Akşamüstü elimde kitap uzanmıştım kanepeye, ben okuduğumu sanıyordum ama sızmışım. Kulağıma dolan bir arya sesiyle uyandım, bir an nerede olduğumu hatırlayamadım, TV'nin ışığı kendime getirdi, müziğin kaynağı da anlaşılmış oldu.
Balkona çıktım kendime gelmek için, hava harikaydı; insanı üşütmeyen bir serinlik, berrak bir gökyüzü, ay parlıyor. "Yaz bitiyor" diye düşündüm, gözüm yıldızları aradı ama tek tük parlak ışıktan başka birşey göremedim, muhtemelen onlar da uyduydu. Şöyle bol yıldızlı bir gökyüzü hayal ettim ve Aspendos'ta bir konserde olmak istedim. Yıldızların altında, limonata gibi bir havada, tarihi koklayarak, o muhteşem tiyatroda mesela "Carmina Burana"yı, özellikle "O Fortune" bölümünü dinlemek, dinleyip gökyüzüne karışmak istedim.
Roma'lı Mimar Zenon'un MS 2.YY'da inşa ettiği bu muhteşem tiyatro bunca yıldır nasıl kendini koruyarak günümüze gelmiş hayret ederim. Her seferinde kaptırır giderim kendimi, sahneye gladyatörlerin çıkmasını, aslanlarla dövüşmesini, imparatorun locasında onları alkışlamasını hayal ederim. İktidarın vahşete düşkünlüğüne akıl erdiremem, o mekanda yüzyıllardır neler yaşandığını düşünür dururum. Tarihin gündelik yaşamla içiçe olması çok güzel. Gelgelelim her konser asırlara direnen bu yapıya zarar vermekte; yüksek volümlü ses düzeninin verdiği hasarın yanısıra bilhassa duyarsız halk perişan etmekte. Şimdilerde daha özen gösteriliyor ama yine de belirli ölçüde bir zarar sözkonusu.
Opera ve Bale Festivalinin ilk yıllarında daha sık giderdik gösterilere. O zamanlar otopark sorunu tam çözülmemişti, Antalya'da belirli noktalardan kalkan otobüslere tıkış tıkış doluşur, öyle ulaşırdık Aspendos'a. Yer bulabilmek için erken gitmek zorundaydık, çok kalabalık olurdu temsiller, konserler, hala öyle gerçi. Bu kadar erken gidince doğal olarak yiyeceğimizi yanımıza almak zorunda kalırdık. Yiyecek dediysem sandviç tabii ki ama halkımız sandviçi yemekten saymayabiliyor. Nelere şahit olmadık ki, tam tekmil sofra düzeniyle gelenler mi istersiniz, sepetine şişesini ve ayaklı kadehlerini yerleştirip batan güneşe karşı şaraplarını yudumlayanlar mı? Ben görmedim ama bir arkadaşım anlatmıştı, kadıncağızın biri küçük tüp getirip üzerinde tavuk haşlamış. "Yuh" dediğinizi duyar gibi oluyorum ama milletçe boğazımıza düşkümüz ne yapalım, konser izleyeceğiz diye yemek düzenimizi mi bozalım. Turistler, bilhassa Alman turistler bira şişeleriyle birlikte gelirler ve konser boyu bira içerlerdi. Hatta bir tanesi iyiden iyiye kafayı bulmuş, etrafı rahatsız edecek saygısızca tavırlara girmiş, uyarılara rağmen bu duruma devam edince de arkadaşları tarafından yaka paça götürülmüştü. Kendimize fazla haksızlık ettiğimizi düşünmüştüm o zaman ya da yabancıları fazla gözümüzde büyüttüğümüzü. Saygısızlığın, eğitimsizliğin milliyeti yok ne yazık ki.
Gösterilerin bedavacıları da çoktur. Ahbabından, dostundan davetiye bulup gelenleri bir süre sonra tanırsınız, her konserin şaşmaz izleyicileridir çünkü onlar. Bir de antik tiyatro çalışanlarının yakınları vardır ki onlar tam "İlahi maşaallah" denilecek türdendir. Sırf meraktan, vakit geçirmek için gelirler çalışanların yaşadığı komşu Belkıs köyünden, nasılsa davetiyelidirler. Altlarında çubuklu pijamaları, üstlerinde atletleriyle geçerken şöyle bir uğramış gibidirler. Gürer Aykal'ın yönettiği bir konserdeydik. Zihnim beni yanıltmıyorsa Beethoven'ın "5.Senfoni"si seslendiriliyordu. Aradan sonra 2. bölüme geçildi. Orkestra üyeleri yerini aldı, 1. keman ses verdi, Gürer Aykal bagetini havaya kaldırdı, koca tiyatroda çıt yok. Derken bir ses duyuldu: Şıpıdık, şıpıdık, şıpıdık... Herkes, Gürer Aykal ve orkestra üyeleri de dahil sesin geldiği yöne başını çevirdi, görüntü şuydu: En önde göbekli ve kasketli bir amca, arkasında 5-6 kişiden oluşan aile üyeleri ayaklarında plastik terlikleriyle yüksek taş merdivenlerden seke seke inerek ortamı terk etme mücadelesi vermekteydiler. Şefimiz sabırla onların merdivenlerden inmesini bekledi, tam sahne hizasından geçerlerken de bagetini o tarafa doğru doğru sinirle birkaç kere sallayarak "defolun" demeye getirdi. Halkım klasik müziğe ancak bu kadar sabır gösterebilmişti ama tiyatroyu terketmek için neden verilen arayı değil de ikinci bölümün başını şeçmişti çözemedik.
Aspendos'ta yaşananlar anlatmakla bitmez ama ben cidden yıldızlı bir gök altında bir klasik müzik konserine fena halde özlem duydum. Bu yıl geçti, seneye inşallah. Yetişip gidebilirsek Altın Portakal Festivali ile gideririz özlemimizi. Kısmet diyelim.
Balkona çıktım kendime gelmek için, hava harikaydı; insanı üşütmeyen bir serinlik, berrak bir gökyüzü, ay parlıyor. "Yaz bitiyor" diye düşündüm, gözüm yıldızları aradı ama tek tük parlak ışıktan başka birşey göremedim, muhtemelen onlar da uyduydu. Şöyle bol yıldızlı bir gökyüzü hayal ettim ve Aspendos'ta bir konserde olmak istedim. Yıldızların altında, limonata gibi bir havada, tarihi koklayarak, o muhteşem tiyatroda mesela "Carmina Burana"yı, özellikle "O Fortune" bölümünü dinlemek, dinleyip gökyüzüne karışmak istedim.
Roma'lı Mimar Zenon'un MS 2.YY'da inşa ettiği bu muhteşem tiyatro bunca yıldır nasıl kendini koruyarak günümüze gelmiş hayret ederim. Her seferinde kaptırır giderim kendimi, sahneye gladyatörlerin çıkmasını, aslanlarla dövüşmesini, imparatorun locasında onları alkışlamasını hayal ederim. İktidarın vahşete düşkünlüğüne akıl erdiremem, o mekanda yüzyıllardır neler yaşandığını düşünür dururum. Tarihin gündelik yaşamla içiçe olması çok güzel. Gelgelelim her konser asırlara direnen bu yapıya zarar vermekte; yüksek volümlü ses düzeninin verdiği hasarın yanısıra bilhassa duyarsız halk perişan etmekte. Şimdilerde daha özen gösteriliyor ama yine de belirli ölçüde bir zarar sözkonusu.
Opera ve Bale Festivalinin ilk yıllarında daha sık giderdik gösterilere. O zamanlar otopark sorunu tam çözülmemişti, Antalya'da belirli noktalardan kalkan otobüslere tıkış tıkış doluşur, öyle ulaşırdık Aspendos'a. Yer bulabilmek için erken gitmek zorundaydık, çok kalabalık olurdu temsiller, konserler, hala öyle gerçi. Bu kadar erken gidince doğal olarak yiyeceğimizi yanımıza almak zorunda kalırdık. Yiyecek dediysem sandviç tabii ki ama halkımız sandviçi yemekten saymayabiliyor. Nelere şahit olmadık ki, tam tekmil sofra düzeniyle gelenler mi istersiniz, sepetine şişesini ve ayaklı kadehlerini yerleştirip batan güneşe karşı şaraplarını yudumlayanlar mı? Ben görmedim ama bir arkadaşım anlatmıştı, kadıncağızın biri küçük tüp getirip üzerinde tavuk haşlamış. "Yuh" dediğinizi duyar gibi oluyorum ama milletçe boğazımıza düşkümüz ne yapalım, konser izleyeceğiz diye yemek düzenimizi mi bozalım. Turistler, bilhassa Alman turistler bira şişeleriyle birlikte gelirler ve konser boyu bira içerlerdi. Hatta bir tanesi iyiden iyiye kafayı bulmuş, etrafı rahatsız edecek saygısızca tavırlara girmiş, uyarılara rağmen bu duruma devam edince de arkadaşları tarafından yaka paça götürülmüştü. Kendimize fazla haksızlık ettiğimizi düşünmüştüm o zaman ya da yabancıları fazla gözümüzde büyüttüğümüzü. Saygısızlığın, eğitimsizliğin milliyeti yok ne yazık ki.
Gösterilerin bedavacıları da çoktur. Ahbabından, dostundan davetiye bulup gelenleri bir süre sonra tanırsınız, her konserin şaşmaz izleyicileridir çünkü onlar. Bir de antik tiyatro çalışanlarının yakınları vardır ki onlar tam "İlahi maşaallah" denilecek türdendir. Sırf meraktan, vakit geçirmek için gelirler çalışanların yaşadığı komşu Belkıs köyünden, nasılsa davetiyelidirler. Altlarında çubuklu pijamaları, üstlerinde atletleriyle geçerken şöyle bir uğramış gibidirler. Gürer Aykal'ın yönettiği bir konserdeydik. Zihnim beni yanıltmıyorsa Beethoven'ın "5.Senfoni"si seslendiriliyordu. Aradan sonra 2. bölüme geçildi. Orkestra üyeleri yerini aldı, 1. keman ses verdi, Gürer Aykal bagetini havaya kaldırdı, koca tiyatroda çıt yok. Derken bir ses duyuldu: Şıpıdık, şıpıdık, şıpıdık... Herkes, Gürer Aykal ve orkestra üyeleri de dahil sesin geldiği yöne başını çevirdi, görüntü şuydu: En önde göbekli ve kasketli bir amca, arkasında 5-6 kişiden oluşan aile üyeleri ayaklarında plastik terlikleriyle yüksek taş merdivenlerden seke seke inerek ortamı terk etme mücadelesi vermekteydiler. Şefimiz sabırla onların merdivenlerden inmesini bekledi, tam sahne hizasından geçerlerken de bagetini o tarafa doğru doğru sinirle birkaç kere sallayarak "defolun" demeye getirdi. Halkım klasik müziğe ancak bu kadar sabır gösterebilmişti ama tiyatroyu terketmek için neden verilen arayı değil de ikinci bölümün başını şeçmişti çözemedik.
Aspendos'ta yaşananlar anlatmakla bitmez ama ben cidden yıldızlı bir gök altında bir klasik müzik konserine fena halde özlem duydum. Bu yıl geçti, seneye inşallah. Yetişip gidebilirsek Altın Portakal Festivali ile gideririz özlemimizi. Kısmet diyelim.
Yol,yordam,sıra bilmemek ne kötü birşey.Hayat da
YanıtlaSilbüyük bir orkestra değil mi?
Reda