izlemişim:


Nisan oldukça hareketli geçmiş; seyahatler, sergiler, geziler, etkinlikler ordan oraya koşturmuşum. Ayın başında bir Andy Warhol sergisi gezmişim, hemen ardından da Anamur'a, çok eski bir arkadaşımı ziyarete gitmişim. Beş günlük çok keyifli bir gezinin ardından çocuklar gelip keyfimi iyice arttırmış. Nisan'ın sonuna doğru açılışı yapılan "Expo 2016"ya bir ziyaret ve hemen sonra "Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Yarışı"nın Antalya etabı. Hımm, yazarken yoruldum yahu.


Hatırlamak amaçlı fotoğrafları karıştırdıkça bahar aylarının ne kadar hareketli geçtiğini görüp şaşıyorum. Mayıs Nisan'la yarışmış adeta. Önce Kaleiçi Festivali etkinlikleri, ardından Tiyatro Festivali, ikinci kez yapılan Expo ziyareti, konserler, kutlamalar derken hasta olup eve kapandığım 1,5 ayın acısını çıkarmışım. Fotoğraftakilerden ilki Kaleiçi Festivali kapsamında sahne alan Cuba Band Orkestrası konserinden, yanındaki ise yine aynı festival kapsamında yaptığımız rehberli Kaleiçi turundan. Tiyatro Festivali bu yılın unutulmazlarındandı, bir çok güzel oyun izledik. Fotoğraftaki açılış gösterisi olan Bollywood showuydu. Ve son fotoğraf da Antalya Senfoni Orkestrası'nın sezon kapanış konserinden. 


Haziranla birlikte havalar ısınınca Ankara yolu görünmüş ama gitmeden önce yine Opera Sahnesi'nde bir barok konseri izlemişiz, sezonun son konseri ve hatta en güzel konseri olmuş bu. 


Ayın ilk haftası Ankara'ya gelmiş ve bir hafta sonra da Trakya dolaylarına bir seyahate çıkmışız kızkardeş ve ailesiyle birlikte. İlk durak Edirne olmuş, hazır gelmişken de günübirlik bir Yunanistan turu yapıvermişiz. Fotoğrafta sırayla Kavala, İskeçe (Xanthi) ve Porto Lagos var.


Sonrasında Edirne'nin yanısıra Kırklareli, Babaeski ve Meriç ve Uzunköprü'yü de rotamıza dahil etmişiz. Seyahatten en çok aklımda kalansa aşağıda fotoğrafı görülen yolboyu ayçiçek tarlaları ve Meriç nehri üstündeki güzelim köprü olmuş. Ne de olsa en sevdiğim öykü Füruzan'ın "Edirne'nin Köprüleri" öyküsüdür.


İlkokuldayken bir şarkı öğretmişti bize kimselere benzemeyen öğretmenimiz ayları tanıtan; "Temmuzun sıcağı çok/Başka marifeti yok". Meğer ne marifetler gizliymiş o sinsi Temmuz'da. Ramazan Bayramı geçmiş, hazır babam yanımızdayken O'nu biraz gezdirelim düşüncesiyle hızlı trenle günübirlik bir Eskişehir turu yapmışız. Pek güzel gezmiş, iyi vakit geçirmişiz ammaaa...


Ankara'ya döndükten bir-iki saat sonra o korkunç geceyi yaşamışız. Sonrası endişe, keder, huzursuzluk, tatsızlık, mutsuzluk. Kendimize gelmemiz epey zaman almış. Hoş hala da gelebilmiş değiliz ya.

Temmuzun sarsıntısı Ağustos'da da devam ettiğinden pek fazla etkinlik yapmamışım bu ayda, genellikle evde kitap okuyarak geçirmişim. Bir de Ankara'nın keşfetmediğimiz ve bir süre sonra kentsel dönüşüme kurban gidecek mahalleleriniz gezmişiz kızkardeşle.


Soldaki fotoğraf Ulucanlar, İçcebeci dolaylarından, sağdaki ise yeni açılmış bir rekreasyon alanından, Karapürçek'teki Altınköy.

Eylül'ün ilk yarısını Ankara'da tamamladıktan sonra ikinci yarıda Antalya'ya, kürkçü dükkanına geri dönmüşüz. Ankara'daki son günlerde ikinci bir Eskişehir seyahati ve rehber eşliğinde, pek de yararlı ve bilgilendirici olmayan bir Ulus turu yapmışız. Bayramın hemen ertesinde de Antalya'ya yollanmışız.


Üstteki fotoğraf Eskişehir Seramik Parkı'ndan, alttaki ise UlusTuru'nda uğradığımız Yahudi Mahallesi'nden. Bu ev özürlü bir delikanlının ailesine ait ve evin dişı ve tüm odaları tamamen bu genç tarafından naif desenlerle boyanmış. İlginçti.


Yaşadığımız tüm gerilimlerden sonra Antalya'ya ve eve dönmek iyi geldi desem yalan olmaz. Çocuklar da yanımızda olunca deniz, kum, güneş ve gezme tozma havasına girdik biraz. Üstteki fotoğraf hepimizin çok sevdiği Adrasan'dan, alttaki ise kalabalığı ile bunaltan Side'den. Eylül bu koşturmalar nedeniyle pek kitap okuyamadığım bir ay oldu.

Ekim ayına damgasını "Antalya Film Festivali" vurdu. 20'yi aşkın filmi o salondan bu salona koşturarak izlemiş ve uzun zamandır ilk kez gündemden uzaklaşıp sanatla kucaklaşmanın huzurunu yaşamışım. "Amelie" filmiyle gönüllere yerleşen Audrey Tautou'yu bir galada izlemek de festivalin bonusu olmuş.


Kasımla sonbahar gelmiş güya takvimlere ama Antalya güzel bir yazı yaşamaya devam etmiş. Parklarda yürüyüp deniz kenarı cafelerde kahveler içmiş, bol bol tiyatro, opera, konser izlemişiz. "Karşılaşmalar" adındaki sergi de bu sezonun en güzel sergilerinden biri olmuş.



Ve nihayet yılın son ayı. Aralık yılın ikinci yarısındaki aylar gibi bizi üzmeye devam ediyor, bir aya iki patlama, bir suikast sığdı. Dilimi ısırarak söylüyorum, üstelik daha ayın üçte biri önümüzde, bitmedi. Huzursuz, endişeli yaşayıp gidiyoruz, yeni yıl dilekleri bile dilemeye varmıyor dilimiz. Yine de huzurla gelsin, barışla gelsin, sağlıkla gelsin 2017. Aşağıdaki fotoğraf Belek'ten, küçük bir hafta sonu kaçamağından:


Kitaplarla, sanatsal ve kültürel olaylarla ilgili döküm de başka bir güne kalsın...

16 Aralık 2016 Cuma

SON GÜNLERDE

Dört bir yanımız acı. Tek yapabildiğimiz hayata tutunmaya çalışmak, umuda sarılmak...

Dün Resimli Edebiyat Takvimi'nin son kalmış birkaç yaprağından 15 aralık tarihlisini koparınca gördüm, "Bal Mahmut" adıyla bilinen Mahmut Baler'in ölüm yıldönümü imiş. Gençler bilmez onu, ben bile son zamanlarına yetiştim. Vaktiyle stand-upcular nerede, Bal Mahmut gibiler güldürürmüş halkı, fıkralarıyla, meselleriyle. Ben onu ortaokuldayken evde bulduğum eski bir kitap vasıtasıyla tanımıştım. Bez ciltli, hayli yıpranmış "Baldan Damlalar" isimli bu kitabı babam sık sık yaptığı gibi bir sahaftan bulup getirmişti belli ki. Sıkıldıkça açar, içindeki fıkralardan bir kaç tane okurdum, bazıları hala aklımda. Mesela "Lustrin Kabak". Adamcağızın biri ücra bir köyden İstanbul'a gelmiş, sokaklarda gezerken manav tezgahındaki patlıcanlar dikkatini çekmiş. O zamana kadar hiç patlıcan görmemiş ola ki, "Bu ne?" diye sormuş manava. Manav çakalmış zannımca, "Kabaktır emmi" demiş. "Hele bu nasıl kabakmış?". "Lustrin kabak emmi, lustrin kabak". Bir de "Bezden nabza çuhadan hekim" vardı. Adam da karısı da çok mutaassıpmış. Bir gün kadın hastalanmış, kocası doktor çağırmış, şansa bakın ki doktor erkekmiş ama mecbur muayene olunacak. Doktor kadının nabzını saymak istemiş, kadın geceliğinin kolunu parmak uçlarına kadar çekip uzatmış doktora bileğini. Doktor uyanık adammış, hemen ceketinin kolunu parmak uçlarına kadar çekip kadının nabzını tutmuş. Kadın şaşırmış, "bu nasıl hekim, bu nasıl nabız ölçme?" demiş. "Eee" diye gülmüş doktor, "Bezden nabza çuhadan hekim". 😃

Bal Mahmut bir aralar tek kanallı TV zamanında TRT'de sanırım pazar günleri program yapar, fıkralar, anekdotlar anlatırdı, oldukça yaşlıydı. 1987'de vefat etmiş. Neden sonra Antalyalı olduğunu, hatta şimdiki adıyla Dağ Nahiyesi olan kasabadan olduğunu, eskilerin babasından dolayı oraya Hafızbey dediklerini öğrendim. Öğrenmenin zamanı yokmuş, geç olsun güç olmasın :)

Geçen hafta sonu bir arkadaşın davetiyle Belek'te felekten bir gün çaldık, akşama bomba haberini duyup sevincimiz kursağımızda kalmasa iyiydi. Vah o gencecik bedenlere :(


Blogu ilk açtığım yıllarda ardarda üç yıl bloggerler arası yeni yıl kartı etkinliği yapmıştık. Yığınla kart yollamış, yığınla kart almıştık. Gerçi benimkiler ara ara Antalya PTT dağıtıcılarının gadrine uğrasa da posta kutusunda fatura dışında bir şeyler bulmak güzeldi. Blogların altın çağıydı o zamanlar, şimdi ben ve benim gibi birkaç ısrarcı hala sürdürüyor blog yazmayı, bizde bile eski şevk yok. İşte o zamandan kalan bir alışkanlıkla yeni yıl kartı atmayı sürdürüyorum. Evvelsi gün yüklü miktarda kart, dün de birkaç hediye kargosu yolladım. Sokağın köşesinde bir PTT şubesi var, mektup ve kargoya bakan memur son derece yardımsever ve güleryüzlü idi. Hiç sıkılma belirtisi göstermeden, benim özürlerime "Ne demek, bu bizim işimiz" diye cevap vererek halletti kargo işlemlerimi. Görevini hakkıyla yerine getiren insanlara saygı duyuyorum. 

Tüm bu çabalar giderek grileşen hayatımıza biraz renk katmak uğruna. Dün akşam Antalya Devlet Opera ve Balesi'nce sahneye konan "Fındıkkıran" balesini izlemeye gittim, tam yeni yıl öncesi izlenecek bir bale. Bu aynı kadroyla ikinci izleyişim, geçen yıl Ankara'da modern baleye uyarlanmış bir versiyonunu izlemiştim. Sanki ilk kezmiş gibi zevkle seyrettim bir defa daha. Aşağıdaki fotolar ANTDOB'un Facebook sayfasından:




Sanat ruha iyi geliyor dostum, uzak kalmayınız...

6 Aralık 2016 Salı

"ŞERDE BİLE HAYIR VAR"MIŞ...


Dün halletmem gereken bazı alışverişler için dışarı çıkmam gerekti. Önce yanlış durakta 15 dakika bekledikten sonra otobüs ya da dolmuşa karşı duraktan binileceğine ikna olup yolun öbür tarafına geçtim. Antalya bu aralar köstebek yuvası gibi, sürekli farklı amaçlarla yollar kazılıp duruyor ve toplu taşım rotaları sürekli değişiyor. Evin yakınlarındaki yollara da içinde tır geçebilecek boyutta çukurlar kazılmış, umudum tam önümüzdeki caddenin kazılma işleminin yaz sezonuna kalması. yoksa bırak araçla geçememeyi toza ve çamura güç yetmeyecek. 

Karşı duraktaki banka bir aile konuşlanmıştı, anneanne ya da babaanne, ile 3-4 yaşlarındaki kız torun oturuyor, dede ise ayakta onlara laf yetiştiriyordu. Nisbeten daha genç iki hanımdan biri banka sığışmış, diğeri yanında ayakta dikilmekte idi. Büyükanne modundaki hanım elindeki şeker paketinden çıkardığı şekerleri duraktaki herkese teker teker ikram etmekte idi ben oraya adımımı attığımda.  İkramdan ben de aldım nasibimi, karamelli olduğunu düşündüğüm kağıtsız şekeri "meh, şeker" diyerek uzattı, üzerinde parmak izlerinin iyice belirginleştiği şeker benden önce üç kişi tarafından reddedilmişti sanırsam ki benden de olumsuz cevap gelince biraz bozulup kendi ağzına attı, kocasına dönüp "ne biçim şeker almışsın?" dedi. Şeker henüz ağızdan mideye inmeden iki elinde iki koca poşetle bir başka hanım yaklaştı ve genç olandan kalkmasını rica edip banka yerleşti. "Torun bakmaktan geliyorum da, yoruldum" dedi mazeret olarak, sonra ufaklığa dönüp "senin gibi bir tane de bende var" diye açıklama yaptı. Ufaklığın nenesi hemen şekere davrandı, "buyur, yorgunluğunu alır" diyerek bir ikram da ona yaptı. "Ah nerdee?" dedi sonradan gelen, "şekerim var yasak bana". "Ee nediyon, recim mi ediyon?". "Rejim de yapıyorum tabii de" dedi sonradan gelen çantasını açıp içinden bir demet broşür çıkararak "asıl şundan içiyorum". "O ne ki?" dedi şekerci teyze. "Bir çeşit ot çayı, üç ayda iyi oluyorsun, denedim ben, al sen bu kağıdı, ben buraya adımı telefonumu da yazıyorum, isteyecek olursan ararsın". Muhabbet yandaki iki genç hanımın dikkatini çekince birer broşür de onlara uzatıldı. Allahtan broşür sırası bana gelmeden dolmuş geldi de sıkış-tepiş olmasına bakmadan attım kendimi içeri, hayhaydan kurtuldum yani 👧

Bu aralar yine paratoner modundayım, çekiyorum acaip ne varsa. Hafta sonu bindiğim taksinin şoförü gideceğim yeri yanlış anlayıp ters yöne saptı, ben düzeltince de pişkin pişkin "bunda da vardır bir hayır, şerde bile hayır vardır" dedi. Bir an şoförü babam sandım, zira "şerde bile hayır vardır" babamın repliğidir. Sonra bana dönüp "Duydunuz mu bu deyimi?" diye sordu. "Kendimi bildim bileli. binlerce defa" dedim, sonuçta replik babamın. "Peki hikayesini biliyor musunuz?" "Hayır", demez olaydım, başladı anlatmaya. "Vakti zamanında bir kral varmış, ava gitmeyi çok severmiş, ava giderken de çok yakın bir arkadaşını mutlaka yanında götürürmüş. Olaylara hep iyi yönünden bakan ve olumsuz durumlarda "şerde bile hayır var" diyen bu arkadaş tüfekleri doldurur, kral da ateş edermiş. Yine bir gün avda arkadaşının yaptığı bir yanlışlık sonucu tüfek ters tepmiş ve kralın baş parmağı kopmuş. Kral ah-vah ederken arkadaş alışkanlığı üzre Üzülmeyin kralım vardır bunda da bir hayır" demiş. Kral kükremiş, "sen ne diyorsun ey adam, benim parmağım kopmuş, sen hayırdan bahsediyorsun, tez atın bunu zindana" demiş. Adamcığı atmışlar zindana. aradan biraz zaman geçmiş, kral yine avlanırken yamyamların arasına düşmüş. Yamyamlar topunu esir almış, koca bir ateş yakıp kazanı oturtmuş ve kralın beraberindekileri önce muayene edip sonra kazana atmaya başlamış. Sıra krala gelince bakmışlar baş parmağı eksik, "bunu salın" demişler. Meğer organı eksik olanı yemezmiş bu gurme yamyamlar :) Kral sarayına dönmüş, derhal zindana gidip arkadaşını serbest bırakmış ve "senin sözüne geldim, hakikaten şerde bile bir hayır varmış, parmağım kopmamış olsaydı, yamyamlar beni yiyecekti, affet beni ne olur, sana haksızlık ettim" demiş. Arkadaşı "üzülme" demiş, "eğer sen beni zindana atmasaydın seninle ava gelecektim ve yamyamlar beni yiyecekti, şerde bile bir hayır varmış".

Günün kıssadan hissesini aldıktan ve üstüne bir çuval daha laf dinledikten sonra ambale olmuş bir şekilde indim taksiden, neyse ki günün devamı güzel geldi şoförü de, kıssadan hisseyi de unuttum. 

Antalya bu aralar gecikmiş pastırma yazı yaşıyor, havalar güneşli, doğaya yeni yeni sonbahar geliyor, ortalık mis gibi:



Haydi kalın sağlıcakla, ben gidip ıhlamur yapayım kendime...

1 Aralık 2016 Perşembe

KASIM OKUMALARI

Ne ara bitti Kasım anlamadık, yine arkasında bir yığın acı bırakarak. Yanımıza kâr kalan okunmuş kitaplar oldu. Bu yıl için belirlediğim sayıyı aştım, 120+5 kitapla. Yıl bitene kadar Allah kerim. Bu ayın kitaplarına gelirsek:


-Ayın ilk kitabı şiirdi, Ahmet Telli'nin son şiirlerini topladığı "Bakışın Senin". Ahmet Telli'nin şiirlerini çok severim ama sanki buradakiler adet yerini bulsun diye yazılmış gibi geldi, içimi titreten pek fazla dize olmadı açıkçası. 


-Hırvat yazar Ivana Bodrozic'in "Hiçbir Yer Oteli" Kitap Fuarı'ndaki Aylak Adam Yayınları standından bolca topladığım kitaplardan biriydi.  Savaş nedeniyle evinden, yurdundan ayrı kalan küçük bir Hırvat kız ve ailesinin sığındıkları tek odalı otelde yaşadıkları, büyüme süreci konu edilmiş. Bir Anna Frank'ın Hatıra Defteri değil tabii ki. Savaştan ziyade kızın büyüme sancıları var. Savaş, onun getirdiği acılar, kayıp aile bireyleri kendine ait olmayan bir yerde yaşamanın zorlukları arka planda işlenmiş. Anlatım dilini çok sevmedim, yazardan ya da tercümeden kaynaklı olabilir. Hasılı beklentimi karşılamadı.


-Hüsnü Arkan ciddi ciddi yazar oldu, bize de bir yandan şarkılarını dinleyip bir yandan kitaplarını okumak düştü. İtiraf edeyim bir-iki kitabını bitiremedim ama diğerlerinden memnun kaldım. "Gülhisarlı Terziler"de "Mino'nun Siyah Gülü"nden sonra ikinci sıraya oturdu. Kitabı sevdim, kahramanlarının çoğunu sevdim, o uyuşuk Ayhan'ı bile. Çocukluğumun yaz tatillerine mekan olan, bazı akrabalarımın yaşadığı, kahramanları gibi uyuşuk küçük Anadolu ilçelerini anımsattı bana. O uyuşukluk hem can sıkıntımı arttırır, hem de huzur verirdi. Sözün özü tavsiye ederim.


-Bir Aylak Adam kitabı daha. Macar edebiyatı sevgime ve stand görevlisinin tavsiyesine uyarak aldığım bir kitaptı Macar yazar Gyula Krudy'nin "Günebakan"ı. Bir daha kendim dışında kimsenin önerisine yüz vermeyeceğim. Diyalog azlığı, betimleme çokluğu, aşırı karakter tahlili, ne olduğunu anlamadığım olaylar ruhumu sıktı. Belki okumak için yanlış zamandı, belki tercüme yetersizdi bilemeyeceğim ama tavsiye isterseniz, "hayır" derim.

 
-"Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu"
Onur Caymaz'ın ilk deneme kitabı. Öykülerini ve tek romanı "Seni Hatırlatan Yıldızlar"ı çok sevdiğim bir yazar Onur Caymaz. Bir kısmını başka kaynaklarda okuduğum denemeleri de güzeldi.


-Ah Gabo, koyup gittin bizi, eski yazdıklarınla avunuyoruz işte. Marquez "Doğu Avrupa'da Yolculuk" adıyla basılan bu kitapta gazetecilik yaptığı 50'li yıllarda bir Doğu Avrupa gezisine çıkarıyor okurlarını. Her ne kadar güncelliğini yitirmiş olsa da demirperde ülkelerini Marquez'in kaleminden okumak ufuk açıcıydı. Tüm Marquez kitapları gibi pişman etmedi...


-Gündemden bunaldıkça polisiyeye sarıyorum. Yerli polisiyeleri ve yeni yazarlar keşfetmeyi seviyorum.  Lakin "Boruotu Cinayeti"ni sevmedim.


-Son zamanlardaki gözde yayınevlerimden biri Alef Yayınevi, keza yazar Monika Maron da. "Acayip Bir Başlangıç" ve "Animal Treste"den sonra okuduğum Türkçe'de yayınlanın üçüncü kitabı "Uçucu Kül". Doğu Almanya'da yaşayan gazete muhabiri Josefa Nadler'in bir şehri zehirleyen kömür santrali üzerine gazetesine yazdığı yazıya uygulanan sansürle mücadelesini ve bu sırada yaşadıklarını konu alan bir kitap. Okunası...


-Kraliçem Allende başta olmak üzere Şilili yazarlara karşı duyduğum ilgiyi bilenler bilir, "Bonzai", "Eve Dönmenin Yolları" ve "Ağaçların Özel Hayatı" isimlerini taşıyan üç kitabındaki yalın ve kendine özgü anlatımıyla Alejandro Zambra da listemde üst sıralara oturdu. Hele de yeni çıkan ve öykülerinden oluşan "Belgelerim"le iyice kalbimi kazandı. Karşılıklı sohbet eder gibi, günlük konulardan bahseder gibi sakin ve duru bir anlatım. Öykü gibi olmayan çok güzel öyküler. Tavsiyemdir...


-"Kayıp Düşler Kitabı" blogger arkadaşım Elif Kaymazlı'nın yazdığı bir kitap. Kurguladığı naif bir aşk öyküsünün arasına yer yer kendi duygularını da katarken ayrıca bir toplumsal yaraya, kadına şiddet ve tacize de yer vermiş. Yolu açık, kalemi kıvrak olsun dilerim, yeni kitaplara...


-Bu ay polisiye okumalarımdan biri de oyuncu Ayşe Erbulak'ın seri polisiyelerinden biri olan "Anne Bak Kim Geldi?" idi.  Akıcı ama gerilimi çok fazla olmayan bir kitaptı, vakit geçirmek için okunabilir, beklentiyi yüksek tutmayınız.


- Kapağının şirinliğine ve kitap fuarındaki stand görevlisinin ısrarına aldanarak almıştım ilginç isimli "Dilimin Ucu Çınlıyor"u. Tesadüflerin "bu kadar da olmaz" dedirttiği bir aşk öyküsü. Edebiyat şaheseri değil haliyle ama kolaycacık okunan akıcı bir kitap, teneffüs mahiyetine okunabilir.


-Yine bir polisiye ama bu defaki daha ciddi, daha derinlikli bir polisiye: "Neruda Vakası". Şilili ünlü şair Pablo Neruda bir dedektiften (ki bu dedektifin ilk işidir) yıllar önce tanıdığı ve o zamandan bu yana görmediği bir kadını bulmasını ister. Hastalığının ve Salvador Allende iktidarının son demleridir. Hem ülke, hem şair için zor zamanlardır. Dedektif Cayetano Brule pek çok ülke gezerek kadının izini sürer. Kitap beni Neruda hakkında daha farklı düşünmeye sevketti desem belki sizin de ilginizi çeker...

Bu kitapla 2016 yılında okuduğum 125. kitabımı bitirmiş oldum. Bakalım Aralık ayı ne gösterecek. Hepinize iyi okumalar diliyorum...