.

.
.

13 Kasım 2025 Perşembe

ANIMSAMALAR

 

Antalya Kasım ayında pastırmaları takır takır kurutmaya devam ederken bir yandan da halkına masmavi bir gökyüzü, şahane bulut gösterileri ve kızıl gün batımları sunuyor. Arada nazarlık kabilinden yağan doluları ve çakan şimşekleri saymazsak.

Ben de bu pamuk topakları serpilmiş maviş gökkubbe altında neredeyse altı aydır görüşemediğim arkadaşlarımla hasret giderme faaliyetlerindeyim ki dün epey domestik bir gün geçirdim, yemekli konuklarım vardı. 

Bir önceki akşam başladım niyet ettiğim menüyü hazırlamaya. Storytel'e abone olalı beri bu domestik eylemler eskisi kadar sıkıcı gelmiyor, açıyorum bir kitap, işleri yaparken bana okuyorlar, bir taşla iki kuş. Bu sefer domestiği feminist nötrler diye düşündüm ve Wirginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sına izinsiz dalış yaptım. Caanım Tilbe Saran seslendiriyordu ve onun kadife sesinden bırak "Kendine Ait Bir Oda" gibi zor bir metin, en sıkıcı meclis tutanakları bile dinlenirdi. Nitekim öyle oldu, yumuşacık okuyuşu, yerinde vurguları, şahane telaffuzu ile yaptığım işin farkına bile varmadım. An geldi zeytinyağlı fasulyeye şeker, an geldi çorbaya krema, an geldi sütlaca tarçın olup aktı cümleler. Zamanında kadri kıymeti bilinmemiş, horlanmış kadın yazarlar bellerine birer önlük bağlayıp yardıma geldiler adeta.

İşimi bitirince menünün de, Wirginia Woolf'un da geri kalanını ertesi güne bırakıp kendime ait oda olmasa da kendime ait çalışma masasına geri döndüm. Bilgisayarda bir şeylerle uğraşırken gözüm Kocam Bey'in dikkatle izlediği TV'ye kaydı. "Dila Hanım" filmi vardı ana akım olmayan kanallardan birinde, önce göz atıyordum, sonra izlemeye niyet ettim, filmin son üçte birlik kısmına denk gelmiştim. Necati Cumalı'nın-ki çok severim-bir öyküsünden uyarlanan filmi baştan sona hiç izlemedim şimdiye kadar. Neden derseniz, çünkü defalarca dinledim. Evliliğimin ilk yılları video çılgınlığının tavan yaptığı dönemlere denk gelir. Yaz tatillerinde Kocam Bey'in ailesinin yaşadığı kasabaya gider, bir süre kalırdık. Aile evi kasaba meydanında, iki asırlık çınarın (ilginçtir kasaba halkı kavak olarak bahsederdi çınarlardan) gölgesinde, iki katlı ahşap bir evdi. Haydi onlar gibi bahsedeyim ben de, o kavaklar özellikle erkek nüfusun gözdesiydi, çünkü geniş bir alana yayılan gölgesi yaz sıcağından korur, kavakların altına kurulmuş kahveler ise bol muhabbet, çay-kahve-gazoz-ayran-limonata, okey-tavla ve hepsinden önemlisi video filmleri sunardı. Kahvelerden biri bize tahsis edilen odanın hemen altındaydı. Karanlık çöküp de video zamanı geldiğinde görüntüsüyle olmasa da sesiyle onlarca Türk filmi dinledim oturduğum ya da yattığım sedirin üstünden. Dila Hanım bunlardan biriydi, Türkan Şoray'ı seslendiren Nevin Akkaya ile Kadir İnanır'ı seslendiren Abdurrahman Palay'ın repliklerini adeta ezberlemiştim. Çünkü kasaba halkı izlemelere doymuyordu ve günaşırı Dila Hanım TV ekranında arz-ı endam ediyordu. Yine tamamına yetişemesem de filmin güzelim müziğiyle Dila Hanım'a bakarak zeybek oynayan Karadağlı Rıza'nın vurulma sahnesine kadar bakıp kaldım ekrana. O sıcak yaz gecelerine, okey şakırtıları eşliğinde yükselen filmin repliklerine, "İki çay çek" seslenişlerine, taa uzaktaki bir bahçeden aynı saatte hiç aksatmadan yükselen baykuşun ötüşüne geri döndüm. Film bitti, Rıza öldü, Dila Hanım gözleri yaşlı gitti, bense dün gibi hatırladığım o günlerle aramda yılların olduğuna şaşarak "En iyisi uyumak" deyip yatmaya yollandım. 

Muazzez Abacı'nın öldüğünü öğrendim dün akşam. TRT sanatçısı olduğu zamanlarda ergenlik yaşlarındaydım. Onun başladığı yıl sonradan ünlü olan pek çok sanatçı kazanmıştı sınavı; Seçil Heper, Samime Sanay, Ela Altın, Bilge Pakalınlar ve artık Türk Sanat Müziği'ni TRT Müzik kanalı dışında pek hatırlayan olmadığından benim de unuttuğum onlarca isim. Billur gibi çağlardı sesleri ama Muazzez Abacı'nın sesi hepsinden farklıydı. Çok sürmedi zaten, gazinolara transfer oldu ve çok ünlendi. Özel hayatındaki çalkantılar bir yana muhteşem sesini inkar edemem. Eskilerde kalmış bir şarkıyla veda edelim, huzurla uyusun...

Her günüm mazide kalmış günlerimden gün arar

10 Kasım 2025 Pazartesi

ANARKEN...

İlkokuldayken en büyük hayalim 23 Nisan'da stadyumda yapılan törenlere okulumla katılabilmekti. Büyük şehirde yaşamanın ve öğretmenimizin bu tür faaliyetlere katılmaya çok da istekli olmamasının etkisiyle bu heves hep kursağımda kaldı. Öğretmenim Firdevs Hanım, Kız Muallim Mektebi mezunu,  Türkçe öğretmeninin Reşat Nuri Güntekin olduğunu gururla söyleyen, küçük yaşta şahit olduğu Balkan Savaşı'nı anılarıyla anlatan, yaşını başını almış (Mezuniyetimiz sonrası yaş haddinden emekli oldu zaten), demode tayyörler  ve uzun paçalı donlar giyen (otururken bazen gözümüze çarpardı :), belki de evde kesilmiş kısa, kırçıl saçları, alçak topuklu mokasenleri ve kalın babaanne çoraplarıyla sokakta görseniz  nasıl bir hazine olduğunu tahmin edemeyeceğiniz bir kadındı. Göstermelik işler yapmaktansa hayatta işimize yarayan bilgiler vermeyi tercih ettiğini yaşım ilerledikçe anlayacaktım. Hatırlıyorum, bir Mart ayıydı, sınıfın kapısı tıklatıldı. İçeriye diğer sınıfların mizamplili sarı saçlı, stiletto ayakkabılı, şık döpiyesli öğretmenlerinden üçü girdi (Bunların çocukları da bizim sınıftaydı, öğretmenimizin eğitimdeki şanı yürümüştü anlaşılan). 23 Nisan geçit töreni için kız öğrenciler seçeceklerini ve ayağa kalkmamızı istediler. Nasıl hevesle fırladığımı tahmin edersiniz. Uzun uzun incelendik ve sonuçta şunu söyleyip sınıftan çıktılar: "Firdevs Hocam, kızların güzel ama boyları kısa". Hiicraan, hiicraan, bana aşkımdan kaaalaaan 😂 Boy devede de var saayın örtmenler, önemli olan iç güzellik diyemedik tabii ki. Küçücük ümit ışığı anında sönmüştü. 

Böyle böyle 5. sınıfa geldik. 10 Kasım yaklaşıyordu, öğretmenimiz Atatürk'ü anlatan şiirler bulmamızı söyledi. O zamanlar öyle bol şair, bol şiir ne arasın, varsa Rakım Çalapala, yoksa "Saat 9'u 5 geçe, Atam Dolmabahçe'de". "Çocuk Haftası" dergisi alıyordum her hafta. Huzurla uyusun babam hiç esirgemedi benden, piyasada ne kadar çocuk dergisi varsa kimine abone etti, kimini her çıkışında bizzat alıp getirdi. Doğan Kardeş, Mavi Kırlangıç, Zıpzıp, Tina vs. "Çocuk Haftası"nın ilk sayfasında her hafta şiirler yayınlanırdı. Orada bulmuştum okula götüreceğim şiiri. Şairi kimdi hatırlamıyorum ama şiir o gün gibi aklımda. Atatürk'ün hayatını anlatan hiç duyulmamış bir şiirdi:

"1881'de Selanik
Islahhane Caddesi'nde küçük bir ev
Bir tarih doğuyordu yeniden
Elleri yumuk yumuk
Gözleri alev alev"

diye başlayıp devam ediyordu. Şu işe bakın ki şiir ve okuyuşum çok beğenildi ve 10 Kasım'da, soğuk nedeniyle içerde yapılacak anma töreninde mikrofondan okumama karar verildi. Aman bende bir heyecan, bir heyecan. Kalbim çarpa çarpa hazırlandım, annem adeti hilafına o gün uzun saçlarımı örmeyip atkuyruğu yaptı. Tören saatine yakın müdür muavini tombul Nevber Hanım, gelip beni aldı. Tepeden aşağı bir süzdü koridora çıkınca, atkyruğu saçlarımı eliyle şöyle bir havalandırdı, müdürün odasına yürüdük. Koridor öğrenci dolu, bir sekinin üstüne çıkartıldım, önümde ayaklı mikrofon, kalbim küt küt. Şiiri okumaya başladığım anda ne heyecan kaldı, ne bir şey. Aşk ile şevk ile okuyup indim sekiden, öğretmenim kucakladı beni. 23 Nisan törenlerine katılamamışsam da bu anı bana yetti, bunca yıl unutmadığıma göre de gerçekten yetmiş. 
 
10 Kasım'da, 9'u 5 geçe çalan sirenler bu yıl mahallemizde duyulmadı, buruldum biraz. Sonra dedim ki, hatıran yeter, siren de neymiş. Aşağıdaki küçük kız o yıl şiiri okuyan kız:
 

 


5 Kasım 2025 Çarşamba

YAZ GİBİ SONBAHAR

Rutine döndüm dönmesine de bu sefer de yapacak iş kalmadı, canım sıkılıyor 😂

Şaka, şaka. Rutinde hayat var, üstelik hava adeta yaz, ev temiz, zeytin telaşesi bitti (bir de tuzlansaydı), diş ağrım hafifledi, okunacak kitaplar sırada, yarın arkadaşlarımı göreceğim, mızmızlanmanın alemi yok, şuraya bir 🧿 bırakayım, zira en çok kendi nazarıma uğruyorum. Aferin dediğim 6 ay sürüyor 😂

Altın portakalı kapattık, darısı seneye, üç yerli film izleyip üçünü de beğenmemiştim, üçü de bir şekilde ödül aldı, zevkimi seveyim 😂Ya bende, ya jüride sorun var. Bana sorarsan jüride, jüriye sorarsan bende, eh herkesin zevki kendine. Artık altın olmayan portakal yiyerek yarışma dışı filmler izleme zamanı. Portakala sığdırdığım 6 filmin ardından iki tane de ev filmi izledim. Biri "Evrensel Dil", Kanada'da yaşayan İranlılardan manzaralar tadında bir yapımdı. İran'da geçen İran filmleri kadar sarmasa da izlenebilirliği var diyeyim. Diğeri ise birkaç yıl önce aldığım ama okuyamayıp yarım bıraktığım, Jorge Amado'nun kitabından uyarlanan "Dona Flor ve İki Kocası" idi. Oysa Amado'yu severim, aslında bütün Latin Amerikalı yazarları severim, "Teresa Batista"yı okumuştum ilk Amado'dan ve çok sevmiştim, ona güvenerek aldım zaten "Dona Flor"u ama olmadı, kitaplıkta boynu bükük bekliyordu, filmini izleyerek gönlünü almış sayılır mıyım? Tüm Latin Amerika'da (Brezilya/Bahia) geçen kitaplar ve filmler gibi büyülü gerçeklikten bu da nasibini almış bir kitap ve film. Filmi izlemek daha eğlenceli oldu diyebilirim. 

Cumartesi günü çok keyifli geçen bir toplantıdaydım. Uzun yıllardır İnstagram'dan tanıştığım Banushka bir imza ve söyleşi için Antalya'ya geldi. Benim de ilk kez gittiğim yeni açılmış bir kitap-cafede (Jiraf Book-Coffee) buluştuk sonunda. Söyleşinin çok sıcak ve samimi ortamının yanında hem Banu, hem de yeni dostlarla tanışmak güne ayrı bir güzellik kattı. Hava da bize öyle bir kıyak yaptı ki adeta yaz günü gibiydi. 

Ankara'dan döneli bugün 11. gün, denizle selamlaşmak ancak dün kısmet oldu. Aslında niyetim Antalya Kültür Yolu Festivali nedeniyle açılan Magritte Sergisi'ni gezmekti ama üşendim. Tüm günü laf olsun torba dolsun işlerle geçirdikten sonra akşam vakti aşka geldim, hem çiçekçiye uğramak, hem de parkta bir yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Çiçekciye uğramaktaki niyetim geleneksel sıklamen temini idi ama dükkandaki tek kalmış saksı, ben yakında elden çıkarım görüntüsü verince vazoya koymak için kasımpatlarında karar kıldım, dönüşte almak üzere ayırttım, sonra parka yürüdüm ve Akdeniz'e merhaba dedim:

 Parkın her mevsim olmazsa olmazı ağaç minelerini de okşamasam hatırları kalırdı:

Park turunu güneş batmaya hazırlanırken bitirdim, biraz daha dursaymışım muhteşem bir günbatımına şahit olacakmışım ama kaçırdım:

Bey Dağları, şükür kavuşturana...

Uykudan önce bir doz polisiye alayım dedim, Yıldız Alatan polisiyelerinin sonuncusunu okuyorum, "Siyahlı Sarışın". Lakin sarmadı, Yıldız Hanım ünlü kaprisinden muzdarip bu kitapta, aşırı kibirli bir görünüm sergiliyor, soğuttu beni kendinden ama seksenli yılların giysi modellerini hatırlamak gülümsetti. Nasıl giymişiz o saçma sapan vatkalı giysileri bilemedim 😂 

Magritte Sergisi aklımda, yemek işini halledebilirsem, bugün gitmek niyetindeyim. Sizin programınızda neler var?




1 Kasım 2025 Cumartesi

RUTİNE DÖNÜŞ

Kendi adıma portakalı soydum, başucuma koydum ve yedim 😂 Onlar iki gün daha devam edeceklermiş, keyifleri bilir, esasen gün sonunda yarışma filmlerinin gösterimi bitecek. Yarın ve öbür gün özel gösterimler var, daha çok belgesel nitelikli. O kadar çok film vardı ki hepsine yetişebilmek mümkün değil, pandemi öncesi festivalin merkezi olan AKM'nin yanısıra hemen yakındaki bir AVM'nin sinema salonları da kullanılırdı. Haliyle bir filmden çıkıp başka binada olsa da diğerine yetişmek mümkün olurdu. Şimdi AKM dışında vasıtayla gidilebilecek bir sinema seçilmiş, bu da insanlara eziyet bir nevi. Ayrıca bu kadar çok film olunca elbette ki tamamını izlemek mümkün değil. Ben zaten bu yıl sırf festival havası alayım diye saati ve mekanı uygun filmler seçtim, haklarında en ufak bir fikrim olmadan, tek bilinçli seçimim Ferhan Şensoy belgeseli idi ve izlediğim 6 film içinde sadece onu beğendim. Olsun, her şeye rağmen özlediğim bir ortamda bulunmak keyifliydi. 

Dün festivalle vedalaşmak için girdim kültür merkezinin kapısından. Bu yıl festivalin logo kelimesi "Kalpten" idi. Erken gitmişim oturdum biraz, festival gazetesini kıraat ediyordum ki önümden iri kıyım bir adam geçti, kafayı kaldırdım, giydiği bol atletin koltuk altlarından görünen memeleriyle S.alih G.üney 😂 Ergenken pek beğenirdim kendisini, sanırım bütün ergen kızlar beğenirdi, iyi ki büyümüşüm 😂 Artık yaş ilerledi, yenileri hiç tanımıyorum. Altı gün boyunca gördüğüm ünlü sayısı altıyı geçmez, jüri ve galaya gelen oyuncuları saymazsak. 

Yerler numarasız ve film başlamadan önce sıraya giriliyor, görevliye biletlerin barkodları okutturuluyor. Salon büyük aslında, yer bulmamak mümkün değil ama niyeyse millette bir telaş. Neyse 15 dakika kala sıraya girdik. Kapı açılsın diye bekliyoruz, yaş ortalaması hayli yüksek ve çoğunluk kadın. Yaşı epey ileri bir kadın yanıma yanaştı ve sıraya kaynak yaptı, yapsın ne olacak, sanki piyasada bulunmayan Sana yağı, tüp, benzin kuyruğundayız (zamanında çok girdik bu kuyruklara). Ama arkamdaki kadın dayanamadı, "Siz sıranıza geçin, yanaşmayın bize" dedi. Öteki aldırmadı, bir kez daha uyardı arkamdaki, yandaki "Ay ben kardeşimin bakıcısı kıza bakıyordum, her zaman burda bekler bizi" tarzında bir şeyler söyledi. Öbürü söylenmeye devam edince kendimi tutamayıp güldüm. Bu sefer oklarını bana çevirdi, "Söylesene sen de, yerine geçsin" dedi, "Siz söylediniz ya yeter" dedim. "Zaten" dedi, "aldırmaya aldırmaya memleketi bu hale getirdiniz". Haydaa, aranan suçlu bulundu, hoşgeldin Çankaya Teyzesi, Antalya hasretinizi çekiyordu. "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa" diye bir de şiir oku da tam olsun, alt tarafı sinemada koltuk kapmaca yahu!

Neyse çekişe pekişe girdik içeri, kimse ayakta kalmadı. Filmin adı "Parçalı Yıllar" idi, 1975-1980 arası seks filmleri furyasını konu alıyordu. İyi bilirim o zamanları, sinemaya gidemez olmuştuk. Oyuncu ekibi iyiydi, Yetkin Dikinciler zaten bizim Antalya Devlet Tiyatrosu'nda oyuncuydu kurulduğu yıllarda. Bir de uzun zamandır görmediğimiz Mine Çayıroğlu ile Levent Özdilek vardı. Diğer oyuncuların adını bile duymamıştım itiraf edeyim. Filmin konusu iyi seçilmişti ama o kadar mesaj kaygılı ve didaktik bir havası vardı ki hiç keyif almadım. Böylece bu yılın son festival filminden de hayal kırıklığı ile çıktım. Çıkışta jüri üyeleri arasında olan Sevin Okyay'a rastladım, yormamak için tekerlekli sandalyeyle yaptırıyorlar giriş çıkışlarını, oldukça çökmüş gördüm. Hatırını sorup küçük bir sohbet gerçekleştirdik, zira çok severim kendisini. 

Bir festival sezonunu da eksiğiyle fazlasıyla böylece tamamladık. Dişim ağrımaya devam ediyor, su basması ve cam çatlağı halloldu, sızıntı yapan boru değiştirildi, bulunduğu dolaptakiler yıkanıp yerleştirildi. Kocam Bey bidon bidon yeşil zeytin kurdu, hayat yavaş yavaş rutine dönüyor. Aşağıdaki fotoğraflar "Ferhangi Bir Yaşam" belgeselini izlediğimiz geceden, ilki filmin başlamasını beklerken , ikincisi belgesel sonrası Ferhan Şensoy'un kızları, eşi ve belgeselin yönetmeni ile yapılan sohbetten:

 
 

 Hafta sonunuz güzel geçsin...


29 Ekim 2025 Çarşamba

ANTALYA ANTALYA BULUNMAZ EŞİN :)

Sonunda Antalya...

Diş ağrımın dışında sıkıntısız bir yolculuk sonrası Antalya'ya ulaştık. Ama öncesinde bahçeye uğrayıp bir göz attık. "Bakarsan bağ, bakmazsan dağ" olur atalar sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit ettik, diz boyuna ulaşan otlar sayesinde pantolonum boydan boya pıtrak oldu. Ağaçlarda tek bir badem yok, olanı da dolu halletmiş. Neyse ki bahçe girişindeki zeytin hatırımızı kırmayacak kadar ürün vermiş, topladık eriştiğimiz kadarını. Diğer beş zeytin ise henüz yaban mersini boyutunu aşamamış, yağmur yağarsa belki.

Pandemi başından bu yana kendi haline bıraktık bahçeyi, bir yaştan sonra zor oluyor ilgilenmek, sanıldığından ve düşünüldüğünden çok daha yorucu bahçe işleri, benim zaten ne ilgim, ne becerim var bu konuda, Kocam Bey'in sorumluluğundaydı, o da boşladı. Zeytinlerimizi aldık, pıtraklarımızı silkeledik, Antalya'ya yarım saat uzakta, bir yaylada olduğundan sonbaharı başlamış bahçeyi arkada bırakıp Antalya'ya yollandık.


Bizi nefis bir hava karşıladı, soyunduk dökündük, kazakları çıkarıp tişört giydik, pantolonlar yerini şorta bıraktı ve dinlenmeden işe giriştim. Sağolsun yardımcı kadın ben gelmeden evi temizlemiş ama adet olduğu üzere hiçbir ıvır zıvırı aldığı yere bırakmamış. Bu beni temizlikten daha çok yorsa da ağrıyan dişim eşliğinde en azından bir-iki odayı eski haline getirebildim, valizleri açtım. Gelmeden verdiğim online siparişleri dolaplara yerleştirdim. O sırada eviyenin altındaki borunun su kaçırdığını farkettim. Dolapta ne varsa balkona çıkarıp mıntıkayı boşalttım, Kocam Bey'i tamirci bulmaya yolladım ama usta bulmak o kadar kolay olmadığı için ertesi güne kaldı.  Günün sonunda sürünerek yatağa gittim. Ertesi gün öğleden sonraya kadar kaldığım yerden devam ettim, öğleden sonra kaymış olan tipimi biraz düzelttirmek için kuaförün yolunu tuttum. Yan koltukta ben yaşlarda bir kadın da saçını boyatıyordu, abartılı yüksek bir sesle sürekli bir şey anlatmaktaydı. Boyanın bekleme sürecinde çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başlayınca döndü, "Aaa ben de çok kitap okurum ama bu aralar okuyamıyorum" buyurdu. "Olur öyle bazen" dedim, kitaba döndüm ama açıklama ihtiyacındaydı, rahat vermedi. "Yaz başı 4 kitap aldım hala duruyor" dedi. "Dursun, bahtı açılır" diyecektim, dilimi ısırdım. "Elbet bir gün okursunuz" dedim. O hala kitapseverliğini anlatmakta iken bereket kuaför saçını yıkamaya çağırdı da kurtuldum. Tipim biraz düzelince kuaförden çıktım, bir yaz boyunca özlemini çektiğim peynirlerime kavuşmak için peynir marketine, oradan da diş eti yaralarım için eczaneye uğrayıp eve geldim, yemek yaptım ve ağrı kesici alıp yatağa koştum. 

Ve sonunda dün gelmeden biletlerini aldığım Festival'ime kavuştum. Varsın evde kaos hüküm sürsün, ne gam 😄

Hava iki günün aksine naneliydi, gökyüzünde her an yağabiliriz diyen bulutlar toplanmıştı. Kalabalıktı mekan, yerler numarasız olduğu için başlama saatine yakın kapıda sıraya giriyor, barkodlarımızı okutup bulduğumuz yere oturuyorduk. İlk fim "Mad Pills To Pay" isimli bir Amerikan yapımı, diğeri ise çevre sorunlarını konu alan yerli bir yarışma filmiydi: "Aldığımız Nefes". Her ikisine de bayılmadım ama pandemiden bu yana özlemle beklediğim festivalin içinde bulunmaktan keyif aldım.

Diş hekiminde randevum olduğu için oyuncuların söyleşine kalmadan çıktım sinemadan. Hava yağdım yağacağım diyordu, ne otobüs, ne taksi bulabildim, neredeyse koşar adım ulaştım kliniğe. Muyanem yapıldı, sorunlu dişin röntgeni çekildi tekrar. Bu seferki diş hekimi bir çatlaktan şüphelendi ama bir hafta süre tanıdı, yanlış bir şey yapmayalım, belki kendiliğinden geçer ağrı, geçmezse kanal tedavisi uygularız diyerek önümüzdeki hafta için randevu verdi. Sürekli ertelene ertelene dişim ağzıma dökülmeden umarım bir çözüm bulunacaktır, ben hala ağrı çekmekte, yemekleri neredeyse çiğnemeden yutmakta ve ağrı kesici almaktan midemi perişan etmekteyim.

Klinikten çıktım, 50 metre kadar yürüdüm ve kıyamet bundan sonra koptu. Ortalık kapkaranlık oldu, bomba patlar gibi bir gökgürültüsünün ardından şimşekler çakmaya ve akabinde çakıl taşı boyutunda dolu yağmaya başladı. Önce bir saçak altına, sonra yandaki yufkacı dükkanına attım kendimi. Yarım saat kadar esir kaldım orada, bir an ayıp olmasın yufka mı alsam diye düşünüp sonra kendi kibarlığıma güldüm. Derken yağmur hafifledi ama yerler göl. Şemsiyeyi açıp başımı korudum ama dizlerime kadar suya batarak ulaştım eve. 

Macera bitti sanıyorsunuz değil mi? Yeni başlıyor, içeri bir girdim, salonun penceresi tam kapanmamış, haberimiz yok tabii, dil yağsız kalmış çalışmamış. Şiddetli rüzgar ve yağmurla açılan pencereden içeriye sular dolmuş, pencere önünde duran konsoldaki çerçevelerin hepsi yerlerde (bereket kırılmamış), parkeler, perdeler, halı sırılsıklam. Yıkayıp da kurusun diye serdiğim zeytinler suda yüzüyor. Tam bir cinnet hali. Önce üstümdeki ıslaklardan kurtuldum ve yeniden ıslanmak için faaliyete geçtim. İki saat boyunca kuruladık da kuruladık. Pencerenin kolunu onarmaya çalıştık olmadı, tekrar fırtına çıkarsa diye altına bir şeyler sıkıştırıp açılmasını önledik. Halının, zeminin ve perdelerin kuruması için elektrik sobasını çalıştırıp kendimiz de kanepeye serildik. 

Sabah kalkınca ilk iş dünkü ıslak giysileri makineye atmak oldu, ardından Kocam Bey gidip komşu demirciyi çağırdı bir baksın diye. Meğer arızalı değilmiş, yağsız kalmış, ben akşam bebeyağıyla yağlamıştım ama kapanması için zaman gerekiyor haliyle. Usta VD40 püskürtüp tekrar yağladı ve kapandı pencere, bize yapacağını yaptıktan sonra tabii. Şimdi geriye eviye altı boru çatlağı var, onu da evin kalan yüzde 50'si halletsin. Ben birazdan toparlanıp "Noir" filmini izlemek için festival alanına gideceğim, akşam da Ferhan Şensoy Belgeseli'ne biletim var. 

Hepinizi bugün güneşli yüzünü tekrar gösteren Antalya'dan sevgiler...

Not: Film için yola çıkmadan önce fark ettim ki oturma odasının küçük penceresi de dünkü fırtınada açık kalmış ve çarpıp durdukça cam çatlamış. Biz de çatlamadan şu aksilikler biterse mutlu olacağım yarebbicim...




25 Ekim 2025 Cumartesi

GİDİYORUM BÜTÜN AĞRILAR DİŞİMDE...

Yarın sabah yolcuyuz kısmetse, size hayatımın kurtarıcısı, her daim kutsalım at kestanesi ile veda edeyim dedim. Bundan sonra Antalya'dan ses vereceğim:

Bu ara şans yıldızım aksak gidiyor. İki gündür canıma okuyan dişimi dün diş hekimine götürdüm, muayene, röntgen, vs, sonuç dişte ağrı yapacak bir durum yok, birkaç gün önce sert bastığım bir an dişimde şiddetli bir ağrı olmuştu, ona bağladı. Eklemi zedelemişim, ağrı ondan kaynaklıymış, ayrıca fena halde diş sıktığım için botoks önerdi, çünkü dişlik takamıyorum. Neyse ağrı kesici ve kas gevşetici tavsiye etti, reçete yazdı, ayrıldım.

Kliniğin önünden dolmuşa bindim, çalkalana çalkalana giderken bir müşteri aldı, akabinde bir gümbürtü koptu. Dolmuşun şoförü kapıları kapatmayı unutmuş ve durakta duran belediye otobüsünün yanından geçerken çarpmış. Dolmuşun kapısında ufak bir çizik vardı ama otobüsten dökülen parçalar gördük artık ne idiyse, neyse ki kimseye bir şey olmadı. 

İlaçlarımı almak için eczaneye girdim, kalfa kasaya giderken koliye tosladı, az daha düşüyordu. Bende bir negatif enerji vardı galiba dün, annemin deyimiyle "Girdiğin yer harap, çıktığın yer ziyan" durumları yarattım 😂

Bütün bunların üstüne ve aldığım ilaçlara rağmen korkunç bir diş ağrısı yaşadım. Sabahın beşine kadar evin içinde dolaştım, ağzımda ne kadar diş varsa zonkladı, kulağıma, boynuma vurdu, yatmak, uyumak imkansız oldu. Sabah ezanından sonra biraz dalmışım. Kalktığımda ağrı geçmiş gibiydi ama şimdi geliyorum diye sinyal veriyor, gidip ertelediğim ağrı kesiciyi alayım.

Diş ağrısı kaçıran bir ritüel biliyorsanız yardımınıza muhtacım 😂 İyi hafta sonları...

24 Ekim 2025 Cuma

GİDERAYAK

Dokuz ayın çarşambası biraraya geldi derler ya, tam da öyleyim bugün. Hafta sonu "Home Sweet Home"a dönüş var, o nedenle faaliyet tam gaz. Eş-dostla "Hadi ben gittim, yaza görüşmek üzere" buluşmaları, aylardır evin dört bir yanına dağılmış götürülmesi zorunlu öteberilerin toplanması, valizlerin, çantaların hazırlanması, durmadan kirlenen giysilerin yıkanması, mutfak dolaplarının, yiyeceklerin elden geçirilmesi, buzluktakilerin tüketilmesi, evin derlenip toparlanması ki bu konuda büyük söylemişim. Annem iki günlüğüne bir yere gitse bile gitmeden evi temizler, toparlardı. Ben dalga geçerdim, "Biz yokken misafir gelir, aman iyi temizle" diye. Cevaben "Evini temiz tut elin gelir, kendini temiz tut ölüm gelir" der, ödümü koparırdı. Kınadığım şeyi aynen yaşıyorum şimdi, üzüm üzüme baka baka kararırmış, kararmamak için bağın en köşesine saklansan da, hani bir atasözü var ya, devamını sansürleyeceğim siz anlayın "Huydur çeker, .......". Deminden beri terleye terleye, ağrıya sızlaya ev süpürüp toz alıyorum. Üstelik hiç titiz biri değilim. Bırak dağınık kalsın yahu. Ayrıca bir söyleşi için okuyup bitirmem gereken kitap var ve dün sabah hafiften başlayıp gece zıplatan nur topu gibi bir de diş ağrım oldu. İki saat sonra diş hekiminden randevu aldım, bakalım ne diyecek, araya azı dişim girmese eksik kalırdı hayatım. İki ayağım bir pabuca değil yarım pabuca sığacak bu gidişle. 

Dün kız kardeşle buluştum, fena alıştık birbirimize zor olacak ama Ankara bana yetti bu sene, üstelik kış erken geldi sanki. Sabah biraz temiz hava alayım diye mutfak penceresinden etrafa baktım. Gece boyu yağan yağmur her yeri ıslatmış, cadde kapkara ama ağaçlar pırıldamış. İstinat duvarı bitkileri kelleşmeye başlamış, Amerikan sarmaşıklarının kızıllı sarılı  yaprakları dökülüyor, aylandızların tohumlara sararmış, cilaları kazınmış, güzellikleri solmuş. Lakin onların tepeden bakıp küçümsediği deli incirin yaprakları yağmurla parlamış, güzelleşmiş. "Nasılmış canım?" der gibi bakıyor tepedekilere, "benim de zamanım geldi işte". Cadde boyu akasyaların minik sarı yaprakları konfeti gibi serilmiş kaldırımlara. Sonbaharın renkleri göz okşayıcı yormuyor, dün kız kardeşle yenilenen Saraçoğlu Mahallesi civarında dolaştık biraz, yanımda Ankara manzaraları götüreyim diye birkaç fotoğraf çektim:



Betona kesmiş Kızılay'ın göbeğinde adeta bir vaha Saraçoğlu Mahallesi. İkinci fotoğraf da neredeyse İsviçre, arkada ağaçların arasında görülen konak da büyükbabamın 😂

Pandemiden bu yana aramıza mesafe giren Altın Portakal Film Festivali ile dönünce hasret gidermek niyetindeyim, rastgele birkaç filme bilet aldım. Konuları hakkında bile fikrim yok, sadece saatlerini ve mekanlarını baz alarak seçtim. Biletler ucuz olunca (tam 20, öğrenci 10 lira) eve gidince inceler, işime gelmezse gitmeyiveririm diye düşündüm. Sadece Ferhan Şensoy belgeselini bilinçli seçtim, bakalım ya kısmet. 

Şimdi izninizle azı dişimi doktora götüreceğim. Gidip hem onu, hem kendimi hazırlayayım. Bir dahakine  Antalya'dan seslenmek dileğiyle şimdilik hoşça kalın...


23 Ekim 2025 Perşembe

SİNEMALI GÜN

Uyku perileri beni terk ettiler bu ara, yerine uykusuzluk zebanileri geldi. Üç gündür dön baba dönelim şeklinde uykunun gelmesini bekliyorum, gecenin bir yarısı lütfedip teşrif etse de çok sürmüyor geri gidiyor. Sersem sepelek kalkıyorum sabahları. Her şeyi deniyorum, önce kitap okuyorum, olmuyor. Storytel'i açıyorum, ııh! Yüzlerce, binlerce şeker patlatıyorum, bana mısın demiyor. Kalkıp dolanıyor, pencereden bakıyor, tekrar yatıyorum yok. Derken sabah ezanı duyuluyor. Yalnız müezzin opera sanatçısı olmak isteyip de kazara bu işe girmişçesine opera tarzı okuyor, oysa makamını en sevdiğim ezandır sabah ezanı, saba makamında okunur. Ezan bitiminde kısa bir uyku uyuyabiliyorum ama ilaç saatime şartlandığım için en geç saat 7.30'da açılıyor gözlerim, bakalım ne kadar sürecek. Ankara'da son günler, belki de odur bu uykusuzluğun sebebi.

Bir süredir 2. Dünya Savaşı'yla hemhalim, hem okuduğum kitap-Auschwitz Kütüphanecisi-hem Storytel'de dinlediğim "Londra'nın Son Kitapçısı" savaş yıllarında geçiyor. İlki malum toplama kamplarını (gerçek olaylardan kurgulanmış, kişilerin gerçek olduğu kitabın sonunda belirtiliyor), ikincisi ise Alman hava kuvvetlerinin Londra bombardımanlarını konu alıyor. İçin şişti inanın. İnsanın insana yaptığı bu zulüm akıl alacak bir şey değil. Toplama kamplarındaki kadın SS görevlilerinden biri barış zamanında kadın kuaförü imiş ve çevresinde pek sevilen biriymiş, ne tuhaf. Nazilerden bunca zulüm görmüş Yahudilerin şimdi Filistin'e yaptıkları ise başka bir akıl ermeyecek hâl. İnsanlık giderek çıldırıyor. 

Kitap ve Storytel'deki dinleme senkronize bitti, bir oh çektim, adeta savaştan çıktım. Kitap, tablet, film üçlemesinden fırsat bulduğum anlarda toparlanıyorum. Beş aydır babamın evi gibi-ki zaten babamın evi😀-yayılmışım, toparla toparla bitmiyor. Toparlanmaktan fırsat bulduğum anlarda da veda turları yapıyorum. Bugün önce sinema, sonra cafe olayına girdik kız kardeş ve Sevdacığımla. Niyetimiz son günlerin pek rağbet gören, Altın Koza'dan 8 ödülle dönen, Pelin Esmer'in son filmi "O Da Bir Şey Mi?"yi izlemekti. Biletleri internetten aldım, dersime çalışmadan gitmeyeyim diye Pelin Esmer'in N.ilay Ö.rnek'le olan podcastini dinledim. "Şaaane" sözcükleri ve kahkahalar arasında film hakkında ön bilgileri edindim ve işin açıkçası büyük bir beklenti ile gittim. Pelin Esmer'i koleksiyoner amcasından ilhamla çektiği "11'e 10 Kala" ile tanımıştım, sonra "Gözetleme Kulesi"ni çok beğenerek izledim ama filmlerinin şahikası olduğunu düşündüğüm "İşe Yarar Bir Şey"e çarpılmıştım, bence o film değil bir şiirdi zaten. O yüzden ödüllü son filmini sinemada izlemek istedim. Öncesinde kız kardeşle ufak bir işimiz vardı, onu hallettik, sonra telefonumu evde unuttuğumu fark ettim, neyse ki sinema eve yakın, koştur koştur gidip telefonumu aldım, sinema önünde Sevda ile buluştuk. Fuayede seansın başlamasını beklerken Erendiz Atasü'ye rastladık. Kendisini de, kitaplarını da çok severim, hatırını sormadan geçemedim. Derken film başladı, salon neredeyse tamamen doluydu, herkeste bir merak.


Bilmiyorum, filmi sevemedim ben, "İşe Yarar Bir Şey" çıtayı öyle bir yükseltmiş ki üstüne başka bir filmi beğenmek biraz zor olsa gerek. Yine de belki benim aklım ermiyordur, bunca ödülle döndüğüne göre vardır benim göremediğim bir şey. Yönetmenin diğer filmlerini tercih ederim diyerek bitireyim bu konuyu.

Film sonrası gidip kendimizi bir cafeye yerleştirdik, bol sohbet, bol kahkaha eşliğinde yedik içtik. Seneye tekrar buluşmak üzere vedalaştık Sevda ve Bir Numaralı Arkadaşım ile. 

Bugünü de böyle bitirdik. Kalın sağlıcakla...


19 Ekim 2025 Pazar

ARIZALAR, YÜRÜYÜŞLER, SİMİTLER, SOĞUK NİTROJENLER

Merkür retrosu mu var dostlar, iki gündür benim elektrikli aletlere bir şeyler oluyor. Dün uzun süre internetim  yoktu, ha geldi, ha gelecek, tık yok. Aradım arızayı, dediler sinyaliniz düşük ekip yollayacağız. Sonra ilave etti "Hata sizden kaynaklanıyorsa faturanıza 100 lira eklenecek". "Pardon da" dedim, "internet hatası nasıl benden kaynaklanır, fiber kabloları mı kesiyorum mesela?", "Yok" dedi, "modemin fişini takmamış olabilirsiniz mesela". "Senin yaşın kadar süredir internet kullanıyorum çucuuum ben, yok öyle bir şey" diyerek kapattım ve kesin bunlar yine modeme bulacaklar kabahati dedim. Dediğim gibi de çıktı. Bu 3. uzun süreli kesinti 3 yıldır ve her seferinde modemi suçlarlar ama ondan sonra tıkır tıkır çalışır modemcağız, internet sağlayıcıların günah keçisi garibim. Genç bir görevli geldi, "sinyaliniz yüksek, modeminizde proplem" buyurdu. Lakin telefondaki görevli sinyal düşük buyurmuştu deyince de kem küm edip çözdü sorunu ama yiğitlik bende kalsın kabilinden ayrılırken yine modeme çamur attı. Neyse şimdilik hallettik sorunu, beni Antalya'ya dönene kadar idare etsin razıyım, zira internetsiz kaldım mı aç kalmışım gibi hissediyorum 😂

Sabahleyin ilk işim interneti kontrol etmek oldu, baktım işler yolunda, rahatladım. Modem ha! O modem elektronik ve elektrikli aletlerin öbür dünyasında alacak sizden hakkını. Neyse kahvaltımı yaptım, evi süpüreyim dedim. Haydaa, dayısının oğlu çalışmıyor. Bu internetten de büyük bir sıkıntı, zira dayısının oğlu elim, ayağım, velinimetim, iki gözümün nuru. Dayısının oğlu da ne diyeceksiniz, marka ismi vermiş gibi olmayayım ama Dyson süpürgenin bizim ailenin arasındaki ismi dayısının oğlu. Benim gibi ev işlerinden ve ev aletleri arasında en çok kuyruğumda robot gibi dolanan elektrikli süpürgeden nefret eden biri için bir nimet. Ağlamaklı oldum, oğlumu aradım. "Merak etme şarjda problem vardır, hallederiz" dedi, umarım öyledir. 

Bir üçüncü arızaya tahammülüm kalmadı, bu konuyu kapatıp geçenlerde yaptığım yürüyüşten söz edeyim size biraz. 17 yaşımdan bu yana bu semtte otururum, haydi diyelim sonraları Antalyalı oldum ama çalışırken yazlarımı, emeklilikten sonra da yılın en az 4-5 ayını burada geçirdim. Evin yakınlarındaki üç-beş sokak ve kolaylıkla ulaşabildiğim yakın semtler dışında şöyle etraflıca dolaşmamışım. Haydi dedim, sokak keşfine. İncesu'ya doğru uzandım, asfaltın altındaki derelerden birinin ismi İncesu, Ankaralı olmayanlar için açıklama yapayım, semt ismini oradan alıyor. Buraya taşındığımız ilk zamanlar dere açıktan akardı incecik de olsa Kurtuluş Parkı'nın yanından Sıhhiye'ye doğru, sonra diğer dereler gibi o da yeraltına gömüldü ama tam kavşakta rutubetli, lağımsı kokusunu salıyor üstümüze, görünmesem de ben buradayım dercesine. İncesu'da hoşuma gidebilecek bir sokak aradım ve yokuşuna rağmen Dedeefendi'de karar kıldım. Yıllardır adım atmadığım bir sokak, oysa babamın bir arkadaşı otururdu yokuşun başlangıcında ve sık görüşür, hatta birlikte tatillere giderdik. İnanılmaz neşeli bir insandı, olayları öyle komik anlatırdı ki gülmekten yerlere yatardık. Şişe dibi gözlükleri vardı, uzun süre gözündeki bozukluğu kimse fark etmemiş, Karadenizli bir köylü çocuğu, herkes kendi derdinde, o zavallım da insanlar öyle görür sanmış. Neden sonra bir akrabası almış bunu İstanbul'a götürmüş, görmesindeki sıkıntının farkında. Köprünün üstünde numaralı gözlük satan bir seyyardan buna bir gözlük almış o yakını. Gözlüğü takıp İstanbul'u-artık ne kadar uygundu o gözlük, ne kadar net görebildi tartışılır-pırıl pırıl gördüğünde ağladığını anlatırdı ama öyle komik anlatırdı ki siz gülerdiniz. Genç denebilecek bir yaşta saçma sapan bir kazada vefat etti. Şehirlerarası bir yolculukta su kaynatan arabasını yolun sağına-ki yan taraf uçurum-çekip radyatör kapağını açtığında yüzünü yakan buhardan kaçmak için irkilince uçurumdan aşağı yuvarlanmış. Aklıma geldikçe içim acır.

Lafı uzattım, işte Dedeefendi'yi tırmanırken gözüm onların evini aradı ama heyhat yıllar hem apartmanın ismini unutturmuş, hem de kentsel dönüşüm belki de alıp götürmüş binayı. Sokak boyu her apartmanın bahçesinde birer ikişer ateş dikeni, yazın gülhatmi, baharda leylak, sonbahar-kış ateş dikeni, hilafsız her bahçede var. Henüz turuncu renkteler, kışın kıpkırmızı olacak ve yalnızca taksilerin renklendirdiği gri Ankara'yı kızıla boyayacak.



Bazen de üçü bir arada; ateş dikeni, deli incir ve hedera (orman sarmaşığı) sarmaş dolaş simbiyotik bir yaşam oluşturmuşlar. İnsanlardan daha iyi geçindiklerine eminim 😊 Ankara bahçeleri bazen cangıl gibi, bitkiler coşmuş, bakımsızlıktan yabanileşmiş.

"Yine bir gülnihal, aldı bu gönlümü" şarkısını terennüm ederek Dedeefendi'ye veda ediyor ve Aydoğmuş sokağa sapıyorum ama ateş dikenleri peşimi bırakmıyor. Gözüm sokağın karşısındaki fırına takılıyor. "Odun ateşinde simit" yazıyor camekanında, hiç dayanamam Ankara simidine, hele ki odun ateşinde, zaten öğle yemeği de yememişim, giriyorum fırına. Fırın değil mahzen adeta, fırıncı simidi getirmek için neredeyse bodruma iniyor ama simit de simit hani, ateş dikenlerine karşı odun ateşinde pişmiş simidi kemirmeye başlıyorum:


Çeşit çeşit sokağa girip çıkıyorum, her yerde kentsel ya da rantsal dönüşüm, eskiden kalmış apartmanların arasında parıldak ve modern bir tane yükseliyor her sokakta. Bir taşra kazasında komşu teyzelerin kabul gününe gitmiş kaymakam karısı gibi duruyor o yeni binalar. Öyle güzelleri var ki içlerinde insan yıkmaya kıyamaz, ferforje balkon demirlerine hayranım en çok, yenilerin janjanlı pleksiglas korkulukları uzaylı gibi. Biliyorum bıktınız benim eski apartman güzelleyip yenilerine çemkirmemden ama ne yapayım duygularım böyle ve günün birinde eminim benimkini de elimden alıp bu sevimsizlerden birini verecekler, hem de küçülterek.


Girdiğim sokakların çeşit çeşit isimleri var, bazıları sıradan, bazıları çok değişik, "Tevekküller Sokak"a dalıyorum ismini sevdiğim için, ciddi yokuşlu ara sokaklara açılıyor. Şaşıyorum bu dik merdivenlere ve yokuşlara, ben bu semti hiç tanımamışım sanki. 


Dönmeye karar verdiğimde telefonum 10 bin adıma yakın yürüdüğümü bildiriyor, protezleri kızdırmamak lazım diyerek dönüşe geçiyorum. Eve yaklaşırken eski arkadaşımın apartmanına bir göz atıyorum, balkon kapısı açık, üç-beş de çamaşır serili ama ortalarda kimse yok. Yine cesaret edemiyorum zili çalmaya ve devam ediyorum. Bir yürüyüş böyle bitiyor.

Dün boynumda ikamet eden birkaç siğil için kriyoterapi yaptırdım. Soğuk sıvı nitrojen püskürtüp dondurdular siğilleri, sonuç ne yönde olacak henüz bilmiyorum ama kazak giyerken ve kolye taktığımda takılıp kopma noktasına geldikleri çok oldu. Hem zaten kendim için bir şey istiyorsam namerdim, benim derdim kazaklarımın ve kolyelerimin mutluluğu 😂

Hafta sonunuz güzel geçsin...


15 Ekim 2025 Çarşamba

YAZMADIĞIM GÜNLERDE...

Rüyamda yine hiç çalışmadığım bir dersten sınava girmek üzereydim. Liseyi bitirdiğimden bu yana yılda birkaç kez gördüğüm ve her seferinde endişeden kahrolduğum bir rüyadır bu. Sabah uyanınca rüya olduğunu anlar ve "Behey salak kadın ne dertleniyorsun, sen liseyi değil üniversiteyi bile bitirdin, yaşın kaç oldu, kendine gel" diye bir azar geçerim şahsıma. Genelde bu ders cebir, geometri olur, ben ders esnasında önüme koyduğum kağıda resimler yapıp şık hocam Mualla'yı dinlemez, konuları es geçer, sınav günü de sıkıntıdan karnıma ağrılar girip ne yapacağımı bilemez olurum. Rüyam böyle ama normalde de içinden rakam geçen hiçbir dersi sevemedim ben, üstelik Fen Kolu mezunuyum. Bizim zamanımızda fen kolunu seçmeyenlere tembel gözüyle bakılırdı, bir nevi mahalle baskısı yani, şimdiki aklım olsa seçerdim edebiyatı, oh mis, en sevdiğim derslere yoğunlaşıp tereyağından kıl çeker gibi geçerdim sınıfları. Sınıfta herkes matematiğe, fiziğe, kimyaya meyletmişken ben edebiyat diye dellenir, millet redoks işlemlerini şak diye hallederken, aruz vezni çözümlemeye bayılırdım. Canım divan şiiri, failatün, failatün, failün 😂 Ben "Fuzulî rind-i şeydadır/Hemiş-i halka rüsvadır/Sorun kim bu ne sevdadır/Bu sevdadan usanmaz mı?" diye canhıraş şiirler okurken ön sıra komşum ve fen aşığı sevgili arkadaşım okuduğum şiirle dalga geçip uzun hava tarzında söylemeye kalkardı. Sonuçta ikimiz de mezun olduk ama o rüyalarında hâlâ matematik sınavına girmiyor tahminim, bense devam. Ay nefret, bu seferki Mualla'nın dersi değildi, açık öğretim gibi bir şeydi ve sadece matematik değil, bir sürü ders vardı hiç çalışmadığım. Dertler benim, çile benim, mutluluk Mualla'nın olsun mademse 😂

Ankara erkenden ısınıp yaz boyu bizi pişirmişken şimdi de erkenden soğuyup üşütmeye geçti. Deli mi ne? Sen Ankarasın, ısıtmanın da, üşütmenin de zamanı var, hem pastırma yazına ne oldu? Kasımda mıydı ayol o? İki senedir kışı da burada geçirdik neredeyse zorunlu sebeplerle, bu yıl Ekim başı kaçarız derken Kocam Bey çocuklara takdim edilmek üzere bidonlar dolusu yeşil zeytin kurdu. Mecburen onların tatlanmalarını bekliyoruz gitmek için. Zeytinler kıvama gelecek, tuzlanacak ve sahiplerine teslim edilecek ki biz de ana-baba olarak vicdanımız tertemiz, görevini yerine getirmişlerin huzuruyla evimize avdet edelim. Günlerdir ev zeytin bidonları, su bidonları, bir köşeye depolanmış iri tuzlar ve paketlerce limon tuzuyla adeta bir zeytinhane. Daha bunun Antalyası var, gideceğiz ve orada da kendi kışlık zeytinimizi kuracağız, ayağımızı değdiğimiz yerde zeytin bidonuna çarpacağız. Yemesi iyi oluyor haliyle de kıvama gelme aşaması biraz sıkıntılı. Ben yine de ufaktan yol hazırlıklarına başladım, iki ayağım bir pabuca girmesin diye yavaştan yavaştan toparlanıyorum. Gidene kadar idare ederiz diyordum ama baktım ısınamıyorum (özellikle ayaklarım buz) bugün törenle kombiyi de yaktık, giderayak hasta olmayalım. Şurada biraz ısınalım, nasılsa Akdeniz'de tekrar yaza döneriz bir süreliğine.

Kitap Fuarı'na gittik kız kardeşle geçen haftalarda, biri uzun, biri kısa süreli. "Özlemin Eski Tadı Yok" demiş ya kitabında Simon Signoret, kitap fuarlarının da eski tadı yok.  Açıldığının üçüncü günü, bir pazar sabah saatlerinde gittik, nisbeten tenhaydı, insanlar pazar tembelliği ile bizim gibi fuara koşturmamıştı, en azından okullar yoktu ve kitaptan ziyade ayraç ve maskelere abanan ergenler de birbirinin üstünden atlamıyordu. En baba indirim yüzde 25 civarında olunca pek yüz vermedik çoğu standa. Sadece İthaki'den üç kitap alırsan yüzde 30 dendiği için 3 kitabı paylaştık kız kardeşle, sonra sahaflara yöneldik. Online sitelerden çok daha indirimli alabilecekken gerek görmedik. Yayınevleri de haklı, stant kiralarının çok yüksek olduğu söyleniyor, sahaflardan birkaç ganimet toplayıp döndük. Her şeye rağmen kitaplar arasında dolaşmak güzeldi. Birkaç gün sonra bir daha uğradık ki bu defa aşırı kalabalıktı, kıpır kıpır öğrenciler, durmadan yapılan okul anonsları arasında yarım saat ancak dayanabildik. Yine sahaflardan Joyce Carol Oates'in okumadığım bir kitabı ile Javier Marias'ın "Kurt Mıntıkası"nı alıp çıktım. 

Dişe dokunur bir diğer etkinlik ise Sevda (Bilgenin Annesi) ile gittiğimiz Çağdaş Sanatlar Galerisi'ndeki "Zamanın Renkleri" sergisi oldu. Tanınmış ressamların koleksiyonlardan alınma resimleri ile oluşturulmuş güzel bir sergi gezdik. En çok Neşet Günal'ın "Korkuluk"u ile Mehmet Pesen'in "Köyde Düğün Var"ını sevdim:


İkinci resimde öyle ince detaylar var ki orijinalini görmenizi isterdim, keşke benim olsaydı diyerek ayrıldım başından 😊

Son bildirimlerimi de yapıp veda edeyim, En son Diane Keaton'un ölümü üzerine "Annie Hall" filmini izledim, Storytel'de Şebnem İşigüzel'in bitmek bilmeyen "Sarmaşık"ını dinliyorum ve Antonio Iturbe'nin "Auschwitz Kütüphanecisi"ni okuyorum.

Ve şimdi yürüyüş zamanı...

6 Ekim 2025 Pazartesi

YÜRÜYÜŞ

Aklımı süzdüm geçen hafta içinde bir gün, bu "Akıl süzme" lafı babamdan kalma. Çekildim bir köşeye bütün yazı gözden geçirdim. Topladım, çıkardım, çarptım, böldüm, ayıkladım, eledim, mikserde çırptım, hamur yaptım yoğurdum, ortaya ne tatlı, ne tuzlu elle tutulur bir şey çıkmadı, bu yaz sası. Süzgeci şöyle bir yana fırlatıp "Yetti gari" dedim ve bu kez aklımı havalandırmak için yürüyüşe çıktım. Bir alt paragrafta size de yürüyüş yaptıracağım, o yüzden şimdiki zamana geçiş yapıyorum.

Evden bir karış suratla çıkıyorum, aklımı süzme seansı pek keyif vermemiş belli. Hangi yana gitme konusunda kararsızlık yaşıyorum. Arkamda, evin altına açılmayı hala becerememiş profiterolcü. Çocukluğunu bildiğim berberin dükkanı satmasından sonra el değiştirmekten bir hal oldu büyükçe bir oda genişliğindeki mekan. Önce tostçu, arkasından iki-üç yıl tavuk dönerci, derken pet kuaförü ve son olarak tatlıcı. Hadi bakalım, tatlı satılsın, tatlı geçinilsin. Sol tarafı yokuş nedeniyle seçmiyor, sağa yöneliyorum. Yürü Leylak, tempolu. 

17 yaşımda geldiğim bu semt o günden bu yana öyle çok değişti ki, sıra sıra apartman altı dükkanlara bakarak ilerliyorum. Sadece bir tanesi varlığını sürdürüyor, aynı zamanda komşumuz olan terzi, o da canı isterse 1-2 saat açıyor. Yanındaki yılların berberi kendini emekliye ayırdı, yerinde ne idüğü belirsiz, hiç açık olmayan bir tostçu. Evvelki yıla kadar önünden her geçişimde ayağa dikilip asker selamı veren bakkal da yok artık, önce bir bacağı kesildi, ardından vefat etti. Taşındığımız günden bu yana mevcut olanlardan biriydi oysa, pasaklı diye pek uğramasak da komşu esnaftı, iki kelam ederdik. Şimdi yerinde yine kırk yılda bir açılan iki kiralık otocu var. Bir sonraki apartman altındaki daracık dükkan Barış'ın ayakkabı tamir yeriydi. Barış dediysem adı değil, niye Barış derlerdi onu da bilmiyorum. O da öbür alemde şimdi, yerine pilavcı açılmış, ilk kez görüyorum. Hızla el değiştiriyor burada dükkanlar. 

Henüz yapraklarını sarartmamış akasyaların altından devam ediyorum yola, işte çehre ve sahip değiştirmiş bir eski tanıdık daha, bir zamanların ünlü fotoğraf stüdyosu Askent. Yerinde pandeminin hemen öncesinde yenilenip pandemi sonrasında bir kez bile açıldığını görmediğim kebapçı. Kirli camekanların arkasından kendi haline bırakılmış masalar, sandalyeler, tuzluklar, peçetelikler, hayalet şehir gibi. Oysa Askent'in vitrininden gelinler-damatlar gülümserdi, keplerini takmış yeni mezunlar, sevimli bebekler bakardı. Nişan fotoğraflarımı da orada çektirmiştik, önüme komik pozlar sürmüş, hangisinden istediğimi sorduğunda, "Hiçbiri" demiştim, "yan yana duralım, çek işte". Nazan Öncel benden duymuş olsa gerek bu repliği 😂 Annemin son vesikalığı da orada çekilmişti. Çok geçmeden de önce stüdyo, sonra annem gidiverdi.

Eski foto, yeni âtıl kebapçıyı geçiyorum, sıra sıra rent a car mekanları, kaldırımları da işgal etmişler üstelik koca koca arabalarla. Kendimi güvercinli tepeye dar atıyorum. Hiçbiri yok, Kurtuluş Parkı'na doğru uçuyorlar bu saatlerde, su mu içiyorlar havuzdan, seyran mı ediyorlar bilemiyorum. Yandaki motorcunun ektiği ayçiçekleri de solmuş. Mazot kokulu bir nefesten sonra iki tane de olsa ayçiçeği görmek güzeldi oysa.

Caddeyi geçiyorum ve mahalle sınırlarının dışındayım şimdi. İncesu'dan Kurtuluş'a doğru giden sokağa sapıyorum, sol yandaki sitelerin bakımlı bahçeleri var, diğerleriyse perişan. Hayat gailesi, pahalılık nedeniyle  çoğu apartman kapıcıları işten çıkarmış, bahçıvan tutmak zaten imkansız bu devirde. Mevcut ağaçlar görev gibi çiçekleniyor vakti gelince, en başta her bahçede en az bir-iki tane olan leylaklar. Onun dışında yetişenler hüdayinabit. Çoğu bahçe sökülmüş zaten, artan araç sayısına otopark olmuş.

Kavşakta çok eski bir arkadaşımın evi, yıllardır görmedim. Oysa gençliğimde çok yakındık, aynı zamanda aile dostumuzdu. Sık sık giderdik kışları sıcacık olan, bir duvarı kitaplarla dolu o küçük daireye. Gözüm balkona takılıyor, acaba görür müyüm diye ama hiç denk gelmedim bunca yıldır, acaba hala orada mı oturuyor, belirsiz, dönüşte zillere bir göz atmayı düşünüyorum. Niyetim hiç geçmediğim bir sokağa girmek, Cevher Sokak tabelası çarpıyor gözüme, çark ediyorum o yöne. 

Bahçeleri yeşillikli, karakterli ve asil görünümlü eski apartmanlarla profil ve plexiglass karışımı kentsel dönüşüm apartmanlarının yan yana sıralandığı bir sokak bu. Eskiler yenilere bakıp "Bizim sıramız ne zaman gelecek?" diye düşünüyorlar mıdır acaba. Kimilerininki gelmiş zaten, dozerin ilk vuruşunu bekliyorlar, idam fermanları boyunlarına asılmış:


Hiç açılmayacak dükkanın önünde hiç oturulmayacak bir koltuk nöbet tutuyor, yan tarafta azmanlaşmış kuzu kulağı çalısı, neredeyse ev boyuna ulaşmış ve evin sönmüş neşesine inatla çiçeklenmiş. Yapraklarını koparıp yememek ve çocukluğuma bir selam göndermemek için zor tutuyorum kendimi. Yaprağa doğru uzanan elimi geri çekiyor ve kuzukulağının yanından aşağı kıvrılıyorum. Meğer arkada bahçe varmış, bahçelikten çıkıp cangıla dönmüş, kim bilir ne zamandır sabırla bekliyor:


Umut Sokak'tan devam edip Kıbrıs Caddesi'ne çıkıyorum. Oldukça kalabalık, resmi daireler dağılmış, insanlar evlerine ulaşma telaşında. Caddenin iki yanında devasa çınar ve at kestanesi ağaçları var, öyle ki bazı apartmanların ön yüzleri görünmüyor. Yokuş yukarı tırmanıyorum, protezlerim itiraz edene kadar. Sonra gerisingeri iniyor ve tekrar Umut Sokağa sapıyorum. Niyetim arkadaşımın apartmanının zillerini denetlemek. Soyadını görsem zile basıp çıkmak niyetindeyim yukarı. Sonunda ulaşıyorum apartman kapısına ama heyhat zillerdeki isimlikler bomboş. Bir umut tekrar balkonlara bakıyorum, onlar da boş. Ben balkonlara bakarken bitişikteki yufkacının önündeki kadınlar da bana bakıyorlar. Bir an sorsam mı diye düşünüp vaz geçiyor, çıkmışken markete uğrayım bari diyerek ana caddeye yürüyorum.

Eve dönünce kız kardeşle telefonda konuşuyorum, ona Cevher Sokak'tan, yıkılan güzelim apartmanların yerine dikilen kişiliksiz kazuletlerden bahsediyorum. "Bizim zamanımız geçiyor abla" diyor, "şimdiki gençler bunları seviyor". Haklı. Derken kitabımı alıyorum elime, Amor Towles'in "İki Kişilik Masa"sı. Bu aralar sürekli tevafuk halleri var bende, kitapta rastladığım satırlar konuşmamızı pekiştiriyor:

"Bunlar yaşlı bir adamın hikayeleriydi. Üzgün, yorgun ve haddinden fazla anlatılmışlardı.
Her şey boş, bomboş.
Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor. Gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak"


30 Eylül 2025 Salı

EYLÜL DÖKÜMÜ

Eylülün son gününden merhaba, üç-beş eş dost buluşması, kardeşle içilen kahveler dışında tatsız bir aydı, severim oysa Eylül'ü, bu kez yüz vermedi pek bana. Kısmet diyelim ve önümüzdeki aylara bakalım. 

Hafta sonunu domestiklikle entelektüellik arasında geçirdim. Bir yandan çamaşır, bulaşık yıkayıp, silip süpürüp, toz alıp, ütü ve yemek yapıp, çocukları ağırlayıp hizmetçilik ve annelik görevlerimi yerine getirirken araya kitaplar, filmler, Storytel'de dinlemeler, tablette şeker patlatmalar ve "Bir dönüm bostan, yan gel Osman" durumları da aldım reklam niyetine. Eylül keyif bazında tat vermezken okumak konusunda verimli oldu. Her biri tuğla boyutunda 8 kitap okudum ve hepsini de çok beğendim. Alınız, okuyunuz 😊


Film konusunda skorum 6, bir de yeni bir diziye başladım "Mussolini". 1. bölümünü izledim, her bir bölüm bir saat sürüyor, sinir ola ola izliyorum:





Peki Storytel'de neler dinledim? 5 dinlemeden 4'ü tekrar idi. "Sinekli Bakkal"ı ortaokulda okumuştum, dinleyip hatırlamak iyi geldi. Keza Adalet Ağaoğlu'nun "Dar Zamanlar Üçlemesi" her bir kitabını ikişer kere okuduğum bir seri idi, hafıza tazeleme adına onları da dinledim. "Vatan Millet Samatya"yı okusam sever miydim? Pek sanmıyorum, zira fazla uzatılmıştı ama Tilbe Saran öyle bir seslendirmiş ki adeta içinde yaşadım:


Epeydir kahve paylaşmamıştım değil mi sevgili takipçilerim, haydi bakalım, hep birlikte içelim, 40 yıl sürsün hatrımız:


Ve son olarak size bir duyurum var. Leylak Dalı blogumu açtıktan bir süre sonra çeşitli zamanlarda, çeşitli yerlerde çektiğim kapı fotoğraflarını paylaştığım bir blog açmıştım: "Kapılar". Bir süre paylaşım yaptıktan sonra âtıl bırakmıştım. Geçenlerde aklıma geldi, Hatay'da çektiğim kapı fotoğrafları vardı, eminim ki artık yoklar, içim acıdı. Dedim "Kapılar"ı aktif hale getireyim hiç olmazsa orada yaşasınlar. Sadece kapı değil, pencere de paylaşma kararıyla bazı eklemeler de yaptım. Takip etmek isterseniz link aşağıda:



Sevgiyle kalın...



29 Eylül 2025 Pazartesi

ÖZETLE GEÇEN HAFTA

Ankara'nın yavaş yavaş sonbaharı hissettirdiği, yer yer üşütse, yer yer terletse de dışarıda olmamı engellemediği bir hafta geçirdim. Haftanın en güzel günü blogger olarak başlayan sanal alem arkadaşlığımızın artık gerçek hayat dostluğuna döndüğü sevgili Şule ile buluştuğumuz gün oldu. Şule'nin eşinin ve benim kız kardeşin de katıldığı bol sohbetli, neşeli bir öğleden önce geçirdik. Şulecim fotoğrafımızı tabettirip yolladı, aşağıda, bilin bakalım gülerken kimin gözleri kayboluyor 😂


Kız kardeşle bir başka günü "Pisboğazlık Günü" ilan edip uzun zamandır yemediğimiz için dönerciye gitmeye kara verdik. Hakkında iyi duyumlar aldığımız, duvarlarında lokantanın adıyla aynı soyadını taşıyan güreşçi resimlerinin sergilendiği, bol ışıklı, tavanlarından, nişlerinden iri yapraklı yapma çiçekler sarkan, öğle tatilini uzatan memurlarla, çevre esnafı olduğunu düşündüğümüz orta yaşta erkeklerin iştahla önlerine gelen yiyeceklere yumulduğu bir mekana girdik. Ön saflardaki kalabalıktan uzaklaşmak için arkalarda bir masaya yöneldik, yirmili yaşlarının başında, sarışın ve sevimli bir garson anında bitti yanımızda. "Hoşgeldiniz"imizi alıp kağıt servislerin önümüze yayılmasını bekledikten sonra en abartısız siparişi verdik, bir porsiyon döner. Garson yanımızdan ayrılır ayrılmaz masaya şap diye bir lavaş düştü. Tam "Bunun yanında bir şey gelmeyecek mi?" cümlesi ağzımdan çıkacaktı ki yağmur gibi yağmaya başladı masaya tabaklar. Koca bir tabak salata, turşu, soslu ve sossuz patates tava, kaşarlı mantar, çiğköfte ve pişirilip nar ekşisiyle soslanmış çiğköfte, cacık, yaprak sarma. "E biz bunları yiyip gidelim, dönere ne hacet" diye gülüşmeye başladık, epeydir kebapçıya gitmediğimiz belli oldu diyeceğim ama bu kadar bol ikramı da görmemiştim hiçbir yerde. Hatta bize hizmet veren o sevimli garsonu çağırıp dokunmadığımız bazı tabakları geri yolladık ziyan olmasın diye. Neyse dönerler geldi, yemeye başladık, garsonumuz adeta pervane, çocukcağız anne, abla özlemi çekiyor sanırım onca bıyıklının arasında 😂 Yemek bitti boşları almaya geldi, çay ikram edeyim dedi, yok dedik, ısrar etti, e haydi kırmayalım seni dedik, bardak beklerken pek pırıltılı bir semaver kondu masaya. Sonra bakır bir kap içinde, beyaz renkli, buza benzer bir şey daha yerleştirdi masanın ortasına. Biz daha ne oluyor demeye kalmadan kaba su dökmeye başladı, ortalık toz duman. Anladık ki kuru buzmuş kaptaki.


"Nazar değmesin size aplalarım" diyerek bir nevi buhar banyosu yaptırdı bize, "Elemterefiş, kem gözlere şiş" 😂 Böylesini ne gördüm, ne duydum a dostlar, ben mi cahilim, işin raconu bu mu? Hokus pokus, duman dağıldıktan sonra önümüze bırakılmış dondurma, helva ve soğuk baklavadan oluşmuş tatlı tabakları çıktı ortaya. Kuru buz buharı soslu tatlılarımızı çatallayıp çaylarımızı da ayıp olmasın diye yudumladıktan sonra "Eh bize müsaade" dedik, mide fesadına uğramadan kaçalım şuradan. Hesabı istedik ama yetmemiş, komik garsoncu kahve ikramı için ısrarcı oldu. İmdaaat!

Neyse atlattık, garsoncumuz bahşişini özenle cüzdanına yerleştirirken kendimizi dar attık sokağa, bu da böyle kuru buz buharlı döner macerası olarak anılarımız arasına girdi. Gün boyu hatırlayıp hatırlayıp güldüğümüzü de söylemeden geçemeyeceğim.

Bu ay 7 kitap okudum, 8. elimde. Hepsi de tuğla boyutlu kitaplardı, o yüzden verimimden memnunum ve ilginçtir ki hepsini de beğenerek okudum. Elimde "Moskova'da Bir Beyefendi" ile tanıdığım Amor Towles'in son kitabı var: "İki Kişilik Masa". Daha Türkçe baskısı Goodreads'a bile düşmemiş, ben de üşendim kütüphanecilere ricaya, İngilizce baskıyı koydum sayfama, Engilişçe biliyorum sansınlar, entelektüalitem yükselsin 😂

Robert Redford anısına izlediğim 1985 yapımı şahane film "Out Of Africa"dan sonra ne izlesem diye epey düşündüm. Çünkü ütü yapacaktım, önce Neşfilikis'den bir dizi, bir film denedim, ikisi de pek cıvık geldi, caydım, MUBİ'ye geçtim. "Vahşi Elmas" diye bir film bulup açtım, geçen yıl Cannes Film Festivali'nde gösterime girmiş. Ütü bittiğinde filmin yarısına gelmiştim, ütünün fişini çekip laptopu kapattım, devamı akşama dedim. Yatmadan önce kalan yarıyı bitirdim. Sevdim mi? Hayır. Lakin çok güncel bir konuyu ele alıyordu, güzellik dayatmasıyla işi para için hırsızlık yapmaya kadar vardıran, bekar bir anne ve küçük bir kız kardeş ile yoksulluk içinde yaşayan bir influencerdi konu. Başrol oyuncusu bu film için mi bu hale getirilmişti bilemedim ama ördek gibi dolgu yapılmış dudakları, her biri top güllesi büyüklüğünde silikonlu memeleri, kalemle kalınlaştırdığı emmi kaşları, yüzüne sıvadığı binbir çeşit boya ve yetmezmiş gibi para bulsa anında silikon taktıracağı poposu ile inanılmaz itici geldi bana. Neyse sonunda TV'de bir programa kabul edildi de o erdi muradına, ben kaçtım kerevetinden. Spoiler de vermiş oldum ama affeylen gaaari 😂

Yeni haftanız pek güzel gelsin dilerim...

24 Eylül 2025 Çarşamba

DUVAR RESİMLERİNİN PEŞİNDE

Sevgili Cerenimiz geçen günkü yazısında günlük rutinini yazmış ve bizleri de günlük rutinlerimizi yazmak için davet etmiş. Ankara'da günler biraz daha yavaş akıyor sanki, hep aynı minvalde devam edip gidiyorum.

Bir süredir erken yatmaya gayret ediyorum, zira uzun yıllar gece 12'den önce yatağa girmedim, girdiğimde ise uyuyamadığım geceler çok oldu, bunun üzerine yatma saatimi 10.30-11.00 civarına çektim ve Magnezyum takviyesi de alınca nispeten uyuyabildiğim gecelere kavuştum. Hâl böyle olunca da günlük rutinim erken başlar oldu:

7.00-Saat kurmuş gibi uyanma, çünkü o saatte ilaç içiyorum ve vücut ritmim kendini buna uydurdu. Uyandıktan sonra eğer gece iyi uyuyamamışsam kendimi biraz daha yatakta bırakıyorum uyur ya da uyanık. Uykumu almışsam kalkıp çay koyuyor, kahvaltı hazırlıyorum. Sonra ya kitap okuyarak, ya film izleyerek, ya da tablette şeker patlatarak kahvaltımı ediyorum keyfimi bozmadan. Bu arada evin yüzde 50'si henüz uykuda oluyor.

9.00-Ortalık toparlama, varsa makineye çamaşır atma, bulaşık makinesi çalıştırma, yıkanan çamaşırları asma gibi domestik faaliyetlerle geçiyor zaman. 

11.00-Önceden kalma yemek yoksa mutfağa giriyor ve tercihan iki gün yenebilecek şekilde yemek hazırlıyorum. Bazen dışarı çıkmayacaksam öğleden sonraya da kalabiliyor bu faaliyet.

14.00-Kızkardeş ya da arkadaş buluşması, ikisi de yoksa yürüyüş için evden çıkma. Eğer canım çekmiyorsa evde miskinlik. Genelde kitap ya da film eşliğiyle.

19.00-Akşam yemeği hazırlıkları, yemek, bulaşık toplama, ardından çay vs vs

22.00-Babam sağken eğer bizdeyse saat on oldu mu "Zatım yatmak yapıyor" der ve evde kim varsa hepsine ayrı ayrı "İyi geceler" diyerek odasına giderdi. Şimdi ben devraldım bu işi, "Zatım yatmak yapıyor" diyor ve inime çekilip kitabımı okuyarak uykumun gelmesini bekliyorum. 

Sıkıcı Ankara rutinim burada sona erdi. Hafta sonu biraz daha hareketli oluyor tabii, çocuklar geliyor falan.

Bugün öğleden sonra kendime Mural Festivali hediye ettim. Çankaya Belediyesi'nin düzenlediği bu etkinlikte Eylül ayı boyunca müsait olan binaların dış cephelerine duvar resimleri yapılıyor. Bir kısmı tamamlandı, bir kısmının yapımı devam ediyor, üçü bizim eve yürüme mesafesinde olunca "Ya kısmet" dedim ve düştüm yola. Önce Binek Taşı Sokağa yöneldim, o yol üstüydü çünkü. Farkettim ki yıllardır bu civarda oturmama rağmen ne Bardacık, ne Binek Taşı Sokağa hiç girmemişim, şaşırdım sokakların güzelliğine. Müteahhitlerin gözüne çarpmaması dileğiyle baktım ağaç dolu bahçeler içindeki eski ama kişilikli apartmanlara, öyle güzeldiler. Derken ilk mural göründü:


Bardacık ve Binek Taşı Sokağın kesiştiği yerde, bir yüzü Bardacığa, bir yüzü Binek Taşı'na bakan yuvarlak konumlu bir binada başlamışlar balıkların resmedildiği bu duvar resmine, henüz bitmemiş. Resimleyenler kendilerini dinlenmeye almışlar, sohbet ediyorlardı. Biraz fotoğraflayıp Kennedy Caddesi'ne kırdım rotamı. Yine her iki yanında gümrah bahçelerle çevrili eski Ankara apartmanlarının olduğu Beykoz Sokak'tan Büklüm'e, oradan da Kennedy Caddesi'ne geçtim. İlk yapılan mural caddenin başındaki, yan tarafındaki boş arsa otopark olarak kullanınan apartmanın otoparka bakan yanına yapılmış. En çok onu beğendim:



Sonra Kennedy Caddesi'ne tırmanıp karşı kaldırımdaki 22 numarayı buldum:


Murallar bitmişti şimdilik, Tunus Caddesi'nden gitmek istediğim için geri döndüm, yokuş aşağı inerken karşıma şu minnoş çıktı:


Bunun bir de kapkara kardeşi vardı ama o poz vermek istemedi. Ben de onun yerine rengi kahverengiye dönüp kurusa da her haliyle güzel olan at kestanesi yapraklarını fotoğrafladım, arkadan vuran güneşle dantel gibiydiler:


Evin yoluna vurdum kendimi bundan sonra, yol üstü öğrendim ki Bestekar Sokağı kesen bir de Güfte Caddesi varmış. Bestekar Sokak ismini 1950'li yıllarda orada oturan kadın bestekar Nazife Güran'dan almış. Ne bestelediğini merak ederseniz aşağıdaki linkte bestelerinden biri seslendirilmiş:


Atkestanesine dikkatinizi çekerim, gövdesinde üç tane göz sizi izliyor 😂 Kalın sağlıcakla...