Dün deprem oldu şehrimizde, önce geceyarısı, sonra öğlen vakti. Bugüne kadar olmamış şey değildi, birkaç senede bir hafifçe yoklar geçer, Antalya deprem bölgesi değildir diye çok da önemsemezdik. Ama şehirlerle birlikte kalpleri de yerle bir eden 6 Şubat depreminden sonra neredeyse tüm Türkiye deprem bölgesi ilan edildi. Her biri ayrı telden çalan, bazıları show peşinde deprembilimcilerin birinin dediği öbürünü tutmuyor. Hem tutsa ne olacak, birey olarak ne yapabiliriz ki, her şeyde yaptığımız gibi Allah'a havale edip oturacağız oturduğumuz yerde. Pekçok şehirde olduğu gibi Antalya'da da evler yıkılıp yıkılıp yeniden yapılıyor ama yenilerin sağlam olduğunu kim biliyor ki? Tehlikeli olduğu uzmanlarca bar bar bağırıldığı halde falezlerin üstü çok katlı sitelerle doldu. Her neyse genelde pek hissetmezdik sallantıyı. Apartmanın temeli Antalya'nın çoğu yerinin aksine kayalık, kanalizasyon inşaatı için küçücük sokak 1,5 ay kazıldı, tam oğlumun üniversiteye hazırlanma dönemiydi, aldığı 3-5 eksik puan varsa o gürültülerin sebebinedir 😃 Bilen bilir, Antalya'nın altı yerlilerin "Zerzemin" olarak adlandırdığı mağaralarla dolu, yakın zamana kadar şehirde kanalizasyon tertibatı yoktu, atık sular bu mağaralara akardı. Şehir büyüyüp, nüfus artınca yetmez oldu ve kanalizasyon sistemine geçildi. Diyeceğim bizim civar kayalık olduğu için özellikle dipten vuran depremlerin çoğunu yayın organlarında görünce farkederdik. Evvelsi gece TV'de Van'daki depremi duyup yatmıştım. Son zamanlardaki uyku düzensizliğim yüzünden her zamanki gibi gece üçte uyandım ve sarsıldım. Uyku sersemi Van depreminin etkisiyle deprem rüyası görüyorum diye düşünüp tekrar dalmışım. Sabah internette görünce depreme uyandığımı anladım. Öğlen bilgisayarın başında bir şeyler yazıyordum ki altımdaki büro koltuğu sağa sola gitmeye başladı, ne oluyoruz demeye kalmadan avize ve çiçekler sallanmaya başladı. İnsan böyle zamanlarda ya panik oluyor, ya donuyor. Ben dondum, avizenin hareketlerini takip ederek öylece oturdum, avize sakinleşince kalkıp balkona çıktım, hayat devam ediyor, kimsede panik hali yok, balkonda sigara içenler, dükkan önünde tavla oynayanlar. asayiş berkemal diyerek oturdum yerime, kaldığım yerden devam ettim. Derken haberler geldi, 4.9 ile 5.2 arası şiddet, merkez Serik vs vs. Tek yapabildiğim bu sondur dileğinde bulunmak ve deprembilimcilerin öngörülerini okumamak oldu, zira moral bozmaktan öte elden gelen bir şey yok. Ülkece sonumuz hayrolsun.
Depremden söz edince yıllar önce yaşadığım bir depremin anısı geldi, komik bir anı, o yüzden yazacağım buraya. Orta 1. sınıftayım, yaz tatilinde çok yakın ahbabımız olan bir aile ile Amasra'ya gittik. Bahçe içinde, iki katlı, ahşap bir pansiyonda kalıyoruz. Üst kattayız, oda komşularımız Karadenizli bir aile. Karadenizli dediysem su katılmamış bir Laz ailesi, hele bir teyze var ki olağanüstü komik. Erkin Koray'ın "Kızları da Alın Askere" şarkısı çok popüler, gün boyu plajda, çay bahçelerinde, yazlık sinemalarda çalıp durur. Bir akşam üstü yemekler yenmiş, denizin, sıcağın yorgunluğu üstlere çökmüş tam çay faslına geçilecekken yer sarsılmaya başladı, deprem oluyor paniğiyle hem biz, hem Laz ailemiz odalardan fırlayıp sofaya üşüştük. Hayır insenize alt kata, ahşap binanın ikinci katında bir sürü insan tahta döşemenin üstünde bekleşiyoruz. Derken Laz teyze başladı: "Oy miralay miralay/Asçerün alay alay/Al çizlaru asçere/Asçerlük olsun kolay" . Bir yandan söylüyor, bir yandan ayaklarıyla tempo tutuyor horon teper gibi. Zaten sallanıyoruz, bir de o sallıyor. Nasıl geçti o deprem bilemedik, bir yandan gülüyoruz, bir yandan sallanıyoruz. Meğerse teyzem Erkin Koray'ın şarkısından Giresun türküsüne geçiş yapmış, sabah akşam dinlediğini o sanırmış 😂
Yağmur iki gündür kendini dinlenmeye çekti, hava açtı. Şu an dışarıda pırıl pırıl bir güneş var. Fırsattır diyerek öğleden sonra çıkıp uzun bir yürüyüş yapacak, ardından da markete uğrayıp eksikleri tamamlayacağım. Bu haftayı Juliette Binoche filmlerine ayırdım. İzlemediklerimi günde bir tane şeklinde bulup izlemeye çalışıyorum. 1992 tarihli "Köprü Üstü Aşıkları" ile başladım, ne kadar genç, ne kadar güzel ve daha o zamandan ne kadar yetenekli, her role uyan bir oyuncu. Dün 2000'lere geldim, "Saint Pierre'nın Dulu"nu izledim. Bambaşka bir rolde, bambaşka bir oyunculuk sergilemiş. Bugün 2014'de çekilmiş "Clouds of Sils Maria" var sırada. Hep ün yapmış filmlerini izlemiştim, bu arada kalmışları görmek keyifli oluyor.
Yılın 98. kitabını sabaha karşı bitirdim. Bu yıl Goodreads'ta yıllık 100 kitap hedeflemiştim, yıl sonuna kadar birkaç kitap fazlasıyla hallederim diye düşünüyorum. Hoş önemli olan sayı değilse de bir hedef koymak itici faktör oluyor. Sabah ne okusam diye bakınırken okunmamışların sepetinde çok öncelerden sırf ismindeki leylak kelimesine aldanarak aldığım bir kitap geçti elime: "Pelesenk ile Leylak". Adını daha önce duymadığım bir kadın yazara ait, Güzin Yamaner. Leylağı biliyoruz da pelesenk nedir diye baktım, aynı adlı ağaçtan elde edilen kereste ve bazı ağaçlardan çıkarılan kokulu reçineye verilen isimmiş. Başlayalım bakalım, sevmezsem sırtımda yumurta küfesi yok ya, bırakırım bir kenara.
Madem leylaktan açtık sözü kitap ismiyle de olsa, aşağıdaki resimle bitireyim yazıyı, Pinterest'te aldığım hesapta ressamı Barbara Jaskiewicz olarak geçiyordu, ne derece doğrudur bilemem. Bir gün şöyle bir bankta kitap okuyabilmek dileğiyle:
Ve leylaklı şiirini bulamasak da Akgün Akova'nın, içinden çiçek geçen dizeleriyle olsun vedamız:
çiçeğe durur gibi uyanışım
akpak sevdamdan
ve böyle bir günün say say bitmez güzelliği"*

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder