Ankara'nın yavaş yavaş sonbaharı hissettirdiği, yer yer üşütse, yer yer terletse de dışarıda olmamı engellemediği bir hafta geçirdim. Haftanın en güzel günü blogger olarak başlayan sanal alem arkadaşlığımızın artık gerçek hayat dostluğuna döndüğü sevgili Şule ile buluştuğumuz gün oldu. Şule'nin eşinin ve benim kız kardeşin de katıldığı bol sohbetli, neşeli bir öğleden önce geçirdik. Şulecim fotoğrafımızı tabettirip yolladı, aşağıda, bilin bakalım gülerken kimin gözleri kayboluyor 😂
Kız kardeşle bir başka günü "Pisboğazlık Günü" ilan edip uzun zamandır yemediğimiz için dönerciye gitmeye kara verdik. Hakkında iyi duyumlar aldığımız, duvarlarında lokantanın adıyla aynı soyadını taşıyan güreşçi resimlerinin sergilendiği, bol ışıklı, tavanlarından, nişlerinden iri yapraklı yapma çiçekler sarkan, öğle tatilini uzatan memurlarla, çevre esnafı olduğunu düşündüğümüz orta yaşta erkeklerin iştahla önlerine gelen yiyeceklere yumulduğu bir mekana girdik. Ön saflardaki kalabalıktan uzaklaşmak için arkalarda bir masaya yöneldik, yirmili yaşlarının başında, sarışın ve sevimli bir garson anında bitti yanımızda. "Hoşgeldiniz"imizi alıp kağıt servislerin önümüze yayılmasını bekledikten sonra en abartısız siparişi verdik, bir porsiyon döner. Garson yanımızdan ayrılır ayrılmaz masaya şap diye bir lavaş düştü. Tam "Bunun yanında bir şey gelmeyecek mi?" cümlesi ağzımdan çıkacaktı ki yağmur gibi yağmaya başladı masaya tabaklar. Koca bir tabak salata, turşu, soslu ve sossuz patates tava, kaşarlı mantar, çiğköfte ve pişirilip nar ekşisiyle soslanmış çiğköfte, cacık, yaprak sarma. "E biz bunları yiyip gidelim, dönere ne hacet" diye gülüşmeye başladık, epeydir kebapçıya gitmediğimiz belli oldu diyeceğim ama bu kadar bol ikramı da görmemiştim hiçbir yerde. Hatta bize hizmet veren o sevimli garsonu çağırıp dokunmadığımız bazı tabakları geri yolladık ziyan olmasın diye. Neyse dönerler geldi, yemeye başladık, garsonumuz adeta pervane, çocukcağız anne, abla özlemi çekiyor sanırım onca bıyıklının arasında 😂 Yemek bitti boşları almaya geldi, çay ikram edeyim dedi, yok dedik, ısrar etti, e haydi kırmayalım seni dedik, bardak beklerken pek pırıltılı bir semaver kondu masaya. Sonra bakır bir kap içinde, beyaz renkli, buza benzer bir şey daha yerleştirdi masanın ortasına. Biz daha ne oluyor demeye kalmadan kaba su dökmeye başladı, ortalık toz duman. Anladık ki kuru buzmuş kaptaki.
"Nazar değmesin size aplalarım" diyerek bir nevi buhar banyosu yaptırdı bize, "Elemterefiş, kem gözlere şiş" 😂 Böylesini ne gördüm, ne duydum a dostlar, ben mi cahilim, işin raconu bu mu? Hokus pokus, duman dağıldıktan sonra önümüze bırakılmış dondurma, helva ve soğuk baklavadan oluşmuş tatlı tabakları çıktı ortaya. Kuru buz buharı soslu tatlılarımızı çatallayıp çaylarımızı da ayıp olmasın diye yudumladıktan sonra "Eh bize müsaade" dedik, mide fesadına uğramadan kaçalım şuradan. Hesabı istedik ama yetmemiş, komik garsoncu kahve ikramı için ısrarcı oldu. İmdaaat!
Neyse atlattık, garsoncumuz bahşişini özenle cüzdanına yerleştirirken kendimizi dar attık sokağa, bu da böyle kuru buz buharlı döner macerası olarak anılarımız arasına girdi. Gün boyu hatırlayıp hatırlayıp güldüğümüzü de söylemeden geçemeyeceğim.
Bu ay 7 kitap okudum, 8. elimde. Hepsi de tuğla boyutlu kitaplardı, o yüzden verimimden memnunum ve ilginçtir ki hepsini de beğenerek okudum. Elimde "Moskova'da Bir Beyefendi" ile tanıdığım Amor Towles'in son kitabı var: "İki Kişilik Masa". Daha Türkçe baskısı Goodreads'a bile düşmemiş, ben de üşendim kütüphanecilere ricaya, İngilizce baskıyı koydum sayfama, Engilişçe biliyorum sansınlar, entelektüalitem yükselsin 😂
Robert Redford anısına izlediğim 1985 yapımı şahane film "Out Of Africa"dan sonra ne izlesem diye epey düşündüm. Çünkü ütü yapacaktım, önce Neşfilikis'den bir dizi, bir film denedim, ikisi de pek cıvık geldi, caydım, MUBİ'ye geçtim. "Vahşi Elmas" diye bir film bulup açtım, geçen yıl Cannes Film Festivali'nde gösterime girmiş. Ütü bittiğinde filmin yarısına gelmiştim, ütünün fişini çekip laptopu kapattım, devamı akşama dedim. Yatmadan önce kalan yarıyı bitirdim. Sevdim mi? Hayır. Lakin çok güncel bir konuyu ele alıyordu, güzellik dayatmasıyla işi para için hırsızlık yapmaya kadar vardıran, bekar bir anne ve küçük bir kız kardeş ile yoksulluk içinde yaşayan bir influencerdi konu. Başrol oyuncusu bu film için mi bu hale getirilmişti bilemedim ama ördek gibi dolgu yapılmış dudakları, her biri top güllesi büyüklüğünde silikonlu memeleri, kalemle kalınlaştırdığı emmi kaşları, yüzüne sıvadığı binbir çeşit boya ve yetmezmiş gibi para bulsa anında silikon taktıracağı poposu ile inanılmaz itici geldi bana. Neyse sonunda TV'de bir programa kabul edildi de o erdi muradına, ben kaçtım kerevetinden. Spoiler de vermiş oldum ama affeylen gaaari 😂
Yeni haftanız pek güzel gelsin dilerim...
Gittiğiniz yer bir Aspava mıydı acaba? Ben hiç gitmedim ama instagramda sürekli çıkıyor karşıma ve tam da anlattığınız gibi izzet ikram bitmiyor, sunum işi şova dönüşüyor. Aspava ne demek diye araştırdığımda aspava isminin ilk olarak Ankara Ulus'ta açılan bir restoranın ismi olarak kullanıldığını buldum. Sonrasında her yerde benzerleri türemiş o restoranın ve isim de yayılmış. Sizinki de onlardan biri olabilir :)
YanıtlaSilRüyacım Aspava ismi yıllardır her kebapçının kendi firma adının başına eklediği bir şey, açılımı; "Allah sağlık, para, afiyet versin, amin". Bizimki de bu Aspava'lardan biriydi, herkesin aspavası kendine gibi bir şey, bir çeşit sıfat sanki, ismi niteliyor. Reklam olmasın diye yazmadım adını ama gördüğüm en yoğun ikramların yapıldığı bir yerdi, kuru buz buharı ise anlatılmaz yaşanırdı, hala aklımıza geldikçe gülüyoruz o buharın içindeki şaşkın halimize ve garsonun işbilirliğine. Döneri güzeldi ama o konuda başarılılardı.
SilAnkara Aspava'larıyla meşhur ve gerçekten ikramlıktan çıkıp showa dönüştürmüşler işi ama eğlendik valla :)
Bizim mahalledeki dönerciye teessüflerimi bildirmeye gidiyorum şimdi :D
YanıtlaSil