Poyrazlı günlere merhaba!
Şehrimiz dünden beri sıkı bir ayaz sunuyor bize, olsun varsın evden çıkmadıysan mesele yok, hele de güneş alan bir odan varsa kedi gibi kıvrıl, ısıtıcıya bile hacet yok, çünkü pencereden güneş giriyor ama rüzgar giremiyor, olala...
Dün Antalya Devlet Tiyatrosu'nda Ekim'den bu yana merak edip bir türlü gününü tutturamadığım bir oyunu, Aristofanes'in Milattan Önce yazılmasına rağmen sanki günümüzü anlattığı "Kuşlar"ını izledim. Son derece dinamik bir oyundu, kostümler harika, oyuncular çok başarılıydı. Tek sıkıntı sık sık verilen dumandı. Tanıtım broşüründe belirtildiği için tedbirli gittim, zira alerjik öksürüğüm bir başlarsa oyunculardan azar işitebilirdim 😂 En ön sırada oturuyordum üstelik, bu aralar biletleri önden alıyorum, seyircilerle teması aza indirebilmek için ve maske takıyorum. Geçen yıl geçirdiğim, çok uzun süren domuz gribiyle karışık influenzadan sonra gözüm korktu. Maske dumanı fazla solumamı engelledi, su ve pastille de durumu idare ettim. Çok alkış aldı oyuncular, ben de gayet doyurucu hislerle ayrıldım salondan. Ayazı yememek için kendimi durağa attım, tam o anda da evin önünden geçen otobüs geldi, rahatça ulaştım hom svet homa 😊
Görsel: Buradan
Malum bugün mektup günü ama bu hafta çok yoğun geçince yeni bir mektup yazamadım, bu işe niyet ettiğimde yazdığım ve Şenlik sitesinde yayınlanan mektubumu ekleyeceğim buraya, umarım severek okursunuz:
MEKTUP 3
Merhaba sevgili çocukluk arkadaşım,
Nasılsın diye soramıyorum, zira artık bu âlemde olmadığını mahallemize yaptığım son ziyaretimde acıyla fark ettim, içim özlemle doldu. Sen de dayanamadın demek rantçıların ve yapsatçıların baskısına. Hoş, fikrini soran olmamıştır ki.
Yaz gelip de bir günün tüm saatleri bizim olduğunda paylaşırdık en güzel oyunları. Babil Kulesi apartmanımızın gölgesi üstümüzden çekildiğinde oğlanlar sıcağa aldırmadan top koştururken biz kızlar senin serinliğine koşardık. İtirazsız kucak açardın, beton dizlerine oturur, sırtımızı sac kapılı gövdene dayardık. Dostumuz kurukafa başımızın üstünden iri dişleriyle gülümserdi bize. “Ölüm Tehlikesi” yazarmış alnında ne gam, hiç arkadaşlarının ölmesini ister miydin sen? Ölmedik nitekim, 70 öncesi çocuklardık biz, hareketliliğimiz yaramazlığımıza, iştahsızlığımız şımarıklığımıza, karnımızın ağrısı okul kaçkını olmamıza bağlanırdı. Hiperaktif olup olmadığımızı sorgulamazdı annelerimiz, her mızıltımızda da tuttukları gibi doktora götürmezlerdi. Hele hele duvarında kocaman kurukafa resmi olan, üzerinde “Ölüm Tehlikesi” yazan bir trafonun beton çıkmasında oynamamıza bırak itiraz etmeyi, çoğu zaman orada olduğumuzdan haberleri bile olmazdı. Şimdilerde olsa bizleri engelleyemeseler senin etrafına dikenli tel çektirirdi ana-babalar. Bebeklerimizin ismini bilirdin, sınıfı geçip geçmediğimizi bazen ailemizden önce öğrenirdin.
İlk gönül hikâyelerimize kulak misafiri olurdun. Bir bahar günü hemen önündeki kırlık alanda yürürken, yanımdan geçen oğlan laf attığında “Hamile mi kaldım acaba?” diye beton zeminine oturup hüngür hüngür ağlarken, kim bilir için için ne kadar güldün bana. Böyle de salaktık be Trafocuğum, diyorum ya ’70 öncesinin zavallı, saf çocuklarıydık.
Çok daireli idi Babil Kulesi apartmanımız, sen de bilirsin, her ne kadar arkasında kalsan, yüzünü kırlara çevirsen de ara sıra omzunun üstünden arka balkonlara bir göz atman yeterdi neler yaşandığını anlamaya. Her hane ayrı bir roman konusuydu ama biz onu hayatın normal akışı sanıp ancak dedikodusunu yapardık çaktırmadan. Sabah oldu mu, annelerimiz kocalarını kapıdan uğurlar uğurlamaz komşuya koştururlardı sütlü kahve içmek için. Benimki bir de kahvaltı bulaşıklarını yıkamamı emrederdi evden çıkmadan. Sütlü kahve dediysem, nerde latte, nerde Americano, geçtim onları, Nescafe bile yoktu. Belki Almancı yakını olan varsa tatil hediyesi bir kavanoz getirirdi, o da zaten harcıâlem içilmez, hatırlı misafirlere çıkarılırdı. Çekirdekken alınıp kara tavalarda kavrulan, sonra pirinç el değirmenlerinde un gibi öğütülen, tüm bu işlemler sırasında evin içini mis gibi kokutan halis Türk kahvesi idi bizim kadınların içtikleri. Pişerken ekledikleri süt ise işe biraz daha keyif katmaktı, bir de “cuğara” tellendirdiler mi hanımağalar kaça geçermiş yanlarında. Çamaşırlar elde çitilenecekmiş, buzdolabı yokmuş, kıymayı kokutmadan komşunun buzdolabına koymak gerekirmiş, akşama ne pişecekmiş, pazara gidilmesi mi gerekliymiş, bu sıkıntılar kuş olup uçar giderdi fincanın dibinde telveyi görüp sohbeti bitirene kadar. Hele akşam yemeğinden sonra kocaları kandırıp kadın kadına Doğruluk Bakkaliyesi’nin önüne, televizyon izlemeye kaçılırsa işte o zaman değmeyindi keyiflerine. Boyunları tutulup bayrak göndere çekilene, İstiklal Marşı’nın son hecesi söylenene kadar bakarlardı dükkânın tavanına asılı aletin ekranına. Sonra TV’ci bakkala teşekkür bâbında aldıkları bir külah dondurma ellerinde, felekten bir gece çalmanın neşesiyle güle söyleye dönerlerdi evlere.
Hıdrellezlerin izi kalmış mıdır hafızanda Trafocuğum? Apartmanımızın kadınları kocalarına bile açmaya cesaret edemedikleri hayallerini senin betondan karnına, çocuklarının okuldan getirdiği bir parça tebeşirle çiziktirirlerdi akşamdan. En çok geniş, ferah bir ev -mümkünse mutfağı kocaman olsun-, hadi çıtayı biraz yükseltip bir de kapısında araba olursa hiç fena olmazdı yani. Senin alanda yer bulamayan çakıl taşlarıyla arka bahçeye yerleştirirlerdi hayal evlerinin planlarını. O hayallerin gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu bilseler de bir gecelik beylik beyliktir hesabı heyecan katardı yaşamlarına Hıdrellezler.
Peki sinema? Hatırlamaman mümkün değil, tam karşındaydı çünkü. O bomboş, kocaman arsada faaliyet başladığında hepimiz meraktaydık ne olacak diye, sen ne düşünmüştün acaba? Hiç aklına gelir miydi yıllarca film replikleri ezberleyeceğin, yerli yabancı artistleri izleye izleye yalnız gecelerine yoldaş edeceğin. Şaşkın işletmeci duvar boyutunu hesap edememişti de o ayılıp branda çekene kadar mahalle halkı, bilhassa da kadınlar ve çocuklar, arsaya serdikleri kilimlerin üstünde çekirdek çitleye çitleye bir sezon boyunca beleş film izlemişlerdi.
Köprülerin altından çok sular aktı sevgili çocukluk arkadaşım, tahta sandalyeli açık hava sinemalarını gençler hayal bile edemiyor şimdi. O yemyeşil kırlar betona kesmiş, Babil Kule’mizin yerinde kazulet bir bina yükseliyor ki görsen duvarındaki kurukafa bile korkardı.
Annelerimiz birer birer göçtü bu dünyadan, çalışan anneler, sokakta oynamak bilmeyen çocuklar doldurdu evleri. Tabletlerinin, telefonlarının içinde arıyorlar oyunu, doğayı. Belki de bütün bunlara şahit olmadan başka âleme göçtüğün iyi oldu, dayanamaz kendiliğinden yıkılırdın yalnızlığınla.
Seni çok özledim Trafocuğum, oyuk gözlerinden öperim…
Mektubun yazıldığı trafo binası, üzerinde oyunlar kurduğumuz beton zemin zamanla çökmüş, kaybolmuş. Zaten artık trafo da yok, site ile birlikte o da yıkıldı.
Bu mektubun üstüne ancak Murathan Mungan'ın dizeleri yakışırdı; "Eskidendi Çok Eskiden"
............
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken...
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Güzel anılarınız çok olsun...

ne güzel ne özgür çocuklardık biz öğretmenim ya...benim çocukluğumla oğlumunki aynı yerde geçse de, o benim aksime hiç öyle özgür büyüyemedi zira mekan aynı gibi olsa da çok farklıydı aslında. oysa ben özellikle yaz günleri sabah çıkar akşam dönerdim. annem nerelerde olduğumu bilirdi evet, ama bir kez kontrole geldiğini falan bilmem. yabancılarla konuşmamamız gerektiği dışında bir tembih de olmazdı evden çıkarken. gerçekten "eskidendi, çok eskiden"...
YanıtlaSilay bir de "hamile mi kaldım" endişenize öldüm bittim:)
YanıtlaSilve tabii, murathan mungan'ın gönlümüzdeki yeri hep çok özel, söylemeden geçmek olmaz :)