.

.
.

22 Kasım 2017 Çarşamba

CEHARŞENBİH

Yine bir gün atladım ama neyse ki öğretmen de atladı, başöğretmen zaten ortalarda yok, yıllık izne çıktı galiba :) Ne yapayım sabahtan yazacak olursam yazacak bir şey olmuyor, akşam yazsam herkes uyumaya gidiyor okuyan çıkmıyor, en iyisi biriktirip yazmak.

Evvelsi gece Antalya'nın altı üstüne geçti fırtınadan. Sabaha kadar uludu doğa. Sıcak iklimde yaşamayanlar tepede günısı denilen kazuletle yaşamayı bilmezler. Güneş enerjisiyle sıcak su sağlayan bu sistem özünde faydalıdır, doğal yoldan ve sözde maliyet masrafı dışında masraf etmeden sıcak su sağlar ama ikide bir çatlar patlar. Sızıntı yapar, hatta bazen şarıl şarıl akar, sahibi alt katlarda oturuyorsa sistemdeki kaçaktan haberi olmaz, hele de yazlıkçı ise üst katta oturanların vay haline. Onlar sadece şişmiş su faturası ve tamir masrafı öderken, şarıl şarıl akan sular bir süre sonra çatıdan sızıp üst kattaki evlere akmaya başlar, duvarları nemlendirir, badanaları kabartır. Bir seferinde bayram nedeniyle 5 günlüğüne Ankara'ya gitmiştik, döndüğümüzde evin salon duvarları Damlataş Mağarası'ndan hallice idi, yer döşemesi kabarmış, odadaki nem düzeyi o kadar artmıştı ki müzik seti bile çalmaz olmuştu. Sebep üstümüzde oturan ve kendileri de bayram için memleketlerine giden ailenin çatlayan günısı deposu idi. Şarıl şarıl akan su ne derece aktıysa üst katı geçip bizim eve bile ulaşmayı başarmıştı. Allahtan karşı komşu farkına varıp vanalarını kapatmış da bu kadarcık zararla kurtarmıştık. İşte bu kod adı "Günısı" olan arkadaşlar fırtınalı havalarda nefesli ve vurmalı sazlardan oluşan bir senfoni orkestrasına dönüşüyorlar. "Vınnn", "Tak tak tak", "Vuuu", "Güm güm güm" sesleri arasında uyumaya çalışıyorsunuz. Hele bir de alt ya da üst komşunuzun pencereleri panjurlu ise yeme de yanında yat. Bir nevi viyolonsel etkisi de ekleniyor orkestraya. Evin dibindeki çınar ve selvi de artan hışırtılarıyla coloratur soprano olarak renk katıyorlar konsere. Böyle bir uykusuz gecenin sabahında güneşli ve ayaz bir havayla yüzyüzeydik dün. Öğrendik ki bazı yüksek yüksek tepelere kar yağmış, eh oralara ev kurmasalarmış, aşrı aşrı memlekete de kız vermeselermiş değil mi 😀 Annem ben evlenip başka bir şehre yerleştiğimde 5 yıl kadar bu türküyü söylemişti de o sebeple repertuarımda ilk sıralarda yer alır 😀

Ev camlardan giren güneş nedeniyle sıcacık, dışarısı ise esen poyraz nedeniyle fena halde üşütücü idi. Bizzat denedim, iki adet kargo göndermem ve markete uğramam gerekiyordu. Sıkı sıkı giyindim (sıkı dediysem sweatshirt üstü polar, burası Antalya, abartmayalım), PTT şubesine girdim. Başıma geleceğin farkındaydım aslında, mekan yine çok kalabalık ve klimasız Ağustos ev içi gibiydi. Poları çıkardım çıkarmasına ama yine de ter tanelerinin saçlarımın arasından ve sırtımdan aşağı inişlerini engelleyemedim sıra bana gelene kadar. İşlem bitince polarımı giyip dışarıya çıktığım anda esen rüzgar muşamba gibi yapıştırdı üstümde ne varsa sırtıma. Koştura koştura markete gittim, mübarek sokaklar uğultulu tepeler gibiydi ama karşıma çıkan bir Heathcliff olmadı kader utansın, tek gördüğüm marketin sebze tartıcısı kel oğlandı. İşimi bitirip eve döndüğümde hem sırılsıklam terli, hem de fena rüzgar yemiş haldeydim. Acilen bir Aspirin alıp koca bir kupa da adaçayı içtim. Bir süre sonra tekrar hazırlanıp bu defa sinemaya gitmek üzere çıktık evden. Aynı rüzgarı bir daha yememek için taksiye bindik. Taksi feci havasızdı, gideceğimiz yer uzak olsaydı kokudan boğulabilirdim, fularımı burnuma sararak zor bitirdim yolu. Radyoyu açtı şoförümüz ama "Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali" düzenleyicilerinin konuk olduğu bir sohbet programına denk gelince kanalı değiştirdi anında, halbusi ben dinlemek istiyordum. Geçtiği kanalda klasik müzik yayını vardı, ondan da derhal uzaklaştı, epeyce aradıktan sonra Orhan Gencebay'ın bir şarkısına denk geldi, sabitlendik. Kokuya ilaveten Orhan Baba, tadından yenmez bir yolculuk oldu, keşke şehirlerarası gitseydik. 

Biletimizi aldık ve kompleksin en küçük salonuna konuşlandık, iki kişiydik zaten. Ben ve kocam. Film de şuydu:


"Beginner", ismine bakıp yabancı sanmayın. Genç bir ekibin çektiği ve başrolünü Güven Kıraç'ın oynadığı bir yapım. Güven Kıraç'a bayılırım. Filmde 60 yaşını geçmiş, tek arzusu İngilizce öğrenmek olan bir taksi şoförünü canlandırıyordu. Daha fazla detayla spoiler vermek istemiyorum, belki izlersiniz ama sıcak, samimi, keyifli bir filmdi. Koca salonları kapatan ve haftalarca vizyonda kalan diğer filmlerden daha çok beğendim. Sinema işletmesi bu filmleri "Festival Filmleri" adıyla gösterime sunuyor ve aynı günde farklı seanslarda üç değişik film oluyor. İzlemesi de, saatini denk getirmesi de zahmetli kısacası ama biliyorsunuz ki son yıllarda bizim ülkede kalite prim yapmıyor. 

Film çıkışı yemeği de dışarda halledip döndük eve. Yine rüzgarlı ama dünkü kadar gürültülü olmayan bir geceden sonra bugüne erdik. Senfoni orkestrası yerini oda orkestrasına bırakmıştı diyebiliriz. Ortalık güneşli, rüzgar durmuş, gökyüzü berrak, Bey Dağları kalemle çizilmiş gibi net. Bugün akşama kadar evdeyim, biraz okumak istiyorum, iki aydır hızım düştü zira. Akşama ise Piyano Festivali kapsamında Hakan Şensoy'un yönettiği, çelloda Çağ Erçağ ve gitarda Nurkan Renda'nın solist olarak yer aldığı "Senfonik Anadolu Rock" konserine gideceğim. Senfonilere doyamadım anlayacağınız. Yarınki blog yazımda yer veririm artık konsere, gününüz güzel geçsin...

2 yorum:

  1. Örtmenimmmm geceyi kötü geçirmişsiniz amma okuması bi zevkliydi sormayın gitsin, kendimi bir ara Bodrum Antik Tiyatro'da senfoni orkestrası konserinde bilem hissettim, işte bunun için "yazar" ya işte didim kendime. Bol keyifler dilerim...

    YanıtlaSil
  2. en sevdiğim bu festival filmleri gibi filmler.
    en sonda 3-16 dakika arasında değişen kısa filmler vardı, onları izledim. Kuyu filmi çok vurucuydu.

    YanıtlaSil