.

.
.

8 Ocak 2010 Cuma

PUSLU BİR ANKARA GÜNÜ

Dün kızkardeşle "Minyatür Odalar Sergisi"ni gezdikten sonra Ankara'nın bir başka yüzünü de görelim gelmişken dedik ve önce Kaleiçi'ne daldık. Kış nedeniyle tenha ve renksiz olmasına rağmen her gelişte beni şaşırtır Kale civarı. Bazıları dışardan göze hoş görünse de ısıtılması, bakımı, kullanımı zor, yıpranmış evlerde kış mevsimini geçirmeye çalışan Kale evhanımlarına sessiz bir kolaylık dileği yollayıp And Cafe'nin puslu Ankara'yı kuşbakışı gören camlı terasında birer kahve içtik.

Kale duvarına sırtını dayamış ahşap-taş karışımı zarif konağın kimbilir kaç yıllık taş basamakları muhtemelen geçmiş yılbaşı nedeniyle yeşil yaprakların arasında yakut gibi parlayan kırmızı çiçekleriyle göz alan poinsettialarla (Atatürk Çiçeği de deniyor sanırım bunlara) süslenmişti.

Kaleden çıkışımız civardaki ilköğretim okulunun dağılış saatine denk geldiği için bir ara etrafımız birbirinden afacan ufaklıklarla çevriliverdi. En cin bakışlısına takıldığımız için gözden kaybolana kadar arkamızdan "Yengee, bu çok yaramaz", "Yengee bak ne diyor", "Yengee..." bağırışları takibetti.

Kaleiçinde ve civarında sokak ve mahalle isimleri ilginç. Meraklarımdan birini de bu tarz orijinal sokak adları oluşturduğundan fotoğraflamadan edemedim.

Kale'den sonra Hacı Bayram Camii'ni görmek için Ulus tarafına doğru ara sokaklardan yürürken yolun sağına parketmiş şu minibüsü gördük. Arka camındaki yazıyı okuyorsunuz, yorum yapmaya gerek yok herhalde.

Ankara'nın bir başka yüzü; Kale, eteğinde Bentderesi, karşıda Altındağ. Gecekondulaşma ve çarpık yapılaşmayla çirkinleşmiş görüntüye bulunduğumuz yükseltinin eteklerinde birikmiş çöp yığınları ve bölgenin üstüne çöken kömür dumanı da eklenince pek içaçıcı bir manzara oluşturmadığı aşikar.

Sağlı sollu salaş avizeci dükkanlarının yer aldığı sokaklardan, çöp içindeki bakımsız yerlerden geçerek çok basamaklı bir merdiven tırmandık ve Hacı Bayram Camii'nin bulunduğu alana çıktık. Neredeyse çocukluğumdan beri gelmemiştim Ankara'nın 15.YY'dan kalma bu eski ve ünlü camiine. Anneannem sık sık birşeyler diler, bu dileğin gerçekleşmesi karşılığında Hacıbayram Camii'ne ampul adar (modern çağın adağı böyle oluyor sanırım), istediği gerçekleşince de üç nesil (anneannem, annem, ben) ampulu getirip adağı gerçekleştirir, camii de ziyaret ederdik. Artık ne anneannem var, ne annem, camilere de adak olarak ampul götürülüyor mu hâlâ, bilmiyorum.

Camiin hemen yanında bir başka tapınak, MÖ 25.YY'dan kalma, Galat Kralı Pylamenes tarafından Roma imparatoru Augustus'a bağlılık nişanesi olarak yaptırılmış Augustus Tapınağı var. Bakım çalışmaları yapıldığından gezemedik ne yazık ki içini, dışardan fotoğraflamakla yetindik.

Bu da ünlü Julianus Sütunu. 362 yılında İmparator Julien'in Ankara'yı ziyareti anısına dikilmiş 15 metrelik bu sütunu hep bahar aylarında tepesindeki leylek yuvası ile hatırlarım. Bunu görmeyeli de çok uzun zaman olmuş, leylek yuvasının üstü de tel örgü ile kapatılmış, sanırım anıtın zarar görmesini engellemek amacı ile.

Sütunu da ziyaret ettikten sonra akşamı ettik, kültürel ve turistik amaçlı Ankara gezimizi sonlandırdık. Faideli bir gün geçirdiğimizi söyleyebilirim, darısı başka semtlere, başka gezilere...

3 yorum:

  1. ankara'yı severim.özellikle sonbaharda.yazınızı okuyunca birden canım çok gelmek istedi.neyse nisan'da ankara'da bir arkadaşımın düğünü var.ona umarım gelebilir ve birazcık da ankara'yı gezebilirim.ankara'da bir de deniz olaymış tadından yenmezmiş diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Tüm büyük kentler gibi Ankara da her türlü yapılaşmadan, yerleşimden (ticari, kültürel, tarihi, kentsel ve gecekondu ağırlıklı) nasibini almış. Yine görerek gezmeye devam eiyor ve bize de göstermeye devam ediyorsun. Ben kendi adıma çok teşekkür ediyorum arkadaşım.
    Bir ödülü hakediyorsun doğrusu...:))
    Bir bana uğrarsan...

    YanıtlaSil
  3. Gezdirirmisin bana bir gün Ankara'yı :)))

    YanıtlaSil