Ekmekçi Kız'dan sonra en birinç, daha doğrusu en ikinç benim 😂 Onuncuya gelivermişim maşallah. Niye öyledir hala çözemesem de fazla yazı göz çıkarmaz diyor ve devam ediyorum.
Storytel'de eskiden okuduğum yerli klasikleri tekrar ediyorum, dinlemek ayrı bir zevk zira, hem unuttuklarımı hatırlıyor, hem de ne kadar güzel yazdıklarına şaşıp hayran oluyorum. Sabah "Sinekli Bakkal"ı bitirdim. Ortaokulda iken okumuştum, yıllar sonra hafıza tazelemek iyi geldi. Az evvel de Adalet Ağaoğlu'nun Dar Zamanlar Üçlemesi'nin ilk kitabını dinlemeye başladım. Esasen üçlemenin üç kitabını da iki kere kıraat etmişliğim var zamanında ama hem yazarı, hem de bu kitapları öyle çok severim ki bir kez de dinlemek istedim. İlk kitap "Ölmeye Yatmak", okuyanlar bilir kitap Cumhuriyet'in ilk yıllarında Ankara'nın bir küçük kasabasında düzenlenen müsamere ile açılır. Akşam yemeği hazırlarken dudağımın ucunda bir gülümseme ile dinledim. Aklıma öğretmenliğimin ilk yıllarında okulda düzenlenen bir eğlence gecesi için hazırladığımız koro geldi. Okulda müzik dersi yoktu o zamanlar (meslek lisesi stayla) ama Müzik Kolu vardı. Hal böyle olunca kolun görevli öğretmenleri öğretici, öğrenciler de koro elemanı oldular otomatik olarak. Biz iki arkadaştık, daha önce bir koroda faaliyeti olan arkadaşı koro şefi yaptık, ben de türkülerin öğreticisi oldum. Sonra eski bir öğrencimiz katıldı bize yardımcı olarak, çok ilginçtir ki Ticaret Lisesi'ni bitirip azmederek konservatuar kazanmıştı. Hem sazıyla türkülere eşlik ediyor, hem de bize bazı türküleri öğretirken destek veriyordu. Müzik Kolu'ndakiler otomatik olarak korist olduğundan içlerinde fena halde bet sesliler vardı 😂 Bet seslilerin en bet seslisinin babası savcı idi, boyu da hayli uzundu. O bet ses duyulmasın diye, hem de boyu çok uzun olduğu için koronun en arka sırasına almıştık. Rahmetli müdürümüz statüye pek önem verirdi. Bir gün provayı izlemeye geldi. "Kerpiç Duvar Yan Uçtu" diye bir türkü öğretmişiz, arkadaşım onu yönetiyordu ki, müdür sahneye çıkıp "Dur" dedi. Koro durdu, savcının bet ses oğluna baktı, "Sen neden en arkadasın, gel bakayım öne" dedi, oğlanı en öne aldı, sonra koroyu yöneten arkadaşa döndü, "Buna solo söyletin" dedi. Ben sahne altında saç baş yoluyorum, çocuk zaten şarkı söylemiyor, arada gak gak der gibi ağzını açıp kapatıyor. Sadece ses kötü değil, ritm duygusu da yok. Ama olsun, babası savcı ya gerisi hikaye. Koroyu yöneten arkadaşı kenara itti, savcının oğluna "Geç bakayım ortaya, haydi söyle" dedi. Çocuk sözleri bile bilmiyor ki doğru dürüst, bakıyor öyle, bir de heyecanlandı garibim müdürün özel ilgisinden. Baktı çocuk söylemiyor aldı sazı eline müdürümüz, orkestra şefi gibi gibi el kol hareketleri yaparak kendi söylemeye başladı: "Kerpiç duvardan düştüm". Sözler yanlış, müdürün sesi savcının oğlundan da bet, sürekli tekrarlıyor, çünkü gerisini bilmiyor: "Kerpiç duvardan düştüm". Korodakiler gülecek gülemiyor. Baktı çocukta tık yok, döndü arkadaşa, "Bunu çalıştır, solo söylesin" dedi gitti. O gider gitmez çocuğu eski yerine aldık, "Aç kapa oğlum sen ağzını yeter" dedik. Bakın neler hatırlattı bana "Ölmeye Yatmak".
Yazıya başlamadan önce bir film izledim. Bu aralar gündemde olan "The Roses"i. Başrollerde Olivia Colman (ki bayılırım) ile Benedict Cumburlop (O soyadı yazmak çok zor) vardı.
Filmin konusu çok matah değil ama benim derdim de filmin konusundan ziyade oyunculardı, ikisini birarada izlemek gerçek bir keyifti, şahaneydiler. Yalnız Oliviacığımızın kıyafetleri neden o kadar bol ve çirkindi bilemedim.
Bu ayın üçüncü kitabını bitirmek üzereyim, "Buradan Bir Britt-Marie Geçti". Edebi anlamda çok müthiş değil ama esprili ve sevimli bir kitap, üstelik bazı bölümlerde de taşı gediğine koyuyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Bu ay kalın kitaplar okuyorum, o yüzden yavaş gidiyor. "Mutluluk İhtimali"ni çok beğendim, keza "Çalınan" şahaneydi. Irkçılık, azınlıklara yapılan baskılar, madencilik yüzünden bozulan doğa dengeleri, ren geyiklerinin yaşama alanlarına müdahale, iklimsel değişiklikler dünyanın başına dert. Sosyal devlet diye imrendiğimiz İsveç'in tanıdık bir ülkeyle bazı alanlardaki benzerliği de şaşırtıcı idi.
Dün sevgili blog arkadaşlarım Bilge'nin Annesi ve Kitapçı Kedisi ile birlikteydim, günümü güzelleştirdiler. Sizin de gününüz güzel olsun...
Not: Robert Redford'un ölümünü öğrendim, gençliğimin en sevdiğim yabancı erkek oyuncusuydu. "Akbaba'nın Üç Günü" filmini izlerken yaşadığımız unutulmaz bir anı vardır. Gün içinde bir filmini izleyerek anacağım kendisini, toprağı bol olsun...
İkinci Not: "Ölmeye Yatmak" ilerledikçe akademisyen Aysel'in ölmeye yattığı otel yatağından, yol üstünde bir jandarma erinin kucağına attığı leylak dalına baktığı bölüme geldim. Okuduğum zamanlarda belleğime almamışım, zira o zamanlar Leylak Dalı değildim. Bir paragraf boyunca bahsi geçti o leylak dalının. Gülümsedim ve sonra kendi kendime dedim ki, bu Rutin Dışı yazıları benim için geçmişe dönüş ve tevafuk ağırlıklı oldu.
ben de bugün "the way we were"ü tekrar izleyeceğim. "güller"i ise kesin izlemek istiyorum. fragman bile çok çekici zira :)
YanıtlaSilinstada gördüm kitapçı kedisi ile buluşmanızı. kendim buluşmuşum gibi sevindim :) darısı haftaya başımıza :)
Ben izledim içim burula burula, toprağı bol olsun, eksiliyoruz :( Güller konusunu da bir yana bırakalım, sırf oyuncular için bile izlenir. Haftayı iple çekiyorum, belki Kedimiz de katılır, bir sorayım...
SilRobert Redford'a çok hayrandım. Yurtaki oda arkadaşım bir posterini ortak duvarımıza asmıştı, üniversite 1'de iken bütün yıl Robert'le göz göze uyudum diyebilirim. :))
YanıtlaSilAh ona hayran olmayan var mıydı? Birer birer gidiyorlar, ıssızlaşıyor dünya...
Sil