.

.
.

30 Mart 2013 Cumartesi

SEVDALI KUMRU*


Fotoğraftaki balkonumuzun 10. nesil anne adayı Türkan, müstakbel yavrusu ile poz vermekte. Uzun süre didiştik, bu sefer kiracı olarak kabul etmemekte kararlıydım ama olmadı. Onlar daha ısrarcı çıktı, buldukları her yere; klimaya, hortum rulosuna, yedek bütangaz tüpünün üstüne, çöp kovasının kapağına ağızlarında getirdikleri 2-3 çöpü yerleştirip yumurta bırakmaya niyetlendiler o ve Cüneyt. Sonuçta elcağızımla bir yuva yaptım ve yerleştirdim, oturur oturmaz da yumurtladı garip ve hemen ertesi gün de ikinci yumurta diğerinin yanında yerini aldı. Beklemedeyiz şimdi. 10-15 güne tüysüz, çirkin mi çirkin yavrular çıkar. Bu güzelim kuşların bebekken bu kadar çirkin olabileceklerine ihtimal vermezsiniz. Sonra o minik, çirkin şeyler hızla büyüyor ve bir de bakıyorsunuz hop uçup gitmişler.


Bizim kumru maceramız "Parmaksız Salih" ile başladı. Türkan ve Cüneyt'in büyük büyük büyük dedeleri olur Parmaksız Salih. Pençe mi denir, parmak mı her ne denirse bir tanesi kopuktu sağ ayağında. Oradan tanıyorduk zaten onca kumrunun içinde. O aralar bizim balkonda rengarenk açan saksı saksı kedi tırnakları vardı. Sanırım kuş kısmının sevdiği sebze türüne giriyordu yeşil yaprakları ki her balkona çıkışımda saksılardan birine yerleşmiş bir kumru buluyordum. Çıt çıt yiyordu o yeşil yaprakları, yemekle kalmıyor toprağını da deşip yerlere saçıyordu. Kovalarken, azarlarken gel zaman git zaman ahbaplığı ilerlettik Parmaksız Salih'le, aileden biri gibi oldu. Balkonda kahvaltı yaparken teklifsizce masaya konuyor ve peynir parçalarını, ekmek kırıntılarını didikliyordu. Fena halde yüzgöz olmuştuk anlayacağınız. Sonrasında Salih'in verdiği, arkasında "Hamili kart yakinimdir" yazan kartvizit ile çocukları torunları bizim balkonu mesken edindiler. Bir süre sonra meskenlikten çıkıp doğumevine dönüştü. Yılda iki kez çifter çifter salıyorduk yavruları gökyüzüne. Salih torunlarının mürüvvetini görmüş bir dedenin gururuyla tüylerini kabartarak geziniyordu balkonda, tabii eşiyle birlikte. Eşi, Salih'ten daha beter ilerletti samimiyeti, ben okuldayken oturma odamın tam  ortasına tuvaletini yapacak kadar vıcık bir ilişkiye girmiştik kendisiyle. Hanımefendi açık balkon kapısından girmiş ve ne kadar entellektüel olduğunu belgelemek için bol kitaplı odayı seçmişti tuvalet olarak. Neyse ki bu ilk ve son oldu, Salih'e diskur çektim, o da karısının kulağını çekti de alışkanlığa dönüşmedi bu olay.

Salih uzun yıllar yaşadı, sanırım ecdatları Tibet dağlarından gelme, temiz hava, doğal gıda alıp meditasyon falan yapmış kişilerdi ki bu kadar uzun oldu ömrü. Kendisi kuşlar cennetini boylayalı birkaç yıl oldu ama torunlarına hizmet vermeye devam etmekteyiz gördüğünüz gibi. Altın Portakal Film Festivali zamanı doğdukları için Türkan ve Cüneyt adını alan son kuşak şimdi ana-baba olmaya hazırlanıyor. Haydi bakalım bu kez isimlerini birlikte koyalım yavruların. Önerilerinizi bekliyorum...

*
"Nedir bu dünya hali
Nedir bu bozuk düzen
Dün çıktı yumurtadan
Bugün sevdalı kumru"

Oktay RİFAT /Vazife şiirinden

28 Mart 2013 Perşembe

YAĞMUR, PAZAR, NARENCİYE ÇİÇEKLERİ


İki gündür evden çıkmıyordum, pazara gittim bugün, tam zamanını seçmişim yağmura yakalandım. Biraz ıslandım ama pazarın kurulduğu sokaklarda bahçelerden sarkan narenciye ağaçları tümden çiçeklenmişti ve öyle güzel kokuyorlardı ki hiç acele etmedim. Pazarcılar haldır haldır brandalar çektiler tezgahlarının üstüne. Bir yandan alacaklarımı aldım bir yandan konuşmalarına kulak kabarttım:
-Ya tam yağ, ya dur be yağmur.
-Al abla al, tarla çileği bunlar, formonsuz.
-Kara koyun çoğusa bir yerde oranın adı Karakoyunlu, sarı keçi çoğusa oranın adı Sarıkeçili oluvermiş işte. 
-Endee çiçeklerin dediğin renginden beş dene var, isten mi?
-Adını bilmiyom yenge o otun ben, bi yaşlı deyze bıraktı satıve diye, yımırtalı mı oluyomuş ne, bi lira bi lira...
-Apla sen seç onları, ben şu çadırı açıverem gelcem.
-Çağla güzel alın deezem, gendim topladım.
-Enginarın 4 denesi 10 lira, bu taraftakilerin 5 denesi 10 lira.
-Pirokoli al gızım, çok teze.
-Kahvaltılık bu biberler, bi dene acı bulursan getir gel.
-Arılı domat, arılı...

Ben havadaki çiçek kokusunu içime çekerek dönerken güneş çıktı, lakin şimdi kara bulutlar toplanmakta. Yine yağacak anlaşılan...


26 Mart 2013 Salı

ÖZETLE

Görüşmeyeli ben iyiyim, sizi sormalı. Ne yaptım derseniz aşağıdaki fotoğrafta ayrıntıları görebilirsiniz:
-Antalya Devlet Tiyatrosu'ndan "Yol, Ter, Gül (Ahi Evran)" oyununu seyretmiş,
-Smoke (Duman) filmini izlemiş,
-Ve evde bir arkadaş toplantısı gerçekleştirmiş bulunuyorum.


İkramlarım konusunda merakınız varsa yakından buyrun:


Sırasıyla: kadayıf böreği, kıymalı poğaça, kuru patlıcan dolması, armut tatlısı, çikolatalı muffin, limonlu jöle. Haydi ben kaçtım...

24 Mart 2013 Pazar

YAĞDÖKTÜ


Güneş pırıldıyor dışarıda, hava gayet güzel. Balkona yuva yapmak için günlerdir benimle amansız bir mücadeleye girişen kumruların sesleri giriyor açık kapıdan: "guuguuk guk guuguuk guk". Artık gündelik hayatımın olmazsa olmazı haline gelen bu ötüşü ilk kez Denizli'de duymuştu Ankara'nın güvercin vıcırtısına alışık kulaklarım. Birkaç ay önce evlenmiş, ilk kez Ankara dışına çıkmıştım yerleşik olarak ve başka bir işe, öğretmenliğe başlamıştım. Hayatımdaki her şey yeniydi; eşyalarım, okulum, mesleğim, arkadaşlarım, alışmaya çabaladığım şehir, o şehrin bir kez başlayınca sokaklarını sel basmadan dinmeyen yağmurları, bahçelerden sarkan nar ağaçları, hâldeki dükkanların önlerinde kara hevenkler halinde asılı kurutulmuş patlıcanlar, Şeytan Pazarı'nda çuval çuval satılan dalından yeni kopmuş yeşil zeytinler, ne kadar cingöz olduğunu daha sonra anlayacağım deli-dolu evsahibem, bana uzaydan gelmiş bir yaratıkmışım gibi bakan komşularım, ev bulamadığımız için son anda mahkum olduğumuz duvarları yeşil, marleyleri mavi, salonun tam ortasındaki gömme dolabı pembe, camekanlı kapı bolluğu içindeki evim ve tüm bunlara yeni doğmuş bir bebeğin öğrenme telaşı ve heyecanıyla alışmaya çalışan ben. Bol yağmurlu, elektrik kesintili, ev sahibimizin uyanıklığı sonucu aldanıp aldığımız kömür nedeniyle akan sobalı, dumanlı ve kurumlu ilk kışı geride bırakmıştık. Gözüm yeşermiş otlar, mavi bir gökyüzü arıyor, kaldırım kenarlarındaki papatyalara öpücük göndererek gidiyordum artık okula. İşte böyle bir sabah o sesle uyanmıştım: "Guuguuk guk, guuguuk guk". Odanın perdesini aralayıp pek fazla çıkmadığımız arka balkona baktığımda da görüvermiştim o minik kuşları. Beni farkedince ürkmüş "pırr" diye havalanıp gitmişlerdi. "Güvercinler gelmiş" diye seslenmiştim eşime, "kumru onlar" diyerek gülmüştü kuşbiliminden pek fazla nasibini almamış apartman çocuğu karısına. "Dinle bak, onlar 'yağdöktü, yağdöktü" diye öterler" demiş ve sonra da öyküsünü anlatmıştı: "Biri kız biri oğlan iki kardeşin anaları ölünce babaları yeniden evlenmiş. Üvey anaları pek zalim, pek gaddarmış, pek korkarlarmış çocuklar ondan. Bir gün üvey ana evde yokken iki kardeş ve komşu kızı oynamaya durmuşlar. Oyun sırasında kız kardeş zeytinyağı dolu testiyi düşürüp kırmış, zeytinyağlar yerlere dökülmüş. Çocuklar korkudan ne yapacaklarını şaşırmış ve kız yere dökülen yağ görünmesin diye üstüne kül serpmiş. Lakin üvey ana gelir gelmez durumu anlamış ve hepsine fena bir dayak atmış. Ağlayan çocuklardan erkek olanı "Allahım beni ve sevdiğimi kuşa dönüştür" diye dua etmiş. Masal bu ya o anda kuşa dönüşmüş ve komşu kızını da yanına alıp uçup gitmiş pencereden. O gün bu gün hiç ayrılmadan gezerlermiş, öterlerken de şunu derlermiş: 
"Yağ dööktü, yağ dööktü
Ben döökmedim kız dööktü
Yağ dööktü, yağ dööktü
Ben döökmedim, kız dööktü"

Bu öykü ne kadar doğru, tartışılır elbet ama Antalya ve Burdur yöresinde kumruya "yağdöktü" dendiği bir gerçek. İşte bu aşık yağdöktülerin Festival zamanı mahsulü olan Cüneyt ve Türkan günlerdir benim balkona yuva yapma çabasında. On nesildir üremelerine katkıda bulunan biri olarak bıktım artık. Balkon, bebek ve ailesi taburcu olduktan sonra mezbeleliğe dönüyor, duvarları spatulayla kazıdığım vâkidir. O yüzden doğumhaneyi kapatmak ve bu mutlu çifti başka bir yere nakletmek istiyorum ama onca balkonun içinde benimkine meftunlar. Sanırım benim Denizli'den bu yana onlara olan aşinalığımı ve sevgimi fena halde suistimal etmekteler. 2 gündür beklentilerini büyüttüler, klimalı bir daireye yerleşmek istiyorlar ama nafile, bu kez kararlıyım. Balkonun her yanını poşetle donatttım vazgeçmelerini bekliyorum. Bakalım bu savaştan kim galip çıkacak...

22 Mart 2013 Cuma

ŞİİR BİR İNATTIR*

 

Malumu âliniz dün Dünya Şiir Günü idi. Buradan hareketle Antalya'da geleneksellleşmiş bir etkinlik daha gerçekleşti. 16. Antalya Altın Portakal Şiir Sempozyumu başladı ve dün akşam da "16 Altın Şair" sergisinin açılışı ve takiben  Şiir Dinletisi yapıldı. Şiirden ziyadesiyle hoşlanan bir Leylak Dalı olarak böyle bir etkinliği kaçırmam mümkün değildi tabii ki. Nitekim başlama saatinden önce mekanda yerimi almıştım bile. 

Sergi açılışından sonra kokteyle geçildi. Racona uygun olsun diye aşağıda asker gibi sıralanmış kadehlerden bir tane edinip 16 yıl boyunca ödül almış şairlerin fotoğraf ve şiirlerinin yer aldığı posterlerin arasında dolaşmaya başladık.



Ben en çok Birhan Keskin posterinin önünde oyalandım, kadehimi O'nun ve şiirlerinin şerefine kaldırdım. Salonda aralarında Altın Portakal Şiir Ödülü jüri başkanlığını yapan Doğan Hızlan'ın da bulunduğu pek çok şair ve yazar vardı; Ahmet Telli, Cevat Çapan, Şükrü Erbaş, Mahmut Temizyürek, Latife Tekin gibi...


Kokteyl sona erince şiir dinletisinin yapılacağı salona geçtik. Dinleti başlamadan Doğan Hızlan Eray Canberk'in kaleme aldığı "Dünya Şiir Günü" bildirisini okudu ve 2013 Altın Portakal Şiir Ödülü'nü kazanan şairi açıkladı: Bağbozumu Şarkıları isimli kitabıyla Şükrü Erbaş.  Sonra da dinletiye geçildi. İlkin Ahmet Telli bize kendi şiirlerinden üç tanesini okudu sonra da Şenol Morgül'ün udundan dökülen nağmeler eşliğinde Sezai Sarıoğlu'nun dağarcığındaki şiirleri dinledik. Şiir aralarında Şenol Morgül "Kanatları gümüş yavru bir kuş" ile başlayıp "Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler" ile biten olağanüstü güzellikte şarkılar söyledi. Hasılı çok güzel bir akşamdı.

 

Ve programın sonunda bu yılın Altın Portakal Şiir Ödülü'nü alan Şükrü Erbaş 21 Mart'ın aynı zamanda Aşık Veysel'in ölüm yıldönümü olduğunu belirterek O'nu anmak adına kısa bir anekdot nakletti: Aşık Veysel'e hayran bir hemşehrisi onun gibi şair olmak ister, sık sık ziyaretine gider fakat bir türlü meramını açık edemezmiş. Sonunda bir gün yine bir mecliste sohbet muhabbet sonrası Aşık Veysel'i yatağına götürme bahanesiyle yalnız kaldıklarında "Usta, ben de senin gibi ozan olmak istiyorum, ne önerirsin bana" diye sormuş. Aşık Veysel şu cevabı vermiş: "Gözel sev". Anısına saygıyla...

*Alıntı



20 Mart 2013 Çarşamba

KARRRRGO, HIRRR!..

 

"Akılsız başın zorunu ayak çeker" diye boşa dememişler.  Dün Müze'ye, Opera koristlerinin konserini izlemeye gitmiş ve yanıma okuduğum kitabı almıştım; polisiye idi kendileri, ismi de "Kadıköy Cinayetleri". Konser piyanodaki bir problem nedeniyle gecikince birkaç sayfa okumuş sonra da yanımdaki koltuğa bırakmıştım pardesüm ve çantamla birlikte. Konser sonrası eve dönünce kaldığım yerden devam etmek için kitabımı aradım ama koydunsa bul. Çantayı altüst ettim yok, bir ümit Müze'yi aradım telefonla, beni güvenliğe bağladılar, görevli gidip baktı ve evet benim sarışın polisiye kendi başına koltukta oturup dururmuş. "Eh" dedim görevliye, "madem öyle, katil de komiser de bu gece misafiriniz olsun, ben biraz merakta kalayım, yarın gelip teslim alırım kendilerini".

Ve efendim o nedenle bugün annemin lafıyla "it ayağı yemiş gibi" koşturdum. Günümün büyük bir bölümünü kargolar, kargo şubeleri ve kargo görevlileri işgal etti. Sabahın ilk kargocusu bir siparişimi teslim edip gitti ama asıl gelmesi gereken önemli kargodan henüz ses seda yoktu, benim Müze'ye gidip komiser ve katili sırra kadem basmadan teslim almam gerekiyordu, ayrıca yine kargoya verilecek bir kolim mevcuttu. Kargo şubesini aradım, gelecek olan kargoyu bekletmelerini akşam uğrayıp alacağımı söyledim ve Müze'ye doğru yola düştüm. Yolda şeytan dürttü ve şubeye uğradım ki ne göreyim, benim paket gelmiş ve dağıtım için arabaya yüklenmiş bile. Kös kös geri döndüm, bir saat bekledim ve kargomu teslim aldım. Sonra ne mi yaptım? Göndereceğim kargoyu hazırladım ve tekrar aynı şubeye gittim, teslimatımı yaptım ve doğru Müze'ye ondan sonra. Yarabbi şükür komiser ve katil herhangi yeni bir vukuat yapmadan güvenlikçinin çekmecesinde beni bekliyorlarmış, teslim aldım ve çıktım Müze'den. Ben çıkarken bahçeye ne giriyordu biliyor musunuz? Bir kargo arabası, elime taş alıp fırlatmamak için zor tuttum kendimi. Mümkünse önümüzdeki bir hafta içinde bana kargo lafı edilmesin. 

Sonraa biraz papatyalar, yoncalar ve erguvanlar arasında dolandım, yorgunluktan canı çıkmış bir şekilde eve döndüm. Şu anda tabanlarım zonkluyor, elime polisiyemi alıp köşeme çekileyim.


Haa bu arada bizim Beyler bugün biraz dumanlı idi...

18 Mart 2013 Pazartesi

SEVİYORUM 2

-Jordi Savall dinlemeyi,
-Dinlerken bloglarda gezinmeyi,
-Kahvenin her türlüsünü,



-Tam göz hizamda asılı fotoğraftaki Datçalı zeytin ağacımı ve değirmenleri,
-Tüm kalorisine rağmen bademi,


-Ve eşlikçisi olarak günkurusu kayısıyı,
-Evimin duvarlarını süsleyen Füsun Ürkün tablolarını,



-Antalya Müzesi'nin heykel ve lahitler salonlarını,
-Arkadaşlarımın armağan ettiği magnetleri,


 

-Kırtasiyenin her türünü,
-Leylak desenli herşeyi,


-Leylağın bizzat kendisini, çiçeğini, yaprağını, ağacını,
-Artık koyacak yer bulmakta zorlandığım ayraçlarımı,


-Ve iki günlük rüzgar ve soğuğun ardından tekrar sıcacık gülümseyen güneşi...

15 Mart 2013 Cuma

SERGİ GEZELİM Mİ?

Uzun zamandır aklımdaydı, bir türlü gerçeğe dönüştürememiştim. Bir gittiğimde kapalıydı, bir diğerinde sergi değişimi yapılıyordu. Nihayet dün yakınlardaki işimi hallettikten sonra gezmeyi başarabildim yeni açılan "Demircileriçi Otyam Sanat Galerisi"ndeki sergiyi. İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi'nin (IMOGA) "Baskı Resim Koleksiyonu" sergileniyordu. 


Mekan da, sergi de gayet güzeldi. Büyük bir zevkle, her bir tablonun karşısında uzun uzun oyalanarak gezdim, böyle bir galerinin açılmasından dolayı da çok mutlu oldum. Şimdi sıra sizde, sıkılmam diyorsanız, buyrun gezin:


Burhan Doğançay


Mehmet Pesen


Mustafa Pilevneli


Turhan Selçuk


Eda Tekcan


Olca Uzunokur


Mehmet Güleryüz


Elif Naci


Şenol Yorozlu


Gülsün Karamustafa


Sadi Diren


Avni Arbaş


Filiz Başaran


Cihat Burak


Zühdü Müridoğlu


Adnan Turani


Ferruh Başağa


14 Mart 2013 Perşembe

Mİ MİNÖR MİM :)


Şekerlemelerin en tatlısı Alya'nın annesi beni mimlemiş, mimleri çok sevmesem de işin içinde lokum Alya olunca akan sular durur:) Yardımcı olsun diye Hawai tatilinden yeni dönen Snoopy'yi de aldım yanıma, Başladık mim sorularını cevaplamaya:

1- Su mu, ateş mi, güneş mi olurdun? Neden?
-Kesinlikle güneş, ben bünye olarak güneş enerjisiyle çalışırım. Gökyüzünde onu görmezsem depresyonum tavan yapar. O yüzden diğer seçenekleri tartışmam bile, doğrudan güneş olurdum...

2- Taş olsan nerenin taşı olurdun?
-Datça yolundaki Kızlan köyünde,  zeytin ağaçları arasındaki eski yel değirmenlerinden birinin taşı olmak isterdim.

3- Neyin ve kimin karşısında, hangi durumlarda susarsın?
-Çok üzüldüğüm anlarda ve ummadığım bir  kişi beni çok kırmışsa kaplumbağa gibi kabuğuma çekilirim. Bir de karşımdaki kişileri çok cahil bulduysam hiç tartışmaya girmem susarım.

4- Kusur olsan nasıl bir "kusur" olurdun?
-Öze zarar vermeyecek küçük bir defo olmayı seçerdim.

5- Küfür olsan ne olurdun? Kime savrulurdun?
-İtiraf edeyim ki küfür etmeyi severim, her ne kadar "bir güççük hanfendü" olsam da yer ve zamana uyan küfürlerden herhangi biri olur ve hakeden kişinin tam alnının ortasına savrulurdum :)

6- Esir olsan neyin veya kimin esiri olurdun/olmak isterdin?
-Açıkçası bir mecburiyet yoksa hiçbirşeyin esiri olmak istemezdim ama illa ki olunacaksa sanatın ve edebiyatın esiri olmayı tercih ederdim.

7- Bir suç olsan nasıl bir "suç" olurdun?
-Hakeden herkese "yayın yoluyla hakaret", hehehe :) Ama mümkünse suç falan olmayayım :)

8- Topraktaki güç olsan o güçte ne yetiştirilirdi?
-İyi insanları, çocukları, sanatçıları dallarının altına toplayan kâdim bir zeytin ağacı...

9- Sayılmadığında ne hissedersin?
-"Sayım-suyum yok" derim :)

10-Bir "oyun" oynasan ne oynardın?
-Bu saatten sonra ancak anne ve bir süre sonra babaanne rollerini verirler bana, isteğime kim bakar ki? Hem belki o rolü bile vermezler, botoksum yok. "Anneye yapılır mı bu?" diyebilemem :))


Eveeet, bu mimi Lale bacımla Natali kardeşim cevaplasın, başka istekli varsa onlar da cevaplasın lütfen. Teşekkürler Nazlı...

13 Mart 2013 Çarşamba

ORDAN-BURDAN

Günün en tuhaf şeyi bindiğim otobüsün camından gördüğüm durumdu. Kırmızı ışıkta bekliyorduk, ben ters koltuklardan birinde oturuyordum ve hemen yanda bir midibüs duruyordu. Boş olan arabanın sürücüsü elinde bir permatik, dikiz aynasına bakarak traş oluyordu. O kadar dalmıştı ki ışığın yeşile döndüğünü bile farketmedi. Arkadan çalan klaksonlarla kendine geldi. Umarım biryerini kesmemiştir :)


Günün en güzel şeyi ise yılın çiçek açmış ilk erguvanıydı şüphesiz. Ekmekçi Kız'a sevgilerimle...

12 Mart 2013 Salı

GÜNÜN ÖZETİ

Sabah puslu bir havaya uyandım. Beydağları görünmediği zaman keyfim kaçıyor. En iyisi sinemaya gitmek diye düşündüm ve vizyona girdiğinden beri aklımda olan "Eve Dönüş: Sarıkamış 1915"i izledim.


Yönetmen Alphan Eşeli'nin ilk filmi "Eve Dönüş". İsmindeki Sarıkamış ibaresine aldanarak savaş ve kahramanlık beklentisiyle giderseniz yanılırsınız. Film savaşı arka plana alarak insanın doğayla ve kendisiyle verdiği mücadeleyi anlatıyor. Hayatta kalabilmek için gündelik yaşamında çok iyi, çok saf olan bir insanın bile nasıl canavarlaşabileceğini gösteriyor. Ben filmi çok beğendim; Uğur Polat ve Serdar Orçin'in oyuncu olarak yer alması zaten yeterli referanstı, rollerini ne derece başarıyla canlandırdıklarını görünce yanılmadığımı anladım. Görüntüler masalsıydı, oyuncular aksamıyordu, olan biten kalbinize dokunuyordu ve doğanın gücü karşısında ne kadar aciz olduğumuz da bir kez daha kafamıza kakılıyordu. Ve savaşlar, olmaz olsun...

Hemen hemen tüm sahneleri karlar altında geçen filmden çıktığımda psikolojik olarak üşümüş ve konu gereği epey gerilmiştim. Öyle ki onca kardan sonra dışarda hafiften yağan yağmura bile razı olup yürümeye karar verdim. Yağmura ve yapışkan nemli havaya rağmen çiçeklenmiş ağaçlar ve şehrin dört bir yanına ekilmiş laleler, sümbüller, menekşeler moralimi düzeltti.

 


Son fotoğrafta gördüğünüz trencilik oynayan tırtıllar. Büyütüp bakarsanız birbirinin kuyruğuna eklenerek yürüdüklerini görürsünüz. İki tane yaşlı başlı teyzenin yerde ne incelediklerini merak edip baktığımda bu tırtıl-treni gördüm. Ben fotoğraflayıp ayrılırken teyzeler yoldan geçen birinin farkına varmadan üstlerine basıp ezmemesi için dua ediyorlardı :)

11 Mart 2013 Pazartesi

KONSERLİ HAFTA SONUNDAN GÖZLÜKSÜZ HAFTA BAŞINA

Hafif tertip bir üşütme ve diz ağrısının verdiği rehavetle bir haftadır evden çıkmayan bünye dün akşam tüm o boşa geçen zamanı telafi eden şahane bir Leman Sam konseriyle deyim yerindeyse şarj oldu. Kadın sanatçılar içinde tek geçsem de, tüm şarkılarını ezbere bilsem de canlı performansını ilk kez izledim ve enerjisine, sahne hakimiyetine, seyircisiyle olan sıcak diyaloguna hayran oldum, o muhteşem şarkılarını ve yorumlayışını söylememe gerek yok sanırım.


"İllâ" ile ve olağanüstü bir seyirci katılımıyla geldi sahneye ve performansında hiçbir azalma olmadan 3 saat sahnede kaldı hatta ardarda konserler nedeniyle yorgun olan sesi giderek açıldı. 


Kızıl saçlarını savurtarak söyledi şarkılarını, kimi zaman güldürdü, kimi zaman ağlattı. "Metris Türküsü"nü onun kadar duyarak yorumlayan çok azdır sanırım, üstüne bir de "Memik Oğlan" söyleyip bitirdiğinde çoğumuzun göz pınarları yaşlıydı.


Azeri parçalarla sona erdi konser. Tadı damağımızda kalmıştı, zoraki ayrıldık salondan.

Evden çıkmadığım zamanlarda iki film izledim. İlki "Düğünden Sonra", geçmiş yıllarda yabancı dilden filmler dalında Oscar adayı olmuş bir film idi. İzlenebilir düzeyde diyebilirim. İkincisi ise NTV'nin "En iyi 555 film" listesinden kendi listeme dahil ettiğim filmlerden biriydi: "400 Darbe". François Truffaut'un bu kült filmini şimdiye kadar izlememiş olmama yandım, son derece güzeldi.

Evde olmak kitap okuma hızımı arttırdı. "Gırnatacı"yı, "Onca Yoksulluk Varken"i ve "Aynadaki Zaman"ı bitirdim. "Bayan Jean Brodie'nin Baharı" ise bitmek üzere.

Dün konsere giderayak ufak çaplı bir gözlük krizi yaşadım. Çocuk yaştan beri miyobum ama sinema ya da benzeri bir gösteri izlemek dışında günlük hayatta uzun zamandır gözlük kullanmıyorum. Eh dün konsere gidilecek olunca lazım oldu, Leman Sam'ı flu seyretmek işime gelmezdi, lakin ara tara gözlük yok. Yer yarıldı içine girdi sanki. Konser vakti geldi çattı bu arada, mecburen evdeki fi tarihinden kalma, demode kocaman çerçeveli gözlüğü attım çantaya, konserde onu kullandım, bereket ışıklar sönüktü :) Şimdi kara kara gözlüğümün akibetini düşünüyorum, siz gördünüz mü, gördüyseniz insaniyet namına bildirin :) Ya girdiği delikten bulup çıkarmam ya da en kısa zamanda yenisini almam lazım. Zira o eski gözlüklerle aynı Hüdaverdi'ye benziyorum...

8 Mart 2013 Cuma

KUTLU OLSUN


Seven, sevilen, çalışan, üreten, ezilen, horlanan, değer verilen, önemsenmeyen, gülen, güldüren, öncülük eden, geriden gelen, insana insan diye bakan tüm kadınların ve hayatımda olan tüm güzel kadınların Kadınlar Günü kutlu olsun. Bu vesileyle, içinden geçenleri reklam spotlarındaki ruj sürüp sütyen takarak kadına verdikleri sözde  değeri vurgulayanlar gibi yapmadan içtenlikle şiire döken (ironi ya da gerçek) Asaf Hâlet Çelebi'ye de selam olsun derim:

KADINCIĞIM
oyluk kemiğimi çıkarıp
kendime bir kadıncık yaptım
ve bir şamar vurup
rafa oturttum

ben evden çıkınca
kadıncığım yemeklerimi pişirdi
söküklerimi dikti
ve akşam olunca
korkusundan
çıkıp rafa oturdu

geceleri kadıncığımın dizlerine korum başımı
ve üç kıl koparınca
uyurum

5 Mart 2013 Salı

MENÜ

 

Bugün menüde ne mi var? Sıcaklardan dışarda güneşli bir hava var, soğukluk olarak blog sahibesinin ağrıyan dizi var. Masa dekoru olarak taze açmış üzüm sümbülleri var, içeceklerden kahve var ve fon müziği olarak Erol Mutlu var. Sözlerini Turgut Uyar'ın yazdığı "Ateş Düşer Şarkılara"yı söylüyor. Tatlı yok, işaret parmağımı dilimin ucuna değdirmekle yetiniyorum :)


4 Mart 2013 Pazartesi

HAFTA SONU


Leyleği havada görmüşüm galiba, geçen Pazar Los Angeles'de Oscar törenindeydim, bu Pazar Buenos Aires'de.  Dünyanın en ünlü tango orkestrası olan "Color Tango de Roberto Alvarez"i dinlemeye gittim. Gitmedim tabii ki o bize geldi. Tango okullarınca düzenlenen bir program dahilinde ülkemize gelmişler ve ilk durakları Antalya oldu. Onlar çaldılar, Türkiye'nin değişik tango okullarından gelen çiftler tango gösterisi yaptılar.


Gerçekten müthiş bir orkestra olan "Color Tango"nun şefi, bandoneon ustası Roberto Alvarez'i ciddiyetle enstrümanını çalarken görmektesiniz fotoğrafta. 


Programın sonunda katılan tüm çiftler "La Comparsita" eşliğinde topluca tango yaptılar ve alkışlarla bu güzel gösteriyi de anılar çekmecemizin nadide köşelerinden birine yolcu ettik.

Cumartesi günü havayı güneşli görünce paslanan eklemleri açmak için uzun bir yürüyüşe çıktık ve ayaklarımız bizi Karaalioğlu Parkı'na kadar götürdü. 


Park girişine değişik aralıklarla açılan açık hava sergisinin bu seferki konusu sözlü tarihti: "Kentimiz, Kendimiz, Geçmişimiz".  Benim gibi kent kültürüne ve sözlü tarihe meraklı olanlar için çok faydalı bir sergi olmuş, panolarla Antalya'nın geçmişi hakkında bilgiler verilmiş, fotoğraflar sunulmuş. Çok yakında kitap olarak da basılacakmış, sabırsızlıkla bekliyorum. 


Parkın her gördüğümde yüreğimi hoplatan enfes manzarasına bu kez açmaya başlayan laleler de fon oluşturmuştu. Sadece parka değil, bu yıl tüm refüjlere, kaldırım bordürlerine ve göbeklere lale soğanları ekilmiş, renk renk laleler şehre ayrı bir güzellik katmış.




Yürüyüşün finalini kahve ile yaptık. Hava serinlemeye yüz tuttuğunda biz de evin yolunu tutmuştuk. Her ne kadar diz ağrısı olarak bir geri dönüş yaptıysa da ben yine de bu yürüyüşten hayli memnun kaldım.

Şunu da eklemeden geçemeyeceğim; bu benim hayatımda yaptığım ilk ekmek, kaydını düşmem lazım. Pek ürkek giriştim ama sonuç çok başarılı oldu. Aşağıdaki fotoğrafta kuru domatesli-kekikli-kapya biberli, tam buğday unlu ekmeğimi gururla sunarım :)


Yeni haftanız güzel olsun...