.

.
.

24 Eylül 2025 Çarşamba

DUVAR RESİMLERİNİN PEŞİNDE

Sevgili Cerenimiz geçen günkü yazısında günlük rutinini yazmış ve bizleri de günlük rutinlerimizi yazmak için davet etmiş. Ankara'da günler biraz daha yavaş akıyor sanki, hep aynı minvalde devam edip gidiyorum.

Bir süredir erken yatmaya gayret ediyorum, zira uzun yıllar gece 12'den önce yatağa girmedim, girdiğimde ise uyuyamadığım geceler çok oldu, bunun üzerine yatma saatimi 10.30-11.00 civarına çektim ve Magnezyum takviyesi de alınca nispeten uyuyabildiğim gecelere kavuştum. Hâl böyle olunca da günlük rutinim erken başlar oldu:

7.00-Saat kurmuş gibi uyanma, çünkü o saatte ilaç içiyorum ve vücut ritmim kendini buna uydurdu. Uyandıktan sonra eğer gece iyi uyuyamamışsam kendimi biraz daha yatakta bırakıyorum uyur ya da uyanık. Uykumu almışsam kalkıp çay koyuyor, kahvaltı hazırlıyorum. Sonra ya kitap okuyarak, ya film izleyerek, ya da tablette şeker patlatarak kahvaltımı ediyorum keyfimi bozmadan. Bu arada evin yüzde 50'si henüz uykuda oluyor.

9.00-Ortalık toparlama, varsa makineye çamaşır atma, bulaşık makinesi çalıştırma, yıkanan çamaşırları asma gibi domestik faaliyetlerle geçiyor zaman. 

11.00-Önceden kalma yemek yoksa mutfağa giriyor ve tercihan iki gün yenebilecek şekilde yemek hazırlıyorum. Bazen dışarı çıkmayacaksam öğleden sonraya da kalabiliyor bu faaliyet.

14.00-Kızkardeş ya da arkadaş buluşması, ikisi de yoksa yürüyüş için evden çıkma. Eğer canım çekmiyorsa evde miskinlik. Genelde kitap ya da film eşliğiyle.

19.00-Akşam yemeği hazırlıkları, yemek, bulaşık toplama, ardından çay vs vs

22.00-Babam sağken eğer bizdeyse saat on oldu mu "Zatım yatmak yapıyor" der ve evde kim varsa hepsine ayrı ayrı "İyi geceler" diyerek odasına giderdi. Şimdi ben devraldım bu işi, "Zatım yatmak yapıyor" diyor ve inime çekilip kitabımı okuyarak uykumun gelmesini bekliyorum. 

Sıkıcı Ankara rutinim burada sona erdi. Hafta sonu biraz daha hareketli oluyor tabii, çocuklar geliyor falan.

Bugün öğleden sonra kendime Mural Festivali hediye ettim. Çankaya Belediyesi'nin düzenlediği bu etkinlikte Eylül ayı boyunca müsait olan binaların dış cephelerine duvar resimleri yapılıyor. Bir kısmı tamamlandı, bir kısmının yapımı devam ediyor, üçü bizim eve yürüme mesafesinde olunca "Ya kısmet" dedim ve düştüm yola. Önce Binek Taşı Sokağa yöneldim, o yol üstüydü çünkü. Farkettim ki yıllardır bu civarda oturmama rağmen ne Bardacık, ne Binek Taşı Sokağa hiç girmemişim, şaşırdım sokakların güzelliğine. Müteahhitlerin gözüne çarpmaması dileğiyle baktım ağaç dolu bahçeler içindeki eski ama kişilikli apartmanlara, öyle güzeldiler. Derken ilk mural göründü:


Bardacık ve Binek Taşı Sokağın kesiştiği yerde, bir yüzü Bardacığa, bir yüzü Binek Taşı'na bakan yuvarlak konumlu bir binada başlamışlar balıkların resmedildiği bu duvar resmine, henüz bitmemiş. Resimleyenler kendilerini dinlenmeye almışlar, sohbet ediyorlardı. Biraz fotoğraflayıp Kennedy Caddesi'ne kırdım rotamı. Yine her iki yanında gümrah bahçelerle çevrili eski Ankara apartmanlarının olduğu Beykoz Sokak'tan Büklüm'e, oradan da Kennedy Caddesi'ne geçtim. İlk yapılan mural caddenin başındaki, yan tarafındaki boş arsa otopark olarak kullanınan apartmanın otoparka bakan yanına yapılmış. En çok onu beğendim:



Sonra Kennedy Caddesi'ne tırmanıp karşı kaldırımdaki 22 numarayı buldum:


Murallar bitmişti şimdilik, Tunus Caddesi'nden gitmek istediğim için geri döndüm, yokuş aşağı inerken karşıma şu minnoş çıktı:


Bunun bir de kapkara kardeşi vardı ama o poz vermek istemedi. Ben de onun yerine rengi kahverengiye dönüp kurusa da her haliyle güzel olan at kestanesi yapraklarını fotoğrafladım, arkadan vuran güneşle dantel gibiydiler:


Evin yoluna vurdum kendimi bundan sonra, yol üstü öğrendim ki Bestekar Sokağı kesen bir de Güfte Caddesi varmış. Bestekar Sokak ismini 1950'li yıllarda orada oturan kadın bestekar Nazife Güran'dan almış. Ne bestelediğini merak ederseniz aşağıdaki linkte bestelerinden biri seslendirilmiş:


Atkestanesine dikkatinizi çekerim, gövdesinde üç tane göz sizi izliyor 😂 Kalın sağlıcakla...

21 Eylül 2025 Pazar

RUTİN DIŞI 12


Final ipini göğüslüyoruz bugün ya da potaya son topu attık, fileyle vedalaştık diyelim ve "Şimdilik" diye de ekleyelim. Dünya ikincisi kızlarımızdan hareketle bize de "Rutinin Sultanları" adını verip kendimizi onore edelim (Ne gadan da alçakgönüllüyüm😂). Kaptanımız Lesliyan'ın "Yay Günlüğü" ile başlattığı bu ortak seriye bayılıyorum ilk yazıdan bu yana. Üç-beş kişiyle başladığımız günlükler aramıza katılan dostlarla çoğaldı, güzelleşti. Yeni hayatlardan haberdar olduk, yeni maceralar okuduk, aile bireyleriyle tanışıklığımız oluştu sanal alemden de olsa, hasılı pek yahşi olmadı mı balalar 😂 Bunu yazınca aklıma geldi, bir vakitler, blogumun ilk yıllarında Azerbaycan'da yaşayan Azeri Türkü bir blog arkadaşım vardı, çok severdim, yorumlaşır, birbirimize kart, kitap falan yollardık. Uzun süredir izine rastlamıyorum, keşke bu yazıyı okusa da yine haberleşsek. Kaptanımız Kasım ayında buluşma sözü verdi, o zamana kadar kendimize iyi bakalım. Ben ayrıca Kova Günlükleri için de sabırsızım, geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, zaman sanki bir rüzgar ve bir su gibi aksın (Bu şarkıyı Saatli Maarif Takvimi'nin yayıncıları mı yazdı acep?) Biraz daha bu paragrafta oyalanırsam blogu su basacak 😍

Dün Ankara'daki evin bir zamanlar annemlerin yatak odası, sonrasında annemin pencereden dışarı bakma odası, ardından kızkardeşin odası, son olarak oğlumun odası olan ve şimdilerde benim el koyduğum odada yatağa uzanmış kitabımı okuyordum ki pencerenin ardından tıkırtılar geldi. Önce panjur tıkırdıyor sandım ama bizim panjur içerde, şu eski tip olanlardan. Tıkırtı devam edince, üst kattan bir şeyler atılıyor olabilir dedim oysa apartmanda ilaç için bile çocuk yok. Merak okuduğum sürükleyici kitaba galip geldi, panjuru hafifçe aralayıp dışarı baktım, mahallenin Beşiktaşlı saksağanı imiş. Koca gagasını pencere kanadının altına sokup yuvarlak yuvarlak bir şeyler çıkarıyordu, yiyor mu, yutuyor mu anlayamadım. Ürkütmemek için açamadım da kanadı, vardır bir bildiği deyip kitabıma geri döndüm. Bugün balkona çıkınca aklıma geldi, ne buluyor hayvan orada diye pencereye yanaştım, yenecek bir şey yok ama denizliğin iç tarafına sanki minik taşları ya da pervazdan söküp çıkardığı tahta parçalarını istiflemiş. Gittim gugılladım, biyoloji okuyalı milyon yıl oldu haliyle, eh taşlık varmış hayvancağızda, normalde kum yerlermiş ama bizim saksağan horoz kadar var maşallah taş ancak öğütür yediklerini. İmdat dostlar, balkondaki domateslere dadandıkları yetmedi kuşlar şimdi de evimizi yiyor, Hitchcock neredesin?

Saksağan apartmanı yiyedursun benim de karnım acıktı. Normalde geç kahvaltı yapar, öğle yemeği yemem ama bugün pek erken uyandım, kahvaltı da erken oldu. Canım yemek istemedi, gittim  Hatay Pazarı'ndan aldığım peyniri kızarttım, yanına da bir dilim ekmek. Afiyet oldu. Peynir kızartma işine çocukken Heidi kitaplarını okuduğumda takılmıştım. Heidi fanıydım, hoş hâlâ öyledir. Hepimizin bildiği Alp dağlarındaki kitabından sonra "Heidi Büyüdü" ve "Heidi Evlendi" isimli devam kitaplarını da okumuştum. Heidi Büyüdü'yü her okul çıkışı uğramasam günüm eksik geçecekmiş duygusuyla gittiğim minicik ve loş Kanarya Kitabevi'nde gördüğümden beri babamı alması için darlamaya başlamıştım. O inatla "Aybaşında maaşı alınca" dese de her akşam "Heidi Büyüdü" diye mızıldıyordum. Sonunda anneannem dayanamadı, "Eydi Büydü ne kız, ben alayım?" dedi. Kaçırır mıyım, kaptım 2,5'luğu, okul çıkışı Kanarya Kitabevinde idim. Vay be 2,5 liraya kuşe kapaklı, renkli resimli, pırıl sayfalı Eydi Büydü almışım, nereden nereye, babalar da 2,5 lira için aybaşını beklermiş. İşte ben bu Heidi'leri okurken o velet de boyuna dedesiyle peynir kızartıp yerdi. Benim de ağzımın suları akardı. Ne bilcen o yaşta peynirin âlâsının ve de kızartamaya uygun olanının Alpler'deki ineklerin sütünden yapıldığını ve dahi fondü diye bir şey olduğunu. Anamın da başının etini yemeğe başladım, bu defa "Peynir kızart" diye. Kadın en sonunda bezdi, tavada Sana yağı (margarinle büyüyen kuşak stayla) eritip beyaz peynirleri dizdi. Sonuç sıcak beyaz peynir oldu, üstüne pul biber serpip yedik, güzeldi valla, belki Heidi'ninkinden de güzel. Neyse ki hellimler çoğaldı da çocukluk hayallerimden biri daha gerçek oldu 😋

Gaybubetinizde bir kitap daha okudum, Eva Dolan'dan "Böyle Bitti". Ankara'ya geldiğim ilk günlerde almıştım, kitaplıkta sıra bekliyordu, acıdım haline öne çektim, aslında aklımda Amor Towles'in son kitabı vardı. Hiç fena değilmiş, 1,5 günde bitiverdi. İki kahramanın biri şimdiyi, diğeri öncesini anlatıyor, değişik bir üsluptu ve sevdim, ufaktan polisiye havası da vardı. Amor Towles'le Eylül kapanışı yapmaya karar verdim, bugün de Naomi Alderman'ın "İtaatsizlik"ine başladım.

Bir seriyi de bu yazıyla tamamlarken sizlere ismimle müsemma bir buket yolluyorum efendim, kabul buyrunuz. Fotoğrafı yanılmıyorsan X'teki, "Peyzaj Bitkileri"nden aldım, helal etsinler 😀




19 Eylül 2025 Cuma

RUTİN DIŞI 11

 

Sabah elimde çayım mutfak penceresini açıp havayı bir koklayayım dedim, gökyüzü bulutlu, epeyce de rüzgarlı idi dışarısı. Tam pencereyi kapatıyordum ki gözüm arka cephedeki istinat duvarına ilişti. Evimizin bulunduğu bölge bir çeşit vadi gibi, caddenin iki tarafından yükselen apartmanların arka cepheleri tepelere bakıyor. Ankara'nın merdivenli sokakları çıkar sık sık karşınıza cadde boyu yürürseniz. O nedenle karşılıklı sıralanan apartmanların arka tarafları hep istinat duvarıdır, o duvarın üstünden çok katlı apartmanlar hepimize tepeden bakar 😊 Ön cepheden pek hoş görünen apartmanların bile arka tarafları gri renkli, sevimsiz, yüksek bir beton duvardır. Yalnız ne hikmetse yanımızdaki apartmanın istinat duvarı ön cepheden de daha renkli bir manzara sunuyor. Henüz yıktırılmamış kömürlüklerin üstünde tohumlarını kuşların mı getirdiği, rüzgarla mı uçup gelen hudayinabit ağaçlar var. En görkemlileri üç aylandız. Kokarağaç, osuruk ağacı gibi isimlerle de anılsalar ben henüz kötü kokularına denk gelmedim. Üstelik bu mevsimde salkım salkım açan çiçeklerini de pek severim:


Aylandızların arasında, adeta onlar tarafından korumaya alınmış gibi duran pek güzel bir çam ağacı mevcut. Kışın kar yağınca süklüm püklüm arka cepheye adeta İsviçre görünümü veriyor 😁. İstinat duvarını ise gümrah bir Amerikan sarmaşığı kaplamış, hatta oraya sığamamış, bizim duvarın da yarısına kadar uzanmış sağolsun, otoparkımıza renk katmış. Gördüm ki sonbahar havasına da girmiş, tek tük kırmızı yapraklar mücevher gibi parlıyordu yeşillerin arasında. Tüm bunlara pasaklı arka bahçenin içinde muhtemel ki yine hüdayinabit yetişen bir yabani incir imrenerek bakıyor. Bizim apartman ağaç yönünden beddualı sanki. Buraya taşındığımızda arka bahçede, kömürlüklerin hizasında cılız bir dut ağacı vardı. Çocuklar dallarına asıla asıla hallettiler. Cadde boyu ise akasya ağaçları sıralı. Bir tek bizin apartmanın önü boş, Yine taşındığımızda bir kuru ağaç vardı, o zamanlar zemin katımız bakkaldı, kızınca rengi bordoya dönen Ahmet Amca. O kurumuş ağacı kesti ve yerine bir fidan dikti, eğilip bükülmesin diye yanına bir sopa gömüp bağladı. Ne oldu dersiniz, fidan kurudu, sopa yeşerdi 😂 Lakin ona da yoldan geçen bir araba çaptı, büyümeye ömrü vefa etmedi, şimdi tüm apartmanların önünde bir ağaç var, bizimki halka açık 😂

Öğlen kızkardeşle buluşmak için evden çıktım, iyi ki montumu almışım, rüzgar hayli sert esiyordu. Ankara bugün ciddi ciddi sonbahar havasına girmiş, eğer bu ön gösterim değilse. Henüz yapraklar dökülmeye başlamamış ama tek tük sararmalar başlamış ve ateş dikenleri. Turuncu turuncu açmaya başlamışlar, yakında kızarır ve gri Ankara kışlarının yegane rengi olurlar:


Kızkardeşin göz kontrolü için önce hastaneye uğradık, sonra bir miktar alışveriş yaptık. Hatay ürünleri satan bir dükkana pomelo gelmiş ki kendisine bayılırım, hemen kaptık birer tane, eh girmişken Hatay'ın kızartmalık peyniri ve biberli ekmeği de girdi alışveriş poşetine. Sonra da kahve içmeye gittik

Eve döndüğümde caddenin ortasına rastgele bırakılmış bir scooter gördüm, pes dedim. İnsanların lakaytlıkları abartılı boyutlara ulaştı. İki saat orada trafiği aksatarak bekledikten sonra yolcu indiren bir taksinin müşterisi gidip kenara çekti. "Nereye Payidar?" diye bir oyun izlemiştim üniversite yıllarımda AST'ta. Şimdi ortalık yere bağırmak istiyorum, bu sorumsuzlukla "Nereye Payidar nereye?",,, 

17 Eylül 2025 Çarşamba

RUTİN DIŞI 10

 

Ekmekçi Kız'dan sonra en birinç, daha doğrusu en ikinç benim 😂 Onuncuya gelivermişim maşallah. Niye öyledir hala çözemesem de fazla yazı göz çıkarmaz diyor ve devam ediyorum.

Storytel'de eskiden okuduğum yerli klasikleri tekrar ediyorum, dinlemek ayrı bir zevk zira, hem unuttuklarımı hatırlıyor, hem de ne kadar güzel yazdıklarına şaşıp hayran oluyorum. Sabah "Sinekli Bakkal"ı bitirdim. Ortaokulda iken okumuştum, yıllar sonra hafıza tazelemek iyi geldi. Az evvel de Adalet Ağaoğlu'nun Dar Zamanlar Üçlemesi'nin ilk kitabını dinlemeye başladım. Esasen üçlemenin üç kitabını da iki kere kıraat etmişliğim var zamanında ama hem yazarı, hem de bu kitapları öyle çok severim ki bir kez de dinlemek istedim. İlk kitap "Ölmeye Yatmak", okuyanlar bilir kitap Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'nın bir küçük kasabasında düzenlenen müsamere ile açılır. Akşam yemeği hazırlarken dudağımın ucunda bir gülümseme ile dinledim. Aklıma öğretmenliğimin ilk yıllarında okulda düzenlenen bir eğlence gecesi için hazırladığımız koro geldi. Okulda müzik dersi yoktu o zamanlar (meslek lisesi stayla) ama Müzik Kolu vardı. Hal böyle olunca kolun görevli öğretmenleri öğretici, öğrenciler de koro elemanı oldular otomatik olarak. Biz iki arkadaştık, daha önce bir koroda faaliyeti olan arkadaşı koro şefi yaptık, ben de türkülerin öğreticisi oldum. Sonra eski bir öğrencimiz katıldı bize yardımcı olarak, çok ilginçtir ki Ticaret Lisesi'ni bitirip azmederek konservatuar kazanmıştı. Hem sazıyla türkülere eşlik ediyor, hem de bize bazı türküleri öğretirken destek veriyordu. Müzik Kolu'ndakiler otomatik olarak korist olduğundan içlerinde fena halde bet sesliler vardı 😂 Bet seslilerin en bet seslisinin babası savcı idi, boyu da hayli uzundu. O bet ses duyulmasın diye, hem de boyu çok uzun olduğu için koronun en arka sırasına almıştık.  Rahmetli müdürümüz statüye pek önem verirdi. Bir gün provayı izlemeye geldi. "Kerpiç Duvar Yan Uçtu" diye bir türkü öğretmişiz, arkadaşım onu yönetiyordu ki, müdür sahneye çıkıp "Dur" dedi. Koro durdu, savcının bet ses oğluna baktı, "Sen neden en arkadasın, gel bakayım öne" dedi, oğlanı en öne aldı, sonra koroyu yöneten arkadaşa döndü, "Buna solo söyletin" dedi. Ben sahne altında saç baş yoluyorum, çocuk zaten şarkı söylemiyor, arada gak gak der gibi ağzını açıp kapatıyor. Sadece ses kötü değil, ritm duygusu da yok. Ama olsun, babası savcı ya gerisi hikaye. Koroyu yöneten arkadaşı kenara itti, savcının oğluna "Geç bakayım ortaya, haydi söyle" dedi. Çocuk sözleri bile bilmiyor ki doğru dürüst, bakıyor öyle, bir de heyecanlandı garibim müdürün özel ilgisinden. Baktı çocuk söylemiyor aldı sazı eline müdürümüz, orkestra şefi gibi gibi el kol hareketleri yaparak kendi söylemeye başladı: "Kerpiç duvardan düştüm". Sözler yanlış, müdürün sesi savcının oğlundan da bet, sürekli tekrarlıyor, çünkü gerisini bilmiyor: "Kerpiç duvardan düştüm". Korodakiler gülecek gülemiyor. Baktı çocukta tık yok, döndü arkadaşa, "Bunu çalıştır, solo söylesin" dedi gitti. O gider gitmez çocuğu eski yerine aldık, "Aç kapa oğlum sen ağzını yeter" dedik. Bakın neler hatırlattı bana "Ölmeye Yatmak".

Yazıya başlamadan önce bir film izledim. Bu aralar gündemde olan "The Roses"i. Başrollerde Olivia Colman (ki bayılırım) ile Benedict Cumburlop (O soyadı yazmak çok zor) vardı. 


Filmin konusu çok matah değil ama benim derdim de filmin konusundan ziyade oyunculardı, ikisini birarada izlemek gerçek bir keyifti, şahaneydiler. Yalnız Oliviacığımızın kıyafetleri neden o kadar bol ve çirkindi bilemedim. 

Bu ayın üçüncü kitabını bitirmek üzereyim, "Buradan Bir Britt-Marie Geçti". Edebi anlamda çok müthiş değil ama esprili ve sevimli bir kitap, üstelik bazı bölümlerde de taşı gediğine koyuyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Bu ay kalın kitaplar okuyorum, o yüzden yavaş gidiyor. "Mutluluk İhtimali"ni çok beğendim, keza "Çalınan" şahaneydi. Irkçılık, azınlıklara yapılan baskılar, madencilik yüzünden bozulan doğa dengeleri, ren geyiklerinin yaşama alanlarına müdahale, iklimsel değişiklikler dünyanın başına dert. Sosyal devlet diye imrendiğimiz İsveç'in tanıdık bir ülkeyle bazı alanlardaki benzerliği de şaşırtıcı idi. 

Dün sevgili blog arkadaşlarım Bilge'nin Annesi ve Kitapçı Kedisi ile birlikteydim, günümü güzelleştirdiler. Sizin de gününüz güzel olsun...

Not: Robert Redford'un ölümünü öğrendim, gençliğimin en sevdiğim yabancı erkek oyuncusuydu. "Akbaba'nın Üç Günü" filmini izlerken yaşadığımız unutulmaz bir anı vardır. Gün içinde bir filmini izleyerek anacağım kendisini, toprağı bol olsun...

İkinci Not: "Ölmeye Yatmak" ilerledikçe akademisyen  Aysel'in ölmeye yattığı otel yatağından, yol üstünde bir jandarma erinin kucağına attığı leylak dalına baktığı bölüme geldim. Okuduğum zamanlarda belleğime almamışım, zira o zamanlar Leylak Dalı değildim. Bir paragraf boyunca bahsi geçti o leylak dalının.  Gülümsedim ve sonra kendi kendime dedim ki, bu Rutin Dışı yazıları benim için geçmişe dönüş ve tevafuk ağırlıklı oldu.

13 Eylül 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 9


Hızlı mi gidiyorum bilemedim, başlıkta 9 rakamını görünce şaşırdım. Aslında haftada 3 niyetindeydim ama fark etmeden fazla mı yazdım? Neyse fazla yazı göz çıkarmaz diyelim ve devam edelim.
Hafta ortası birkaç lise arkadaşımla buluştum. Bir tanesiyle orta 1'den bu yana arkadaşız, aralıksız sürdürdük bunca yıldır. Diğerleriyle ise, mezun olduğumuz lisenin 20 yıl kadar önce düzenlediği döner günü aracılığıyla irtibatlaşıp giderek sayıyı arttırdık. Sayımız otuzu buldu ama haliyle hepsiyle sık sık görüşebilmek mümkün değil, Ankara'da olan küçük bir grupla daha sık bir araya gelebiliyoruz. 

Buluştuğumuz mekanda biz sohbeti koyultup zaman zaman kahkahalar atarken yan masada oturan bir kadının bizi izlediğini fark ettim. Nitekim hesabını ödeyip kalktı ve yanımızdan geçerken "İyi günler Altın Kızlar" dedi. Kadına gülümsedim ama hiç tanımadığım, bizim hakkımızda fikri olmayan bir insanın yaftalamasından da rahatsız oldum. Sanki ömründe ilk kez bir restoranda oturan belirli yaşta kadınlar gördü, üstelik kendisi de yaş olarak bizim sulardaydı. Yaş bir kılıf bence, insanı niteleyen içindeki ruh ama bunu anlatmak çok zor geçelim. Bir keresinde de canım Sevda (Bilge'nin Annesi) beni bacağımda büyüyüp rengi koyulaşan ve korkunun ecele faydası olmasa da beni doktora gitmekten alıkoyan ne idüğü belirsiz zımbırtıyı göstermek üzere yakındaki özel hastaneye götürmüştü, evet, zorla götürmüştü. Bana kalsa evhamımla daha epey oturup ölmeyi beklerdim 😂 Latince ismini okuduğum an unuttuğum zımbırtıya cerrahın söylediği alıp biyopsiye göndermek gerektiğiydi. Bu işin hemen yapılmasına karar verildi ve ben ameliyat kostümlerimi giyip açılan odada Sevda ile sohbete daldım. Sonra hemşire içeri girdi, "Hangi bölge?" diye sordu, ben evin olduğu semti söylemek üzereyken Sevda atılıp "Bacak" dedi, ardından gülme krizine girdik. Hemşirenin tepkisi şu yönde oldu: "Ay ne tatlısınız Şen Dullar". Yok artık. Şen olmasına şeniz de dulluk ne alaka yahu, kocalar yanımızda olmayınca illa dul mu olacağız? Diyorum ya yaftalamak çok kolay, neyse bize gülmek için bir vesile daha çıkmıştı, zımbırtının biyopsi sonucu da iyi çıkınca unuttuk gitti diyeceğim ama arkadaş kendini unutturmuyor. Alt tarafı yarım leblebiden küçük bir oluşumu çıkarmak 45 dakika, yerini dikip kapatmak daha uzun sürmüştü. Meğerse kökü dışarda mihraklardanmış kendisi 😂 ayak baş parmağıma kadar mı uzandı nedir, dr uğraşıp durmuş köke ulaşmak için. Şimdi yerinde bir lira büyüklüğünde, eskilerin çiçek aşısı görünümünde bir damga var, torba ağzı büzer gibi büzüp atmış doktor. Tam anlamıyla kapanması 3 ay sürdü diyeyim de siz anlayın, her iki dizimdeki 20'şer santimlik protez dikişleri 15 günde kendini onardı da minicik şey canıma okudu 😀

Bir süredir sağ dizimde beni rahatsız eden ufak-tefek sıkıntılar vardı, Antalya'ya dönmeden imalatçısına bir göstereyim dedim. Ameliyatı yapan doktordan randevu almıştım, dün öğleden sonra gittik. Protez hikayem pandemi döneminde gerçekleştiği için doktorumu hiç maskesiz görmemiştim, yani yolda görsem tanımam. Dün ilk kez müşerref oldum yüzüyle. Kendisine önce şükranlarımı, sonra da şikayetlerimi sundum. Muayenede ters bir durum göremedi, bir de röntgen ve enfeksiyon yönünden kan tahlili isteyim, herhangi bir şeyi atlamayalım dedi. Önce kan verdim, genç ve hoş bir hemşire hiç uğraşmadan ve hiç acıtmadan buldu damarımı, kendisine de tebriklerimi sundum. Sürekli sunum yapıyorum gördüğünüz gibi 😂 Sonra dört yıl öncesinden hatırladığım labirentimsi bodrum kata indik, dizlerime poz verdirip cepheden ve profilden görüntülerini aldırdım ve sonuçlar gelen kadar hastane civarında turlamaya çıktık kızkardeşle. Sonra huzura kabul edildik, doktor kan sonuçlarımı gayet iyi bulup diz görüntülerimi açtı, gülmeye başladık. Zira protezlerimin görüntüsü aynı WC kapılarındaki levhalara benziyordu, klozette oturan bir şişman 😂 Bunu doktora söyleyip onu da güldürdük, Allah da bizi güldürsün. Sonuçta belirttiğim şikayetlere uyan bir anormallik görünmedi. Protezlerim gençliğini ve tazeliğini korumakta imiş, darısı bana. Dizlerime "Bak bir şeyiniz yokmuş, takırdayıp tıkırdayıp, ağrıyıp sızlayıp beni rahatsız etmeyin" diye tembih ederek döndüm eve.


Ankara'ya gelince çeri domates fideleri almıştık, normalde balkonda sivri biberden başka ürün alamıyorduk, geçen yılki biberler dolma çıkınca bari çeri alalım, Umut toplarken sevinir demiştik. Bu sefer de çeriler bildiğimiz domates çıktı. Epeyce de ürün verdi. Yukarıdakiler artık son demlerini yaşayanlardan. Umut her geldiğinde topluyor, sonra da saklama kabına koyup eve götürüyor 😀

Bu yazının rutin dışı da doktora gitmek oldu, neyse ki sıkıntılı bir durum yokmuş, buna da şükür diyorum,  Rutin Dışı 10'da buluşmak üzere hoşçakalın...

 

11 Eylül 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 8

 

Facebook'un ilk dolaşıma girdiği zamanlarda sosyal medya acemisiydik ve pek eğlenceli gelmişti platform. Bir sürü arkadaşımızın izini bulmuş, gruplara üye olmuş, fotoğraflar paylaşmış, oyunlar oynamış, mesajlar yollamıştık birbirimize. Lise arkadaşlarımın çoğuna Facebook sayesinde ulaşmıştım, hâlâ görüşüyoruz ne mutlu ki. Şimdiki laçkalık yoktu o zamanlar. Her an kapatmayı düşünüyorum ama bazılarıyla sadece o platformda ilişki kurabildiğim için onların hatrına bir kenarda tutuyorum, aklıma gelirse şöyle bir girip bakıyorum o kadar. Çünkü ortamda benim takip ettiklerim dışında herkes var, niye var onu da anlamıyorum. Hele o aptal saptal gruplar, bir oyuncunun rol icabı giydiği gelinlikle fotoğrafını koyup "Falancanın düğünü, tebrik etmez misiniz?" ya da ayrılalı neredeyse 10 yıl olmuş bir çiftin fotoğrafının altına "Mutlu evlilikleri sürüyor, maşallah deyin" paylaşımlarını görünce deli oluyorum. İki gün önce tiyatroculardan birinin gelinlikli görüntüsüne Melih Cevdet Anday'ın fotoğrafını ekleyip yanına da şimdiki eşiyle fotoğrafını koyup "İlk eşi-Son eşi" yazmışlar, Anday kadının ancak dedesi olabilir tabii ve ayrıca kimi koyduklarından haberleri yok. Hasılı Facebook deliler koğuşuna döndü diyeceğim de bugün gördüğüm bir haberle "Kedi olalı bir fare tuttu şükür" sözleri çıktı ağzımdan. 

Blogumun eski takipçileri bilir, ailecek başımızdan geçen, ölümden döndüğümüz bir sel felaketi yaşadık çok yıllar önce. Henüz 1,5 yaşındayken annem o yıllarda babamın görevi nedeniyle oturduğumuz Meriç'ten, Ankara'ya ailesinin yanına ziyarete gelmiş. O korkunç selin de tam o zaman geleceği tutmuş. Bugün Facebook'da rastladığım haber ve fotoğraf işte bu olayla ilgili, meğer 11 Eylül'müş o felaketin tarihi, unutmuşum. Uzun arayla aynı gün gerçekleşen İkiz Kuleler saldırısı kadar küresel olmasa da ülke için oldukça ağır sonuçlar doğuran bir felaket olmuş Hatip Çayı taşkını, 196 kişi ölmüş, pek çok kişi yaralanmış, yüzlerce ev yıkılmış, ulaşım ağları hasar görmüş. Yıkılan evlerden biri bizim de konuk olarak kaldığımız dedemin evi ve annemle ben evin önündeki at kestanesi ağacının üstüne zor bela tırmanarak kurtulmuşuz. Anneannem de bir başka ağacın üstüne tünemiş. Bizi, buz gibi sel sularında kulaç atarak ulaşan, bir yarışma için Ankara'da bulunan yüzücü gençler kurtarmış. Bir süre aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz çadırlarda kalmışız. Hayal meyal hatırlıyorum 1,5 yaşıma rağmen. Kızılay'ın yiyecek arabası gelince 11 yaşındaki dayıma seslenip "Ünal doş, papapa deldi, epek deldi" dediğimi anlatırlardı, kuru fasulye-pilav sevgimin o zamanla bir ilişkisi var sanırım.


Görsel: Buradan  Detayları merak ediyorsanız tıklayıp okuyabilirsiniz. Fotoğraftaki, sağdaki çadırlar ve önündeki o yol ara sıra rüyalarıma girer. Hayatımı borçlu olduğum at kestanesi ise hâlâ kutsalımdır, bunu beni tanıyan pek çok kişi bilir. 

Yeni bir kitaba başladım: "Çalınan". İsveç'in Kuzey Kutup Dairesi'ndeki topraklarda yaşayan ve ren geyiği üretimiyle geçinen, bizim Laponlar olarak bildiğimiz ama bu deyimden hoşlanmadıklarını kitabı okumaya başlayınca anladığım Sami halkı kitabın ana konusu. O halktan küçük bir kızın üzerinden anlatılan öykünün Netflix'de filminin olduğunu da yeni öğrendim, kitap bitsin hemen izleyeceğim. Çok iyi gidiyor, sanırım çabuk bitecek. 

Bu serinin yazısı çoğunlukla geçmişle bağlantılı oldu, sanırım benim Rutin Dışım geçmişe dönmekmiş. Şimdi izninizle çıkıp biraz yürüyeyim, hem de at kestanelerine tekrar teşekkür ederim...

8 Eylül 2025 Pazartesi

RUTİN DIŞI 7

Öncelikle kızlarımızı tebrik ederek başlayayım, onlar sadece filenin değil, gönlümüzün de sultanları, çok yaşasınlar, elleri dert görmesin, ayaklarına taş değmesin. 

Anneannem tarzı duamsı temenniden sonra gerçek bir rutin dışı yaptığım pazar gününden söz edeyim. Yazın kaldığımız aile evimizde 1,5'a yarım metre boyutlarında dolap mı, kiler mi, yüklük mü, sandık odası mı olduğunu hâlâ anlayamadığım bir bölüm var, kapısı ve üst tarafında da yine kapağı olan bir dolabı mevcut. Komşular ne amaçla kullanıyor bir fikrim yok, sadece eski bitişik komşumuz rahmetli Kifo oraya yorgan-yastık yığardı, yüklük gibi yani. Babam bu eve taşınmadan, yüklük, dolap, çekmece benzeri şeyler yaptırdığından bu mekanı kendine alet-edevat dolabı olarak ayırmıştı. Çok yetenekli bir adamdı. Elinden gelmeyen iş yoktu; her türlü tamiratı yapar, dikiş diker, ayakkabı onarır, hatta yapardı, kendine ayakkabı, bana ve arkadaşlarıma sandalet yaptığı vâkîdir gençliğimde. Son derece güzel maketler, çavdar sapından resimler üretir, mektupla mezun olduğu teknik resim kursundan kaynaklı müthiş teknik çizimler gerçekleştirirdi. Parmak yedirten lezzette turşular kurar, sofistike yemekler dener, çok güzel salatalar yapardı. Koltuk, sandalye kaplaması bile becerdiğini de söylemeden geçemeyeceğim. Tabii bu işleri yaparken hayli dağınık çalışır, annemle kavgaları da hiç bitmezdi eylem süresince. Sadede gelecek olursam, babamın tüm bu işlerde kullandığı aletlere ev sahipliği yapan o dolap ölümünden bu yana-hatta daha öncesinde-bırakıldığı şekilde duruyordu, bizzat kendimiz de nereye koyacağımızı bilemediğimiz ıvır-zıvırı oraya atmakta hiç beis görmüyorduk. Lazım olan bir şeyi almak için kapısını her açtığımda "Şurayı bir elden geçirmek lazım" diye düşünüp alacağımı aldıktan sonra kapısını kapatıp gidiyor, eyleme geçmiyordum. Kısmet bugüneymiş, insanlık için küçük ama benim için çok çok büyük bir adım atarak öğlen itibariyle dolabı temizlemeye karar verdim. 

Üç saat boyunca belim, dizlerim, boynum, carpal tunnelli ellerim, alnımdan inen terlerin tuzundan yanan gözlerim "İmdaaat!" diye bağırdı ama hiçbirine yüz vermeden devam ettim. Üç battal, üç normal boy çöp poşeti dolusu ıvır zıvırın bir kısmı çöpe, bir kısmı kağıt toplayıcılar için konteyner yanına gönderildi tarafımdan. En az bir düzine yıllardır giyilmediği için kurumuş ayakkabı, babamın ayakkabı tamirinde kullandığı tahta kalıplar, deri ve kumaş parçaları, lazım olur diye üstüste yığılmış koliler, eski dergiler, gazeteler, içinde binlerce paslanmış çivi, vida, pul vs olan kiloluk peynir tenekeleri ve buna benzer bir sürü gereksiz eşya dolaptan tahliye edilip çöp konteynerini boyladılar. Tüm rafları silip temizledim. Gerçekten işe yarayacak malzemeleri elden geçirip düzgün bir biçimde yerleştirdim. Bu arada diz protez ameliyatı günlerimin yıldızı Aliye isimli yürütecime de bir merhaba demeyi ihmal etmedim, hâlâ  duran mor kurdelesi ve çiçeğiyle tekrar lazım olmaması dileğiyle onu eski yerine yerleştirdim. Bir süre eşlikçim olan Füreya isimli bastonum ise Antalya'da. Tüm bu kargaşa ve kıvır zıvırın içinde karşıma iki de sürpriz çıktı. Biri şu:



Artık çok eskimiş ve yıpranmış, içinin yeşil keçe kaplaması babam tarafından yolunmuş olan bu ahşap kutu çocukluk günlerimdeki evcilik oyunlarımın bir numaralı malzemesi idi. Sağ yandaki bölmeden sol yanda da bir tane vardı, babam onu da halletmiş. Babam mevcut eşyalar ve giyim malzemeleri üstünde değişiklik yapmaya bayılırdı. Kazak alır, önünü boylu boyunca kesip fermuar dikerek hırkaya dönüştürürdü, hediye gelen tişörtün göğüs cebi yoksa etek ucundan parça kesip cep yapardı. Yakalı gömlekleri yakasıza çevirir, yakasız tişörtlere eski bir kazağın lastiğinden kestiği parçayla yaka yapardı. İlginç adamdı vesselam. Bu kutu benim bebeklerimin evi idi, iki oda-bir salon, kapak kısmı da teras. Mutfak, banyo neredeydi derseniz onlar hayalimde tabii ki. Evi döşer, parmak boyundaki bebeklerimi yerleştirir ve saatlerce kendi başıma evcilik oynardım. Uzun yıllar tek çocuk olduğum için kendimi oyalamayı gayet iyi becerirdim. Bebekleri ergenlik çağında bırakınca babam kutuya el koyup ayakkabı boyası kutusu yapmıştı, ayakkabılığın üst rafında dururdu bir zamanlar, sonra hurdaya çıkmış belli ki, dolapta unutulmuş. İşin tuhafı ben de unutmuşum, görünce bir tuhaf oldum. Bir kenara ayırdım, cilalayıp içini kaplayacağım ve Ankara'daki dikiş malzemelerime kutu olarak kullanacağım. 

Bulduğum ikinci şey ise beni ağlattı. Annemin ben çocukken devam ettiği biçki-dikiş kursundaki defteri. Genç kızlığında mahalle arasındaki kurslara giderek terziliği öğrenmiş aslında annem ama işi daha teknik hale getirmek için o yıllarda Kız Meslek Liseleri bünyesinde açılan iki yıllık Pratik Kız Sanat Okulu'na devam etmişti. Öğretmeninin ismini bile hatırlıyorum, Azade Hanım. Annemin acemi el yazısı ve elleriyle pelur kağıdından kesip yapıştırdığı patronları görünce hem anılarım canlandı, hem burnumun direği sızladı, sayfaları biraz ıslattım gözyaşlarımla. Bir hafta sonra 20. ölüm yıldönümü, bu bir tevafuk olsa gerek.


Alt sağdaki kol biçimine "Uçurtma kuşlu kol" denirdi, aradaki dörtgen parça uçurtma kuş oluyor. Benim çok komiğime giderdi bu deyim ve anneme "Bana uçurtma kuşlu kolu olan gömlek dik" diye takılırdım. Tüm bu minik patronlara bir vakitler annemin elinin değmiş olması duygulandırdı beni. Defteri saklanacaklar arasına aldım ama aynı torbadan çıkan, o yıllarda dikiş öğrenmenin araçlarından olan Pfaff giysi kalıplarını attım.

Dolap tenhalaştı ve pırıl pırıl oldu dostlar, bu başarımla gurur duyup önümüzdeki hafta da annemlerin gardrobuna el atmak niyetindeyim. Haydi bakalım, bana kolay gele...


6 Eylül 2025 Cumartesi

RUTİN DIŞI 6


Pek çoğunuzu mutlu ediyor mutlaka gökyüzündeki bulutlar ama benim ruhumu karartıyor. Oldum olası kapalı havaları sevmem, yağmuru da dozunda yağarsa pencereden bakarken severim. Anlıyorum susuzluk çekiyor ülke, anlıyorum günlerdir devam eden sıcak ve kurak hava canlara tak etti, yağması gerekir, hatta yağmalı ama sevmek zorunda değilim ki. "Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" demiş ya Nazım, ondan iyi mi bileceğiz, o hesap işte. Islandım mı delleniyorum, etrafımdakileri de delirtiyorum. Öğleden sonra hava karardı, kara bulutlar yoğunlaştı, "Aha dedim geliyor", gelmedi, gece buyurursa bilmem. Fakat baktım yerler akasyaların sarı yapraklarıyla dolmuş, hafiften de bir rüzgar var, tadım kaçtı. Ben sonbaharın hüzünlü olmayanını severim ve rica ederim bir süre daha yaz olsun.

"Dört Ayak Üstünde" bitti, Medusa Yayınları yine yanıltmadı, evlilik (tabii ki Amerikan usulü evlilik) üzerine ilginç bir kitaptı. Akabinde Livera'ya geçtim ki son zamanlarda çıkardığı kitapların neredeyse tamamını severek okuduğum bir yayınevi. "Mutluluk İhtimali" bir kuşak romanı, Doğu Almanya'nın Batı ile birleşmesinin, duvarın yıkılmasının üç kuşak üzerindeki etkisini anlatıyor. 86 doğumlu genç bir kadın, Anna Rabe kaleme almış, henüz başlardayım ama iyi gidiyor. Storytel'de "Vatan, Millet, Samatya" bitmek üzere, ardından ne dinlerim henüz karar vermedim. 

Kocam Bey fillerin başrolde olduğu bir belgesel izliyor. Bizim kuşak fil deyince "Mohini"yi hatırlar. Şimdilerde artık olmayan, Atatürk Orman Çiftliği'ndeki Hayvanat Bahçesi'ne gitmek en büyük mutluluk kaynağımızdı, kimse bize hayvanların doğal ortamlarından koparılıp kafeste bakılmasının onlar açısından ne büyük olumsuzluk olduğundan bahsetmediği gibi normal şartlarda göremeyeceğimiz hayvanları tanıma şansı verdiği için de faydalı bile bulunurdu. İşte o bahçede yaşardı "Mohini". O Asya filini Türk çocuklarına Hindistan başbakanı Nehru hediye etmişti, yıllarca yaşadı Hayvanat Bahçesi'nde, her gidişimizde ilk görmek istediğim Mohini olurdu. Çünkü Türkiye'ye gönderilişi o zamanların şahane çocuk dergisi Doğan Kardeş sayesinde olmuştu ve ben de sıkı bir okuyucusu olduğum için daha fili görmeden hakkında her şeyi öğrenmiştim. Aşağıdaki fotoğraf bir Hayvanat Bahçesi gezmesinden, halamlar Yalova'dan gelmiş ve kuzenlerle birlikte gitmişiz, o yıllarda Yenimahalle'deki evimizden yürüyerek gidilirdi Çiftliğe ve Hayvanat Bahçesi'ne. Fotoğrafta sıkı bir arama yaparsanız burnumu görebilirsiniz onun dışında kuzenlerden birinin ardına saklanıp tam kamuflaj yapmışım. Mohini yok ama zebralar var:


Babamın kucağında eniştemin fotoğraf makinesinin kılıfı var, makine fotoğrafı çeken eniştede haliyle. Sonrasında o makine bir yerde unutulacak, dönüşte tam evin kapısında farkına varılacak ve babam yine yürüyerek Çiftliğe gidip makineyi arayacak, bereket bulup getirecekti. Aksi halde eniştemde seyreyle sen gümbürtüyü 😂

Hafta sonunun Rutin Dışı'na da yıllar öncesine giderek çıktık, keşke o günlere dönmek mümkün olsaydı...

4 Eylül 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 5

 

Bir miktar keyifsizim. Evvelsi gün sıkı bir temizlik yaparak günlerdir biriken tozları çöpe postaladım, ter içinde bitirdim temizliği ev arındı, ruhum arınmadı. 

Dün neredeyse bir ay önce okumak için ayırdığım kitaba nihayet başlayabildim, başlamayı bekliyormuşum gün içinde yarıladım hatta geçtim yarıyı. Üstelik o minicik puntoları şu ara muhtemelen yakın gözlüğüne ihtiyacı olan gözlerimle nasıl okudum şaşıyorum. İlkokul sonda taktım miyop gözlüğünü gözüme. Ortaokulu bitirene kadar mütemmim cüzüm oldu. Hem de sağda 0.50, solda sıfırla başladım, ne kadar gereksizmiş o gözlük, taktıkça ilerlettim. Annem çok dağınık olduğumu düşünürdü ki bence kendisi benden dağınıktı, yegane yeri belli olan eşyamın gözlüğüm olduğunu söylerdi. Her akşam yatarken çıkarır, saplarını katlar, gözlükçünün tembihinden dolayı asla camlarının üstüne koymazdım kitaplığın aynı rafına yerleştirirken. Ben ona itina ettikçe o bana ihanet etti. Liseyi bitirdiğimden sağ gözüm 2,5'a, sol gözüm 1'e yükselmişti. Fırlattım attım o kıymetli gözlükleri, ancak sinemada, tiyatroda takar oldum. Miyobumu ilerlettim yıllar içerisinde ama şu yaşa geldim hâlâ yakın gözlüğü takmıyorum. Prospektüsleri bile okuyabiliyorum ama kaşlarımda çıkan telleri göremediğim oluyor 😂 Fakat geçen yılki kuruyup parçalanan ve gözümün önünde dans eden tırnak boyutundaki göz sıvısı parçası  hem okumama, hem bakışıma sıkıntı yaratıyor. Antalya dönüşü ilk işim bir göz doktoruna uğramak olacak. 

Bugün de kızkardeşle Tunalı'da buluştuk, biraz yürüdük, kahve içtik, dönüş yolunda şuna rast geldik, bir türlü görmek kısmet olmamıştı, kısmet ayağımıza geldi (ne kısmet ama 😂)


O zaman fark etmemiştim ama fotoğrafa bakınca kızkardeşin pantolonuyla renk uyumu mükemmel 😉 Flacking ismini verdiği bir sanatla iştigal eden "Ememem" denilen sanatçının işlerinden biri bu. Tunalı kaldırımlarından birinde, başka yerlerde de var tabii ama biz şimdilik bunu görebildik. Sanatçinin "Flacking" dediği şey "Healing Craks" yani "Çatlakları İyileştirme" anlamına geliyormuş, kendisi bulmuş o terimi. Arkadaşın zevki de bulduğu boşlukları mozaikle doldurmak demek ki, helal olsun, kaldırımlar renklenmiş sayesinde. 

Eve dönerken ihtiyaç olan birkaç şeyi almak için markete uğradım, nedense tek kasa çalışır bizim market her zaman, akşam saati kuyruk vardı. Elimdekiler ağırdı ve kasanın yanı doluydu. Önümde duran iri-yarı, 50 yaşlarında, düzgün giyimli bir adam kendi sepetini yana çekerek "Anneciğim buyur buraya koy" dedi. Teyzeye hak veriyoruz da eşek kadar adamın (sözüm meclisten dışarı) ben niye annesi oldum onu anlamadım, olumsuz puan 1. Koydum çaresiz zira bileklerimin taşıyacak gücü kalmamıştı. Sonra üstüme eğildi, zira epeyce uzundu, neredeyse ağzını kulağıma yapıştırıp; "Biz Hatay'dan geliyoruz, o öldü, bu öldü, şu öldü (tabirimi mazur görün ama o kadar uzun bir liste çıkardı ki aklımda tutamadım) diyerek depremde vefat eden yakınlarını saydı, motor gibi konuştuğu için önce ne dediğini bile anlamadım. Efendim ilerde bir apartmanda kapıcılık vermişler, aile efradıyla geçinmeye çalışıyormuş, bir yardım edebilir miymişim? Olumsuz puan 2, zira adam basbayağı şık, sepetine göz attım, 6'lı Çamlıca gazozu, 3 kilo kadar şeftali, 2 şişe kefir, çikolata ve şu an hatırlayamadığım asla zorunlu ihtiyaç olmayan bir-iki ürün daha. Dedim size geçmiş olsun ama ben de emekli maaşıyla geçiniyorum, yardım yapacak durumum yok. O sırada kasa boşaldı, hazret sepetindekileri görevliye uzatırken bana dönüp "O zaman şu sepeti ödeyiverin çocuklar için" demesin mi?. Olumsuz puan onyüzmilyonbin. Modern dilencilik değilse nedir bu? 2 ekmek, bir paket peynir görsem gariban hadi ödeyim diyeceğim ama adam doldurmuş benim bile alırken düşündüğüm malları (Sepet muhteviyatı da 780 lira tuttu bu arada) elaleme ödetecek, hem de anneciğim diyerek, bari küçük hanım deseydin 😂

Çıkınca takip ettim, yan taraftaki benzinliğin duvarına poşetini koydu, içinden kefirleri çıkarıp lak lak içti. Hani çocuklaraydı? Sonra da benzinliğin marketine doğru yollandı, bilmem orada birini dolandırabildi mi? Bu olay da bugünün "Rutin Dışı"sı oldu. Kalın sağlıcakla...

1 Eylül 2025 Pazartesi

RUTİN DIŞI 4

 

Oturdum oturmasına klavyenin başına ama kafamın için bomboş. Tüm hafta sonunu tembellikle geçirdim. Sıcakta ve berbat trafikte yaptığımız günübirlik Ulukışla yolculuğu cümlemizi o kadar yormuş ki ancak kendimize gelebildik. Hafta sonunun yegane etkinliği bu hafta ilkokul bire başlayacak Umut'u okullar açılmadan götürdüğümüz son Ankara turu oldu. Bu defa sırada 1. ve 2. Meclis vardı. 1. Meclis'e gelince gişe kuyruğundaki kalabalığa önce şaşırdık, sonra 30 Ağustos olduğunu hatırlayınca anlaşıldı dedik. Tek tek ziyaretçilerin, ailelerin yanında rehber eşliğinde gelen gruplar da vardı. Lakin 1. Meclis'in loş ve basık yapısı Umut'a iyi gelmedi, 5 yaş kategorisi için biraz ürkütücü buldu sanırım ama 2. Meclis'i sevdi. Orayı pek merakla izledi, özellikle genel kurul salonundaki avizeler ve aplikleri çok beğendi, bir de üst kattaki Cumhurbaşkanı Salonu'nu. Bizim oğlan ihtişam seviyor galiba 😂


Ben de muhtemelen Uzakdoğu işi şu paravana bayıldım:


Genel kurul salonundaki localardan birine Atatürk'ün balmumu heykelini yerleştirmişler, uzaktan bakınca çok gerçek görünüyor. Umut minnak olduğundan orada fark edememiş, üst kata çıkınca ben gösterdim. Eve gelince beni bir kenara çekip, "Babaane Atatürk ölmedi mi? diye sordu. "Öldü" deyince de "Peki orada nasıl oturuyor?" demez mi? Heykel olduğunu anlamamış minnoş 😊 Çocuğu gezdirelim derken kafasını karıştırdık galiba.


Ağustos'u da yolcu ettik, hoş geldi Eylül, güzel gelsin, üzmesin, yormasın bizi. Bu ay istediğim miktarda kitap okuyamadım maalesef, 7 kitapla kapattım bu ayı, üstelik onca kitabın içinde sadece iki tanesini sevdim. "Benim Adım Lucy Barton" ve "Nergis Hanım Hakkında Her Şey". İlki Olive Kitteridge kitaplarını da yazan Elizabeth Strout'undu, en az onlar kadar güzeldi. Nergis Hanım ise bir ilk roman ve ilk roman olmasına rağmen oldukça yetkin bir dili vardı. Diğerlerini de okumasam da olurmuş, hele büyük bir hevesla aldığım İnci Ar.al'ın yeni kitabı tam bir hayal kırıklığı oldu.

Filmler konusunda standardıma ulaştım neyse ki, 10 filmle ayı kapattım ve bir-ikisi hariç izlediğime pişman etmediler beni. En sonuncuyu dün akşam MUBİ'de izledim ki bir Külkedisi uyarlaması idi. Çok yeni bir Norveç filmi, vakit doldurmak için ideal.

Storytel'de ise "Vatan Millet Samatya"yı dinliyorum, kitabı okusam bu kadar keyif alır mıydım bilmem ama Tilbe Saran öyle bir seslendirmiş ki adeta yaşıyorum dinlerken. Bence okumadıysanız okumayın, dinleyin derim. 

4. yazıyı da sonlandırırken tüm ekibe ve takipçirulerime sevgiler yolluyorum...


28 Ağustos 2025 Perşembe

RUTİN DIŞI 3




Rutin Dışı blog birlikteliğimizin 3. yazısı bir tevafukla gerçekten rutin dışı oldu. Hani 2. yazıda sabah vızıltısıyla uyandığım sinekten hareketle çocukluğuma dönmüş, dedemin bahçesini anlatmıştım ya, o yıllarda çok sıkılsam da  hepi topu bir haftalık bu ziyaretleri şimdilerde nostalji duygusuyla anıyorum. Babamın ölümünden bu yana bir türlü çözüme ulaştıramadığımız, her yıl niyet edip bir türlü gerçekleştiremediğimiz, yerinde halledilmesi gereken bir resmi işlem vardı. Bloga girdiğim postun akabinde çözüm bir imzaya kaldı şeklinde haber gelince, tevafukun böylesi dedim ve dün rutin dışı günübirlik bir seyahat gerçekleştirdik Kocam Bey'in sürücülüğü ve kız kardeşin eşliğinde. Alt tarafı atılacak birkaç imza için 600 küsur km yol yapılır mı desek de başka çözümü yoktu ve belki de son kez babamın memleketini görmüş olmak hoşumuza gidecekti. Gelgelelim en son gidişimizden bu yana ki 15 yılı vardır, yol yol olmaktan çıkmış, devasa tırların cirit attığı bir yarış alanına dönmüş. Geçen yıl Hollanda'ya gittiğimde sanırım ömrüm boyunca gördüğüm toplam bisiklet sayısının birkaç katı bisiklet gördüm demiştim, bu sefer de bu yaşa kadar rastladığım tır sayısından daha fazla tır gelip geçti iki yanımızdan. Çok korkutucu, başka sürücülere karşı saygısız ve çok kornaseverdiler. Korna da kornadan ziyade vapur düdüğüydü adeta. 

Günübirlik bir gidiş olacağı için sabahın 5'inde koyulduk yola, güneş Gölbaşı'nı geçtikten çok sonra yüzünü gösterdi. Gündüz saatlerinde kirloz ve pasaklı göl karanlıkta üstüne vuran ışıklarla peri kızı havasındaydı. Bu arada nereye gittiğimizi söylemedim sanırım, Niğde'nin kazalarından birine, Ulukışla'ya doğruydu rotamız. Hem anne, hem baba tarafından Niğdeli olsak da ne ben, ne kızkardeş orada yaşayan büyükleri ziyaret  dışında Niğde'de de, Ulukışla'da da  yaşamadık. Aslında heyecanlıydık, ben 15 yıldır, kız kardeşse neredeyse ergenliğinden beri ilçeye adım atmamıştık. Arabanın termometresi 19 dereceyi gösterirken Tuz Gölü'ne vasıl olduk, birer çay içip ayılalım diyerek açık bulduğumuz bir tesise attık kapağı ama çaydan önce gölü görmemiz ve dahi fotoğraf çekmemiz gerekirdi değil mi 😀 Paldır küldür indik merdivenlerden, tesisin bahçesine çıktık. Tam gölün kıyısına gideceğiz, iki tarafına flamingolar kondurulmuş takın altında poz vereceğiz, o da ne? İki adet köpek bize doğru hamle etmesin mi? Ben korkak Leylak tesise doğru ters hamle ettim kaçmak için, bereket Kocam Bey yanımızdaydı, köpeklere doğru gidip sohbete başladı. Meğer sevilmeye gelirmiş garibimler. Bekçi diye koydular bizi kırtlayacaklar sandık ahahaha 😂 Fotoğraflarımızı çektik ve çay içmek için yukarı çıktık. Elimizde çay bardakları mekanda dolaşırken tanesi 10 lira yazan isimli anahtarlıklar çarptı gözümüze. Bu devirde 10 liraya ne bulursan alacaksın arkadaş, zira o fiyata bir şey yok 😂 İşi komiği çok sık rastlanan kardeşimin ismini bulamadık ama neredeyse böyle durumlarda hiç rastlanmayan benim ismim denk geldi, 10 lira yahu alınmaz mı 😂



Yaz sıcağı ve susuzluk nedeniyle iyice kuruyup çekilmiş ve uzaklara kaçmış Tuz Gölü'yle görmeyeli epey boy atmış, şerefinin Çanakkale'de çok şehit vermelerinden kaynaklandığını yenilerde öğrendiğim Şerefli Koçhisar'ı arkamızda bırakıp Aksaray'a müteveccihen (bu kelimeye bayılıyorum) yola devam ettik. 

Aksaray girişinde yılların Ağaçlı Tesisleri'nde bir mola daha verdik, bu defa oturmalı. Tesis daha açılmamıştı, geçici hizmet veren bir emmi bize bulaşık suyundan az hallice birer nescafe yaptı, yanına tadına bakalım diye Aksaray simidi aldık, ikisini de bitiremedik. Simit tatlımsı, nescafe ise tatsızdı. Kalkıp yola devam edecekken bazı huylarda yapışık ikizim olan kız kardeş yeni açılan hediyelik eşyacıya daldı (huyumuz kurusun, hediyelik eşya ve müze satış mağazaları özel ilgi alanımıza girer), biz arabayı park yerinden çıkarana kadar elinde iki adet Aksaray magnetiyle geldi. Görmediysek içinden de mi geçmedik yani 😂 Aksaray içinde komik heykeller var, atının üstünde cüce gibi duran, kılıcı kendinden haşmetli 2. Kılıçaslan, Aksaray Manaklısı denildiğini heykelin kaidesinden öğrendiğimiz devasa ama çok sevimli bir köpek-araç trafiğinden çekemedim, netten aldığımı aşağıya iliştiriyorum-ve bir adet Genç Osman şehirden çıkana  kadar selamlaştığımız ünlülerdi. 



Yıllar önce Niğde'ye gidip gelirken Aksaray ile Niğde arası bitmek bilmezdi, şimdi şehir o kadar büyümüş ki neredeyse mesafe kapanmış, her yerde bir tesis. Şehri terk ederken Hasan Dağı bütün görkemiyle serildi önümüze, çok severim kendilerini. Ne hikmetse sevdiğim dağlar hep erkek, Kimi Hasan, kimi Bey, kadınlara yakıştıramıyorlar herhalde isim vermeyi, oysa ne dağ gibi kadınlarımız var.


Araba camı arkasından bu kadar oluyor, Hasan Bey bize kâh karşımızdan, kâh yanımızdan uzun süre eşlik etti. Ulukışla'ya yaklaşırken ardımızda bıraktık dönüşte görüşmek üzere. Hasan'a veda ederken bir başka tanıdığa "Merhaba" dedik, "Kardeşgediği Köprüsü". Ereğli yol ayrımının az ilerisinde (yenisi de yapılmış ama biz eskisini daha çok severiz). Bu bir demiryolu köprüsü, babamın dedelerinin kurduğu köyün içinden geçen demiryolu şimdilerde D.100 denilen, bizler için hâla E5 olan karayolunu bu köprünün üstünden aşar. Vakt-i zamanında babamın köyünde yaşayan bir amca demiryolu boyunca yürürken rayların üstünde iri bir taş görür, trene zarar vermesin diye taşı kaldırıp yana koymak ister ama o kadar ağırdır ki çekemez bir türlü. Uğraşıp didinirken taş kayar ve kendisi de taşla beraber köprüden aşağı asfalta düşer. Görenler koşup gelir, "Ne oldu, yaralandın mı, kırık çıkık var mı, iyi misin?" diye sorarlar, cevap şudur: "İyiyim ama biraz yoruldum". Babam pek çok kez anlatırdı bunu ve her seferinde gülerdik, köprünün altından geçerken ismini unuttuğum bu amcayı andım yine. 


Yolun solunda bir önceki yazıda söz ettiğim bahçelerin olduğu mevkiden geçtik, arka taraflarına binalar, tesisler yapılmış, önde tek tük ağaç, dönüşte fark ettim ki bahçe sökülmüş ama ev viran duruyor, hızdan fotoğraflayamadım ama içim bir tuhaf oldu.

Sonunda Ulukışla göründü, Belediye Başkanı'na "Hoşbulduk" diyerek merkeze geldik. 


Küçük bir pazar yerinin yanına park ettik. Belediye binasını sorduk ama gideceğimiz yerin Kaymakamlık'ta olduğunu öğrenince gerisingeri arabaya binip şehrin girişine döndük, son gidişimizden sonra yapıldığı belli olan Abdülhamit Han Köprüsü'nden geçerek Kaymakamlık binasına ulaştık. Arabayı parka bırakıp işimizi hallettik, neyse ki uzun sürmedi, arabamıza "Sen burada bizi bekle Tombik (Umut o ismi taktı)" dedik ve merkeze yürüyerek dönmeye karar verdik, niyetimiz dedemin evini aramaktı.

Şehri 15 yıl öncesinden bile çok değişmiş bulduk. Çocukluğumda apartman sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi, son gelişimde yavaş yavaş artmaya başlamıştı ama bu sefer hem TOKİ, hem müteahhitler iyi çalışmış. Adana'da yaşayıp da yazın yayla diye gelenler de epey inşaat yapmışlar belli. İlçenin karakteri çok değişmiş, E5'ten karşıya geçip (bereket trafik ışığı koymuşlar, vızır vızır tırlardan, kamyonlardan karşıya geçmek mümkün olmazdı, babaannem yıllar önce bu yolda, karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun çarpması sonucu vefat etmişti) yamacı tırmandık. Bakalım dede evini bulabilecek miyiz?



Bir yamaçtan bir yamaca şahin uçurduk, fotoğrafta çok belli olmuyor ama karşı tepeler sanayi tesisleri ve fabrikalarla dolmuş, bomboştu çocukluğumda. O yıllarda müthiş kar yağardı şehre, trenler kara saplanıp kalır, demiryolcu olan dedem trendeki yolculara üzülür, vagon dolusu insanı ısınsınlar ve yemek yesinler diye toplayıp eve getirirdi. Babaannem ne yaparsa yapsın, gamdan azade olduğun söylemiştim değil mi 😂 Çocukluğumun bu küçük kasabasının ilerleyen yıllarda sanayi şehrine dönüşeceğini rüyamda görsem inanmazdım. 


Ulukışla'nın çöp konteynerlerini Picasso tasarlamış galiba, soyut bir resme benzemiyor mu? 😀

Sağa sola, acaba evi bulur muyuz diye bakınarak ilerledik, ev yıllar önce satıldı ama alan kişi bakım yapıp oturuyormuş içinde. Son geldiğimde babamın amca oğlu göstermese o ev olduğunu bilemezdim. Bomboş bir tepenin eteğindeki tek evdi, iki katlı, beyaza boyalı bir bina, dedem kendi elleriyle inşa etmiş. Bana gösterilense pembe renkli, bahçe içinde, etrafı başka binalarla çevrili ve hiç öyle tepede falan değil, basbayağı düzlükteydi, tepe de mi eridi acep yıllar içinde 😀 Bu yıl gördüğümse iyice şaşırtıcıydı, iğne atsan ev çatısına düşecek o derece sıklaşmış binalar. Yolda sorduğumuz bir kişi kuzenimin sınıf arkadaşı çıktı ve bize tarif etti, ev bu defa yeşile boyanmış, sahipleri Hacca mı gitti acep? Aradık, taradık, yokuş çıktık, iniş indik, gördüğümüz tek yeşil ev şu oldu:


Epeyce elden geçmiş belli ki, alan kişi çok ilgilenmiş, bahçe yoktu o zamanlar, alınca dikilen ağaçlar bile kocaman olmuş. Güle güle otursun. Çok anıya ev sahibi bu bina.

Tanıdığımız yollar tanımadık olmuş, iki taraf apartmanlar dolmuş, tek tük eski bina kalmış, çoğu metruk ya da ucuzundan Adanalı yaylacılara kiralanmış. Yürüye yürüye Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı'na geliyoruz. Çocukluğumdan bu yana şehrin en kocaman yapısıdır ama içine hiç girmişliğim yoktu, hep kapısı kilitli olurdu, bu defa açık ama niye, çünkü tarihi binayı otogar yapmışlar, içinde otobüs yazıhaneleri var. 


Koca binayı kadraja sığdıramadım haliyle, şuradan aldım fotoğrafı. Zaman zaman kışla olarak kullanılan ve şehre adını veren yapıyı adından anlaşıldığı gibi 1615 yılında Öküz Mehmet Paşa yaptırmış. Meğer Öküz'ümüz Ulukışla'lı imiş, hemşerim canım benim 💜 Yalnız lütfen yanlış anlamayalım, öküz lakabı babasının önce Ulukışla'da, sonra İstanbul'da öküz nalbantlığı yapmasından geliyormuş, önce babasına, sonra oğluna bu nedenle yakıştırılmış bu isim. Kendisi aşağıdaki şahıs, Kışla'nın önünde redif sesi değil, Paşa heykeli var bu sefer, ne derece benziyor orasına da tarihçiler karar versin:


Yapıyı dolaştık, dediğim gibi otobüs yazıhaneleri, bir kadın el sanatları işliği, müzik atölyesi, muhasebeci vs vs. Tek ilgi çeken şey Faruk Nafiz'in içinde Ulukışla'nın ve bu hanın adının geçtiği şiirin yer aldığı bir tabelanın duvara iliştirilmiş olması idi:

 Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
    Bir dakika araba yerinde durakladı.
    Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    
    Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...    
    Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,    
    Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.   

Babam çok severdi bu şiiri ve sık sık söylerdi. Biz de kız kardeşle tabelanın önünde fotoğraf çektirip babamın ruhuna bir selam gönderdik. Han'dan çıkıp şehir meydanına geldik yine, şu çirkin Saat Kulesi'nin olduğu yere. 


Cadde boyundaki binalar yenilenmemiş, dükkanlar var altlarında. Şu ikinci binada, uzun pencereli, eski görünüşlü olanda babamın ilkokul arkadaşı oturmuş çocukluğunda, sonra da aileden birinin yakını doktor,  mecburi hizmetini yapmıştı burada ve bu binada oturmuştu o süre boyunca, rahmetli oldu Eker Abi genç denecek bir yaşta, huzurla uyusun, onu da anmak varmış bu seyahatte. Yemek yemek için bir yer aradık ama hiçbiri içimize sinmedi, yemekten vaz geçip hatırladığım yerde duran fırından pide ve Ulukışla'nın çocukluktan tadı damağımda kalan tahinli pidesinden aldık, Bu kadar nefis olur, aynı tat hala devam ediyordu. Kızkardeş peynir almaya gitti, biz de Kervansarayın içindeki çay bahçesi sandığımız yere girdik, meğer kahvehane imiş. Neredeyse şehrin tüm erkekleri kirloz yeşil örtülerde kaplı yuvarlak masalarda çay-sigara içip okey vs oynuyordu. Bir masaya biz de çöktük Kocam Bey'le ama ortam o kadar testosteronlu ve pis idi ki rahatsız oldum. Çay vs ısmarlamak için genç garsonu çağırıp sipariş verdim, az sonra gelip yukarıda aile salonları olduğunu söyledi, şunu baştan söylesene. Birkaç basamak çıkıp nisbeten temiz ve koltuklu, sehpalı bir yere yerleştik. İçecekler ve beraberinde peyniriyle kız kardeş geldi, dükkanlarda sohbet etmiş, yine amcamı tanıyan bir sürü insan çıkmış. Normal, zira amcam yıllarca o sıradaki dükkanlardan birinde esnaflık yaptı. 


Kervansaray'ın bahçesindeki kuş evi


Aile salonumuz, kaç yüzyıllık taşların arasından boyverene bakın

Karnımızı doyurunca gözümüz yolda oldu yine. Arabayı almaya bu sefer karayolu boyunca gitmeye karar verdik. Caddeye çıkınca Ulukışla'da en sevdiğim yeri gördüm, İstasyon:


Babam bu istasyondaki lojmanlardan birinde büyümüş, çocukluğunu geçirmiş, ilkokula başlamış. Çok anıları vardır burayla ilgili, bir seferinde iddia uğruna rayların içine yatmış ve üzerinden tren geçmiş, korkmadım ama o trenin müthiş uğultusu hâlâ kulaklarımda derdi, babasından bir güzel dayak yediğini de eklemeden geçmezdi. Yine 2. Dünya Savaşı sırasında  mühimmat götüren bir tren vagonu bozulup raydan çıkınca tüm görevlilerin ve lojmanlarda yaşayan kadın ve büyük çocukların vagonu sırtlayıp raylara oturttuğunu anlatırdı. Bir selam daha uçurduk babama ve yürümeye devam ettik. Tarihi ama akmayan bir çeşme gördük, üzerine duvar resmi yapılmış bir trafo ilgimi çekti:


Şaka sanmıştım ama gerçekten "Rana Holtzi" adında bir kurbağa türü varmış, Toroslar'da yaşarmış ve ötmeyen yegane kurbağa imiş. Öğrenmenin sınırı yoktur efenim 😂


Ve üzeri betebe mozaikle kaplı kitsch şaheseri şu cami, tükenmez kalem gibi minareleri, kapının üstüne düşen gölgeyle gülen bir yüze benzeyen yapının mimarı, hiç mi Mimar Sinan eseri görmedin, görmedinse ders diye de mi okumadın yahu?

Yürüdükçe önümüze çıkanlar yetmemiş gibi ardımıza da çok şirin bir yavru köpek takıldı, uzun süre takip etti, sonra elimizdeki pideden verdik biraz, onu yedi, kaybolacak, çarpılacak diye korktuk, çok işlek bir karayolu burası ama terbiyeli imiş bir süre sonra dönüp evine gitti. Sonunda arabamıza ulaştık ve dönüş yoluna koyulduk.

Ama önce uğrayacağımız bir yer daha kalmıştı, babamın dedelerinin Harput'tan göç edip kurduğu Tepeköy. Köyün adı ilk kurulduğunda Körosmanlı imiş, çünkü kuran dedenin adı Osman'mış (benim dede de Osman'dı) ve körmüş, muhtemelen bir gözü kördü, yoksa nasıl gelecek oralardan da burada yurt edinecek. Babam gururla anlatınca dalga geçerdim; Kör olduğu belli ki gelip bozkırın ortasına konmuş. Elalem Harput'tan göçüp Amerika'ya gitmiş, sizinkiler ot bitmeyen bozkıra". Babam bana aldırmaz devam ederdi, "Kör Osman'dan sonra Mor Mustafa, sonra Kambur Bilal...". Söylemesi ayıp dedem de ağır işitirdi, dayanamaz sözünü keser, patlardım, "Sizin sülale hep mi defoluymuş?" Huzurla uyusun hepsi. Tepeköy'ü ziyaret amacımız hem babamın ruhunu şad etmek, hem de çok sevdiği, artık iyice yaşlanan amcasının oğlunu ziyaret etmekti. Köy civarında bir süre önce gümüş madeni bulundu ve işletmeye açıldı. Siyanürlü çalışmalara devam, Kör Osman geleceği sezmiş sanırım ama gümüşün köy halkına faydası olmadığı gibi zararı var da bundan kimsenin haberi yok. Tesisin önünden geçip amcanın evine ulaştık, evde yokmuş telefonla çağırdık, o gelene kadar biraz etrafı dolaştık, şu aşağıdaki harap yapı babamın babaannesinin evi imiş, oturan da yok, ilgilenen de, kendiliğinden çökerse bir iyilik düşünülür herhal:


Köy ben görmeyeli büyümüş, gelişmiş, yeni evler yapılmış, eskiler yenilenmiş, Almancılar ve Adana yazlıkçıları kendilerine yayla evleri yapmışlar. Eskiden iğdeden başka bir ağaç bulunmazdı, şimdi epey yeşermiş. 

Bizi görünce çok mutlu olan, sık sık gelmediğimiz için de sitem eden amcayla bir saat kadar vakit geçirip yolcu yolunda gerek diyerek hareketlendik. Yol uzun, biz yorgun, hava çok sıcaktı. Ankara'ya tam trafiğin yoğun saatinde ulaştık, Gölbaşından eve varmamız Koçhisar'dan Gölbaşı'na varmaktan uzun sürdü.

Yorucu ama nostaljik bir geziyi böylece sonuçlandırdık. Gidenleri andık, kalanlara sağlıklı ömür diledik, yeni gezilere diye totem yaptık. Biraz uzun oldu, buraya kadar gelebildiyseniz gözünüze, gönlünüze sağlık...