Dışarıda gönül çelen bir güneş ve berrak bir hava var. Bir yanım çık yürü diyor, öbür yanım dün çok yürüdün bugün ara ver diyor. Galiba ikinci yanımı dinleyeceğim.
Aynı hava dün de vardı ve günler süren yağmurun üstüne o kadar iyi geldi ki. Kafamda ne tarafa yürüsem planları yaparken arkadaşım aradı ve "Varyant'tayım, manzara müthiş, hava şahane, haydi gel" dedi. "Bekle, yarım saate oradayım" dedim ve hemen giyinip yola düştüm. Varyant'a ulaşınca beni şu heykel karşıladı:
"Hayrola" dedim arkadaşa, "bu hoş hanım ne ara buraya konuşlandı?". Meğerse daha pek yeniymiş, açılışı o gün yapılmış, arkadaşımın orada bulunma sebebi de buymuş. Heykeldeki şahıs kim diye soracak olursanız Antalyamızın ören yerlerinden Perge'nin ilk kadın belediye başkanı Plancia Magna imiş. Hem yalnızca Perge'nin değil, dünyanın da ilk kadın belediye başkanı imiş. Antalya'nın iki uç noktasına, Düden Park'a ve Varyant'a heykeli dikilerek onurlandırmışız kendisini. Yüzünü keşke denize dönseydi diye düşündüm ama halkına dönmeyi daha uygun buldu sanırsam.
Plancia Hanım'a Perge'ye verdiği emekler için teşekkürümüzü sunup yüzümüzü Konyaaltı'na çevirdik, aman o ne hoş, o ne latif bir görüntü idi. Dedik kuşbakışı yetmez, inip yerinde görelim. Vurduk kendimizi Varyant'ın sarmal yollarına. Tam ortada bir duvara oturup temaşa eyledik denizi ve Bey Dağlarını:
Kimi denize girerken kimi de sahilde güneşleniyordu. Biz yola devam ettik, Beachpark'a indik. Antalya'ya ilk geldiğim yıllarda Konyaaltı plajlarının kumluk (daha doğrusu çakıllık) alanına çadırlar, barakalar kurulurdu. Obalar denilen bu yazlık yerleşimler, ihaleyle kiraya verilir, sıcaktan kaçmak isteyen halk kira bedelini ödeyerek bütün yazı burada geçirirdi. Aşırı olmasa da konforuna düşkün olan ben bu işe şaşıp şaşıp kalırdım. Tepedeki güneşin bütün sıcağını çeken bir çadırın içerisinde 3-4 ay nasıl yaşanırdı. Zaten çadıra yatmadan yatmaya girerdi halkımız, günü denizde, kumsalda geçirir, yemeğini çadırın önüne yerleştirdiği ocağında pişirir, duş ve WC ihtiyacını da bu işlere ayrılmış umumi tesislerde hallederdi. Kara ikliminde yetişmiş, deniz tatilini yazın 10-15 gününe sığıştırmış bir Ankaralı olarak bana tuhaf gelen şey denize doğmuş ve sıcaktan kaçan bir Antalyalı için gayet normal ve arzulanan bir şey idi haliyle. Kumsalın arka yanında okaliptus ve Kıbrıs akasyası ağaçlarından oluşan bir koruluk vardı, Konyaaltı Koruluğu olarak adlandırılan bu ağaçlık alan şehre taşındığımızdan 6 ay sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesinin akabinde uzun süre "12 Eylül Koruluğu" ismiyle anıldı. Obalara ancak arkadaş ziyareti için gitmişliğimiz vardı ama ulaşımı çok kolay olan bu korulukta yıllarca piknik yaptık. Bir arkadaş grubumuz vardı, çocuklarımız yaşıttı. Güya onları eğlendirmek için giderdik ama bir süre sonra onlar arabalardan çıkmayıp kaset dinlerken biz daha çok kendimizi eğlendirir olmuştuk. Kimimiz kısır, kimimiz börek, kimimiz patates salatası yapar, yetmezmiş gibi bir de yoldan et alıp mangal yakardık. Ama öyle acıkmış olurduk ki etler pişene kadar kısırları, börekleri götürüp karnımızı doyurur midede yer kalmadığı için etlere pek yüz vermezdik. Bir süre sonra ön hazırlıktan vaz geçip sadece ette karar kıldık da hem yorulmaktan, hem ziyankarlıktan kurtulduk. Şimdi düşünüyorum, ne telaşeydi. Öncesi ayrı, sonrası ayrı. Gençlik başka bir dünya, üşenmek yok, heves var, neşe var, her şeyden öte dinamik bir beden var.
Derken obalar kaldırıldı, koruluğun bazı ağaçları kesildi ve Konyaaltı plajlarının olduğu bölge Beachpark oldu, cafeler, restoranlar açıldı, oteller yapıldı, fena da olmadı. Koruluğun adı tekrar Konyaaltı Koruluğu oldu ama piknik alanı olmaktan çıktı, bir bölümüne de açık hava tiyatrosu inşa edildi. Böyle yazınca şaşırtıcı geliyor insana, oysa hayatın doğal süreci içinde farkına bile varmıyorsun olan bitenin. Tuhaf...
Deniz çarşaf, güneş pırıl, kumlar sıcak...
Gözümüze kestiğimiz cafelerden birine oturduk, kahve içip sohbet ettik, güneş sırtımıza fizik tedavi yaparken mis gibi havayı içimize çektik. Bazen dağlara, bazen şehire baktık, bereket bu kadar uzaktan şehrin siluetini bozan o iğrenç mimarili otellerin görüntüsü o kadar rahatsız edici olmuyordu.
Akşam yaklaşırken aynı yolu tersinden yürüyerek evlere döndük. Yemek sonrası Juliette Binoche seansıma geri döndüm. Bu kez "Clouds of Sils Maria" filmini izledim. Gereksizce uzundu ve ağır işleyen bir konusu vardı. Film İsviçre'de, Sils Maria isimli bir bölgede geçiyordu ve bölgenin özelliği meteorolojik bir olaydan kaynaklanıyordu. Bulutlar kışın yoğunlaşıyor ve bir yılan gibi körfezin içine süzüldüğü için Maloja yılanı adını alıyor. Filmde en sevdiğim bölümler de burada geçen doğa olayları oldu. Juliette kraliçemiz iki saatlik yapımın büyük bölümünde erkek traşlı bir saç tuvaleti kullandı ve mümkünse bir daha o kadar kısa kestirmesin düşüncesiyle izledim 😂
Uyumadan önce "Pelesenk ve Leylak" kitabına başladım ve 20. sayfaya kadar zor dayandım, sonra kapatıp fırlattım. Bazı şeylerin sadece görünümü kitap, onun yerine bir polisiye aldım elime: "Turtanın Tabanındaki Tatlılık".
Yarın kanal tedavisi yapılan dişlerimin üç haftalık bekleme süresi sona eriyor, diş hekimimle randevum var, muhtemelen dolgu yapılacak. Umarım sıkıntısız hallolur.
Ve yazıyı bitirirken dizemiz yine Akgün Akova'dan gelsin:
**Gün Eksilmesin Penceremden/Cahit Sıtkı Tarancı




fotoğrafların hepsi birbirinden güzel ama ben ilkine vuruldum sanırım. emekliliğimi sizin yanınızda geçirme planı bile yaptım, bilmem siz ne dersiniz :P
YanıtlaSilBu güzel uzun yazıyı sonuna kadar okuduktan sonra düşündüm; Hayatı dolu dolu bitmeyen bir enerjiyle yaşamak ne güzel. Maşallah dedim içimden. Bir zamanlar Konyaaltı Plajında geçirdiğim boğulma tehlikesini bile zihnimden attım.
YanıtlaSilEskiden Ankaralı olup iki yıldır Antalya'da olan emekli Resim Öğretmeni, benden 6 yaş küçük kız kardeşime tekrar dedim ki: Görsen, tam senin tarzında harika bir arkadaş var. Tanışsanız uzaklardan ben mutlu olacağım, eminim.
Leylak dallarıyla, uçan kuşlarla "Gün Eksilmesin Pencerenizden."
Beydağları manzarası nefis yine, ben de ona bayıldım. <3
YanıtlaSil